Hadis Sohbetleri 92- İhlas ve niyet

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
besmele-arapca1.jpg



Selamünaleyküm Degerli Kardeslerim;

avatar.jpg


Bu haftaki Hadis Sohbetleri dersimiz basladi.

avatar.jpg

Buyrun beraber mütaala edelim anladiklarimizi paylasalim insallah..





Hadis Sohbetleri 92- İhlas ve niyet


Hz. Ömer radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki

[BILGI]
"Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti Allah'a ve Resülüne ise, onun hicreti Allah ve Resülünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir."

[/BILGI]


Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1, Itk 6, Menâkıbu'l-Ensâr 45, Nikâh 5, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155, (1907); Ebu Dâvud, Talâk 11, (2201); Tirmizi, Fedâilu'I-Cihâd 16, (1647); Nesâî, Tahâret 60, (1, 59, 60).

 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Hadis-i Şerifde niyet ve hicretten bahsedilmekte olduğunu gördüğümüzden buradaki hicretin mekan değişikliği değil niyet ve nazar olduğunu sözün başlangıcından anlıyoruz. Bu meselenin bir şerhi ve tefsiri olan Mesnev-i Nuriyede şu mesele izah etmektedir :

[BILGI]
Mukaddeme


Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksad: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet, nazardır. Şöyle ki:


Cenab-ı Hakk'ın masivasına (yani kâinata) mana-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır.


Evet her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk'a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk'a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk'a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh nimete bakıldığı zaman Mün'im, san'ata bakıldığı zaman Sâni', esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.


Ve keza nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder. Evet niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder. Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa, marifet-i İlahiyedir.


Mesnevi-i Nuriye ( 51 )[/BILGI]
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Kiminlerin emîri Ebû Hafs Ömer ibni Hattâb radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi şöyle buyururken dinledim, dedi:

Yapılan işler niyetlere göredir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allaha ve Resûlüne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allaha ve Resûlüne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göredir.

ACIKLAMALAR

Bu hadîs-i şerîfin söylenmesine şöyle bir olayın sebep olduğu anlatılır:

Sahâbîlerden biri, Ümmü Kays adlı bir hanımla evlenmek ister. Fakat o günlerde Ümmü Kays Medineye hicret etmeyi düşünmektedir. Kendisiyle evlenmek isteyen sahâbîye, niyeti ciddî ise Medineye hicret etmeyi ve orada evlenmeyi teklif eder. Mekkedeki kurulu düzenini terketmeyi henüz düşünmeyen o sahâbî Ümmü Kaysla evlenmek arzusuyla Medineye hicret etmek zorunda kalır. Bu durumu bilen sahâbîler, Ümmü Kaysın muhâciri anlamında Muhâciru Ümmü Kays diye takıldıkları o zâtın, hicret sevabı kazanıp kazanmadığını tartışmaya başlarlar. İşte o zaman Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şerîfle meseleye açıklık getirerek herkesin niyetine göre sevap kazanacağını belirtir.

Ahmed İbni Hanbel, Ebû Dâvûd, Tirmizî, gibi büyük âlimler, bu hadisle, İslâmiyetin üçte birini anlamanın mümkün olduğunu söylemişlerdir.

İmâm Şâfiî, bu hadisin yetmiş ayrı konuyla ilgisi bulunduğunu, bu sebeple de onu din ilminin yarısı saymak gerektiğini belirtmiştir.

İmâm Buhârî ise, kitap yazanlara bir nasihatte bulunarak, eserlerine bu hadisle başlamalarını tavsiye etmiştir.

Şimdi niyetin ne olduğunu görelim:
Niyet, bir işi Allah rızâsı için yapmayı kalbden geçirmektir.
Bir iş ya kalble, ya dille veya diğer organlarla yapılır.

  • Kalbimizle yaptığımız işler, niyet ve düşüncelerimizdir.
  • Dilimizle yaptıklarımız konuşmalarımızdır.
  • Organlarımızla yaptığımız işler de fiil ve davranışlarımızdır.

Sözler ve davranışlar çoğu zaman niyete bağlı olduğu için, iyi niyet bazan başlı başına bir ibadet olur.
Ameller yâni yapılan işler niyete göre değer kazanır sözü, çoğu zaman organlarımızla yaptığımız işleri kapsar. Yoldaki bir taşı, insanlara zarar vermesin düşüncesiyle ve sevap kazanmak ümidiyle kaldırıp atmak bir ibadet sayılır. Birinin malını meşrû olmayan yollardan elde etmeye karar vermişken, Allah korkusuyla bu düşünceden vazgeçmek de aynı şekilde sevap kazanmaya vesile olur.

Kalbden geçen düşünceler, iyi niyete dayandığı zaman Allah katında değer kazanır. Bu esnada kalbin uyanık ve şuurlu olması gerekir.

Dil bir şeye niyet ederken kalb bu düşünceye katılmazsa, niyet makbul olmaz. Hadîs-i şerîfte anlatıldığı üzere Allah-ü Teâlâ bizim şeklimize, kalıbımıza değil, kalblerimize bakar, niyetlerimize değer verir.

Abdullah İbni Ömer’in oğlu Sâlim, halife Ömer İbni Abdülazîze yazdığı mektupta şöyle demişti:
Şunu iyi bil ki, Allah Teâlânın kuluna yardımı, kulun niyeti kadardır. Kimin niyeti tam olursa, Allahın ona yardımı da tam olur. Niyeti ne kadar azalırsa, Allahın yardımı da o kadar azalır.

İyi niyete dayanmayan, sadece gösteriş için yapılan ibadetlerin ve güzel davranışların Allah katında hiçbir değeri bulunmadığını Peygamber Efendimiz ibretli bir misâlle ortaya koymuştur.

Bu hadîs-i şerîfe göre kıyamet gününde ilk defa bir şehid hakkında hüküm verilecek. Allah Teâlâ ona ne yaptığını sorduğunda:

Senin uğrunda çarpıştım, şehid edildim, diyecek. Fakat Cenâb-ı Hak ona:

Yalan söyledin. Sana cesur adam desinler diye çarpıştın, buyuracak ve o adam yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılacak.

Daha sonra ilim öğrenip öğreten ve Kur’an okuyan bir kimse getirilecek. Ona da ne yaptığı sorulacak.

âİlmi öğrendim ve öğrettim. Senin rızânı kazanmak için Kuran okudum, diyecek. Allah Teâlâ ona:
Yalan söyledin. İlmi, sana âlim desinler diye öğrendin. Kuran ise, güzel okuyor desinler diye okudun. Nitekim öyle de denildi, buyuracak. O adam da yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılacak.

Hadîs-i şerîfin devamında zengin bir kimsenin huzura getirileceği, onun da malını Allah rızası için harcadığını söyleyeceği, ona, cömert adam desinler diye malını sarfettiği söyleneceği ve diğerleri gibi onun da cehenneme atılacağı belirtilmektedir.

Bu niyet hadisinden şöyle bir sonuç da çıkmaktadır:

Aslında ibadet olmayan bazı işler, iyi niyetle yapıldığı takdirde ibadete dönüşebilir. Meselâ yemek yiyen kimse, bu gıdalardan elde edeceği kuvvetle ibadet edeceğini düşünürse, yemek yerken bile sevap kazanmış olur. Normal ticaretini yapan kimse, işini en iyi şekilde yaparak insanlara hizmet etmeyi, onları aldatmamayı düşünürse, hem para hem de sevap kazanabilir.

“Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını çoğaltırız. Dünya kazancını isteyene de dünyalık veririz; ama onun âhirette bir nasibi olmaz” [Şûrâ sûresi (42), 20].



Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Yapılan işlerden sevap kazanabilmek için o işlere iyi niyetle başlamak gerekir.
2. Niyetin kalben yapılması önemli olduğu için, bunu ayrıca dille söylemek şart değildir.
3. Allah rızası gözetilmeden yapılan işlerden sevap kazanılamaz.
4. İnsan göründüğü gibi olmalı, dünyevî bir çıkar için dini kullanmamalıdır.
5. İhlâs, niyet sağlamlığı demektir.
 
Son düzenleme:

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
İHLAS VE NİYET


Amelleri Yalnız Allah Rızası için yapmak


İhlâs kavram olarak, şirk ve riyadan, batıl inançlardan, kötü duygu ve düşüncelerden, çıkar hesaplarından ve genel manada gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi,her türlü hayırlı faaliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allahın rızasını gözetmeyi ifade eder. Kulun gerek tutum ve davranışlarında gerekse sözlerinde yalnızca Allahın rızasını gözetmesi gerekir. Kuşkusuz, ibadetlerin abdest, niyet, tekbir ve kıraat gibi zahiri şartları yanında bir de huşû, hudû ve ihlâs gibi bâtınî şartları bulunmaktadır. Örneğin abdestsiz namaz geçerli sayılmayacağı gibi ihlassız eda edilen bir ibadet de makbul olmaz. Buna göre, amellerin geçerli olabilmesinin iki şartı vardır. Birincisi, Allah'ın emrettiği şekilde yerine getirilmiş olması; ikincisi ise ihlasla yani yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yapılmış olmasıdır. Bu iki şartı birlikte taşımayan hiçbir amel Allah katında kabule şayan değildir. Dolayısıyla, ibadetlerin ruhudur. Çünkü her şeye değer kazandıran ihlastır. Hz. Peygamber de duaların ihlasla yapılmasını istemiştir. Kişi çok ibadet etmekle değil, ihlaslı olarak yaptığı ibadetlerle kurtuluşa erecektir. Doğruluğun özel bir şekli olarak görülen ihlas, bazen niyet anlamında kullanılmaktadır.



Gerçek şu ki, ihlâslı olan kimseler Allah Teâlânın yardımına mahzar olurlar. Kuran-ı Kerimde geçen “ıbâdullâhil-muhlesîn ifadesi, “Allahın yardımına mahzar olup hâlis dindarlığa ve hidayete eriştirilmiş olanlar anlamına geldiği müfessirlerce ifade edilmektedir.

Yine Kuran-ı Kerimde bildirildiğine göre şeytan ihlâslı kişilere zarar veremeyecektir (Hicr, 15/39-42; Sâd, 38/82-83). Bu sebepledir ki Kuranda ihlâs peygamberlerin niteliklerinden biri sayılmıştır (meselâ bk. Yûnus, 12/24; Meryem, 19/51; Sâd, 38/45-46). Ayrıca Kuran-Kerimin 112. suresine dinin temel ilkesi olan tevhidi en halis, en güzel şekilde dile getirdiği için ihlâs adı verilmiştir.

İnsanlar, iyilik yapabilecekleri gibi kötülük de yapabilirler. İyilik yapanlar bunun karşılığında mükâfât elde ederler; kötülük yapanlar ise günah işlemiş olurlar. Dolayısıyla kişi Kur'an-ı Kerim'de buyurulduğu gibi zerre miktarı hayır işlerse veya zerre miktarı kötülük işlerse kıyamette onları görecektir (Zilzâl, 99/7-. Ne mutlu amellerine şirk ve riya gibi habaseti karıştırmayanlara!



İHLÂS ve NİYET


Hz. Aişenin rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

Yapılan İşler niyetlere göre değerlendirilir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kişinin niyeti Allah ve Resulüne varmak onlara hicret etmekse , eline geçecek sevap da Allah ve Resulüne hicret etme sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya bir kadına kavuşmak için hicret ederse , onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlendirilir. ( Buhari , Bedülvahyil; İman 41, Nikah 5.)

İmam Ahmed B. Hanbel, Ebu Davud, gibi alimler Bu hadis dinin üçte birini anlatır demişlerdir.İmam Şafii de “Bu hadisin yetmiş ayrı konuyla ilgisi var, bu sebeple dinin yarısı sayılır demiştir.



a) NİYET NEDİR ?


Niyet bir işi Allah rızası için yapmayı kalpten geçirmektir. İnsan bir işi yaparken öncelikle kalbinde niyet belirir, sonra dil söyleyerek, organlar da o işi yaparak tamamlanır. İnsanların işleri görünüşte aynı olmakla beraber onların niyetine göre kimine cenneti kazandırırken ; kiminin (Allah korusun) cehenneme düşmesine sebep olabilir.

Niyet sayesinde basit günlük işler ibadete dönüşürken, bazen de ibadetler boşa gider. Allah (cc) işlerimizin karşılığını niyetimize göre verir…
Mesela; Yoldaki bir taşı kaldırmak niyet sayesinde ibadet olur. Öfkeyle birini dövmeye karar vermişken Allah korkusuyla vazgeçivermek ibadet olur.

Hz. Ali kendisine çok uyuyorsun diyen birine Ben sabah cihada gidiyorum. O cihadı en güzel şekilde yapabilmem için uyumam gerekir. demişti. Bu niyet sayesinde uyku insana cihad sevabı kazandırır.
Allah (cc) niyetle ilgili olarak şöyle buyurmuştur.

Gizlesenizde açıklasanız da Allah (cc) kalblerinizde olanı bilir. Al-i İmran 29 ( Burada kablerde olan niyettir).

Efendimiz (sav) buyurur ki;
Allah sizin bedenlerinize ve yüzlerinize bakmaz, kalblerinize bakar (Riyazusssalihin-5)

b) Amelleri yalnız Allah Rızası İçin Yapmak

Allah (cc) samimiyeti, ihlası emreder ;

Onlara yalnız şu emredilmiştir. İhlasla, dini yalnız Allah için yaşayarak .alarak , namazı kılsınlar, zekatı versinler. İşte dosdoğru din budur. (beyine 5)

Yine ; kurbanla ilgili bir emrin arkasından Allah (cc) niyetlerimizin halis olması için bizi uyarıyor.
“Kurbanların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır. Allah’a sadece sizin takvanız (İhlas ve samimiyetimiz) ulaşır. Hac, 37

Ameller niyetlere göredir hadisinde görüyoruz ki; hadisinde görüyoruz ki; insanlar bir ibadeti ne için yapıyorsa karşılığında ona kavuşuyorlar. Bu hadisin söylenmesi ile ilgili şöyle bir rivayet vardır: Sahabelerden biri Ümmü Kays adında bir hanım sahabiyle evlenmek istedi. Kadın da ona Hicret edersen seninle evlenirim dedi. Neticede hicret ettiler ve evlendiler. Yalnız bu adam sahabiler arasında Muhaciru Ümmü Kays şeklinde şaka konusu oldu. Efendimiz (sav)e gidip bu adamın sevap alıp almayacağını sordular. Efendimiz (sav) bu hadisi söyledi. Demek ki insanın kalbinde hicret gibi çok büyük fedakarlıklar gerektiren bir işte dahi sevap kazanmak için Allah rızası niyeti şarttır.

Allah (cc) buyurur ki Kim Ahiret kazancını istiyorsa onun kazancını çoğaltırız. Dünya kazancını isteyene de dünyalık veririz. Onun ahirette bir nasibi olmaz (Şura,20 )

Öyleyse dünyalık isterken bile Allah rızası için isteyeceğiz :
Efendimiz (sav) şöyle dua ederdi: Yarabbi bana hayırlı uzun ömür ver, senin yolunda geçireyim, bana hayırlı bol rızık ihsan eyle senin yolunda kullanayım .

İbadetlerde niyet Allahın rızası olmazsa gösteriş olursa onun da Hak katında bir kıymeti yoktur. Hem Allah rızası, hem insanların takdirini kazanmak olursa niyet yine boşa gider.
Efendimiz (sav) Bunu güzel bir misalle anlatır:

Kıyamet günü ilk defa bir şehit hakkında hüküm verilecek. Allahu Teala ona;

- Ey kulum benim için ne yaptın? buyurduğunda kul;

- Ya Rabbi senin uğrunda savaştım, şehit edildim diyecek. Fakat Cenab-ı Hak ona ;

- Hayır, yalan söyledin, sen cesur adam desinler diye çarpıştın, buyuracak ve o adam yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılacak. Daha sonra ilim öğrenen ve öğreten, Kurn okuyan birisi, daha sonra hayır sahibi zengin bir kişi aynı akıbeti yaşayacaktır. Görüldüğü gibi gösteriş ve riya amelleri boşa çıkarmaklaa kalmıyor insanı cehenneme sürüklüyor.

