Namaz Hakkında

Ahmet.1

Well-known member
Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: "Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor."

O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki; tenbellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zât o sözü, bütün nüfus-u emmarenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: "Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım."

Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil "beş ikaz"ı benden işit.
Sinnen: Yaşça, yaş bakımından, yaş olarak.
Cismen: Cisim olarak.
Rütbeten: Rütbe olarak, derece olarak, rütbece.
Nefs: Kendisi, kendi, öz varlık. *Günahlara itici hisler.
Emmare: Emreden, zorlayıcı, itici.
Islah: Düzeltme, iyileştirme.
Cehl-i mürekkeb: Kat kat cahillik. Bilgisizliğinin farkında olmayıp, kendini bilir zannetme.
Gaflet: Düşüncesizlik ve ihmal sebebiyle, içinde bulunduğu gerçeklerden habersiz olma.


Birinci ikaz:
Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir! Hiç kat'î senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyf için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır hem faidesiz gidiyor. Elbette onun yirmidörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarfetmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebeb olur.

Bedbaht: Bahtı kara, mutsuz, talihsiz.
Ebedî: Sonsuz.
Kat'î: Kesin.
Tevehhüm-ü ebediyet: Ebedilik tevehhümü, hiç ölmeyecekmiş gibi evham ile sadece bu dünyayı ve dünya menfaatlerini düşünmek.
Faidesiz: Faydasız.
Hayat-ı ebediye: Ebedi hayat, ölümsüz ve sonsuz hayat.
Medar: Sebep, vesile.
İştiyak: Şiddetli arzu ve istek.
Tahrik: Hareket ettirme, hareketlendirme.


İkinci ikaz:
Ey şikem-perver nefsim! Acaba her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor; çünki ihtiyaç tekerrür ettiğinden, usanç değil belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise: Hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latife-i Rabbaniyemin hava-yı nesimini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir. Evet nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve mübtela ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pür-sevda bir kalbin kut ve kuvveti; herşeye kadir bir Rahîm-i Kerim'in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir. Evet şu fâni dünyada kemal-i sür'atle vaveylâ-yı firakı koparan giden ekser mevcudatla alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise; herşeye bedel bir Mabud-u Bâki'nin, bir Mahbub-u Sermedî'nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir. Evet fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ezelî ve ebedî bir zâtın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir latife-i Rabbaniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.

Şikem-perver: Yemek tiryakisi, boğazına düşkün, aşırı yemeğe düşkün.
Tekerrür: Tekrarlama.
Telezzüz: Lezzetlenme, zevklenme.
Âb-ı hayat: Hayat suyu. (Maddi ve manevi hayat için gerekli olan her şey.)
Latife-i Rabbaniye: Rabbani latife. Ebedi alemden ve ebedi ve ezeli olan Allah’tan(cc) başkasına razı olmayan çok ince ve çok kuvvetli ve bütün latifelerin sultanı olan bir latife(duygu).
Cezb: Kendine doğru çekme.
Celb: Kendi tarafına almak, çekmek.
Nihayetsiz: Sonsuz.
Teessürat: Üzülmeler, üzüntüler, etkilenmeler.
Elem: Acı, dert, kaygı.
Maruz: Uğrayan, uğramış, hedef.
Telezzüzat: Lezzetlenmeler, zevklenmeler.
Emel: Ümit, kuvvetli istek, ummak.
Meftun: Aşık, tutkun.
Pür-sevda: Çok hırslı ve istekli. *Sevda dolu.
Kut: Gıda, azık.
Kadir: Sonsuz güç ve kuvvet.
Rahîm-i Kerim: Çok ikram sahibi olan çok merhametli Allah(cc), çok cömert ve bağış sahibi olan çok acıyıcı ve şefkatli Allah(cc).
Niyaz: Yalvarma, yakarma, yalvarış.
Fâni: Geçici, gelip geçici, kaybolan.
Kemal-i sür'at: Tam (son) sürat, tam hız, mekemmel bir çabukluk.
Vaveylâ-yı firak: Firak vaveylası, ayrılık feryadı ve çığlığı.
Ekser: Çoğunluk, çoğu.
Mevcudat: Varlıklar.
Alâkadar: Alakalı, ilgili.
Mabud-u Bâki: Bütün varlıkların kulluğuna gerçek layık olan ebedi ve ölümsüz Allah(cc).
Mahbub-u Sermedî: Sermedi mahbub, ebedi sevilen, sonsuz ve ölümsüz sevgili.
Fıtraten: Yaratılışça, yaratılış bakımından.
Ebediyet: Sonsuzluk.
Ebed: Sonu olmamak.
Zîşuur: Bilinç sahibi, şuurlu.
Zînur: Nur sahibi, nurlu.
Ahval-i dünyeviye: Dünyanın halleri, dünyanın durumları.

