umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa ..

Ahmet.1

Well-known member
Mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılab ettiği gibi, acaba ekser nâsda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikîye inkılab edebilir mi?
Mahbub: Sevilen, sevgili.
Aşk-ı mecazî: Geçici ve ölümlü varlıklara karşı Allah(cc) adına olmayan sevgi.
Aşk-ı hakikî: Gerçek aşk, Allah'a(cc) ve Allah(cc) adına olan sevgi.
İnkılab: Kökten değişiklik, özünden değişme, başka hale geçme.
Ekser: Çoğunluk, çoğu.
Nâsda: İnsanlarda.


Elcevab:
Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esma-i İlahiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit, aşk-ı hakikîye inkılaba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalalet ve gaflet gibi kendini unutup âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer boğulur. Meğer ki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın.

Fâni: Geçici, gelip geçici, kaybolan.
Zeval: Sona erme, son bulma.
Fena: Yokluk, yok olma. *Kötü.
Bâki: Sonsuz, ölümsüz olan.
Mahbub: Sevilen, sevgili.
Âyine-i esma-i İlahiye: Allah'ın(cc) isimlerinin aynası.
Mezraa-i âhiret: Ahiret tarlası.
Muvaffak: Başarılı, başarmış.
Gayr-ı meşru: Helal olmayan, meşru olmayan, dine aykırı.
Mecazî: Gerçek olmayan.
Zâil: Geçen, geçici, tükenen, sürekli olmayan, devam etmeyen.
İltibas: Birbirine karıştırma, birbirine benzeyenleri birbirinden ayırt edemeyip karıştırma.
Ehl-i dalalet: Kur'anın gösterdiği yoldan ayrılanlar.
Gaflet: Düşüncesizlik ve ihmal sebebiyle, içinde bulunduğu gerçeklerden habersiz olma.
Âfâk: Görünen bütün varlık dairesi.
Umumî: Herkesle ilgili, genel.
Hususî: Özel.
Dest-i inayet: Allah'ın(cc) iyilik ve yardım eli.
Hakikat: Gerçek.
Tenvir: Nurlandırma.
Temsil: Örnek gösterme, benzetme.


Said Nursi
 
Son düzenleme:

Ahmet.1

Well-known member
Şu hakikatı tenvir için şu temsile bak. Meselâ:

Şu güzel zînetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur. Biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî... Herbirimiz kendi âyinemiz vasıtasıyla, hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak, kırmızı; yeşil boyasak, yeşil gösterir. Ve hâkeza.. âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatta birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harab edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.

Zînet: Süs, güzellik.
Endam: Boy, beden.
Âyine: Ayna.
Hâkeza: Bunlar gibi, bunun gibi.
Tasarruf: İdare etmek, yönetmek, kullanmak. *İdareli kullanma.
Ahkâm: Kanunlar, emir ve yasaklar.


İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı, bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem.. onunla sahife-i a'malimize geçecek çok şeyler yazılıyor. Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki: Dünyamız hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususî dünyamız âyine olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esma-i İlahiyeye döner; ondan, cilve-i esmaya intikal eder. Hem o hususî dünyamız, âhiret ve Cennet'in muvakkat bir fidanlığı olduğunu derkedip, ona karşı şedid hırs ve taleb ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sünbülü olan uhrevî fevaidine çevirsek, o vakit o mecazî aşk, hakikî aşka inkılab eder.

Menzil: Yer.
Sahife: Sayfa.
Sahife-i a'mal: Yapılanların yazıldığı sayfa, işlenenlerin kayıt edildiği sayfa.
Nukuş-u esma-i İlahiye: Allah'ın(cc) isimlerinin san'atlı süslemeleri ve işlemeleri.
Cilve-i esma: İsimlerin kendini belli edip göstermesi.
İntikal: Geçme, ulaşma, varma.
Muvakkat: Geçici, az bir zaman için.
Derkedip: Anlayıp.
Şedid: Şiddetli, kuvvetli, sert.
Muhabbet: Sevgi, sevme.
Hissiyat: Hisler, duygular.
Semere: Meyve, netice, sonuç.
Uhrevî: Ahirete ait, öbür dünya ile ilgili.
Fevaid: Faydalar.