Efendimiz (sav) e para ve şöhret için cihad eden biri sevap kazanır mı? diye sorduklarında; hayır hiçbir şey kazanmaz “dedi. Adam bu soruyu üç defaorunca Efendimiz (sav) “Allah (cc) yalnız kendisi için yapılan ibadetleri kabul eder. Başkasını değil! diye cevap verir. ( Nesai, Cihad,24)

. Allah katında yalnız Allah rızası için yapılan işlere ibadet sevabı verilir. Mesela Peygamber Efendimiz (sav) bir çok hadislerinde selam vermek, güler yüzlü olmak, hasta ziyaret etmek, cenazeye katılmak, yoldan bir taşı kaldırmak ve işlere ibadet sevabı verileceğini açıklamıştır. Tabii ki Allah rızası için yola düşmüş bir çöpü kaldırmak dahi ibadet olur.
Hanımlar evlerinde ev işini, eşinin ve çocuklarının hizmetini Allah rızası için yaptığı zaman ibadet sevabı kazanır.
Bir talebe Allah rızası için çalışırsa (Ben Allah’ın rızasını kazanmak için insanlara hizmet etmeliyim.Hizmet için de okumalıyım.) ibadet etmiş olur.


Gerektiği kadar iyi beslenip ibadetlerimi iyi yapayım veya cihadımı, hizmetimi iyi yapayım diyen insan yemek yerken bile ibadet etmiş olur.

Efendimiz (s.a.v.) kendisine gelip malının yarısını sadaka olarak dağıtmak isteyen Sad.b. Ebi Vakkasa bakın ne diyor:
“Üçte birini hatta o bile fazla, zira varislerini muhtaç bırakmaktansa bu hayırlı . Hatta üzülme , sofrada hanımının ağzına koyduğun lokmaya kadar her yaptığın hayrın sevabını alacaksın. Buhari; cenaiz, 36 ,vesaya2, nefakat 1; merda 16;

Demek ailesinin geçimini Allah rızası için çalışıp temin eden bir beyefendi de sevap kazanır.
Ticaretini yaparken ölçüye tartıya, Allah korkusuyla dikkat eden, haram lokma getirmekten sakınan da ibadet sevabı kazanır.

3. Hayırlı bir işe niyet eden, o işi yapmış gibi sevap alır.
Ebul Abbas Abdullah b Abbas b.Abdulmuttalip (ra) dan nakledildiğine göre Resulullah (sav) Allahu Teala’dan naklettiği bir hadiste şöyle buyurdu:

Allahu Teala iyilik ve kötülükleri yazdıktan sonra bunların iyi ve kötü oluşunu şöyle açıkladı :

Kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa Cenab-ı Hak bunu yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder.
Şayet bir kimse iyilik yapmak ister, sonra da onu yaparsa Cenab-ı Hak o iyiliği on mislinden başlayıp yediyüz misliyle hatta kat kat fazlasıyla yazar.
Kim bir kötülük yapmak ister de vazgeçerse, Cenab-ı Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder.
Şayet bir insan kötülük yapmak ister de onu yaparsa Cenab-ı Hak o fenalığı sadece bir günah olarak yazar. (Buhari, Rikak,31; Riyazussalihin,12)


Sonuç:


İnsan niyetine göre hesaba çekilecektir.

Sizi yanımızda değerli kılacak olan ne mallarınız ne de evlatlarınızdır. Ancak iman edip, güzel ve hayırlı işler yapanların durumu başkadır. Onlara yaptıklarının kat kat fazlasıyla mükafat verilecektir. ( Sebe süresi 34,37 )

Allahu Teala amellerimizle bizi değerlendirir, amellerimizi de niyetlerimize göre
Efendimiz (sav) şu hadisi bu konuya açıklık getirecektir: Hz. Aişeden nakledilen bir hadiste Efendimiz (sav) şöyle buyurdu:
Bir ordu Kabeye saldırmak üzere yola çıkacak. Bir çöle geldiklerinde baştan sona bütün ordu yere batacaktır.

Hz. Aişe der ki bunun üzerine ben Ya Resulullah onların arasında ticaret için yola çıkanlar ve kötü niyetli olmayanlar varken niçin hepsi birden yere batacaktır. diye sordum.
Efendimiz (sav) “Hepsi birden yere batacak, ahirette yeniden diriltilip niyetlerine göre hesaba çekileceklerdir. (Buhari,büyu 49, riyazussalihin 2)

Kötü niyetli olmayanlar da o toplulukla beraber oldukları zulme sessiz kaldıkları için, yere batırılırlar.
Niyetin yeri kalptir. Ve esasen ihlas, samimiyet, iyi niyet kalbin güzel ahlakıdır. Belki de en başıdır.
İnsanlar bununla kazanır.

Efendimiz (sav) bununla ilgili olarak da Şunu iyi biliniz ki insan vücudunda küçük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa bütün vücut iyi olur. Bozulursa bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalbtir . ( Buhari, İman 39) buyurur.

İyi niyetli, iyi kalpli,samimi, ihlaslı müminlere Allah (cc)ın müjdesi vardır.
“Yaptıklarına karşılık olmak üzere nice sevindirici ve göz aydınlatıcı nimetler saklandığını kimse bilemez (Secde süresi,32)


Bir Hikaye

Padişahın biri bir seferde iken çok güzel muhteşem bir bahçe görür. Adamlarıyla birlikte oraya girip dinlenmek ister. Girerler. Yaşlı ak sakallı bir ihtiyar onları buyur eder, hürmet eder. Hoş geldin ve hal hatırdan sonra ihtiyar buz gibi çok güzel bir ayran getirir. Padişah ayranı içince çok beğenir. Sanki daha önce böyle bir şey içmemiştir. Bir an buranın cennet olduğunu hayal eder. Biraz sonra çıkıp gider. Yol boyunca padişah bahçeyi unutamaz. Hatta bahçenin kendisine ait olmasını arzu eder. İhtiyara başka bir yerden ufak bir ev verir, bahçeyi ele geçireyim ya da Ben padişah değil miyim bahçeye de adama el koyarım o benim hizmetkarım olur, böylece yorulunca gelip burada birkaç güzel gün geçiririm.diye düşünür.

Padişahın içinde filizlenen bu hırs ve tamahla dönüşte yolunu yine o bahçe olduğu yerden bahçeden geçirir. İhtiyar padişahı ve adamlarını yine hürmetle ağırlar.

Padişah Amca! der , yine o ayrandan var mı. Ben yol boyunca o ayranın tadını unutamadım. İhtiyar gider yine bir tas buz gibi ayran getirir. Padişah ayranı içer, fakat o da ne! Ayranın tadı bir hoş, bir acayip. Padişah şaşırır der ki:

Amca bu ayran bozulmuş mu nedir? Tadı bir garip
İhtiyar der ki; hayır padişahım ayran aynı ayran, tas aynı tas. Bozulmuş olan senin kalbin ve niyetindir.

Padişah o anda yaptığı hatayı anlar ve özürdiler. Kötü niyetinden vazgeçer. Eh bir ayran daha içelim bakalım der. İhtiyar yine ayranı getirir, ayran mükemmeldir.

Padişah o günden sonra ihtiyarla dost olur ve kalb alemiyle ilgili ondan çok şey öğrenir.

 
Son düzenleme:

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Niyetin kimyası ve ihlasa niyet



Her düşünce ve davranışın kimyası niyettir.

Niyet öyle bir kimya ki, niyetin gerçek mahiyeti bir sırdır. Yalnız o sırrı Allah(c.c) bilir.
İnsandaki lâtifeler arasında yer alan bilinmezlik özelliği olan sır rın içinde niyeti de olsa gerek.
Eğilim, istek, irade ve cüz'i ihtiyari gibi bir takım özelliklere anlam kazandıran da niyettir.
Niyet yönetimi ve niyetin yönetim biçimi üzerinde biraz beyin fırtınası yapalım.
Niyetin anlamı, niyete etki eden unsurların, faktörlerin, etkenlerin anlaşılmasına bağlıdır.
Niyetin kimyasında öyle bir sır var ki toprağı altın edebilir.


Üstad Bediüzzaman Said Nursi, bu niyet meselesini bilinen klasik anlayışa ilave olarak farklı yorum yapmaktadır.
“Niyet, bir cihette fıtri ahvalin ölümüdür”

“Hayrat ve hasenatın hayatı niyetledir. Fesadı da ucub, riya ve gösterişledir.
Ve fıtri olarak vicdanda şuurla bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıta bulur.
Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtri ahvalin ölümüdür.

Meselâ;

Tevazua niyet onu ifsad eder;
Tekebbüre niyet onu izale eder;
Feraha niyet onu uçurur;
Gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakeza, kıyas et(Mesenevi-i Nuriye 169)
Burada “ihlasa niyet ihlası ifsat eder anlamı da çıkar denilebilir
İhlas sırrı gerçekten de derin bir sır.

Vicdani bir hâl meselesi. Ancak insan vicdani olarak kendisi bilir, bir de Allah(c.c) bilir.
İhlas yüklü amelin insanın kendisi dışındakilere pozitif yansıması anlaşılabilir. Ancak ihlasmetre, niyetmetre gibi cihazlar henüz icat edilmedi. Edilemeyecek de

“Şeriat ele bakar kalbe bakmaz hükmü de gösteriyor ki, kalbi ve vicdani bir konu olan ihlas ile riyayı ölçüp şeran hüküm vermek mümkün değildir.

İnsanların bu ince sırra muhalif olarak davranışlara, fiillere samimi, ihlaslı, gayr-i samimi hükümleri kolayca verebilmesidir.
Sosyal hayatın en büyük zehiri olan, su-i zan, ön yargı; uhuvvet, muhabbet ve hüsn-ü zan, niyet okumanın sonuçlarıdır.
İhlasa niyet edenler; tevazu perdesi altındaki kalın kibir, gurur ve enaniyetin iç dünyalarındaki yükün ağırlığı altında ezikliğini davranışlarına yansıtırlar.

İhlası kazanmak ve muhafaza etmenin yolu, yöntemleri ihlas risalelerinde gayet açık izah edilmekle beraber, yaşama biçimi haline gelmesi din nasihattir hadisinin gereği en az on beş günde bir okunmasının önemi anlaşılmaktadır.
Niyet bir kimyadır demiştik.

Evet, beyinde düşünce ve niyete göre molekül ve hormon üretilmektedir.
Sui zan, haset, kin, adavet, husumet öncelikle sahibinin beyninden başlayıp ruh ve bedenine azap vermektedir.
Olumlu düşünce, halis niyet ile beyinde meydana gelen kimyasal olaylar vücudun tüm anatomisini de etkilemektedir.
İçtenlik, ihlas, samimiyet, olumlu düşünce, şükür, kanat, rahatlık, huzur ve mutluluğun formülleridir.

İhlas, vicdani bir haldir. Niyet edilmez, dikte edilmez, sipariş verilmez.

İçinde Hak olup halk olmayan, yalnız ve yalnız Onun rızası şartı olan, cennet bile maksadın içinde yer almayan, anlatılması da, anlaşıldığının anlaşılmasının da müşkül olduğu, hem zor hem kolay ince bir sır vesselâm..


dursunsivri@risalehaber.com
 
Son düzenleme:

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Niyet-i sadıka ve ihlâs




Ameller niyetlere göredir.1“


Niyet bir rûhtur. O rûhun rûhu da ihlâstır." 2

Ve keza, nazarla niyet mâhiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibâdete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibâdeti günaha kalb eder."3

Niyet; azîm, kasıt, kesin irâde; kalbin bir şeyi bilmesi; kalbin bir şeye karar verip, o işin niçin yapıldığını bilmesi anlamında bir kavramdır. Niyet kalbin yönelmesidir. Bir arzu ve duygudur. Kalbdeki mânâların veya tesirât-ı hâriciyeden tevellüd eden temâyüllerin yönünü belirlemede başlayan ve o müyûlâtın seyrinin devamında veya fiil hâline gelmesinden önceki arzu ve istektir. O fiil boyunca niyet devam eder. İhlâs ile o niyet hem kıymet kazanır, hem de Allahın rızasına ulaşır.

Bedîüzzamân Hazretleri niyet için şu izahatları yapar. Evet, niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibâdete çeviren pek acîp bir iksir ve bir mâyedir. Ve keza, niyet ölü ve meyyit olan hâletleri ihyâ eden ve canlı, hayatlı ibâdetlere çeviren bir rûhtur. Ve keza, niyette öyle bir hâsiyet vardır ki, seyyiâtı hasenâta ve hasenâtı seyyiâta tahvil eder. Demek, niyet bir rûhtur. O rûhun rûhu da ihlâstır. Öyleyse, necat, halâs, ancak ihlâsladır. İşte bu hâsiyete binaendir ki, az bir zamanda çok ameller husûle gelir. Buna binaendir ki, az bir ömürde Cennet, bütün lezâiz ve mehâsiniyle kazanılır. Ve niyetle insan daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.4


Yine Mesnevî-i Nuriyede gelen şu ifâdeler de niyeti izah etmektedir: Hayrat ve hasenâtın hayatı niyetledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösterişledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuurla bizzat hissedilen vicdaniyâtın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvâlin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et.5


Niyetin ihlâs ile bir iksir ve mâye oluşu ne kadar mânidardır. Basit bir âdeti sünnet niyeti ile yapan kişi âdetini ibâdete çevirmiş olur. Niyet bir rûh ise o rûhun da rûhu ve özü ihlâstır ki ölü mânâları hayattar ve canlı hâle getiriyor ve nûrlandırıyor. Niyet ihlâs ile kıvama geliyor ve bizi Rabbimizin rızasına kavuşturuyor. Allahın rızası niyetin rûhu olan ihlâs hakîkati ile taçlanıyor ve kalbî ve fiilî ameli semeredâr hasenâta kavuşturuyor.

Risâle-i Nûr Külliyatının hiçbir bölümünün girişinde On beş günde bir okunmalıdır” ihtarı yapılmadığı halde İhlâs Risâlesinin girişinde “Bu Lemaa her on beş günde bir defa okunmalı diye çok önemli bir ihtar ve uyarı yapılmıştır. Çünkü ihlâs bütün amelleri hem nûrlandırıyor, hem canlandırıyor hem de hayattar yapıyor. Bir nevî amellerdeki niyetlerin rûhunu ubûdiyetin rıza makamına çıkarıyor. Böylece ameller hayattar bir mânâ kazanıyor ve kul kalbî mi'raclarla evc-i âlâya doğru uruc ediyor.

Üstad Bedîüzzamân On Yedinci Lema,da Medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazîfe-i İlâhiyeye karışmamalı."6

şeklinde mükemmel bir tesbit yaparak ihlâs hakîkatini izah etmiştir. Böylece kurtuluşun sadece ihlâsla olduğunu, ihlâsı kazanmanın, muhâfaza etmenin ve mânilerini def etmenin çarelerini ise İhlâs Risâlesinde ayrıntıları ile açıkladığını görüyoruz.

Bir fiillin bidayetinde müyûlat-ı kalbîye, tesirât-ı hâriciye ve niyet vardır. Ancak o müyûlat-ı kalbîye ve niyetin amel boyutunda Allahın rızasına kavuşmasının şartı ihlâs iledir. Çünkü ihlâs şartsız Allahın razı oluşuna bakar. Yanî ön şartsız olarak niyet edilen fiilin Allahın rızası aranarak yapılması ihlâs iledir. Yoksa o fiilin rûhu söner ve o niyette Allah rızası kaçar, nefsî ve dünyevî bir niyet ve amel olmuş olur.

İhlâs karşılıksız olarak Allahın rızası için yapılan davranıştır. Sadece Allahın razı oluşuna yönelmek ve sadece O'ndan (cc) istemek ve rızası dairesinde itikad ve duruş yapmaktır. Bu duruş ve tavırdan sonra neticeyi düşünmemek hatta ve hatta amelini Allahın vazîfesine bina etmeden yapmaktır.

Peygamber hayatlarında ve kıssalarında hep bu duruş ve niyetin ihlâs izdüşümlerini görürüz.
Hz. İbrahim (as) ateşe atılırken Allah (cc) Cebrail'i (as) gönderip “Kulum İbrahime söyle benden bir isteği var mı?Dediğinde Hz. İbrahimin (as) duruşu ve sözü yine ihlâs sırrının zirvesini taşımaktadır.