Üçüncü ikaz:
Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini, bugün düşünüp muzdarib olmak, hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini, bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır? Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde; o tutar mühim bir kuvvetini sağ cenaha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, "Ateş et!" emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder; târumâr eder. Evet buna benzersin. Çünki geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş; elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete iltihak ve meşakkati, sevaba inkılab etmiş. Öyle ise ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzım gelir. Gelecek günler ise madem gelmemişler. Şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek; aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir. Madem hakikat böyledir. Âkıl isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün ve onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarfediyorum, de. O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılab eder.

Külfet: Zahmet, zorluk.
Meşakkat: Zhmet, sıkıntı, güçlük, zorluk.
Muzdarib: Izdırap çeken, ızdıraplı, sıkıntılı.
Tasavvur: Zihinde şekillendirme, tasarlama, düşünme, akılda canlandırma.
Kâr-ı akıl: Akıl işi, aklın kabul edeceği iş.
Cenah: Kanat, taraf, yön.
İltihak: Katılma.
Mühim: Önemli.
Târumâr: Yerlebir, perişan, darmadağınık.
İnkılab: Kökten değişiklik, özünden değişme, başka hale geçme.
Fütur: Gevşeklik, usanç.
Ulvî: Yüksek, yüce.

İşte ey sabırsız nefsim! Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikatı rehber tut. Merdane "Yâ Sabûr" de, üç sabrı omuzuna al. Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir ve o kuvvetle dayan.
Taat: İbadet etme, Allah’ın(cc) emirlerini yerine getirme, itaat etme.
Masiyet: Günah, emre karşı gelme.
Musibet: Afet, bela, felaket.
Hakikat: Gerçek.
Meşakkat: Zahmet, sıkıntı, güçlük, zorluk.

Dördüncü ikaz:
Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gına ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemen olan Mahşer'de sened ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü'nde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır? Bir adam sana yüz liralık bir hediye va'detse, yüz gün seni çalıştırır. Hulf-ül va'd edebilir o adama itimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulf-ül va'd hakkında muhal olan bir zât, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana va'd etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle onu va'dinde ittiham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir te'dibe ve dehşetli bir tazibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde; Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve latif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?

Vazife-i ubudiyet: Ubudiyet vazifesi, Allah’ın(cc) emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınma görevi.
Fütur: Gevşeklik, usanç.
Misafirhane-i dünya: Dünya müsafirhanesi.
Kut: Gıda, azık.
Gına: Zenginlik.
Ziya: Işık.
Berat: Suçsuzluk belgesi. Ayrıcalık ve lütuf belgesi.
Burak: Çok süratli bir cennet bineği.
Hulf-ül va'd: Sözünden dönmek, sözünde durmamak.
Muhal: İmkansız, mümkün olmayan, olamaz.
Va'd: Söz verme.
Suhre: Zoraki iş yapan, zorlamayla iş yapan,
İttiham: Suçlama.
İstihfaf: Hafife alma, küçümseme, önemsememe.
Tezib: Azap verme, eziyet etme, sıkıntı verme.
Müstehak: Hak etmiş, layık olmuş.
Haps-i ebedî: Ebedi hapis, sürekli hapis.
Havf: Korku.
Latif: Yumuşak, nazik, güzel şirin.


Beşinci ikaz:
Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa'y etmektir. Bununla beraber meşagil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit geçiriyorsun. Meselâ: Zühal'in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır ve Amerika tavukları ne kadardır? gibi kıymetsiz şeylerle kıymetdar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemal alıyorsun.

