Salâvat Hakkında

Ahmet.1

Well-known member
Saadet asrından bugüne kadar ümmetin bütün salât ve selamları Resûl-u Ekrem'in (aleyhissalâtü vesselam) duasına birer âmin ve umumi bir iştiraktir. Hatta ona getirilen her salâvat, ümmetinin her bir ferdinin her namazda ona salât ü selam getirmesi, kametten sonra Şafiîlerin dua etmesi onun ebedî saadet hususundaki duasına gayet kuvvetli ve umumi bir "âmin"dir. İşte bütün insanlığın hal diliyle, bütün kuvvetiyle istediği bekâyı ve ebedî saadeti, insanlık adına Zât-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselam) istiyor ve insanlığın hayırlıları, onun arkasında âmin diyor. Acaba şu duanın kabule lâyık olmaması hiç mümkün müdür?

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.

...

Salavatın bu kadar kesretle hikmeti ve salâtla beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?

Elcevab:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a salavat getirmek, tek başıyla bir tarîk-ı hakikattır. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir. Çünki Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasîbedardır. Nihayetsiz istikbalde ebed-ül âbâdda nihayetsiz ahvale maruz ümmetin bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki, nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir.

Salavat: Hz. Muhammed'e(asm) memnuniyet ve bağlılık için yapılan dualar. *Bütün dualar. İhtiyaçtan gelen ricalar.
Kesret: Çokluk bolluk.
Hikmet: Gözetilen fayda ve gaye.
Salât: Peygamberimize(asm) yapılan dua. *Dua. *Namaz.
Zikr: Anmak, hatırlamak, zikir, anma.
Elcevab: Cevabı şu.
Resul-i Ekrem: En değerli ve en üstün, en şerefli ve en büyük peygamber (Hz. Muhammed(asm)).
Aleyhissalâtü Vesselâm: Salât ve selâm O'nun üzerine olsun.
Tarîk-ı hakikat: Doğruya ve gerçeğe götüren yol.
Nihayet: Son, uç, son sınır.
Rahmet: Merhamet, acıma, şefkat etme.
Mazhar: Sahip olma.
Nihayetsiz: Sonsuz.
Ümmet: Bir peygambere inanıp onun yolundan giden insanların hepsi. *Millet.
Alâkadar: Alakalı, ilgili.
Saadet: Mutluluk.
Nasîbedar: Nasipli, hisseli, paylı.
İstikbal: Gelecek, gelecek zaman. *Karşılama.
Ebed-ül âbâd: Sonsuzlar sonsuzu, tükenmez sonsuzluk.
Ahval: Haller, vaziyetler.
Maruz: Uğrayan, uğramış.


Hem Resul-i Ekrem hem abd, hem resul olduğundan ubudiyet cihetiyle salât ister, risalet cihetiyle selâm ister ki; ubudiyet halktan Hakk'a gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar olur. Bunuﺍَﻟﺼَّﻼ َﺓifade eder. Risalet Hak'tan halka bir elçiliktir ki, selâmet ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrasına muvaffakıyet ister ki, ﺳَﻼ َﻡ lafzı onu ifade ediyor.
Abd: Kul.
Resul: Peygamber.
Ubudiyet: Allah'ın(cc) emir ve yasaklarına uymak.
Risalet: Peygamberlik.
Cihet: Yön.
Hakk: Allah(cc).
Mahbubiyet: Sevilirlik, sevilen olmak.
Selâmet: Kurtuluş, her türlü dert ve korku ve tehlikelerden kurtulmak.
İcra: Yapma, uygulama, yerine getirmek. *İş yürütme.
Muvaffakıyet: Başarı gösterme, başarma, başarılı olma.
Lafz: Söz, ağızdan çıkan söz veya kelime.
Sirayet: Yayılma, bulaşma, geçme.


Hem biz ﺳَﻴِّﺪِﻧَﺎ lafzıyla tabir ettiğimizden diyoruz ki: Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin.