“Allah bize yeter; O ne güzel vekildir."7 sırrı ile Allahın rızasına göre duruş yapmak ve sadece Ondan (cc) istemek ve sebeplerin de Allahın emri altında olduğunu bilmek ve öyle bir teslimiyet ve ihlâs ile kulluğun zirvesine çıkmak. Böylece eşyanın esmâ ile olan ilişkisini ve âlemlerin Rabbine olan îmân ve teslimiyetin sırrını aralamak ve anlamak.
Yine Hz. İsmailin (as) bıçak karşısında duruşu ve teslimiyetinde de aynı sırla karşılaşırız. Ön şartsız bir teslimiyet, îmân ve ihlâs sırrı ile zahirde kesen bıçak kesmez olur. O îmân ve ihlâs karşısında Yüce Allah kulu İsmaili korumuş ve kesen bıçağa bu îmân ve ihlâslı duruşun karşısında kesmemesini emretmiştir. Böylece eşyanın emir ile şekil aldığı ve Allahın kudretine boyun eğdiği hakîkati zahir olarak ortaya çıkmış oluyor.


Demek ki ihlâs öyle bir iksir ve rûh ki ateşin yakmamasına ve bıçağın kesmemesine giden yolun mukaddimesi olabiliyor. Çünkü bütün sır âlemlerin Rabbini razı edici duruşlar yapabilmekte ve öyle davranabilmekte. Ön şartsız bir îmân ve teslimiyet sırrı sanırım ihlâs hakîkatinde yatıyor. Yanî, Allahı razı edici duruşlar ve ameller yapabilmek.

İnsanın aklı, kalbi, vicdanı ve rûhu mutmain olmak için kalbin ameli olan ihlâs sırrına muhtaçtır. Çünkü yapılan ameller Allah rızası için sırr-ı ihlâs ile mayalanıyor ve netice veriyor. Böylece aklın marifetullah mertebeleri, kalbin muhabbetullah neticeleri ve rûhun hayattan mânevî gıdaları ihlâs sırrı ile iksirleniyor ve latîfe-i rabbâniyemiz tam gıdalarını almış oluyor.




Dipnotlar:
1- Buharî, Bed’ü’l-Vahy: 1.
2- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 112.
3- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 84.
4- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 112.
5- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 318.
6- Lem’alar, 2005, 323.
7- Âl-i İmrân Sûresi, 3: 173.


Baki ÇİMİÇ
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Niyet'in Fazileti



Niyet'in Fazileti, Hakîkati, Amelden Hayırlı Olması; Nefisle İlgili Amellerin Fazileti ve Niyet'in Kulun İhtiyar'ından Hariç Oluşu
Rablerinin rızasını dileyerek sabahakşam O'na dua edenleri (fakirleri onlarla bir arada bulunmak istemeyen müşriklerin arzularına uyarak yanından) kovma!(En'âm/52)

Ayette bahsi geçen dileme'den gaye niyet'tir.

Hadîsler
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Amellerinin doğruluğu veya kemâle ermesi ancak niyetlere bağlıdır. İnsan için, neye niyet etmişse ancak o vardır. Bu bakımdan kimin hicreti Allah'a ve Rasûl'üne olursa, onun hicreti Allah ve Rasûl'ünedir. Kim de dünyaya veya evleneceği bir kadına hicret etmişse, onun hicreti (niyeti) de hicret ettiğinedir.2

Ümmetimin şehidlerinin çoğu, yataklarında ölenlerdir. Düşmanla çarpışırken öldürülen niceleri vardır ki onların niyetini Allah daha iyi bilir.3

Eğer (karı-kocanın) arasının açılmasından endişe duyarsanız erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar uzlaştırmak isterlerse Allah onların arasını bulur.(Nisâ/35)
Görüldüğü gibi, Allah Teâlâ, bu ayette, niyeti (istemeyi) karı-kocanm barışmasına sebep kılmıştır.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki Allah Teâlâ, suretlerinize ve mallarınıza değil, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.4
Allah Teâlâ kalplere, niyet'in yeri olmasından dolayı bakar.

Kul güzel ameller işlediğinde melekler onları mühürlü sayfalar içerisinde yükseltip götürürler ve Allah'ın huzuruna koyarlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur:

- Şu sayfayı atınız! Zira içindeki amelle benim rızam kasdedilmemiştir
.
Sonra meleklere seslenir:
- O kul için şunu yazınız. O kul için bunu yazınız!
- Ey rabbimiz! O bunların hiç birini işlemedi ki?!
- İşlemedi, fakat niyet etti!5

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: İnsanlar dört sınıftır:

a) Allah'ın, kendisine ilim ve mal verdiği kişidir ki ilmiyle malında tasarruf eder!

b) Onun bu halini görüp de 'Eğer Allah buna verdiğinin benzerini bana verirse, ben de onun yaptığı gibi yaparım' diyenkimse.
Bu iki kişi sevapta eşittirler.

c) Allah'ın, kendisine mal verip de ilim vermediği kişidir ki cehaletinden ötürü malını har vurup harman savurur.

d) Üçüncünün halini görüp de 'Eğer Allah buna verdiğinin benzerini bana verseydi onun yaptığı gibi yapardım!' diyenkimse.

Bu ikisi de günahta eşittirler.6

Allah Teâlâ'nın, niyetinden ötürü kişiyi başka bir kişinin iyi veya kötü amellerine nasıl ortak kıldığına dikkat ediniz!
Enes b. Mâlik'in rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) Tebük seferine giderken şöyle buyurmuştur:
Medine'de bazı kişiler vardır ki orada oldukları halde, geçtiğimiz her bir derede, kâfirleri öfkelendirecek şekilde attığımız her adımda, yaptığımız her infakta kazandığımız sevabı bizimle paylaşmaktadırlar!

- Ey Allah'ın Rasûlü! Onlar bizimle birlikte olmadıkları
halde bu fazileti nasıl elde edebiliyorlar?

- Kendilerini özürleri geri bırakmıştı. Bu bakımdan onlar niyetlerinin güzelliğiyle bize ortak oldular.7

İbn Mes'ud (r.a) şöyle diyor:
Hz. Peygamber 'Kişi için, ancak neyi istemek üzere hicret etmişse o vardır' buyurmuştur. Gerçekten de bizden bir kişi hicret ederek Ümmü Kays adında bir kadınla evlendi. Bundan dolayı bu kişiye 'Ümmü Kays muhâciri' adı verildi.8
Bir haberde şöyle denilmiştir: "Bir kişi Allah yolunda öldürüldü; fakat kendisine 'merkebin ölüsü' adı verildi. Çünkü o, karşısındaki kişinin eşyalarını ve merkebini almak için dövüştüğü sırada öldürülmüştü. Dolayısla niyetine nisbet edilerek kendisine bu isim verildi".


Ubâde b. Sâmit Hz. Peygamber'den şöyle rivayet eder:
Yalnızca ganimet elde etme niyetiyle harbe katılan kimse için ancak niyet ettiği vardır.9

Ubeyy b. Ka'b şöyle anlatıyor: "Birlikte harbe katıldığımız bir kişiden yardım istedim. Bana 'Hayır! Ancak bana bir ücret verirsen yardım ederim!' dedi. Bunun üzerine ona ücret verdim. Daha sonra bu durumu kendisine anlattığımda Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Onun için gerek dünyasında, gerekse de ahiretinde senin verdiğin ücretten başka bir nasib yoktur.10
İsrâiliyât'ta şöyle anlatılıyor: "Adamın biri bir kıtlık senesinde, bir kum yığınının yanından geçerken, kendi kendisine 'Eğer bu kum yığını yiyecek olsaydı onu halk arasında taksim ederdim' diye düşündü. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onların peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu:

O kuluma de ki: 'Allah Teâlâ senin sadakanı kabul edip güzel niyetine teşekkür etti. Sana, o kum yığını kadar yiyeceği sadaka olarak dağıtmışın gibi de sevap verdi'.


Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim bir iyiliğe niyet eder, fakat onu yapmazsa kendisine bir sevap yazılır.11

Abdullah b. Amr'ın rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kimin niyeti dünya ise Allah onun fakirliğini gözlerinin arasında kılar. O dünyadan, onu en çok istediği halde ayrılır. Kimin de niyeti ahiret ise, Allah onun kalbini zengin kılar. Kaybettiklerini onun için derler. O dünyadan, ondan en zâhid olduğu (onu en çok istemediği) halde ayrılır.12


Hz. Peygamber bir keresinde, Mekke ile Medine arasında yere batacak bir ordudan bahsetti. Bunun üzerine Ümmü Seleme vâlidemiz şöyle sordu:
- Onların içinde istemeyerek (zorla) veya bir ücret karşılığı götürülenler vardır. (Bunlar niçin ne buyuruyorsunuz?)
- Onlar, niyetleri üzere haşrolunurlar!13


Hz. Ömer (r.a) Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Savaşanlar, ancak niyetler üzerinde savaşırlar.İki ordu, karşı karşıya geldiğinde, melekler yere inerek insanları, yazarlar: 'Filan adam dünya için, falan adamsa gayretkeşliğinden (hamiyyetinden) dolayı dövüşüyor. Filan adam da asabiyet (ırkçılık) için dövüşüyor'.

Sakın (rastgele) 'Filan adam Allah yolunda öldürüldü!' demeyiniz! Zira Allah yolunda çarpışan kimse, (ancak) Allah'ın kelimesi (dini) en yüce olsun diye çarpışan kimsedir.14


Câbir'den rivayet edildiğine göre: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Her kul, hangi niyet üzerinde ölürse o niyet üzere haşrolunur.15

Ahmed b. Ebî Bekre'nin rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya geldiklerinde hem öldüren, hem de öldürülen cehennemdedir.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Öldüreni anladık, fakat öldürülenin suçu nedir?

- Çünkü öldürülen de karşısındakini öldürmeye niyet etmişti!16


Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği bir hadîste de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim Allah için koku sürerse, kıyamet gününde kokusu miskten daha hoş olduğu halde haşredilir. Kim de Allah'tan başkası için koku sürerse kıyamet gününde huzura, kokusu leşten daha kötü olduğu halde gelir.


Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: 'Amellerin en üstünü, Allah'ın farzlarını edâ etmek, haramından sakınmak ve Allah katında niyetin doğruluğudur'.

Sâlim b. Abdullah, Ömer b. Abdülâziz'e şunları yazdı: 'Bil ki Allah'ın yardımı kulun niyeti nisbetindedir. Bu bakımdan kimin niyeti tam ise, Allah'ın ona yapacağı yardımı tamdır. Kimin niyeti de eksikse ona yapılacak yardım da o nisbette eksilir'.

Seleften bir zat şöyle demiştir: 'Nice küçük amel vardır ki niyet onu büyütür nice büyük amel de vardır ki niyet onu küçültür'.

Dâvud et-Tâî şöyle demiştir: 'İyi insanın niyeti takvâdır. Onun bütün azaları dünyaya yapışsa bile, niyeti birgün kendisini mutlaka doğruya iletecektir. Cahilin durumu ise bunun tam aksinedir'.
Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: 'Sizin ameli öğrendiğiniz gibi selef de amel için niyeti öğreniyorlardı'.
Âlimlerden bir zat şöyle demiştir: 'Amel etmezden önce amel için niyet edilmelidir; zira insan hayra niyet ettiği sürece hayırlı demektir'.

Müridin biri âlimleri ziyaret ederek 'Bana, kendisiyle hiç durmadan Allah için çalışabileceğim bir amel gösterir misiniz? Zira ben, gece veya gündüz üzerimden, Allah için çalışamadığım bir saatin bile geçmesini istemiyorum' derdi. Nihayet bir âlim kendisine 'Sen isteğini elde etmişsin. Bu bakımdan gücün yettiği kadar hayır işle! Hayır işlemekten gevşediğinde veya terkettiğinde onu işlemeye niyet et; zira hayrı işlemeye niyet eden de tıpkı işleyen gibidir' dedi.
Seleften bir zat da şöyle demiştir: 'Allah'ın sizlere vermiş olduğu nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Muhakkak ki günahlarınız bildiklerinizden daha gizlidir; fakat siz sabah akşam tevbeye devam ediniz.Allah Teâlâ bu iki vakit arasında yaptıklarınızı affedecektir!'

İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Herhangi bir günaha, kasd ve niyet etmediği halde uyuyan ve yine herhangi bir günaha atılmadığı halde uyanan göze ne mutlu!'

Ebu Hüreyre şöyle demiştir: İnsanlar kıyamet gününde niyetlerine göre haşrolunacaklardır'.
Andolsun biz sizi deneyeceğiz içinizden cihad edenleri ve (güçlüklere) sabır gösterenleri bilelim ve söylediğimiz sözlerin (doğru olup olmadığını) sınayalım.(Muhammed/31)


Fudayl b. İyaz bu ayeti okuduğunda ağlamış; sonra tekrar okuyarak şöyle demiştir: '(Ey rabbim)! Eğer sen imtihan edersen, yırtıp (gizli hallerimizi ortaya çıkarıp) bizleri rezil edersin'.
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Cennetlikler cennette, cehennemlikler de cehennemde, ancak niyetlerinden dolayı ebedî kalırlar!'


Ebu Hüreyre şöyle demiştir: Tevrat'ta şöyle yazılıdır: 'Kendisiyle rıza-mın niyet ve irade edildiği şey'in azı çoktur. Kendisiyle benden başkasının niyet ve irade edildiği şey'in de çoğu azdır'.


Bilâl b. Sa'd şöyle demiştir: 'Kul mü'min olduğunu söylediğinde Allah Teâlâ ameline bakmadan onu sözüyle başbaşa bırakmaz. Amel ettiğinde ise takvâsına bakmadan onu ameliyle başbaşa bırakmaz. Takvâ sahibi olduğunda da neye niyet ettiğine bakmadan onu bırakmaz. Eğer niyeti doğru ise, diğer hareketleri haydi haydi doğrudur'.
Amellerin direği niyetlerdir. Bu bakımdan amel, hayır olabilmesi için niyete muhtaçtır. Niyet de her ne kadar birtakım mânilerden dolayı kendisine göre amel etmek zor olsa da aslında bir hayırdır.



2) Müslim, Buhârî
3) İmam Ahmed
4) İmam Ahmed, Müslim ve İbn Mâce
5) Dârekutnî
6) İbn Mâce
7) Buhârî
8) Taberânî
9) İmam Ahmed
10) Taberânî
11) İbn Mâce
12) İbn Ebî Dünya
13) Müslim, Ebu Dâvud
14) İbn Mübârek
15) Müslim
16) Müslim, Buhârî, Ebu Dâvud ve Nesâî
17) İmam Ahmed



Ihya-u Ulumiddin
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Niyet'in Hakîkati



Niyet, irade ve kasd aynı mânâya gelen ibareler olup kalbin bir hali ve sıfatıdır. Niyet, iki şey arasındadır: İlim ve amel. İlim bunun öncüsüdür; zira ilim, onun aslı ve şartıdır. Amel ise, ona tâbidir, zira onun meyvesi ve dalıdır. Bunun hikmeti de şudur: Her amel (her hareket ve sükûn) ihtiyarî olup ancak üç şeyle tamamlanır:


a. İlim
b. İrade
c. Kudret

İnsan bilmediği bir şeyi irade edemez. Bu bakımdan bir şeyi irade edebilmesi için onu bilmesi lâzımdır. İrade etmediğini ise işlemez. Bu bakımdan bir şeyi işlemesi için de onu irade etmesi gerekir. İradenin mânâsı kalbin gayesine uygun bulduğu şeye yönelmesi demektir. Bu uygunluk ya içinde bulunan anda ya da gelecekte olur. Allah Teâlâ insanı bazı işlerin kendisine veya hedefine uygun geleceği, bazı işlerle de çelişeceği bir şekilde yaratmıştır.