Dünyaperest: Dünyaya taparcasına önem verip ahireti düşünmeyen.
Nefs: Kendisi, kendi, öz varlık. *Günahlara itici hisler.
Fütur: Gevşekik, usanç.
Meşagil-i dünyeviye: Dünyaya ait işler, dünya ile ilgili uğraşılar.
Kesret: Çokluk, bolluk.
Derd-i maişet: Geçim derdi.
İstidad: Kabiliyet, yetenek.
Cihet: Yön, taraf.
Hayvanat: Hayvanlar.
Fevkinde: Üstünde.
Hayat-ı dünyeviye: Dünyadaki yaşantı.
Levazımat: Lüzumlu şeyler, gerekenler, gerekliler.
İktidar: Güç, kuvvet.
Vazife-i asliyen: Asıl vazifen, esas görevin.
Belki: Kat'iyetle, şüphesiz. *Hatta. *İhtimal.
Hakiki: Gerçek, sahici.
Hayat-ı daime: Devamlı olan hayat.
Sa'y: Çalışma, iş.
Fuzuli: Gereksiz, faydasız, boş yere.
Malayani: Faydasız, boş, gereksiz.
Meşgale: Meşguliyet, iş, uğraşı.
Elzem: Çok gerekli, en gerekli, daha lazım.
Malûmat: Bilinenler, bilgiler.
Zuhal: Satürün gezegeni.
Keyfiyet: Özellik, nitelik, kıymet.
Kıymetdar: Kıymetli, değerli.
Kozmoğrafya: Astronomi, gök ilmi.

Eğer desen: "Beni namazdan ve ibadetten alıkoyan ve fütur veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maişetin zarurî işleridir." Öyle ise ben de sana derim ki: Eğer yüz kuruş bir gündelik ile çalışsan; sonra biri gelse, dese ki: "Gel on dakika kadar şurayı kaz, yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın." Sen ona: "Yok, gelmem. Çünki on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak" desen; ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin. Aynen onun gibi; sen şu bağında, nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terketsen, bütün sa'yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarfetsen; o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan, iki maden-i manevî bulursun:
Fütur: Gevşeklik, usanç.
Derd-i maişet: Geçim derdi.
Zaruri: Zorunlu, ister istemez yapılması gereken.
Divanece: Delice.
Semere: Meyve, netice, sonuç.
Ehemmiyetsiz: Önemsiz.
Münhasır: Mahsus, sınırlı, ait.
Nafaka-i dünyeviye: Dünyaya ait nafaka, dünya geçimliği.
Zâd-ı âhiret: Ahiret azığı, ahiret hazırlığı, öbür dünya yolculuğu için gerekenler.
Menba: Kaynak.
Maden-i manevî: Manevi maden, manevi kaynak.

Birinci maden:
Bütün bağındaki

{(Haşiye): Bu makam, bir bağda bir zâta bir derstir ki, bu tarz ile beyan edilmiş.}
yetiştirdiğin -çiçekli olsun, meyveli olsun- her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyet ile, bir hisse alıyorsun.


İkinci maden:
Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese -hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsun, hırsız olsun- sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart ile ki: Sen, Rezzak-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve onun malını, onun mahlukatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan...

Mahsulât: Mahsuller, ürünler.
Rezzak-ı Hakikî: Gerçek rızık verici olan Allah(cc).
Namına: Adına.
Mahlukat: Yaratılmış varlıklar.
Tevziyat: Dağıtmalar, paylaştırmalar.


İşte bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasaret eder, ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder ve sa'ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i manevî temin eden o iki neticeden ve o iki madenden mahrum kalır, iflas eder. Hattâ ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. "Neme lâzım" der. "Ben zâten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti ne için çekeceğim?" diyecek, kendini tenbelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: "Daha ziyade ibadetle beraber sa'y-i helâle çalışacağım. Tâ, kabrime daha ziyade ışık göndereceğim, âhiretime daha ziyade zahîre tedarik edeceğim.
Hasaret: Hasar, zarar, ziyan.
Sa’y: Çalışma, iş.
Kuvve-i manevî: Manevi kuvvet(güç).
Fütur: Gevşeklik, usanç.
Kabr: Mezar.
Ziyade: Fazla, çok.
Zahîre: Azık, yiyecek.