Yoksa ﻧَﺴُﻮﺍ ﺍﻟﻠَّﻪَ ﻓَﺎَﻧْﺴَﻴﻬُﻢْ ﺍَﻧْﻔُﺴَﻬُﻢْ ﺍُﻭﻟَٓﺌِﻚَ ﻫُﻢُ ﺍﻟْﻔَﺎﺳِﻘُﻮﻥَ "Onlar Allah’ı unuttular. Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturdu. Onlar yoldan çıkmış kimselerin tâ kendisidir." Haşir Sûresi, 59:19.) sırrına mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevalini düşünmeyerek, hususî kararsız dünyasını, aynı umumî dünya gibi sabit bilip, kendini lâyemut farzederek dünyaya saplansa, şedid hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. O muhabbet onun için hadsiz bela ve azabdır. Çünki o muhabbetten yetimane bir şefkat, me'yusane bir rikkat tevellüd eder. Bütün zîhayatlara acır; hattâ güzel ve zevale maruz bütün mahlukata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden bir şey gelmez, ye's-i mutlak içinde elem çeker. Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedid şefkatin elemine karşı ulvî bir tiryak bulur ki; acıdığı bütün zîhayatların mevt ve zevalinde bir Zât-ı Bâki'nin bâki esmasının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkati, bir sürura inkılab eder. Hem zeval ve fenaya maruz bütün güzel mahlukatın arkasında bir cemal-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddesi ihsas eden bir nakş ve tahsin ve san'at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimîyi görür. O zeval ve fenayı tezyid-i hüsn ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir.
Sırr: Derin ve gizli mana, gizli gerçek, anlaşılması zor olan derin gerçek.
Mazhar: Sahip olma, ulaşma, kazanma, nail olma, erişme.
Zeval: Sona erme, son bulma, güçüp gitme, gitme.
Hususî: Özel.
Umumî: Herkesle ilgili, genel.
Lâyemut: Ölümsüz, son bulmaz, sona ermez.
Yetimane: Yetimce, yetim gibi, kimsesiz şekilde.
Me'yusane: Ümitsizce, ümitsiz şekilde.
Rikkat: Acıma, yufka yüreklilik.
Tevellüd: Doğma, meydana gelme, doğum.
Zîhayat: Hayat sahibi, canlı.
Mahlukat: Yaratılmış varlıklar.
Firkat: Ayrılık, ayrılış.
Ye's-i mutlak: Tam ümitsizlik.
Elem: Acı, dert, kaygı.
Gaflet: Düşüncesizlik ve ihmal sebebiyle, içinde bulunduğu gerçeklerden habersiz olma.
Ulvî: Yüksek, yüce.
Tiryak: Hemen şifa verici kuvvetli ilaç.
Mevt: Ölüm.
Zât-ı Bâki: Baki zat, ölümsüz ve sonsuz olan Allah(cc).
Bâki: Sonsuz, ölümsüz olan.
Esma: İsimler.
Cilve: Belirti, eseriyle kendini belli etme.
Âyine-i ervah: Ruhların aynası.
Sürur: Sevinç, neşe.
İnkılab: Kökten değişiklik, özünden değişme, başka hale geçme.
Hüsn-ü mukaddes: Mukaddes güzellik, kutsal güzellik.
İhsas: Hissettirme.
Tahsin: Güzelleştirme, süsleme.
Tezyin: Bezemek. Süslemek. Donatmak.
İhsan: İyilik, bağışlama, cömertlik.
Tenvir-i daimî: Devamlı nurlandırma, sürekli aydınlatma.
Tezyid-i hüsn: Güzelliği artırmak, güzelliğin çoğaltılması.
Tecdid-i lezzet: Lezzeti yenileme.
Teşhir-i san'at: Sanatın sergilenmesi.


ﺍَﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻫُﻮَﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ
Said Nursi
 
Üst