Bu bakımdan insan nefsine uygun gelenleri anma, nefsine zıt olan zararlı şeyleri uzaklaştırma ihtiyacı hisseder. Dolayısıyla fayda veya zarar verici şeyleri bilmek zorundadır ki faydalı olanları alıp zararlılardan kaçabilsin; zira yiyecek maddelerini görmeyen ve tanımayan kimsenin ona el uzatması mümkün değildir. Ateşi görmeyen kimsenin de ateşten kaçması düşünülemez. Bu bakımdan Allah Teâlâ hidayet ve marifeti yaratmış; bunlara zâhir ve bâtın duyulardan ibaret olan sebepleri halk etmiştir. Ancak bunları açıklamak buradaki maksadımız dışındadır.

İnsan yiyecek maddelerini gıdayı görüp tabiatına uygunluğunu bilse dahi tabiatında ona karşı bir istek bulunmadığı takdirde onu edinme ihtiyacı hissetmez; zira hasta yiyecek maddelerini görüp, tabiatına uygunluğunu bildiği halde isteği olmadığından, harekete geçirici teşvikçisi bulunmadığından faydalanma imkânından mahrumdur. Öyleyse Allah Teâlâ, insanoğlunda istek ve iradeyi yaratmıştır. İstek ve iradeden gayem; onun nefsinde yiyecek maddelerine karşı bir iştah ve kalbinde onlara yöneltici bir kudret yaratmaktır. Sonra bu da yetmez; zira nice kimseler vardır ki yemeği görür, isteği de olur; fakat kötürüm olduğundan dolayı onu yemeye bir türlü muvaffak olamaz. Bu bakımdan insanoğlu için kudret ve hareket ettirici azalar yaratıldı ki onunla yemeği daima yeme imkânını elde etmiş olsun. Aza ise ancak kudretle hareket eder.

Kudret iteleyici ve teşvik edici bir âmili; bu âmil de ilim ve marifeti veya zan ve itikadı bekler. Bu da kişinin, nefsinde, gördüğü şeyin kendisine uygun olduğunu bilmesi demektir. Kişinin marifeti, gördüğü şeyin nefsine uygun olduğu hususunda kesinleştiği ve kendisinde bunu yapma mecburiyeti hissettiği ve kendisini onu yapmaktan alıkoyacak karşı bir kuvvet de bulunmadığı takdirde irade harekete geçer ve o şeye karşı meyil oluşur. İrade harekete geçtiğinde kudret de azaları harekete geçirmek için faaliyete geçer. Bu bakımdan kudret iradenin hizmetindedir; irade ise inanç ve marifetin hükmüne tabidir. Bu durumda niyet, mutavassıt bir sıfattan ibaret olup, irade hedefe uygun olana rağbet ve meylin hükmüyle nefsin harekete geçmesidir. Bu uygunluk da ya içerisinde bulunan anda ya da gelecekte sözkonusudur.

Bu bakımdan ilk hareket ettirici, hedefin bizzat kendisi olup bu da iteleyici kuvvettir. İteleyici gaye, niyet edilen maksadın ta kendisidir. Harekete geçmeyi kabul etmekse kasd ve niyettir. Kudretin; azaların hareketiyle iradenin hizmetine koşması amelin ta kendi-sidir. Ancak kuvvetin amel için harekete geçmesi, bazen bir teşvikçi ile bazen bir fiil hususunda bir araya gelen iki teşvikçi ile olur. Bazı durumlarda bu teşvikçinin her biri tek başına kuvveti harekete geçirmeye kâfidir. Bazen her biri tek başına bunu yapamaz; ancak bir araya geldikleri takdirde yapabilir. Bazen de bir tanesi kâfi gelmesine rağmen diğeri ona yardım edici ve onu takviye edici olarak harekete geçer. Böylece bu taksimattan dört kısım meydana gelir. Biz, her bir kısım için bir misal vereceğiz ve o kısmın adını söyleyeceğiz.

Bir
Bir tek iteleyici kuvvetin yalnız başına olmasıdır. Nitekim yırtıcı bir hayvanın hücumuna mâruz kalan bir insan o hayvanı her gördükçe yerinden fırlar. Bu insanı ürküten şey, yırtıcı hayvandan kaçma isteğinden başka birşey değildir. Bu insan yırtıcı hayvanı görmüş ve onun zararlı olduğunu anlamıştır. Bu yüzden nefsi kaçmaya teşebbüs edip rağbet göstermiştir. Bu teşebbüs gereğince kudreti harekete geçmiştir. Bu kişinin niyeti yırtıcı hayvandan kaçmaktır; zira ayağa kalkmakta başka bir gayesi yoktur. İşte bu niyet hâlise adını alır. Bu niyet gereği yapılan amele de, iteleyici hedefe nisbetle ihlâs denir. Mânâsı başkasının müşâreketinden (ortaklığından) ye karışmasından arınmış demektir.


İki
İki iteleyicinin bir araya gelmesidir. Öyle ki bunların her biri, kudreti tek başına harekete geçirmeye yeterlidir. Buna, duyularla hissedilen şeylerden şu misali verebiliriz: Bazen iki kişi bir şeyi kaldırma hususunda yardımlaşırlar. Oysa bunların her biri tek başına dahi onu kaldırabilirdi.

Konumuzla ilgili olarak da şu misâli verebiliriz: Bir şahıstan, fakir bir akrabası bir ihtiyacının giderilmesini ister. O da fakirliğinden ve akrabalığından dolayı ihtiyacını giderir. Sonra şunu da bilir ki eğer fakirliği olmasaydı, sadece akrabalığından dolayı; akrabalığı olmasaydı sırf fakirliğinden dolayı onun ihtiyacını giderecekti. Hatta yine anlamıştır ki zengin bir akrabası dahi gelseydi onun ihtiyacını yerine getirmek için de çalışacaktı. Doktorun kendisine Arefe gününde yemeği bırakmasını emrettiği kimsenin durumu da böyledir. Bu kimse o gün oruç tutar ve Arefe günü olmasa bile, korunmak için yine yemek yemeyeceğini ve korunmak için olmasa dahi Arefe günü olduğundan dolayı yemeği terkedeceğini bilir. Oysa burada ikisi bir araya geldi. Bundan dolayı o da yemeği terketti. İşte burada ikinci iteleyici, birincinin arkadaşıdır. Bu duruma iteleyicilerin arkadaşlığı adını verelim.


Üç
İteleyicilerden her birinin, tek başına kaldığında iş görememesidir. Fakat ikisinin bir arada bulunması, kudreti harekete geçirmeye yeter. Bunun hissedilen şeylerde misali; iki zayıf kişinin, tek başlarına kaldıramadıkları bir yükü kaldırma hususunda yardımlaşmalarıdır. Konumuzla ilgili olarak da şu misali verebiliriz: Kişi, zengin bir akrabasının veya yabancı bir fakirin istediği parayı vermez; fakat fakir bir akrabasının istediği parayı verir. Burada kişiyi bu hayra davet eden kuvvet iki teşvikçinin bir araya gelmesisiyle harekete geçmiştir ki bunlar akrabalık ve fakirliktir. Hem sevap kazanmak, hem de övülmek için açıktan sadaka veren kişi de böyledir. Sevap kazanma kastı tek başına bu kişiyi sadaka vermeye teşvik etmez. Diğer taraftan sadakayı isteyen fâsık olup aldığı sadakada sevap yoksa, sadece riyakârlık da bu kişiyi sadaka vermeye itelemez. Ancak ikisi bir araya geldiğinde kalbi harekete geçirebilirler. O halde, biz bu kısma müşareket (ortaklık) adı verelim.


Dört
Teşvikçilerden birinin tek başına iş görebildiği halde ikincisinin kendi başına iş görecek durumda olmamasıdır. Fakat ikincisi birinciye eklendiğinde yardım edip kolaylaştırmak suretiyle ona tesir eder. Bunun duyularla hissedilenlerde misali; zayıf bir kimsenin, herhangi bir yükü kaldırmaya gücü yeten kuvvetli birine yardım etmesidir. Kuvvetli olan, o yükü tek başına kaldırabilir; zayıf olansa onu tek başına kaldıramaz. Yardımı kolaylaştırır; hafiflemesinde müsbet bir rol oynar. Konumuzla ilgili misali; insanoğlunun sadakayı eda ettiği sırada halktan bir grubun orada bulunmasıdır.


Bu fiil, orada bulunanların görmeleri sebebiyle kişiye daha da kolay gelir. Ancak kişi, tek başına tenha bir yerde olsa dahi o fiili işlemek hususunda gevşeklik göstermeyeceğini ve yine amel sırf ibadet olmasaydı sadece riyanın kendisini bu amele zorlayamayacağını bilir. Bu bakımdan bu, niyete arızî olarak katılan bir şeydir. Öyleyse biz bu kısma muavenet adını verelim.
İkinci teşvik edici, ya arkadaş veya ortak ya da yardımcı olur. Bunların hükmünü İhlâs bölümünde söyleyeceğiz. Şimdi ise ga-yemiz; niyetlerin kısımlarını açıklamaktır. Çünkü amel, kendisini teşvik edene tâbidir. Bu bakımdan amel, niyete göre hüküm kazanır. 'Ameller ancak niyetlere göredir' denilmiştir; çünkü ameller (niyete) tabidir ve esasında hükümleri yoktur. Hüküm ancak tâbi oldukları şeye (niyete) aittir. Çünkü, kişi, kalbiyle Allah'ı zikretmeye veya müslümanların maslahatları hakkında düşünmeye niyet ettiğinde; hadîsin bu şekilde anlaşılması hâlinde; düşünmeye niyetlenmesinin, bilfiil düşünmekten daha hayırlı olması gerekirdi.

Bazılarına göre de tercihin sebebi şudur: 'Niyet amelin sonuna kadar devam eder. Ameller ise devam etmezler'. Oysa bu izah zayıftır. Çünkü bu durumda hadîsin mânâsı 'Çok amel az amelden daha hayırlıdır' şekline dönüşür. Oysa durum hiç de böyle değildir. Zira namazın niyeti bazen kısa bir süre, ameleri ise daha uzun süre devam eder. Oysa hadîsin mânâsının böyle kabul edilmesi durumunda şahsın niyeti amelinden (namazından) daha hayırlı olur.

Bazılar ise "Bu hadîsin mânâsı; 'Niyet mücerred olarak, niyetsiz mücerred amelden daha hayırlıdır' demektir" derler. Bu söz doğru olmakla birlikte hadîsten bu mânânın kastedilmiş olması uzak bir ihtimadir; zira niyetsiz veya gafletle yapılan amel, asla hayırlı değildir. Niyet ise, mücerred hayırdır. Oysa tercih, hayrın esasında ortak olanlar arasında yapılır.

Bilakis bu hadîsle kastedilen mânâ şudur: Her ibadet, niyet ve amele tanzim olunur. Oysa hem niyet, hem de amel hayırlardandır. Fakat taatan olan niyet amelden hayırlıdır. Her birinin maksuda etkisi olmakla birlikte taat olan niyet, yine taat olan amelden daha hayırlıdır. Gaye şudur: Kul için hem niyette hem de amelde, bir tercih vardır. O halde her ikisi de ameldir. Bu tür niyet en hayırlılarıdır. İşte hadîsin mânâsı bu söylediklerimizden ibarettir.

Niyet'in amele tercih edilmesinini ve ondan hayırlı kabul edilmesinin sebebine gelince, bunu ancak dinin maksad ve yolunu, bu yolun maksada varıştaki tesirinin son hududunu bilen; eserlerin bir kısmını diğerleriyle mukayese edip maksuda nisbetle en kuvvetlisini öğrenmek için çabalayan anlar. Meselâ 'Ekmek meyveden daha hayırlıdır' diyen kimse, bu sözüyle şunu kastetmiştir: 'Ekmek, gıdalanma maksuduna nisbetle meyveden daha hayırlıdır!' Bu mânâyı ise, ancak gıdanın bir maksadı olduğu ve bunun da sıhhat ve hayatın idamesi olup gıdaların sıhhat ve hayatı devam ettirmede değişik tesirlerin olduğunu öğrenen; her birinin tesirini bilen ve bir kısmını diğerleriyle mukayese eden kimse anlar! İbadetler de kaplerin gıdasıdır.

Maksad; kalplerin şifası, idâmesi, ahirette felah bulması, Allah ile mülâki olmak suretiyle nimetlenip saadete ermesidir. Öyleyse maksad, sadece Allah'ın mülakatı ile saadet zevkidir. Allah'ın mülakatı ile de ancak Allah'ı seven ve O'nu ârif olarak (tanıyarak) ölen kimse nimetlenir. Allah'ı tanımayan, O'nu asla sevemez. Allah'ı uzun süre anmayan da rabbine asla yaklaşamaz.

Bu bakımdan ünsiyyet (yaklaşma), ancak zikre devam etmek suretiyle gerçekleşir. Marifet de fikrin (düşüncenin) devamıyla elde edilir. Marifetin arkasındansa zorunlu olarak muhabbet gelir. Kalp, zikir ve fikre ancak dünya meşgalelerinden kurtulduğunda devam edebilir. Dünya meşgalelerinden de ancak dünyevî şehvetlerin, hayra meyledip onu irade edecek, şerden kaçıp ondan nefret edecek hale gelmek suretiyle kesilmesiyle kurtulabilir. Hayırlara ve taatlara ise ancak ahiret saadetinin bunlara bağlı olduğu bilindiğinde meyledilir; tıpkı akıllı bir kimsenin, selâmetinin kan aldırmada olduğunu bildiğinde buna meyletmesi gibi...


Marifet'ten dolayı meydana gelen meyletmenin esası, ancak meylin ve ona devam etmenin gereğiyle kuvvet bulur; zira kalbin sıfatlarının ve iradesinin isteklerine amelle devam etmek, o sıfat için gıda yerine geçer. Böylece bu devamlılıktan dolayı o sıfat kuvvet kazanır ve gelişir. Aynı şekilde ilim veya riyaset (baş olma) isteğine meyleden kimsenin meyli de başlangıçta zayıf olur. Eğer kişi meylinin isteğine uyar, ilimle, baş olma eğitimiyle ve bunun için gereken amellerle meşgul olursa, meyli kuvvet bulup yerleşir.

Dolayısıyla bundan kurtulmak güçleşir. Eğer meylinin isteğine karşı koyarsa meyli zayıflar ve kırılır. Hatta çoğu kez ortadan kalkar.
Kişi güzel bir yüze baktığında tabiatı başlangıçta ona zayıf bir şekilde meyleder. Eğer onun arkasına düşüp tabiatın arzusu doğrultusunda çalışır; bakmaya, birlikte oturmaya ve görüşmeye devam ederse, iradesine hâkim olamayacak derecede kuvvet kazanır ve bu meyilden vazgeçmeye gücü yetmez! Eğer nefsini başlangıçta meneder, meylinin isteğine karşı koyarsa, bu hareketi, meyil sıfatını gıdasız bırakmaktır ki bu da nefse şiddetli bir engel olur! Sonuçta zayıf düşüp kırılır, gemlenip ortadan kalkar. Bütün sıfatlar, hayırlar ve ahiret için yapılan taatlar da böyledir. Oysa kötülüklerle ahiret değil, yalnızca dünya kastedilmektedir. Nefsi zikir ve fikre, ancak uhrevî hayırlara meyledip, dünyevîlerden uzaklaşması âmâde kılar. Bu da ancak taate, ibadete devam edip günahları terketmekle perçinleşir. Çünkü azalar ile kalp arasında bir bağ vardır. Bu yüzden bunlar birbirlerinden etkilenir. Bu bakımdan bir aza yaralandığında kalp bundan acı duyar. Sâlihlerden birinin ölümünü duyduğunda veya korkunç bir haber aldığında elem duyar. Onun bu eleminden bütün azalar etkilenir. Vücut tir tir titrer. Bet beniz atar. Kalp, arkasından gidilen bir esastır; emir ve çobandır. Azalarsa hizmetçiler, halklar ve sürüler mesabesindedir. Bu bakımdan azalar sıfatlarının kalpte perçinleşmesinden dolayı onun hizmetçisidirler. Öyleyse hedef kalptir. Azalarsa bu hedefe götürücü vasıtalardır.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Vücutta bir organ (kalp) vardır ki o düzgün olduğunda vücudun diğer azaları da düzgün olur.19

Ey Allahım! Hem güdeni, hem de güdüleni ıslah eyle!20 Hz. Peygamber burada, güden'den kalbi, güdülen'den de azaları kasdetmiştir.
Onların (kurbanların)ne etleri,ne de kanları Allah'a ulaşmaz. Fakat Allah'a ancak takvâ ulaşır.(Hacc/37)

Takvâ kalbin sıfatıdır. Öyle ise bu bakımdan kalp amellerinin genel olarak azaların hareketlerinden daha üstün olduğu şüphesizdir. Sonra niyetin de kalbin amellerinin hepsinden üstün olması gerekir; çünkü niyet, kalbin hayra meyledip irade etmesi demektir.