Elhasıl:
Ey nefis! Bil ki dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise senin elinde sened yok ki, ona mâliksin. Öyle ise hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil. Lâakal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at. Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbi'dir. Nasılki âyinende görünen muhteşem bir saray, âyinenin rengine bakar. Siyah ise, siyah görünür. Kırmızı ise, kırmızı görünür. Hem onun keyfiyetine bakar. O âyine şişesi düzgün ise, sarayı güzel gösterir. Düzgün değil ise, çirkin gösterir. En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü; sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin. Eğer namazı kılsan, o namazın ile o âlemin Sâni'-i Zülcelal'ine müteveccih olsan; birden, sana bakan âlemin tenevvür eder. Âdeta namazın bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümatını dağıtır ve o herc ü merc-i dünyeviyedeki karmakarışık perişaniyet içindeki tebeddülat ve harekât, hikmetli bir intizam ve manidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir.

ﺍَﻟﻠَّﻪُ ﻧُﻮﺭُ ﺍﻟﺴَّﻤَﻮَﺍﺕِ ﻭَﺍْﻻ َﺭْﺽِ Allah göklerin ve yerin nurudur. (Nur Sûresi: 35.)
âyet-i pür-envârından bir nuru, senin kalbine serper. Senin o günkü âlemini, o nurun in'ikasıyla ışıklandırır. Senin lehinde nuraniyetle şehadet ettirir.
Lâakal: En azından, hiç olmazsa.
İhtiyat: Tedbirli olmak, ileriyi düşünerek önlemler alma.
Akçe: Para.
Hakikî: Gerçek.
İstikbal: Gelecek, gelecek zaman. *Karşılama.
Sandukça-i uhreviye: Öbür dünya ile ilgili kutu.
Zulümat: Zulmetler, karanlıklar.
Mahsus: Husisi olan, özel. *Duyulan, hissedilen.
Keyfiyet: Özellik, nitelik, kıymet.
Tâbi': Bağlı, uyan, arkası sıra giden, izleyen.
Âyine: Ayna.
Misillü: Gibi, benzeri.
Müteveccih: Yönelmiş, dönmüş, bakan, dönük.
Tenevvür: Nurlanma, aydınlanma, ışıklanma, parlama.
Tebeddülat: Değişmeler, değişimler.
Harekât: Hareketler.
Manidar: Manalı, anlamlı.
Kitabet-i kudret: Kudret yazısı, Allah’ın(cc) kudretinin(sonsuz gücünün) yazısı.
İn'ikas: Aksetme, yansıma.

Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe'nindendir. Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye'nin şerhettiği gibi, öyle esrarı hâvidir ki, her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe'nindendir. Namaz, Hâlık-ı Zülcelal tarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe'nindendir ki, her kalb kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi'racvari olan o yüksek münacata mazhar olsun.
Nisbet: Bağ, Bağlılık, ilşki.
Ulvî: Yüksek, yüce.
Nezih: Temiz, arınmış.
Celb: Kendi tarafına almak, çekmek.
Şe’n: İş. *Hal, tavır.
Erkân: Rükünler, esaslar, temeller.
Fütuhat-ı Mekkiye: Muhyiddin-i Arabi’nin bir eserinin adı.
Şerh: İzah, açıklama.
Hâvi: İçine alan, kapsayan.
Muhabbet: Sevgi, sevme. *Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi.
Kemal-i şevk: Tam şevk, mükemmel bir istek ve coşku.
İştiyak: Şiddetli arzu ve istek.
İcabet: Cevap verme, karşılık verme.
Mi'racvari: Mi’rac gibi.
Münacat: Dua, Allah’a yalvarma.


Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbanîye imtisal ettirmek için yegâne İlahî bir vesiledir. Zâten insan medenî olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlahîye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tenbellikle namazı terkeden veyahut kıymetini bilmeyen; ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhere anlar, ama iş işten geçer.
Azamet-i İlahiye: Allah’ın(cc) büyüklüğü.
Tesbit: Sarsılmaz şekilde yerleştirme, sağlam olarak yerleştirme.
İdame: Devam ettirme.
Tevcih: Döndürme, yöneltme, çevirme.
Adalet-i İlahiye: Allah’ın(cc) adaleti.
Nizam-ı Rabbanîye: Rabbani nizam, her şeyin sahibi ve terbiyecisi olan Allah’ın(cc) düzeni.
İmtisal: Uyma
Cihet: Yön, taraf.
İçtimaî: Toplumla ilgili.
Kanun-u İlahî: Allah’ın(cc) kanunu.
Müraat: Uygun davranma, riayet.
Hâsir: Hüsranda olan, zararda olan, kaybeden.
Bilâhere: Sonra, sonunda, daha sonra, sonradan.


İşarat-ül İ'caz​
 

Ahmet.1

Well-known member
Dördüncü Söz
ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﺍَﻟﺼَّﻠَﻮﺓُ ﻋِﻤَﺎﺩُ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla ¨ Namaz dinin direğidir.
Namaz, ne kadar kıymetdar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır, hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat'î anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, gör:
Kıymetdar: Kıymetli, değerli.
Mühim: Önemli.
Divane: Deli.
Kat'î: Kesin.
Temsilî: Örnekle canlandırılmış.


Bir zaman bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, -herbirisine yirmidört altun(altın) verip- iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: "Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübayaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. Hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir."
Hizmetkâr: Hizmetçi.
İkamet: Oturma, yerleşme.
Mesken: Ev, oturulan yer, hane.
Mübayaa: Satın alma.
Şimendifer: Tren.
Tayyare: Uçak.
Sermaye: Ana mal, asıl para.


İki hizmetkâr, ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat o masraf içinde efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki; sermayesi birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan; istasyona kadar yirmiüç altununu sarfeder. Kumara-mumara verip zayi' eder, bir tek altunu kalır. Arkadaşı ona der: "Yahu, şu liranı bir bilete ver. Tâ, bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerimdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru afveder. Seni de tayyareye bindirirler. Bir günde mahall-i ikametimize gideriz. Yoksa iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun." Acaba şu adam inad edip, o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip, muvakkat bir lezzet için sefahete sarfetse; gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu, en akılsız adam dahi anlamaz mı?
Bahtiyar: Talihli, mutlu, bahtı ve kısmeti iyi.
Bedbaht: Bahtı kara, mutsuz, talihsiz.
Zayi': Ziyan.
Kerim: Kerem sahibi, bağış, iyilik, lütuf ve cömertlik sahibi.
Merhamet: Acımak, şefkat etmek, iyilik ve yardım edip korumak.
Afv: Bağışlamak.
Mahall-i ikamet: Oturulan yer, ikamet yeri, kalınacak yer.
Muvakkat: Geçici, az bir zaman için.
Sefahet: Günah olan zevk ve eğlencelere düşkünlük, dinin yasakladığı zevk ve eylencelerle hayat geçirmek.
Sarf: Harcama, kullanma.


İşte ey namazsız adam ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim!
O hâkim ise; Rabbimiz, Hâlıkımızdır. O iki hizmetkâr yolcu ise; biri mütedeyyin, namazını şevk ile kılar. Diğeri gafil, namazsız insanlardır. O yirmidört altun ise, yirmidört saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise, Cennet'tir. O istasyon ise, kabirdir. O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takva kuvvetine göre, o uzun yolu mütefavit derecede kat'ederler. Bir kısım ehl-i takva, berk gibi bin senelik yolu, bir günde keser. Bir kısmı da, hayal gibi ellibin senelik bir mesafeyi bir günde kat'eder. Kur'an-ı Azîmüşşan, şu hakikate iki âyetiyle işaret eder. O bilet ise, namazdır. Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba yirmiüç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarfeden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarfetmeyen; ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilaf-ı akıl hareket eder. Zira bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse; halbuki kazanç ihtimali binde birdir. Sonra yirmidörtten bir malını, yüzde doksandokuz ihtimal ile kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek; ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?

