Aklın başına geldi mi?

Ahmet.1

Well-known member
Ey dünyaperest ve hayat-ı dünyeviyeye âşık ve sırr-ı ahsen-i takvimden gafil insan! Şu hayat-ı dünyeviyenin hakikatını bir vakıa-i hayaliyede Eski Said görmüş. Onu Yeni Said'e döndürmüş olan şu vakıa-i temsiliyeyi dinle:
Dünyaperest: Dünyaya taparcasına önem verip ahireti düşünmeyen.
Hayat-ı dünyeviye: Dünyaya ait hayat, dünyadaki yaşantı.
Sırr-ı ahsen-i takvim: En güzel bir biçimdeki yaratılışın gizli ve derin manası.
Gafil: Gaflette olan. Düşüncesis, ilgisiz ve habersiz.
Gaflet: Dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık. En mühim vazifeyi düşünmeyip, Cenab-ı Hakka'a itaat gibi işleri bilmeyip, başka kıymetsiz şeylerle uğraşmak. Nefsine hevesâtına tâbi olarak Allah'ı(cc) ve emirlerini unutmak.
Hakikat: Gerçek.
Vakıa-i hayaliye: Hayali vakıa, hayel gücü ile girilen manevi bir dünyadaki gerçek olay.
Vakıa-i temsiliye: Örneklendirmeyle ilgili olay, örnekle canlandırılmış olay.


Gördüm ki, ben bir yolcuyum. Uzun bir yola gidiyorum. Yani gönderiliyorum. Seyyidim olan zât, bana tahsis ettiği altmış altundan tedricen birer miktar para veriyordu. Ben de sarfedip pek eğlenceli bir hana geldim. O handa bir gece içinde on altunu kumara mumara, eğlencelere ve şöhretperestlik yoluna sarfettim. Sabahleyin elimde hiçbir para kalmadı. Bir ticaret edemedim. Gideceğim yer için bir mal alamadım. Yalnız o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eğlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmıştı. Birden ben o hazîn halette iken orada bir adam peyda oldu. Bana dedi: "Bütün bütün sermayeni zayi' ettin. Tokata da müstehak oldun. Gideceğin yere de müflis olarak elin boş gideceksin. Fakat aklın varsa, tövbe kapısı açıktır. Bundan sonra sana verilecek bâki kalan onbeş altundan her eline geçtikçe yarısını ihtiyaten muhafaza et. Yani gideceğin yerde sana lâzım olacak bazı şeyleri al." Baktım nefsim razı olmuyor. "Üçte birisini" dedi. Ona da nefsim itaat etmedi. Sonra "Dörtte birisini" dedi. Baktım nefsim mübtela olduğu âdetini terkedemiyor. O adam hiddetle yüzünü çevirdi gitti.
Seyyid: Efendi.
Tedricen: Azar azar, yavaş yavaş.
Şöhretperest: Şöhret(ün, şân, ad yapma) düşkünü, şöhret tutkunu.
Elem: Acı, dert, kaygı.
Hazîn: Hüzünlü, üzücü, acıklı, acı uyandıran.
Halet: Durum, hal.
Peyda: Ortaya çıkma, olma, meydana çıkma, belirme.
Zayi': Ziyan, kayıp, elden çıkan.
Müstehak: Hak etmiş, layık olmuş.
Müflis: İflas etmiş, elindekileri batırmış.
İhtiyaten: Tedbirli olarak, ilerisini düşünerek.
Mübtela: Tutkun, düşkün.