Azaların amelleri'nden gaye; kalbi hayır irade etmeye alıştırmak, hayır meylini oraya perçinlemektir ki kalp dünya şehvetlerinden kurtulup zikre ve fikre yönelsin. Bu bakımdan ga-yesine nisbetle zorunlu olarak hayır olur; çünkü maksada ulaşma imkânı bulmuştur. Bu tıpkı mide hastalıklarının bazen göğüs üzerine konan merhemlerle, bazen de mideye ulaşan ilaçlarla tedavi edilmesine benzer. Bu bakımdan bu durumda ilâç almak, göğsün üzerine merhem koymaktan daha hayırlıdır. Çünkü merhem, göğüs üzerine, tesirinin mideye varması için konulur. Öyleyse mideye doğrudan ulaşan ilaç, daha hayırlı ve daha faydalıdır.

İşte bunun gibi, bütün ibadetlerin tesir ve etkilerinin anlaşılması gerekir; zira ibadetlerden maksad, kalbin hallerini; azaların değil, sadece kalbin sıfatlarını daha iyileriyle değiştirmektir.

Bu bakımdan alnın yere konulmasında, alın ile toprağın bir araya getirilmesinde başka bir gayenin bulunduğu zannedilmemelidir. Bilakis âdeten böyle yapmak kalpte tevazu sıfatını perçinleştirir; zira kalbinde tevazu hisseden bir kimse, azalarını da bu tevazu ile süslerse, tevazu, o kişide gittikçe kuvvet bulur; kalbinde bir yetime karşı şefkat hisseden kimse onun başını sıvazladığı ve onu öptüğü zaman kalbindeki rikkat (merhamet hissi) daha da kuvvet kazanır. İşte bundan niyetsiz amelin asla fayda vermeyeceği ortaya çıkar; zira yetimin başını kalben gafil olduğu halde veya bir elbiseyi sıvazlar gibi sıvazlayan kimsenin azalarında, kalbindeki rikkati perçinleştirecek hiçbir tesir uyanmaz. Tıpkı bunun gibi, kalbi dünya ile meşgul olduğu halde secdeye varan kimsenin alnını yere koyması, kalbindeki tevazuyu takviye edecek bir tesir uyandıramaz.

Bu bakımdan bunun varlığı ile yokluğu birdir. Hedefe nisbetle varlığı ile yokluğu bir olan şeye bâtıl adı verilir. Bu bakımdan 'Niyetsiz ibadet bâtıldır' denilir. Bunun mânâsı 'gafil olduğu halde yaparsa' demektir. Ancak gösteriş için veya Allah'tan başkasının tâzîmi amacıyla yapılan amelin varlığı ile yokluğu bir olmaz. Bilakis bunun varlığı daha zararlıdır; çünkü onunla, kuvvetlendirilmesi istenen sıfat takviye edilmemiş; aksine sökülmesi istenen sıfat kuvvetlendirilmiştir ki bu da dünyaya meyletmekten sayılan riya sıfatıdır. İşte niyetin amelden daha hayırlı olmasının izahı budur.

Bununla aynı zamanda Hz. Peygamber'in şu hadîs-i şerîfinin mânâsı da anlaşılır:
Kim bir iyiliğe niyet eder; fakat onu işleyemezse, kendisine bir sevap yazılır!
Çünkü kalbin niyeti, hayra meyletmesi; hevâsından ve dünya sevgisinden vazgeçmesi demektir. Bu ise, iyiliklerin en son noktasıdır. Ancak amel ile tamamlanması onu kuvvetlendirir. Bu bakımdan kurbandan maksad, eti ile kanı değildir. Bilakis kalbin dünya sevgisinden vazgeçmesi, Allah'ın cemâlini tercih ederek O'nun yolunda dünyayı feda etmesi demektir. Amelin yapılması hususunda bir engel çıksa bile niyet ve himmet kesin olduğunda bu sıfat hâsıl olmuş sayılır. Bu bakımdan kurbanların ne eti, ne de kanları Allah'a ulaşmaz; O'na ancak kurban sahibinin takvâsı ulaşır. Oysa biz burada takvâ'dan kalbi kastediyoruz.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Medine'de bazı kişiler vardır ki orada oldukları halde cihadımızda bize ortaktırlar.

Bu hadîs daha önce geçmişti. Medine'deki kişilerin kalpleri, hayır iradesinin doğruluğu, mal, nefis, şehidlik arzusu ve kelimetullah'ın (Allah'ın dininin) i'âsı (yücelmesi) hususlarında cihada çıkanların kalpleri gibidir. Onlar mücahidlerden, ancak birtakım mânilerden dolayı ve sadece bedenleriyle geri kalmışlardı. Bu mâniler kalbin dışındaki sebeplere mahsustur. Kalbin dışındaki sebepler ise, ancak bu sıfatların perçinlenmesi içindir. Bu mânâlarla, niyetin fazileti hakkında kitabımıza aldığımız bütün hadîsler anlaşılmış oldu. Bu bakımdan bu mânâları o hadîslere tatbik eden kimse onların sırlarını keşfedebilir. Ancak biz bunları yeniden tekrarlayarak kitabı uzatmak istemiyoruz.


18) Taberânî
19) Müslim, Buhârî, (Nu'man b. Beşir'den)
20) Daha önce geçmişti.

Ihya-u Ulumiddin
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Niyet ile İlgili Amellerin Tafsilâtı



Ameller her ne kadar fiil, söz, hareket, sükûn, celb, fikir ve zikir gibi sayılamayacak kadar çok kısma ayrılabilirse de genel olarak üç kısımdır:


1. İbadetler
2. Günahlar
3. Mübahlar


Birinci kısım günahlardır. Niyet, günahı günahlıktan çıkaramaz. Bu bakımdan cahil kimselerin 'Ameller ancak niyetlere göredir' hadîs-i şerifinden bunun aksini anlaması doğru değildir. O halde cahil kimseler niyetten dolayı günahın ibadete dönüşeceğini zanneder; tıpkı insanların kalbini kazanmak amacıyla herhangi bir insanın gıybetini yapan veya başkasının malından sadaka veren veya haram mal ile tekkehane, mescid veya medrese yaptıran ve maksadı hayır olan kimse gibi. İşte bütün bunlar cehalettir. Bunları zulüm ve günah olmaktan çıkarma hususunda niyetin hiçbir tesiri olamaz. Bilakis bu kişinin şeriatın emirleri aksine şer ile hayır işlemek istemesi, başka bir şerdir. Eğer bunu bilerek yapmışsa bu kişi şeriata karşı çıkmıştır. Eğer bunu bilmiyor ise, cehaletinden dolayı günahkârdır; zira ilmi talep edip cehaletten kurtulmak her müslümana farzdır. Hayırların hayır oluşları ancak şeriatla bilinir.Öyle ise şerrin hayra dönüşmesi nasıl mümkün olabilir? Bu uzak bir ihtimaldir. Bilakis bu kalbe, gizli şehvet ve hevâ yerleştirilmiştir; zira kalp, mevki hırsına kapılıp insanların kalplerini kazanmaya meylettiğinde ve nefsin arzulayacağı diğer dünyevî şeyleri arzuladığında şeytan cahili onunla kandırmaya kalkışır.


Sehl et-Tüsterî 'Allah'a cehaletten daha büyük bir günah ile is-yan edilmemiştir' demiştir. Kendisine 'Ey Ebu Muhammed! Cehaletten daha fena birşey biliyor musun?' denildiğinde de 'Evet! Kişinin, cehâletini bilmemesi (cehl-i mürekkeb)dir' karşılığını vermiştir.

Durum gerçekten de böyledir; zira cehaleti bilmemek, öğrenme kapısını tamamen kapatır. Kendisini âlim zanneden kimse nasıl öğrenebilir?

Bunun gibi kendisiyle Allah Teâlâ'ya itaat edilen şeylerin en üstünü ilimdir. İlmin başı da ilmi bilmektir; tıpkı cehaletin başının cehaleti bilmemek olduğu gibi. Faydalı ilmi, zararlısından ayıramayan kimse, herkes gibi dünyanın vesileleri olan yalancı ilimlere dalar. Bu ise, cehaletin esası; âlemin fesad menbaıdır. Oysa maksad şudur: Cehaletinden ötürü günahı işlemekle hayrı kasteden kimse mazur değildir. Ancak yeni müslüman olmuş ve daha öğrenme imkânı bulamamışsa o zaman mesele değişir.

Eğer bilmiyorsanız zikir (ilim) ehline sorun! (Enbiya/7)

yaklaşmak isteyen kötü âlimlere benzerler; zira bu kimseler ilmi öğrendiklerinde yol kesici olurlar. Her biri bir memlekette deccalın vekili olarak harekete geçer. Dünyaya dalarak nefsin hevâsına tabi olurlar ve takvâdan uzaklaşırlar. Bunları gören halk da Allah'a isyan hususunda cesaret alır. Sonra bu ilmi benzerleri takip eder.

İnsanlar onu şer ve hevâya kapılmak için vesile edinirler. Böylece zincirleme gider. Bütün bunların vebali de niyetinin bozuk olduğunu bilmesine rağmen ona bu ilmi öğreten muallime gider; çünkü o muallim onun sözlerinde, fiillerinde, yemesinde içmesinde ve evinde günah çeşitleri görmesine rağmen, ona bu ilmi öğretmiştir. Bu bakımdan bu âlim ölür; fakat yaptığı kötülüğün izleri, bin veya ikibin sene dünyaya yayılmış olarak kalır. Öldüğünde günahları da kendisiyle birlikte ölüp giden kimselere ne mutlu! Sonra bu kişinin cehaletine şaşmamalıdır; zira o der ki: 'Ameller ancak niyetlere bağlıdır. Bense bununla, yalnızca dinî ilimleri yaymak istedim. Eğer o öğrendiğini kötüye kullanmış ise, günah bende değil ondadır. Benim gayem; o ilimden, hayırlı işlerde yararlanmasını sağlamaktı.

Ancak baş olma, insanları peşine takma ve ilminin yüceliğiyle böbürlenme sevdası ona böyle hareket etmeyi güzel göstermiştir. Şeytan onu baş olma emeli vasıtasıyla şaşırtmıştır'.

Bu öğretmen bir yol kesiciye kılıç ve at verip işinde kullanacağı vasıtaları temin ettikten sonra şu şekilde mazeret beyan eden kimseye ne cevap verecektir? 'Benim amacım cömertlik yapmak ve Allah'ın güzel ahlâklarından biriyle ahlâklanmak idi. O'nun, verdiğim kılıç ve atla Allah yolunda çarpışmasını istedim; zira cihad için atlar hazırlamak, onları Allah yolunda besleyip bağlamak ve gazilere kuvvet hazırlamak; insanı, Allah'a yaklaştırıcı ibadetlerin en üstünüdür. Buna rağmen eğer o kişi verdiğim şeyleri yol kesmek için kullanmışsa günahkâr olur; bunda benim ne suçum var?' Oysa fakîhler böyle bir yardımın haramlığında ittifak etmişlerdir. Bununla birlikte cömertlik, Allah nezdinde ahlâkların en sevimlisidir.



Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki Allah Teâlâ'nın üçyüz ahlâkı vardır. Kim bunlardan biriyle O'na (mânen) yaklaşırsa cennete dahil olur. Bu ahlâkların Allah katında en sevimlisi de cömertliktir.

Durum böyle olmasına rağmen bu cömertlik niçin haram kılınmıştır? Cömert kimselere, cömertlikte bulundukları kişilerin hallerini araştırıp öğrenmeleri niçin farz kılınmıştır? Bu bakımdan, aldığı silahı kötüye kullanma âdetinde olduğu bilinen zâlime silah vermek değil, aksine elindeki silahı almaya çalışmak gerekir.

İlim ise. şeytana ve Allah'ın düşmanlarına karşı kullanılan bir silahtır. Bazen Allah'ın düşmanları; yani nefsin hevâları da bundan faydalanır.

Bu bakımdan dünyasını dinine, nefsinin hevâsını ahiretine tercih edip de imkânsızlıktan ötürü bundan aciz olan kimseye, şehvetlere götürme imkânını sağlayacak bir çeşit ilimle yardım etmek nasıl caiz olabilir? Bilakis selef âlimleri, kendilerinden ilim öğrenmeye gelenlerin hallerini devamlı kontrol ederlerdi. Nafilelerde kusur ettiğini gördüklerinde bu durumunu çirkin karşılar, ona ikramda bulunmayı terkederlerdi. Kendisinde bir fısk u fücûr gördüklerinde veya bir helâli haram saydığını öğrendiklerinde onu terkedip meclislerinden uzaklaştırırlardı. Ona ilim öğretmek şöyle dursun onunla konuşmayı bile terkederlerdi; zira onlar herhangi bir şeyi, amel için değil de başka bir maksad için öğrenmek isteyen kimselerin gayesinin, ancak kötülükte kullanabilecekler; bir alet aramak olduğunu biliyorlardı.

Selefin hepsi sünneti bilen fâcir vc fâsık âlimden Allah'a sığınmışlardır; cahil bir fâsık içinse böyle bir sığınmaya tevessül etmemişlerdir.

İmam Ahmed b. Hanbel'in arkadaşlarından biri şöyle anlatıyor: İmamın meclislerine, uzun seneler devam eden bir kişi vardı. Bir ara İmam ondan yüz çevirdi. Kendisini terkedip onunla konuşmaz oldu. Bu kişi durmadan, bunun sebebini soruyor; İmam ise birşey söylemiyordu. Sonunda şöyle dedi: 'Kulağıma geldiğine göre, sen çarşıya bakan duvarını sıvatarak, müslümanların yolundan, hakkın olmadığı halde, sıvanın kalınlığı kadar yer tutmuşsun. Bu bakımdan sen ilim öğretmeye uygun değilsin!'


İşte selef, kendilerine ilim öğrettikleri kişilerin hallerini, yaşantılarını bu şekilde kontrol ediyorlardı. Bu ve buna benzer misaller, taylesanlar ve geniş yenli giysiler; uzun dillere ve (sözde) çok faziletlere sahip olsalar dahi, ahmaklarla şeytanın uşaklarına karışık gelir. Burada fazilet'in çokluğundan gayem; insanı dünyadan sakındırmayan, ahirete teşvik etmeyen ilimlerin fazlalığıdır. Bu ilimler halkla ilgilidir. İnsanlar bunlar vasıtasıyla dünya malını derlemeyi, halkı peşine takmayı, emsallerini dünya sa-hasında geçmeyi sağlar.


Bu durumda Hz. Peygamber'in 'Ameller niyetlere göredir' hadîs-i şerîfi, bahsi geçen üç kısımdan, ancak taatlere ve mübahlara tahsis olunur. Günahlara tahsis olunmaz; zira taat, niyet ile masiyete dönüşür. Mübah bir şey de niyet ile masiyete ve taate dönüşür.


Masiyetler

Masiyetler niyetle, hiçbir zaman taata dönüşmez. (Mesela yapanın niyeti ne olursa cismi, zina hiçbir zaman mübah olmaz). Evet; burada niyetin rolü de vardır. Şöyle ki: Niyete çirkin maksadlar eklendiğinde günah daha da artar, vebâli büyür. Nitekim biz bunu Tevbe bahsinde sözkonusu etmiştik.


Taat

Taatlerin sıhhatinin kat kat olması, esasında niyete bağlıdır. Faziletlerinin kat kat olması da niyetlerle irtibatlıdır. Asl'a gelince bu taatlerde, sadece Allah'a ibadete niyet etmektir. Eğer kişi riyaya niyet ederse taati masiyet olur.