Nefs: Kendisi, kendi, öz varlık. *Günahlara itici hisler.
Rabb: Her şeyin sahibi ve terbiye edicisi, besleyip yetiştiricisi olan Allah(cc). *Terbiye eden, besleyen, yetiştiren sahip.
Hâlık: Yoktan en güzel şekilde yaratan Allah(cc).
Hizmetkâr: Hizmetçi.
Mütedeyyin: Dindar, dine bağlı.
Şevk: Çok istek, kuvvetli arzu, sevinç, coşku.
Gafil: Gaflette olan. Düşüncesiz, ilgisiz ve habersiz.
Kabir(kabr): Mezar.
Haşr: Yeniden diriliş.
Ebed: Ebedilik, sonu olmamak, sonsuzluk.
Beşer: İnsan.
Amel: İş, çalışma. Bir emri veya vazifeyi yerine getirme.
Takva: Bütün günahlardan ve her türlü yasaklardan kendini koruma.
Mütefavit: Birbirinden farklı, çeşitli.
Ehl-i takva: Günahlardan kendini son derece çekenler.
Berk: Şimşek, yıldırım.
Kur'an-ı Azîmüşşan: Şanı yüce Kur’an.
Hakikat: Gerçek.
Kâfi: Yeter, yeterli.
Hayat-ı dünyeviye: Dünyaya ait hayat, dünyadaki yaşantı.
Hayat-ı ebediye: Ebedi hayat, ölümsüz ve sonsuz hayat.
Hilaf-ı akıl: Akla aykırı, akla ters.
Zira: Çünkü.
İştirak: Katılma, ortak olma, ortaklık.
Musaddak: Doğrulanmış, doğruluğu kabul edilmiş.
Hazine-i ebediye: Ebedi hazine, sonsuz hazine, bitmez ve tükenmez zenginlikler.
Hilaf-ı akıl ve hikmet: Akla ve hikmete aykırı, akla ve hikmete ters.
Âkıl: Akıllı.


Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder.
Mubah: İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey.
Dünyevî: Dünya hayatına ait, dünyadaki yaşantıyla ilgili.
Amel: İş, çalışma. Bir emri veya vazifeyi yerine getirme.
Suret: Biçim, görünüş, şekil, tarz.
Sermaye-i ömr: Ömür sermayesi.
Âhiret: Ölümsüz olan öbür dünya, ölüm ve kıyamet ile gidilen ve Cennet-Cehennemin bulunduğu ebedi alem.
Fâni: Geçici, gelip geçici, kaybolan.
Cihet: Yön, taraf.
İbka: Bakileştirme, süreklileştirme, devamlı olmasını sağlama.

Sözler​
 

Ahmet.1

Well-known member
İbadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed'in raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve manevî bir zulüm eder. Çünki mevcudatın kemalleri, Sâni'a müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. İbadeti terkeden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez, belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedanî ve birer âyine-i esma-i Rabbaniye olan mevcudatı; âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, camid, perişan bir vaziyette telakki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder; kemalâtını inkâr ve tecavüz eder.
Lemalar
 

Ahmet.1

Well-known member
Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gına ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemen olan Mahşer'de sened ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü'nde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır? Bir adam sana yüz liralık bir hediye va'detse, yüz gün seni çalıştırır. Hulf-ül va'd edebilir o adama itimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulf-ül va'd hakkında muhal olan bir zât, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana va'd etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle onu va'dinde ittiham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir te'dibe ve dehşetli bir tazibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde; Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve latif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?

Bediüzzaman


Vazife-i ubudiyet: Ubudiyet vazifesi, Allah'ın(cc) emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınma görevi.
Fütur: Gevşeklik, usanç.
Misafirhane-i dünya: Dünya müsafirhanesi.
Kut: Gıda, azık.
Gına: Zenginlik.
Ziya: Işık.
Berat: Suçsuzluk belgesi. Ayrıcalık ve lütuf belgesi.
Burak: Çok süratli bir cennet bineği.
Hulf-ül va'd: Sözünden dönmek, sözünde durmamak.
Muhal: İmkansız, mümkün olmayan, olamaz.
Va'd: Söz verme.
Suhre: Zoraki iş yapan, zorlamayla iş yapan,
İttiham: Suçlama.
İstihfaf: Hafife alma, küçümseme, önemsememe.
Tezib: Azap verme, eziyet etme, sıkıntı verme.
Müstehak: Hak etmiş, layık olmuş.
Haps-i ebedî: Ebedi hapis, sürekli hapis.
Havf: Korku.
Latif: Yumuşak, nazik, güzel şirin.
 