Birden o hal değişti. Baktım ki; ben, tünel içinde sukut eder gibi bir sür'atle giden bir şimendifer içindeyim. Telaş ettim. Fakat ne çare ki, hiçbir tarafa kaçılmaz. Garaibden olarak o şimendiferin iki tarafında pek cazibedar çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akılsız acemîler gibi onlara bakıp elimi uzattım. O çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım. Fakat o çiçekler ve meyveler, dikenli mikenli, mülâkatında elime batıyor, kanatıyor. Şimendiferin gitmesiyle müfarakatından elimi parçalıyorlar, bana pek pahalı düşüyorlardı. Birden şimendiferdeki bir hademe dedi: "Beş kuruş ver, sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar vereceğim. Beş kuruş yerine elin parçalanmasıyla yüz kuruş zarar ediyorsun. Hem de ceza var, izinsiz koparamazsın." Birden sıkıntıdan ne vakit tünel bitecek diye başımı çıkarıp ileriye baktım. Gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor. O uzun şimendiferden o deliklere adamlar atılıyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm. İki tarafında iki mezar taşı dikilmiş. Merak ile dikkat ettim. O mezar taşında büyük harflerle "Said" ismi yazılmış gördüm. Teessüf ve hayretimden "Eyvah!" dedim. Birden o han kapısında bana nasihat eden zâtın sesini işittim. Dedi: "Aklın başına geldi mi?" Dedim: "Evet geldi fakat kuvvet kalmadı, çare yok." Dedi: "Tövbe et, tevekkül et." Dedim: "Ettim!"
Sukut: Düşme, alçalma, inme.
Şimendifer: Tren.
Garaib: Hayret verici şeyler, şaşkınlık uyandıran şeyler.
Cazibedar: Çekici, beğenilen, hoş.
Mülâkat: Kavuşma, buluşma, görüşme.
Müfarakat: Ayrılık.
Mukabil: Karşılık.
Teessüf: Eseflenmek, yazıklanmak, üzüntü çekmek.


Ayıldım... Eski Said kaybolmuş. Yeni Said olarak kendimi gördüm.

İşte o vakıa-i hayaliyeyi, -Allah hayr etsin- bir-iki kısmını ben tabir edeceğim, sair cihetleri sen
kendin tabir et.

Vakıa-i hayaliye: Hayali vakıa, hayel gücü ile girilen manevi bir dünyadaki gerçek olay.
Tabir: İfade, söz, deyim. *yorum yapma, işaret edilen manayı açıklama.
Sair: Diğer, başka.
Cihet: Yön, taraf.


O yolculuk ise; âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebed-ül âbâd tarafına bir yolculuktur. O altmış altun ise, altmış sene ömürdür ki; bu vakıayı gördüğüm vakit kendimi kırkbeş yaşında tahmin ediyordum. Senedim yok, fakat bâki kalan onbeşinden yarısını âhirete sarfetmek için Kur'an-ı Hakîm'in hâlis bir tilmizi beni irşad etti. O han ise, benim için İstanbul imiş. O şimendifer ise, zamandır. Herbir yıl bir vagondur. O tünel ise, hayat-ı dünyeviyedir. O dikenli çiçekler ve meyveler ise, lezaiz-i nâmeşruadır ve lehviyat-ı muharremedir ki; mülâkat esnasında tasavvur-u zevaldeki elem, kalbi kanatıyor. Müfarakatında parçalıyor. Cezayı dahi çektiriyor. Şimendifer hademesi demişti: "Beş kuruş ver, onlardan istediğin kadar vereceğim." Onun tabiri şudur ki: İnsanın helâl sa'yiyle meşru dairede gördüğü zevkler, lezzetler, keyfine kâfidir. Harama girmeye ihtiyaç bırakmaz. Sair kısımları sen tabir edebilirsin...
Alem-i ervah: Ruhlar alemi.
Rahm-ı mader: Anne karnı.
Berzah: Ölülerin ruhlarının kıyamete kadar kaldıkları âlem.
Haşir: Yeniden diriliş.
Ebed-ül âbâd: Sonsuzlar sonsuzu, tükenmez sonsuzluk.
Bâki: Artan, geri kalan. *Ebedi. *Sonsuz.
Kur'an-ı Hakîm: Hikmetlerle dolu Kur'an.
İrşad: Doğru yolu gösterme.
Hayat-ı dünyeviye: Dünyaya ait hayat, dünyadaki yaşantı.
Lezaiz-i nâmeşrua: İslam dininin emrine aykırı zevkler, islam dininin yasakladığı zevkler.
Lehviyat-ı muharreme: İslam dininin kesin yasakladığı oyun ve eğlenceler.
Tasavvur-u zeval: Son bulacağını düşünmek, sona erme düşüncesi.
Elem: Acı, dert, kaygı.
Müfarakat: Ayrılık.
Sa'y: Çalışma, iş.
Meşru: Şeriatın kabul ettiği, islam dinine uygun.


SÖZLER / Yirmiüçüncü Söz'den
 
Üst