Faziletin kat kat olmasına gelince, bu da 'güzel niyetlerin' çokluğuna bağlıdır; zira kişi, bir tek taat'te birçok güzel şeye (hayra) niyet edebilir. Böylece herbir niyete karşılık kişiye bir sevap yazılır; zira onların hepsi güzeldir. Her hasene (sevap) de on misline kadar artar. Nitekim bu hususta haber vârid olmuştur. Buna örnek olarak mescidde oturmayı gösterebiliriz. Mescidde oturmak taattir. Kişinin bununla birçok hayra niyet edip muttakîlerin amellerinin faziletlilerini işlemek sûretiyle Allah'ın dergâhına yaklaştırılanların derecesine ulaşmak istemesi mümkündür.


Birincisi

Caminin 'Allah'ın beyti' (manevî evi), oraya girenin de 'Allah'ın ziyaretçisi' olduğuna, dolayısıyla bu girişten maksadının mevlâsını ziyaret etmek olduğuna ve bundan ötürü de Hz. Peygamber'in diliyle va'dedilen mertebeye varmak istediğine inanmaktır;

zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Camide oturan kimse Allah'ı ziyaret etmektedir. Ziyaret edilene (Allah'a) de ziyaret edene ikram etmek haktır.22


İkincisi

Kişinin, kıldığı namazdan sonraki ikinci namazı beklemesidir. Böyle bir kişi orada beklediği sürece namazda sayılır. Bu da Allah Teâlâ'nın şu ayet-i celîlesinin mânâsıdır:
Savaşa hazırlıklı bulunun! (Âlu İmran/200)


Üçüncüsü
Kulak, göz ve diğer azaları hareket ve tereddütlerden sakındırmak suretiyle ibadet etmektir; zira camide itikâfa girmek, azaları, isteklerinden alıkoymak demektir. Bu da oruç mâ-nâsındadır. Oruç ise, bir ibadet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ümmetimin ruhbâniyeti (rahibliği) camilerde oturmaktır.23


Dördüncüsü

Kişinin, himmetlerini (isteklerini) Allah'a yöneltmesi devamlı olarak ahireti düşünmesi, camiye girmek suretiyle, kendisini bun-lardan alıkoyarak meşgalelerden uzaklaşmasıdır.

Beşincisi
Her şeyden vazgeçip yalnızca Allah'ın zikrine veya zikrini dinlemeye veya O'nu düşünmeye yönelmesidir. Nitekim haberde şöyle denilmiştir:
Allah'ı zikretmek veya o'nu tezekkur için erkenden mescide giden Allah yolunda cihad etmiş olur diye vaid olmuştur.

Altıncısı

Mescidde bulunduğu müddetce orada ibadetine kusur edenlerin kusurlarını düzeltmeyi niyyet etmektir.Çünkü mescide girip ibadeti niyyet edenler arasında pek çok cahiller vardır. Onların kusurlarını düzeltmekle mükafat kazanır.


Yedincisi

Allah yolunda kardeş olan birinden istifade etmektir; zira bu da bir ganimet ve ahiret zâhiresidir. Mescidlerse, Allah için sevişen ve Allah yolunda tanışan mü'minlerin yuvasıdır.


Sekizincisi

Allah'tan utanarak, Allah'ın evinde O'nun yasaklarını çiğnemekten çekinerek günahları terketmektir. Hz. Ali Hz. Hasan'a şöyle demiştir: 'Allah Teâlâ, devamlı olarak camiye gidip gelmeyi âdet edinen kimseye şu yedi hasletten birini rızık olarak verir: Allah yolunda kendisinden istifade edilen bir kardeş veya umulmayan yerden gelen bir rahmet veya verilen zarif bir ilim veya hidayete götüren birşey veya kendisini felâketten kurtaracak bir kelime veya korkarak yahut da utanarak terkedilen günah'.

İşte niyetlerin çoğaltılmasının yolu budur. Diğer ibadetler ve mübahlar da buna kıyas edilebilir; zira hiçbir ibadet yoktur ki birçok niyetlere uygun olmasın. Mü'minin kalbinde, ancak hayır hu-susundaki çalışmaları ve düşünceleri nisbetinde niyet bulunur. Dolayısıyla amelleri tertemiz olur ve sevapları çoğalır.


Mübahlar

Üçüncü kısım, mübahlardır: Mübahların her birinde bir veya birçok şeye niyet edilebilir. Böylece mübahlar, bu niyetler vasıtasıyla Allah'a yaklaştırıcı amellerin güzellerinden olur ve kişi bu niyetler sayesinde yüksek dereceler elde eder. Bundan gafil olanın zararı ise çok büyüktür. Böyle bir kimse, gaflet ve unutkanlıktan dolayı, bu mübahları, tıpkı başıboş hayvanlar gibi işler. Oysa kul, kalbine gelenlerin, attığı adımların ve geçirdiği zamanların hiçbirini hakir görmemelidir; zira bütün bunlar, kıyamet gününde 'Bunu niçin yaptın?' diye kuldan sorulacaktır. Bu, içerisine kerahet karışmamış mübah hakkındadır.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Dünyanın helâli hesap, haramı ise ikab (ceza)dır.25

Muâz b. Cebel'in rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki kul kıyamet gününde, herşeyden; hatta gözündeki sürmeden, parmaklarıyla ufaladığı çamur kırıntılarından ve arkadaşının elbisesini ellemesinden bile sorulacaktır (hesaba çekilecektir).26

Güzel kokuları Allah için sürünen kimse, kıyamet gününde, kokusu miskten daha tatlı olduğu halde haşredilir. Allah'tan başkası için sürünen kimse ise, kıyamet gününde Allah'ın huzuruna, kokusu leşten daha pis olduğu halde varır.27

Bu bakımdan güzel koku kullanmak mübahtır. Fakat orada niyet lâzımdır.

Soru: Güzel koku ile neye niyet edilebilir? Oysa o, nefsin bu dünyadaki nasiplerinden biridir. Allah için nasıl kullanılanabilir?


Cevap: Mesela gerek cum'a gününde, gerekse de diğer günlerde güzel koku sürenen kimse, bununla, dünyanın nimetlerinden faydalanmak veya arkadaşlarının kendisine imrenmeleri için malının çokluğu ile böbürlenmek veya halkın kalbinde yer ederek güzel koku ile anılmak veyahut yabancı kadınların hoşuna gitmek ya da riyakârlık yapmak istemiş olabilir Bu iş daha sayılamayacak kadar çok şey için yapılabilir.

Bütün bunlar koku sürünmeyi günaha çevirirler. İşte bu kötü niyetlerden dolayı koku sürünmek, kişinin, kıyamette, leşten daha pis kokmasına sebep olur. Ancak kokunun, ilk niyetle; yani (Allah'ın verdiği) nimetten faydalanma niyetiyle sürülmesi masiyet değildir. Ancak kişi bundan da sorulacaktır. Oysa hesap hususunda münakaşaya tutulan kimse azap görmüş demektir. Mübahların herhangi birinden istifade etmeyen kimse ise ahirette ondan dolayı azap görmez. Fakat istifade ettiği takdirde, ahiret nimetinden, istifadesi nisbetinde eksilir. Fani olan bir şeyi tercih etmekten dolayı fani olmayan bir nimetin eksilmesi, zarar olarak kâfidir.

Koku sürünmekteki güzel niyetlerse şunlardır: Kişi onunla Hz. Peygamber'in cum'a günündeki sünnetine uymak ve yine onunla camii tâzim etmek ve Allah'ın evine saygı göstermek ister. Oraya Allah'ı mânen ziyaret etmek maksadıyla, ancak güzel kokular sürünmek suretiyle girmeyi uygun bulmuştur. Ya da mescid komşularının, sürünmüş olduğu güzel kokularla ferahlık duymalarını ister.

Bazıları da bu işi, kendisiyle beraber camiye gelenlere eziyet vermemek; ya da 'Etrafa kötü kokular saçıyor' diyen gıybetçilerin yüzüne bu kapıyı kapamak için yapar. Aksi takdirde bu kişiler, gıybetten dolayı günahkâr olurlar. Bu bakımdan gıybetten korunmaya gücü yettiği halde gıybetinin yapılmasına sebebiyet veren kimse gıybetçilerinin günahına ortak olur. Nitekim bir şiirde şöyle denilmiştir: 'Durdurmaya güçleri yettiği halde bir kavmin yanından göç ettiğin takdirde (asıl) göç eden onlardır'.

(Onların) Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah'a sövmesinler!(En'âm/108)
Allah Teâlâ bu hükümle; kötülüğe sebebiyet veren şeyin de kötülük olduğuna işaret etmiştir.

Bazen de dimağın tedavisi için kullanılır ki bu sayede kişinin zekası artsın! Düşünce ile dinin mühim meselelerini anlamak kendisine kolay gelsin. Nitekim İmam Şâfiî (r.a) 'Kimin kokusu güzelleşirse onun aklı artar' demiştir. Kalbinde ahiret ticareti ve hayır talebi galib olan fakîhlere, bu ve buna benzer niyetler yabancı değildir.

Kalbine dünya nimetlerinin galebe çaldığı kimselerin kalbinde bu niyetler bulunmaz. Bu durumda kendisine hatırlatılsa dahi kalbi bu niyetler için harekete geçmez. Böylelerinin kalbinde sadece nefsin fısıltısı vardır. Bu ise hiçbir zaman niyet olmaz.

Mübahlar çoktur. Bunlar hakkındaki niyetleri saymaksa mümkün değildir. Bu bakımdan diğerleri de bu misâle kıyaslanmalıdır.

Selefin âriflerinden biri şöyle demiştir: 'Herşeyde; hatta yememde içmemde, uyumamda ve tuvalete girmemde bile bir niyetimin olmasını istiyorum'.

Bütün bunlarla Allah'a mânen yaklaşmak mümkündür; zira vücudun varlığı devam ettirmesine kalbin mutmain olup buzur bulması da vücudun mühim vazifelerindendir sebep olan herşey din hususunda yardımcıdır. Bu bakımdan yemekten gayesi, ibadetler için güçlü olmak; cinsî münasebetten gayesi de dinini korumak, ailesinin kalbini hoş tutmak, kendisinden sonra Allah'a ibadet edecek salih bir evlat kazanmak ve onunla Hz. Peygamber'in ümmetini çoğaltmak olan kimse, yemesiyle ve cinsî münasebetiyle de Allah'a itaat etmiş olur.

Nefsin bu dünyadaki nasiplerinin en büyüğü, yemek ve cinsî münasebettir.

Bunlarla hayrı kastetmek, kalbinde ahiret düşüncesi daha galib olan kimse için yasak değildir. Kişinin, yemek ve cinsî münasebetteki niyetini güzelleştirmesi gerekir. Kişi malı zayi olduğunda 'Allah için sadaka olsun' demelidir. Gıybetinin yapıldığını duyduğunda, gıybetçilerinin, kendi günahını yükleneceklerini düşünerek kalbini hoş tutmalı; onların hayırlarının, kendi defterine geçeceğinden dolayı da sevinmelidir. Cevap vermemekte buna niyet etmelidir.


Bir haberde şöyle denilmiştir:
Kul kıyamet günü hesaba çekilir.Ameline afetler karıştığı için bütün ameli batıl olur ve cehennem'i hak eder Sonra cennete girmesini gerektiren bir takım amaller önüne serilir adam şaşırır ve ya rab bunların hiç birisini ben yapmadımder kendisine bunlar seni gıybet edip sana eziyet ve zulmmedenlerin amelidir.denir

yine haberde kul kıyamet günü dağlar gibi sevablara gelir.Eğer bu sevaplar kendisine kalsa doğrudan cennete girerdi fakat zulm edip dövüp sövdüğü insanlar gelir hepsine hakları nisbetinde sevaplar verilir melekler bu adamın sevapları bitti fakat daha borcu bitmedi derler.allahu teala alacakların günahlarını ona yükleyin ve sonra da onu cehennem'e atın buyurur

Kısacası sakın hareketlerinden hiç birini hakir görme! Sonra aldatışlarından ve şerlerinden korunamazsın! Sual ve hesap gününde mükâfatlarını alamazsın. Muhakkak ki Allah Teâlâ senin kalbindekileri bilir. Kişinin ağzından çıkan her sözün yanında bir rakîb bulunmaktadır.

Seleften biri şöyle anlatıyor: Birgün mektup yazıyordum. Mürekkebini kurutmak için komşumun duvarından toprak alıp üzerine serpmek istedim. Fakat mahzurlu gördüğümden vazgeçtim. Sonra kendi kendime 'Alacağın ne ki? Toprağın ne kıymeti olabilir?' diyerek mektubumun mürekkebini komşumun duvarından aldığım toprakla kuruttum. Bunun üzerine gaibden bir ses şöyle dedi: 'Toprağı önemsemeyen kimse yarın karşı karşıya geleceği kötü hesabı bilecektir!'

Adamın biri Süfyan es-Sevrî ile birlikte namaz kıldı. Bir ara Sevrî'nin elbisesinin ters olduğunu farketti. Bunu haber verdiğinde Sevrî elini uzatıp onu düzeltmek istedi. Sonra da bun-dan vazgeçti. Niçin düzeltmediği sorulunca da 'Ben bunu Allah için giydim. O'ndan başkası için düzeltmek istemiyorum' dedi.

Hasan Basrî şöyle demiştir "Kişi, kıyamet gününde birinin yakasına yapışarak 'İkimizin arasında Allah hükmetsin!' der. Yakası tutulan kişinin 'Allah'a yemin ederim ki ben seni tanımıyorum! (Benden ne istiyorsun?)' demesi üzerine de 'Sen benim duvarımdan bir kerpiç almış, elbisemden de bir iplik çekmiştin!' karşılığını verir".

İşte bu ve buna benzer haberler, korkanların kalplerini paramparça etmiştir. Eğer azim ve akıl sahiplerinden olup mağrurlardan değilsen şimdiden nefsinin hallerini araştır! İnceden inceye hesaba çekilmezden önce, nefsini inceden inceye hesaba çek, onun hallerini kontrol et!
Düşünmeden ne dur ve ne de harekete geç!
Niçin hareket ettiğini tesbit etmeden, maksadının ne olduğunu bilmeden harekete geçme! Dünyadan neyi elde edeceğini, ahirette elinden ne kaçıracağını, dünyayı ahirete neden dolayı tercih ettiğini düşünmeden hareket etme!

Seni teşvik eden şeyin dinden başkası olmadığını bildiğinde azmini yerine getir; kalbine geleni yap. Aksi takdirde yapmaktan sakın. Sonra sakındığında da kalbini kontrol et; zira fiili terketmek de bir fiildir. Dolayısıyla bunun da doğru bir niyeti olmalıdır. Bu fiile gizli bir hevâ sebep olmamalıdır. İşlerin dış görünüşleri, hayırların meşhurları seni aldatmamalıdır. Var kuvvetinle derinlikleri ve sırları kavramaya çalış! Mağrur kimselerin atmosferinden ancak bu şekilde çıkabilirsin.

Hz. Zekeriyya bir duvar işinde ücretle amelelik yapıyordu. Yemek vakti geldiğinde kendisine bir ekmek verdiler; o ancak elinin kazancından yerdi tam onu yemeye başladığı sırada bir grup kendisini ziyarete geldi. Ancak Hz. Zekeriyya elindekini bitirinceye kadar onları davet etmedi. Onun cömertliğini ve dünyadaki zâhidliğini bildiklerinden, bu hareketi, gelenleri şaşırttı. Onlar o anda yemeğe davet edilmelerinin daha hayırlı olacağını zan-netmişlerdi.

Bunun üzerine Zekeriyya (a.s) şöyle dedi: 'Ben şu anda bir ücret karşılığında çalışıyorum. Bu yemeği de bana işlerinde kuvvet bulayım diye verdiler. Sizi dâvet etmiş olsaydım, ne size, ne de bana yeterdi, üstelik ben onların işlerinde gevşerdim!'

İşte basiret sahibi kimse, bu şekilde Allah'ın nûruyla gizliliklere, inceliklere dikkat eder; zira Hz. Zekeriya'nın çalışmadan gevşemesi, farzda eksikliktir. Ziyaretçilerini yemeğe dâvet etmemesi ise, fazilette eksikliktir. Oysa farzlarla tartıldığında faziletlerin hiçbir değeri kalmaz.