Ahmet.1

Well-known member
Dinî farzlarını yerine getirmek suretiyle dünyevî çalışmaların da bir ibadet hükmüne geçtiğine dair Üstadımızın yanına gelenlere verdiği derslerden birkaç nümune:

1- Üstadımız Bedîüzzaman Hazretleri ile birlikte, bir gün Eskişehir'deki Yıldız Oteli'nde bulunuyorduk. Şeker Fabrikasından yanına gelen birkaç işçi ve ustabaşına kısaca dedi: "Siz farz namazlarınızı kılsanız, o zaman fabrikadaki bütün çalışmalarınız ibadet hükmüne geçer. Çünki milletin zarurî ihtiyacını temin eden mübarek bir hizmette bulunuyorsunuz."

2- Yine bir gün, Eğirdir yolu altında oturmuş Rehber'i okuyorduk. Tren yolunda çalışan birisi geldi. Ve Üstad, ona da aynı şekilde: Feraizi eda edip, kebairden çekilmek şartıyla bütün çalışmalarının ibadet olduğunu, çünki on saatlik bir yolu bir saatte kestirmeğe vesile olan tren yolunda çalıştığından mü'minlere, insanlara olan bu hizmetin boşa gitmeyeceğini, ebedî hayatında sevincine medar olacağını ifade etmiştir.

3- Yine bir gün vaktiyle Eskişehir'de, tayyareciler ve subaylar ve askerlere de aynen şu dersi vermişti: "Bu tayyareler, bir gün İslâmiyete büyük hizmet edecekler. Farz namazlarınızı kılsanız, kılamadığınız zaman kaza etseniz, asker olduğunuz için her bir saatiniz on saat ibadet, hususan hava askeri olanların bir saati otuz saat ibadet sevabını kazandırır. Yeter ki kalbinde iman nuru bulunsun ve imanın lâzımı olan namazı îfa etsin.

4- Hem Barla, hem Isparta, hem Emirdağ'da çobanlara derdi: "Bu hayvanlara bakmak, büyük bir ibadettir. Hattâ bazı Peygamberler de çobanlık yapmışlar. Yalnız siz farz namazınızı kılınız, tâ hizmetiniz Allah için olsun."

5- Yine bir gün, Eğirdir'de elektrik santralının inşasında çalışan amele ve ustaya: "Bu elektriğin umum millete büyük menfaatı var. O umumî menfaattan hissedar olabilmeniz için, farzınızı kılınız. O zaman bütün sa'yiniz, uhrevî bir ticaret ve ibadet hükmüne geçer." demiştir. Bu neviden onbinler misaller var.


Daimî hizmetinde bulunan talebeleri

Tarihçe-i Hayat
 

Ahmet.1

Well-known member
Farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed'in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tenbellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: "Keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi." Ve bu arzudan bir manevî adavet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şübhe, vücud-u İlahiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki: İnkâr vasıtasıyla, gayet cüz'î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müdhiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder.
Said Nursi


Vazife-i ubudiyet: Allah’a(cc) kulluk görevi.
Âmir: Emreden, idare eden.
Tekdir: Azarlama.
Müteessir: Etkilenen, üzüntülü, üzülmüş.
Sultan-ı Ezel ve Ebed: Ezel ve ebed sultanı, başlangıcı ve sonu olmayıp sonsuz olan Allah(cc).
Mükerrer: Tekrarlı, tekrar edilmiş.
Farz: Yapılması Allah’ın(cc) açık ve kesin hükmüyle emredilmiş olan.
Adavet-i İlahiye: Allah’a(cc) karşı olan düşmanlık.
İşmam: Hafifçe duyurma, hissettirme.
Kat'î: Kesin.
Meyl: Yönelme, istek, arzu.
Helâket: Yıkılma, mahvolma, felaket.
Bedbaht: Bahtı kara, mutsuz, talihsiz.
Cüz'î: Küçük, sınırlı.
Mukabil: Karşılık.
 

Ahmet.1

Well-known member
Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder. Sözler
 
Üst