ﺍَﻟﻠَّﻬُﻢَّ ﺻَﻞِّ ﻋَﻠَﻰ ﺳَﻴِّﺪِﻧَﺎ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﻋَﺒْﺪِﻙَ ﻭَ ﺭَﺳُﻮﻟِﻚَ ﻭَ ﻋَﻠَٓﻰ ﺍَﻟِﻪِ ﻭَ ﺻَﺤْﺒِﻪِٓ ﺍَﺟْﻤَﻌِﻴﻦَ
(Allah’ım, Senin kulun ve resulün olan efendimiz Muhammed’e ve onun bütün âl ve ashabına salât eyle.)


Said Nursi

...

Eğer desen:
Madem o Habibullahtır. Bu kadar salavat ve duaya ne ihtiyacı var?

Elcevab:
O Zât (A.S.M.) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve bütün efrad-ı ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardır ve her nevi musibetleriyle endişedardır. İşte kendi hakkında meratib-i saadet ve kemalât hadsiz olmakla beraber; hadsiz efrad-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz enva'-ı saadetlerini hararetle arzu eden ve hadsiz enva'-ı şekavetlerinden müteessir olan bir zât, elbette hadsiz salavat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır.


Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
İnsanlardan bir çekirdek var ki, Cenab-ı Hak şecere-i hilkati o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün ehl-i kemalin ve belki nev'-i beşerin nısfının ittifakıyla efdal-ül halk, seyyid-ül enam Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
Bütün âlemce her hususta sıdkı ve doğruluğu malûm ve müsellem olan Hazret-i Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, parmağıyla kameri şakkettiği gibi, lisanıyla de saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır. İşârât-ül İ'caz
 
Son düzenleme:

Ahmet.1

Well-known member
Mahlukların en ehemmiyetlisi olan nev'-i insanın en ehemmiyetli ve umumî ve umum kâinatı ve umum esma ve sıfât-ı İlahiyeyi alâkadar eden beka-i uhreviyeye ait dualarını içine alan ve nev'-i insanın güneşleri ve yıldızları ve kumandanları olan bütün peygamberleri arkasına alıp onlara duasına "âmîn, âmîn" dedirten ve ümmetinden her gün her ferd-i mütedeyyin hiç olmazsa kaç defa ona salavat getirmekle onun duasına "âmîn, âmîn" diyen ve belki bütün mahlukat o duasına iştirak ederek "Evet ya Rabbenâ! İstediğini ver, biz de onun istediğini istiyoruz." diyorlar. Asa-yı Musa
 
Son düzenleme:

Ahmet.1

Well-known member
Hazret-i Muhammed (A.S.M.) öyle bir zâttır ki ..

Arkadaş! Hâlıkımızı tarif eden, pek büyük bir şahsiyet-i maneviyeye mâlik, bürhan-ı nâtık dediğimiz "Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kimdir?" diye yapılan suale cevaben deriz ki:
Hâlık: Yaratıcı Allah(cc).
Şahsiyet-i maneviye: Manevi kişilik.
Mâlik: Sahip.
Bürhan-ı nâtık: Konuşan delil, söyleyen delil.