Seleften biri şöyle anlatıyor: Birgün yemek yediği bir sırada Süfyan es-Sevrî'nin huzuruna girdim. Yemeğin sonunda, parmaklarını yalayıncaya kadar konuşmadı. Sonra şöyle dedi: 'Eğer bunu borç olarak almış olmasaydım senin de ondan yemeni isterdim!'

Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: 'Kişi, yemesini istemediği halde birisini dâvet ettiğinde dâvet edilen icabet edip yemekten yerse dâvet eden için iki günah vardır; yemezse bir günah'.

Günahların biri münafıklık yapması, diğeri ise kardeşine eğer bilmiş olsaydı- hoşuna gitmeyecek bir şekilde taş atmasıdır.

İşte bunun gibi kul, diğer amellerdeki niyetini de kontrol etmelidir. Bu bakımdan kul, ancak niyetle adım atıp, niyetle geri çekilmelidir. Eğer kalbinde niyet yoksa durmalıdır; zira niyet, insanın emri altına giremez.


21) Taberânî, Evsat
22) İbn Hibban, Zuafâ
23) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
24) Bu, Ka'b'ul-Ahbar'ın sözü olarak bilinen bir bölümdür. Taberânî ise
Kebir'de Ebu Umâme'den 'Camiye hayır öğrenmek veya öğretmek için giden
kimseye tam bir hacc sevabı verilir' diye rivayet etmiştir.
25) Daha önce geçmişti.
26) Irâkî, isnadına rastlamadığını söylüyorsa da Ebu Nuaym Hilye'de riva-
yet etmektedir.
27) Ebu Velid Seffar, Kitab'us-Salât
28) Ebu Mansur Deylemî

Ihya-u Ulumiddin
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Niyet Kulun İhtiyarına Dahil Değildir!



[BILGI]Cahil kimse, bizim niyeti güzelleştirme ve çoğaltma konusundaki tavsiyemizi, Hz. Peygamber'in 'Ameller ancak niyetlere göredir' hadîs-i şerifiyle birlikte düşündüğünde; ders verirken, ticaret yaparken veya yemek yerken kendi kendisine 'Ben Allah için ders okutmaya, Allah için ticaret yapmaya veya Allah için yemeye niyet ettim' demesinin niyet olduğunu zanneder. Oysa bu ancak nefsin konuşmasıdır. Lisanın ve fikrin sözüdür veya bir düşünceden başka bir düşünceye geçmektir. Niyet ise, bütün bunlardan farklı bir şeydir. Niyet ancak nefsin harekete geçmesi, gelecekte veya yaşanılan anda kendisinde gayesinin bulunduğunu bildiği şeye meyletmesi demektir. [/BILGI]

Meyli olmadığında, onu icat etmek veya irade ile elde etmekse mümkün değildir. Onu icat etmeye yeltenmek, tok birinin 'Ben yemeğe karşı iştah duymayı ve ona meyletmeye niyet ettim!' veya kalbi aşık olmayan kimsenin 'Ben filana aşık olmaya, onu sevmeye ve kalbimde büyütmeye niyet ettim!' demesine benzer. Böyle bir niyet muhaldir. Hatta kalbi bir şeye yöneltmenin imkanı yoktur. Bu ancak sebeplerini hazırlamakla mümkün olabilir. Bu da bazen kişinin kudreti ve gücü dahilinde bazen ise gücünün üstünde olur.

Nefis ancak kendisine uygun gelen; kendisini teşvik edecek ve hedefine ulaştıracak fiile karşı harekete geçer. İnsanoğlu, hedefinin, kendisine bağlı olduğuna inanmadığı sürece iradesini fiile yöneltmez. Bu ise her an güç yetirilemeyecek bir şeydir. İnanıldığında da bu hedefe, ancak kalp ondan boş olup daha kuvvetli bir hedefle meşgul değilse yönelinebilir. Bu ise, her zaman için mümkün değildir. İstek ve mânilerin birçok sebepleri vardır. Bunlar bu sebeplerle açığa çıkar; şahıslara, hallere ve amellere göre değişir. Bu bakımdan mesela şehveti galebe çalan kişi, din ve dünya için bir evlat sahibi olma gibi sıhhatli bir hedefe inanmadıkça, çocuk edinme niyetiyle cinsî münâsebette bulunma imkânından mahrum olur. Bilakis ancak şehvetini tatmin etmek için münâsebette bulunur; zira niyet, tahrik edene uymak demektir. Burada ise şehvetten başka tahrik edici yoktur. Bu durumda nasıl olur da çocuk edinmeye niyet edebilir?

Kalbinde evlenme sünneti, Hz. Peygamber'e uyma fazileti düşüncesi galib gelmeyen kimsenin, evlilikle sünnete tâbi olmaya niyet etmesi mümkün olmaz. Bunu ancak lisanı ve kalbiyle bilebilir. Oysa bu da niyet değil, katıksız fısıltı olur.

Bu niyeti, elde etmenin yolu, kişinin önce şeriata olan imanını kuvvetlendirmesi ve kalbinde Hz. Peygamber'in ümmetini çoğaltmak için çalışmanın sevabını büyütmesidir. Böylece kalbinden, çocuğun nafakasının ağırlığı, uzun zahmeti ve benzeri düşünceler silinir. Bunun sonucunda, çoğu kez kişinin kalbinde sevap kazanma amacıyla çocuk edinmeye karşı bir rağbet uyanır. Bu rağbet onu harekete geçirir. Azalar da bu işi gerçekleştirmek üzere harekete geçerler. Bu bakımdan kalbe galebe çalan teşvikçiye itaat edilip de sevap kazanma amacıyla lisanı harekete geçiren güç kabardığında, kişi niyet etmiş olur. Eğer bu durum yoksa, düşündüğü, kalbinde evirip çevirdiği evlat maksadı katıksız bir vesvese ve hezeyân olur.

Seleften bir cemaat taatlerin bir kısmından kaçınmışlardır; zira kalplerinde, bunlara dair niyet bulamamışlardır. 'Bunun hakkında kalbimizde herhangi bir niyet yoktur' derlerdi.

Hatta İbn Sirîn, Hasan Basrî'nin cenaze namazını kılmamış ve 'Bu konuda kalbimde herhangi bir niyet oluşmadı' demiştir.

Seleften biri, birgün saçını sakalını taramak ister ve hanımına 'Bana bir tarak getir!' diye seslenir. Hanımı 'Ayna da getireyim mi?' deyince, bir süre sustuktan sonra 'Evet!' der. Kendisine 'Niçin böyle yaptın?' diye sorulunca da 'Tarak hakkında bir niyetim vardı. Ayna hakkında ise o anda kalbimde herhangi bir niyet yoktu. Bu bakımdan Allah kalbimde o niyeti yaratıncaya kadar bekledim' cevabını verir.


Kûfe âlimlerinden Hammad b. Ebî Süleyman vefat ettiğinde Süfyan es-Sevrî'ye şöyle denildi:

- Hammad'ın cenazesine gelmiyor musun?

- Eğer kalbimde bu konuda bir niyet olsaydı gelirdim!

Seleften herhangi birine iyi amellerden biri sorulduğunda 'Eğer Allah bana buna dair bir niyet verirse yaparım!' derdi.
Tavus ancak niyet ile konuşurdu. Bazen konuşması istenir; fakat o konuşmazdı. Bazen de istenilmediği halde konuşurdu. Bunun hikmeti sorulduğunda da 'İster misiniz niyetsiz konuşayım! Kalbime niyet geldiği zaman zaten konuşuyorum!' cevabını vermiştir.

Dâvud b. Mihber29 Kitab'ul-Akl'ı yazdığında İmâm Ahmed b. Hanbel ondan bunu istedi. Birkaç sayfasına baktıktan sonra da geri verdi. Bunun üzerine Dâvud 'Niçin böyle yaptın?' dedi. İmam Ahmed 'Kitabda zayıf senedler var' diye cevap verdi. Bu cevaba karşı Dâvud, İmam Ahmed'e 'Ben kitabı senedler üzerine rivayet etmiş değilim. Ona haber gözüyle bak. Oysa sen ona sadece amel gözüyle baktın! Eğer söylediğim gibi bakarsan fayda görürsün' dedi. Bunun üzerine İmam Ahmed 'O halde kitabı bana geri ver de senin gözünle bakayım!' dedi. Böylece İmam Ahmed kitabı geri aldı. Kitap uzun bir süre yanında kaldı. Sonra Dâvud'a 'Allah sana hayırlı mükâfatlar versin Kitab'dan fayda gördüm!' dedi.

Bir grup insan Tavus'tan dua isteyerek şöyle dediler:

- Bize dua et!

- Kalbimde sizin için bir niyet gördüğümde dua ederim!

Seleften biri şöyle demiştir: 'Bir aydan beri bir hastayı ziyaret için niyet beklemekteyim, kalbime hâlâ doğru bir niyet gelmemiştir'.
İsa b. Kesir şöyle anlatıyor. Birgün Meymun b. Mihran'la birlikte yürüyorduk. Kapısına geldiğimizde ben ayrıldım. Oğlu kendisine 'İsa'yı akşam yemeğine dâvet etmeyecek misin?' dedi. Meymun da 'Kalbimde böyle bir niyetim oluşmadı' karşılığını verdi.
Bunun hikmeti şudur: Niyet bakışa tâbidir. Bakış bozulduğunda niyet de bozulur.

Selef niyetsiz hiçbir amel işlemek istemezdi. Çünkü onlar niyetin, amelin ruhu olduğunu ve doğru bir niyet olmaksızın amelin riya ve zorlama olacağını biliyorlardı.

Böyle bir amelin, Allah'a mânen yaklaşmaya değil buğzuna sebep olduğunu biliyorlardı. Yine biliyorlardı ki niyet, kişinin diliyle niyet ettim demesi değildir; aksine Allah'tan gelen manevî fetihler yerine geçen kalbî bir harekettir. Bu bakımdan bazı zamanlar kolaylaşır; bazı zamanlar da çok zorlaşır! Evet! Kimin kalbinde din emri daha galipse çoğu zaman hayırlara niyet etmesi onun için kolaylaşır; zira böyle bir kimsenin kalbi her türlü hayrın esasına meyledicidir. Bu bakımdan çoğu kez kalbi ayrıntılara karşı harekete geçer. Dünyaya meyleden ve dünyanın kendisine galebe çaldığı kimselerin kalbinde, böyle bir niyet kolayca oluşmaz.

Hatta bunlar için farzlar hakkındaki niyetlerin kolaylaşması dahi çok zordur. Bunun en son çaresi nefsi cehennem azabıyla korkutmak veya cennet nimetleriyle teşvik etmektir. Bu şekilde çoğu kez in-sanın kalbinde zayıf bir istekçi doğar. Dolayısıyla sevabı, isteği ve niyeti nisbetinde olur.

Allah'a taat ve ubûdiyyete müstehak olduğundan dolayı ve O'nu ululumak ve tâzim etmek niyetiyle yapılan taate gelince, böyle bir taat dünyaya rağbet eden kimseler için müyesser olamaz. Bu, niyetlerin en az rastlananı ve en yücesidir.

Yeryüzünde böyle bir niyete sahip olan şöyle dursun bu niyetin hakîkatini anlayan bile az bulunur.

Taatlar hakkında insanların niyetleri çok çeşitlidir. Mesela insanlardan bazısı azab korkusuyla ve ondan kurtulmak için amel eder. Gerçi böyle bir kimse ateşten korunur. Diğer bir grup da cennete girebilmek için amel eder. Bu derece, her ne kadar, Allah'ı sırf zatından ve celâlinden ötürü tâzim eden kimselerin mertebesine göre düşük bir mertebe ise de, yine de doğru niyetlerdendir. Çünkü bu, ahirette va'dedilen bir şeye meyletmektir. Bu şey, dün-yada görülen şeylerden olmasına rağmen durum böyledir. Bu dünyada insanı teşvik eden şeylerin başında tenasül uzvuyla mide gelir.

Bunların ihtiyaçlarının karşılanacağı yer cennettir. Bu bakımdan cennet için çalışan kimseler, midesi ve tenasül uzvu için çalışanlardır. Tıpkı ancak ücret aldığında çalışan kötü ırgat gibi onun derecesi de sıradan kimsenin derecesidir. O bu dereceyi, ameliyle elde eder; zira cennetliklerin çoğu sıradan kimselerdir.

Akıl sahiplerinin ibadeti ise Allah'ın zikrini ve O'nu düşünmeyi geçmez. O'nun cemâl ve celâlinin sevgisinden dolayı yapılır. Diğer ameller de onu kuvvetlendirmek üzere arkasından gelir. Bu kimseler, derece yönünden cennetteki yiyeceklere ve eşlere tamah etmekten yücedirler. Çünkü bunlar cenneti kasdetmezler. Bilakis onlar sabahakşam rablerini çağırır ve sadece O'nun rızasını kastederler. İnsanların sevapları niyetleri nisbetindedir. Bu bakımdan şüphe yoktur ki bunlar, Allah'ın kerîm vechine bakarlar ve ela gözlü cennet kadınlarının yüzüne bakan kimselerle alay ederler. Tıpkı ela gözlü cennet hanımlarına bakan kimsenin, çamurdan yapılmış şekillerin yüzüne bakanları hor görmesi gibi...

Hatta bu fark daha da büyüktür; zira rubûbiyyet huzurunun güzelliği ile ela gözlü cennet hanımları arasındaki fark; ela gözlü cennet kadınlarının güzelliği ile çamurdan yapılmış şekillerin güzelliği arasındaki farktan çok daha büyük ve (ayrılık bakımından) çok daha şiddetlidir. Hatta şehvetperest ve hayvanî nefislerin; güzellerle başbaşa kalarak şehvetlerinin isteğini yerine getirmeyi büyütüp Allah Teâlâ'nın kerîm vechinin güzelliğinden yüz çevirmeleri; tıpkı pislik böceklerinin pislik yuvarlayıp onunla uğraşarak ve kadınların güzel yüzlerinden yüz çevirmesine benzer. Bu durum kalplerin çoğunun Allah'ın cemâlini idrâk etmekten mahrum olması gibidir; zira böcekler bu güzelliği idrâk edemez ve dolayısıyla ona iltifat etmez. Eğer böceklerin aklı olup kadınların güzelliğini farkedebilselerdi, mutlaka onlara iltifat edenin aklını güzel bulurlardı!

Onlar daima ihtilaf halindedirler. (Hûd/118)

Her hizib kendi yanında bulunan (din veya kitap)la sevinmektedir.(Mü'minûn/54)

Zaten (Allah) onları bunun (ihtilaf) için yaratmıştır.(Hûd/119)

Anlatıldığına göre Ahmed b. Hıdraveyh30 rüya âleminde rabbini görmüştür. Rabbi ona şunları söylemiştir: 'Ebu Yezid müstesna her insan benden cenneti istiyor. O ise, beni (cemâlimi) istiyor!'

Ebu Yezid de rabbini rüya âleminde görmüş ve 'Rabbim! Sana nasıl ulaşılır?' diye sormuştu. Allah Teâlâ da 'Bana nefsini terkederek gel!' buyurmuştu.

Şiblî, öldükten sonra rüyada görüldü. Kendisine 'Allah sana nasıl muamele etti?' diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: "İddialara karşı benden delil istemedi. Ancak bir sözüm için delil istedi. Şöyle ki birgün 'Cenneti kaçırmanın zararından daha büyük bir zarar var mıdır?' dedim. O ise 'Benim mülakatımı kaçırmanın zararından daha büyük bir zarar var mıdır?' buyurdu".

Gaye; bu niyetlerin çeşitliliğini göstermektir. Kalbinde bu niyetlerden biri galebe çalan kimse çoğu kez, o niyeten, başkasına dönmeye muvaffak olamaz. Bu hakikatlerin marifeti zâhire bakan fakîhlerce inkâr edilecek amel ve fiilleri gerektirir.