Hazret-i Muhammed (A.S.M.) öyle bir zâttır ki; azamet-i maneviyesinden dolayı sath-ı arz, o zâtın Mescid-i Aksa'sıdır. Mekke-i Mükerreme onun mihrabı, Medine-i Münevvere onun minber-i fazl-ı kemalidir. Cemaat-ı mü'minîne en son ve en âlî imam ve nev'-i beşerin hatib-i şehîridir; saadet düsturlarını beyan ediyor. Ve bütün enbiyanın reisidir; onları tezkiye ve tasdik ediyor. Çünki dini bütün dinlerin esasatına câmi'dir. Ve bütün evliyanın başıdır. Şems-i risaletiyle onları terbiye ve tenvir ediyor.
Azamet-i maneviye: Manevi büyüklük.
Sath-ı arz: Arzın sathı, dünya yüzü, yerin yüzü.
Zât: Hürmete layık kimse, sayıdeğer kişi.
Mescid-i Aksa: Hz. Süleyman(as) tarafından yapılan ve yedi senede tamamlanan Kudüs’teki ibadet yer.
Mekke-i Mükerreme: Mükkerrem Mekke, şerefli Mekke.
Mihrab: Camide imamın namaz kıldırırken durduğu yer.
Medine-i Münevvere: Nurlu şehir, nurlanmış şehir, aydınlanmış parlak şehir.
Minber-i fazl-ı kemal: Son derecede mükemmel üstün vasıf ve özelliklerin mimberidir(bildirme ve tanıtma yeridir).
Cemaat-ı mü'minîn: Müminler cemaatı, inananlar topluluğu.
Âlî: Büyük, yüksek, yüce, üstün, şerefli.
Nev'-i beşer: Beşer nevi, insan türü, insan cinsi, insanlar.
Hatib-i şehîr: Meşhur hitap.
Saadet: Mutluluk.
Düstur: Umumi kaide, genel kural, temel prensip.
Beyan: İzah, açıklama, anlatma.
Enbiya: Peygamberler.
Reis: Baş, başkan.
Tezkiye: Temize çıkarmak, aklamak, doğruluğuna şahitlik yapmak.
Esasat: Esaslar, temeller, kökler.
Câmi': Kendinde toplayan, toplayıcı.
Şems-i risalet: Peygamberlik güneşi.
Tenvir: Nurlandırma, aydınlatma, ışıklandırma.


O zât (A.S.M.) öyle bir kutub ve nokta-i merkeziyedir ki, onun halka-i zikrinde bulunan bütün enbiya u ahyar, ebrar u sadıkîn onun kelimesine müttefik ve kelâm-ı nutkuyla nâtıktırlar. Ve öyle bir şecere-i nuraniyedir ki, damar ve kökleri, enbiyanın esasat-ı semaviyesidir. Dal ve budakları, evliyanın maarif-i ilhamiyesidir.
Kutub: Baş, önde gelen, uç.
Nokta-i merkeziye: Merkeze ait nokta, merkezle ilgili nokta, merkezdeki nokta.
Halka-i zikr: Zikir dairesi.
Enbiya u ahyar: Peygamberler ve hayırlı iyi kimseler.
Ebrar u sadıkîn: Hayırlılar ve sadıklar, iyiler ve doğrular(dürüstler)
Müttefik: İttifak etmiş, birleşmiş, anlaşmış.
Kelâm-ı nutk: Nutuk kelamı, konuşma sözü, söylenen söz, konuşulan söz.
Nâtık: Konuşan, söyleyen.
Şecere-i nuraniye: Nurlu ağaç.
Enbiya: Peygamberler.
Esasat-ı semaviye: Semavi esaslar, Allah(cc) tarafından gönderilen temel kurallar.
Evliya: Veliler, ermişler, Allah(cc) dostu ermiş kimseler.
Maarif-i ilhamiye: İlhama ait maarif, ilham ile gelen bilgiler.


Bu itibarla, herhangi bir davayı iddia etmiş ise, bütün enbiya mu'cizelerine istinaden ve bütün evliya kerametlerine müsteniden ona şehadet etmişlerdir. Evet bütün davalarının tasdiklerini iş'ar eden, bütün kâmillerin hâtem ve mühürleri vardır.
İstinaden: Dayanarak.
Müsteniden: Dayanarak, dayalı olarak.
İş'ar: Haber verme, bildirme, anlatma.
Hâtem: Mühür.* Son, en son.
Ezcümle: Bu cümleden olarak, mesela.


Ezcümle: O zâtın (A.S.M.) davalarından biri "Tevhid"dir. Bu davayı tasrih ve ifade eden Lâ ilahe illallah kelime-i mübarekesidir. O zâtın halka-i din ve zikrine giren bütün geçmiş ve gelecek insanlar o kelime-i mukaddeseyi rükn-ü iman ve vird-i zeban etmişlerdir. Demek, o davanın hak ve hakikat olduğuna kanaat ve itminan ve iz'anları hasıl olmuş ki, zaman ve mekâna şamil bir tarzda, o kelime-i mübareke, meşrebleri, meslekleri, an'aneleri mütehalif, mütebayin insanların ağızlarında Mevlevîler gibi semavî deveran ve cevelan ediyor.
Zât: Hürmete layık kimse, sayıdeğer kişi.
Tevhid: Birleme, birlik, bir tek Allah’tan(cc) başka ilah olmadığına inanmak.
Tasrih: Açıklama, belirtme, açıkça anlatma, açık açık söyleme.
Lâ ilahe illallah: Allah’dan(cc) başka İlah yoktur.
Kelime-i mübareke: Mübarek kelime, mübarek söz.
Halka-i din: Din halkası, din dairesi.
Rükn-ü iman: İman rüknü, iman temeli, imanın esası.
Vird-i zeban: Dilden düşürülmeyen vird, sık sık tekrar edilen dua.
Hakikat: Gerçek.
İtminan: Tatmin olma, inanma.
İz'an: Anlayış, basiret, benimseme, inanıp itaat etme.
Hasıl: Meydana gelen, ortaya çıkan.
Şamil: Çevreleyen, içine alan, kaplayan, içeren.
Meşreb: Gidiş şekli, anlayış tarzı, anlayış ve hareket biçimi.
An'ane: Gelenek, âdet, örf. Ağızdan ağza söylenerek gelen söz, haber.
Mütehalif: Birbirine uymayan, birbirini tutmayan.
Mütebayin: Birbirinden ayrı, birbirine zıt olan.
Semavî: Semaya ait, gökle ilgili. *Allah(cc) katına ait.
Deveran: Dönme, devretme.
Cevelan: Dolaşma.


Binaenaleyh gayr-ı mütenahî şahidlerin tasdikiyle hak ve hakkaniyeti tahakkuk eden bir davaya, hiçbir vehmin haddi değildir ki, ona dest-i itirazı uzatabilsin!
Binaenaleyh: Bundan dolayı.
Hakkaniyet: Haklılık, doğruluk, gerçeklik.
Tahakkuk: Doğruluğu meydana çıkma, gerçeklik kazanma.
Vehm: Vehim, boş kuruntu, asılsız ve gerçek dışı düşünce.
Dest-i itiraz: İtiraz eli.

Mesnevi-i Nuriye​
 

Ahmet.1

Well-known member
Ahzâb, 56. Ayet: Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selâm edin.
 

Ahmet.1

Well-known member
...

"Ümmetinin hadsiz salâvatına hadsiz ihtiyaç göstermekle..." cümlesinde Resullah (a.s.m)'in ümmetinin salavatına ihtiyacı var mı? Varsa neden ve bunu nasıl anlamalıyız?

Yazar: Sorularla Risale, 31-7-2010
Makam-ı mahmud: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Allah indinde medhe müstehak, layık ve sena edilmiş olan, şefaat-ı uzmasıdır. Cenab-ı Hak kullarının kurtulması noktasında, en yüksek şefaati ve makamı diğer peygamberlere nisbeten, Resul-ü Kibriyaya vermiştir. İşte biz bu şefaati uzmaya makâm-ı mahmûd diyoruz.

Nasıl ki, o nun dini olan İslamiyet'le bütün insanlık, maddi ve manevi huzur, sürur ve saadete kavuşmuş ve bu saadet diğer nebilere göre en yüksek ve en büyük mahiyette ise; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şefaat-ı uzması da ahirette; o kadar külli, geniş ve daimi olarak tezahür edecektir.

Bu makâm-ı mahmûd ya da şefaat-ı uzmanın liyakatı için de, Resul-ü Kibriya'ya bol bol dua, salat ve salavat icap etmektedir. Bunlar ise, o sofraya yapılan davete, bir çeşit icabet şekilleri ve usulleridir.

İşte bu nokta-i nazardan, salavatın nereye baktığını, nasıl bir vazife ifa ettiğini ve neticesinin ne olduğunu şuuren bilen insanlar, o salavata ve salata ehemmiyet verirler ve devam ederler.
 

Ahmet.1

Well-known member
Allah'ı sevmek, onun marziyatını yapmaktır. Marziyatı ise, en mükemmel bir surette Zât-ı Muhammediyede (A.S.M.) tezahür ediyor. Said Nursi
 
Üst