Kalbinde bir mübah hakkında niyet bulunup da fazilet hakkında bir niyet bulunmayan kimsenin mübahı işlemesi daha evlâdır. Bu durumda fazilet mübaha intikal eder. Fazilet işlendiği takdirde bu kendisi için bir eksiklik olur; çünkü ameller niyetlere bağlıdır. Bu tıpkı affetmek gibidir; zira zulüm hususunda affetmek, zâlimden intikam almaktan daha üstündür, ancak kalpte çoğu kez, af hususunda değil, intikam alma hususunda bir niyet bulunur.

Dolayısıyla intikam almak daha üstün olur. Yeme içmesinde ve uyumasında nefsini rahata kavuşturup yapacağı ibadetler için kuvvet kazanmaya niyet eden kimsenin durumu da böyledir. Oysa o her iki halde de kalbinde oruç ve namaza karşı bir niyet duymamaktadır. Öyle ise, bu durumda yemek ve uyumak kendisi için daha üstündür. Uzun süre devam ettiğinden dolayı ibadetten usanan, ibadetteki canlılığı dumura uğrayıp isteği zayıflayan kimse, bir saat oynamak ve konuşmak ile canlılığını yeniden kazanacağını bilirse, oynamak ve konuşmak, onun için (nafile) namaz kılmaktan daha üstündür.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: 'Ben nefsimi bir çeşit oyunla dinlendiririm ki bu meşguliyet hakka yardımcı olsun'.

Hz. Ali şöyle demiştir: 'Kalplerinizi arasıra dinlendiriniz; zira kalpler, usandıklarında körleşirler'. (Nehc'ul-Belâğa)

Bunlar inceliktir. Bu incelikleri ancak derin âlimler anlayabilir. Kabukla uğraşanlar ise, bu sahanın eri değildirler. Tıp ilminde hâzık olan kimse, bazen hararetine rağmen, ateşli bir hastayı et ile tedavi eder. Tıpta eksik olan kimse bu tedavi şeklini uygun bulmaz. Oysa hâzık olan kimse, önce bu tedavi ile hastaya kuvvet kazandırıp, sonra zıddıyla tedavi görmeye dayanmasını sağlamak ister. Satranç oyununda usta olan kimse, bazen Rüh (satranç taşlarından birinin adı) ve at'ından vazgeçer ki bununla galibiyet elde edebilsin.

Basireti zayıf olan kimse ise, bazen böyle yapan kimseye güler, onun bu hareketine şaşar. Aynen bunun gibi, harb hilelerini bilen kimse de bazen düşmanının önünden kaçıp ona arkasını çevirir, ancak bunu, düşmanını dar bir boğaza sıkıştırmak ve sonra da aniden saldırarak onu mağlup etmek için yapar.

Allah yoluna sülûk etmek de aynen böyledir; hepsi şeytanla dövüşmek ve kalbi tedavi etmektir. Muvaffak olan basiret sahibi, bu yolda, zayıflar tarafından uygun bulunmayan tedbirlerle incelikler üzerinde durur. Bu bakımdan mürîdin (şeriata uyan) şeyhinden gördüğüne karşı çıkması uygun olmadığı gibi, öğrencinin de hocasına itiraz etmesi uygun değildir. Bilakis basiretin hududu yanında durması ve onların mertebesine varıp sırlarını öğreninceye kadar şeyhle hocanın ahvâlinden anlamadığını kabul etmesi gerekir. Tevfîkin güzeli Allah'tandır.

29) Sakafî soyundan gelen bu zat aslen Basralı'dır. Bağdad'da yaşamıştır. Hadîsleri metruk'tur. İbn Hibban onun mevsûk kimselerin adına hadîs uydurduğunu söylemiştir. H. 206'da vefat etmiştir. Kitab'u1-Akl küçük hacimli bir kitaptır ve içinde akıl ve akl'ın faziletleri hakkında gelen hadîsler ve haberler bulunmaktadır. Hâfız Tehzib adlı eserinde bunların çoğunun uydurma hadîsler olduğunu söylemektedir.

30) Ebu Hâmid İmam Ahmed b. Hıdraveyh Belhlidir. Horasan'ın büyük şeyhlerindendir. H. 240'da, 95 yaşında vefat etmiştir.

Ihya-u Ulumiddin
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
İhlâs'ın Fazileti




Ayetler

Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a hâlis kılıp O'nu birleyerek Allah'a kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekâtı vermeleri emredilmişti.(Beyyine/5)

İyi bil ki hâlis din ancak Allah'ındır.(Zümer/3)

Tevbe edip hallerini düzeltenler ve Allah'a sarılıp dinlerini Allah için hâlis kılanlar, işte onlar mü'minlerle beraberdir.(Nisa/146)

Kim rabbine kavuşmayı arzu ederse salih amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibadete hiç kimseyi ortak etmesin!(Kehf/110)

Bu son ayet-i celîle Allah için işlediği amelinden dolayı övülmeyi seven kimse hakkında nâzil olmuştur.


Hadîsler

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Üç haslet vardır ki müslümanın kalbi bu hasletlere hased etmez. Bunlar ameli Allah için ihlâslı kılmak, yöneticilere nasihat etmek ve müslümanların cemaatinden ayrılma-maktır.31

Mus'ab b. Sa'd32 şöyle der: 'Babam kendisini Hz. Peygamber'in sahabiîlerinin bazılarından üstün görüyordu. Bunu farkeden Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Allah Teâlâ bu ümmeti ancak zayıflarından ve onların dua, ihlâs ve namazlarından dolayı muzaffer kılmıştır.33


Hasan Basrî'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:


1. Allah'ın kendisine ilim verdiği kişiye Allah Teâlâ sorar:
- Öğrendiğinle ne yaptın?
-Yârab! Onunla gece gündüz sana ibadet ettim.
- Yalan söylüyorsun!
Melekler de "Yalan söylüyorsun! Bilakis sen onunla 'Filan adam âlimdir' dedirtmek istedin. Zaten öyle de denildi!" derler.


2, Allah'ın, kendisine mal verdiği kişi. Allah Teâlâ ona dasorar:
- Sana nimet verdim. Onu nasıl kullandın?
- Yârab! O mal ile gece-gündüz sadaka verdim.
- Yalan söylüyorsun!
Melekler de "Yalan söyledin! Bilakis sen onunla 'Filan adam cömerttir' dedirtmek istiyordun. Nitekim öyle de de-nildi" derler.



3. Allah yolunda öldürülen kişi. Allah Teâlâ ona sorar:
- Sen ne yaptın?

- Yârab! Cihad ile emrolundum ve savaşırken de öldürüldüm!

- Yalan söylüyorsun!

Melekler de "Yalan söylüyorsun; zira senin gayen 'Filan adam kahramandır' dedirtmekti. Nitekim dünyada iken böyle denildi" derler.37


Hadîsi rivâyet eden Ebu Hüreyre şöyle diyor: Sonra Hz. Peygamber baldırlarımın üzerine bir çizgi çekerek şöyle buyurdu: "Ey Ebu Hüreyre! Bunlar kıyamet gününde kendileriyle cehennem ateşinin ilk tutuşturulacağı mahluklardır".
Râvilerinden biri (Natıl b. Kay s veya Sefi el-Asbahî) bu hadîsi Muaviye'nin huzurunda rivayet etti. Hadîsi dinleyen Muaviye ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki çevresindekiler onun öleceğini zannettiler. Nihayet sakinleşen Muaviye 'Allah Teâlâ doğru söylemiştir!' diyerek şu ayeti okudu:

Kimler dünya hayatını ve onun süsünü isterse onlara amellerin(in karşılığını) tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar.(Hûd/15)



Diğer Rivayetler


İsrâiliyyat'ta şöyle rivayet edilir: Bir âbid uzun bir süre Allah'a ibadet eder. Birgün kendisine 'Falan yerde bir topluluk var. Bunlar, Allah'a değil, orada bulunan bir ağaca tapıyorlar' denilir. Bunun üzerine âbid öfkelenerek baltasını omuzuna alır ve o ağacı kesmek için yola koyulur. Ona mani olmak isteyen İblis de bir ihtiyar suretinde önüne çıkarak âbid'e sorar:

- Allah sana rahmet eylesin! Böyle nereye gidiyorsun?
- Şu ağacı kesmeye...
- O ağaçla ne alıp vereceğin var? Sen ibadetini ve nefsinle
uğraşmayı bırakmış başka şeylerle uğraşıyorsun!
- Bu da benim ibadetlerimdendir!
- O ağacı sana kestirmem!
Bunun üzerine âbidle İblis dövüşmeye başlar. Âbid, İblis'i yaka paça tutup yere vurur ve göğsüne oturur. İblis âbide 'Beni bırak da konuşalım!' der. O zaman âbid, iblis'in göğsünden kalkar. İblis ona der ki:

- Allah sana bu ağacı kesmeyi farz kılmamıştır. Sen ağaca ibadet ediyor da değilsin. O halde başkasının yaptığı seni ne ilgilendirir? Oysa Allah'ın yeryüzünde peygamberleri vardır. Eğer Allah dileseydi, onlardan birini bu ağaca tapanlara gönderir ve ona bu
ağacı kesmesini emrederdi.

- Hayır! Onu mutlaka kesmeliyim.

Böylece ikinci bir defa daha dövüşmeye başlarlar. Âbid yine onu mağlub ederek yere vurur ve göğsünün üzerine oturur. Âciz kalan İblis âbide der ki:
- Aramızı tamamen ayıracak ve senin için daha hayırlı olacak
birşey söyleyeyim mi?
- Söyle bakalım neymiş?
- Beni bırak da söyleyeyim!
Bunun üzerine âbid, İblis'i bırakır. Serbest kalan İblis şöyle der:
- Sen halkın sırtına yük olmuş fakir bir kişisin. Nafakanı onlartemin ediyor. Herhalde arkadaşlarına ikramda bulunmayı, komşularına yardım etmeyi, onları doyurmayı ve halka muhtaçolmamayı sen de istersin!
- Evet!
- O halde şu fikrinden vazgeç! Eğer bundan vazgeçersen, senin için her gece yastığının yanına iki altın koymayı taahhüd ediyorum. Sabahladığında o altınları alıp kendine, çoluk çocuğuna harcar, arkadaşlarına sadaka verirsin. Bu hem senin için hem de

müslümanlar için, yerinde duran ve kesilmesiyle kendisine tapanlara bir zarar dokunmayacak olan bir ağacın kesilmesinden daha yararlıdır.Hem bu ağacın kesilmesinin senin müslüman
kardeşlerine de hiçbir faydası dokunmaz.

İblis'in bu sözlerini düşünen âbid, kendi kendisine "Ben peygamber değilim ki bu ağacın kesilmesi bana düşsün! Allah da bana kes dememiş ki kesmemekle günahkâr olayım. Hem ihtiyarın söyledikleri daha faydalıdır" der.
Böylece İblis, ona borcunu ödemeyi taahhüdle bu konuda yemin eder. Bunun üzerine âbid, ibâdethanesine dönüp geceler. Sabahladığında başucunda iki altın bulup bunları keseye indirir. Ertesi gün de böyle olur. Ancak üçüncü ve ondan sonraki günlerde hiçbir şey bulamaz. Sonunda hiddete gelip baltasını omuzuna ala-rak yola düşer. İblis yine o ihtiyar suretinde önüne çıkıp sorar:

- Nereye gidiyorsun?
- O ağacı kesmeye...
- Yalan söylüyorsun! Allah'a yemin öderim ki buna gücün yetmeyecektir!
Bunun üzerine, âbid, daha önce onu yendiğini düşünerek İblis'in üzerine atılır. Ancak İblis haykırır:
- Bu kez yapamayacaksın!

Gerçekten de İblis, âbidi yaka paça tutup yere vurur. Âbid bir anda kendisini bir kuş gibi İblis'in ayakları dibinde bulur. İblis onun göğsüne oturarak şöyle der:

- Ya bu ağacı kesmekten vazgeçersin ya da ben seni keserim!

Âbid, İblis'e gücünün yetmeyeceğini anladığında şöyle der:

- Ey İblis! Beni yendin, yakamı bırak fakat bana söyle! Seni
daha önce nasıl yenebildim? Sen şimdi beni nasıl mağlup ettin?

- Sen ilk Allah için öfkelenmiştin ve ve niyetin ahiretti. Bundan dolayı Allah beni sana boyun eğdirdi. Bu defa ise nefsin ve dünyan için öfkelendin. Bunun için de bu kez ben seni mağlup ettim.


Bu hikâye şu ayeti tasdîk etmektedir:
(Şeytan) şöyle dedi: 'Onların tümünü azdıracağım, ancak iç-lerinden ihlâs sahibi kulların müstesna'.(Sâd/83)
Zira kul, şeytandan ancak ihlâs vasıtasıyla kurtulabilir. Mâruf-u Kerhî kendi kendisine vurarak 'Ey nefis! İhlâslı ol ki kurtulasın!' derdi.

Yakub el-Mekfuf şöyle demiştir: 'Muhlis günahlarını örttüğü (gizlediği) gibi sevaplarını da örten kimsedir'.
Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Allah'tan başkasını irade etmediği halde bir tek adım atan kimseye ne mutlu!'
Ömer b. Hattab (r.a) valisi Ebu Musa el-Eş'arî'ye şöyle yazmıştır: 'Kimin niyeti hâlis ise, kendisiyle insanlar arasındaki muamelelerde Allah Teâlâ ona kâfidir!'

Evliyadan biri bir din kardeşine şöyle yazmıştır: 'Amellerinde niyetini hâlis kıl! (Böyle yaparsan az amel de sana kâfi gelir)'.

Eyyûb Sehtiyânî şöyle demiştir: 'Amellerin niyetlerini hâlisleştirmek, selefe bütün amellerden daha zor gelirdi'.
Mutarrıf b. Abdillah şöyle derdi: 'Nefsini durultan kimse için durultulur; amelleri karıştırılan kimse için de karıştırılır!'
Seleften biri ölümünden sonra rüyada görüldü. Kendisine 'Amellerini nasıl buldun?' diye sorulduğunda şunları söyledi:

"Allah için yaptığım her ameli buldum. Hatta yolda bulduğum bir nar tanesini ve ölen kedimizi bile sevap kefemde buldum. Serpuşumda ipekten bir iplik vardı. Onu da günah kefemde buldum. Yüz dinar kıymetinde bir merkebim ölmüştü. Onun hiçbir sevabını göremedim. Bunun üzerine 'Bir kedinin ölümü sevaplar kefesinde olur da merkebin nasıl olmaz?' dediğimde şöyle denildi: "O merkep, gönderdiğin istikamete gitti; zira sana 'Merkep öldü' denildiğinde 'Allah'ın lanetinde olsun!' dedin ve dolayısıyla bu hususundaki ecrin iptal olundu. Eğer 'Allah yolunda ölsün' demiş olsaydın onu da sevaplarının içerisinde görecektin".

Bir rivayette de 'Bir keresinde açıktan sadaka vermiştim de insanların bana bakmaları hoşuma gitmişti. O sadakayı gördüm; ne lehimde, ne de aleyhimde idi!' demiştir.

Süfyan es-Sevrî bu rüyayı işittiğinde 'Bu kimsenin hali ne kadar da güzelmiş; zira onun aleyhinde olmayışı kendisi için bir iyiliktir' demiştir.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'İhlâs, ameli tıpkı sütün ters ve kandan ayrılması gibi ayıplardan ayıklar!'
Bir erkek, kadın kılığına girerek düğün ve matem yerleri gibi kadınların toplandıkları yerlere girip çıkardı. Yine birgün kadınların toplandığı bir yerde iken, kadınlardan birinin incisi çalınır. Kadınlar 'Kapıyı kapatın! Kimseyi dışarı bırakmayın ki arama yapalım' diye bağırışırlar. Bunun üzerine orada bulunanları teker teker aramaya başlarlar. Sonunda sıra kadın kılığına giren kişi ile yanındaki kadına gelir. Bunun üzerine kişi Allah'a ihlâs ile dua ederek 'Eğer bu rezaletten kurtulursam, bir daha böyle bir harekete tevessül etmeyeceğim' der. Bu duadan sonra çalman inci, yanındaki kadının üzerinde bulunur. O zaman kadınlar şöyle bağırırlar:

- O hür kadını (kadın kılığına giren kimseyi) bırakınız; çünkü inci bulundu!

Sûfîlerden biri şöyle anlatıyor: Birgün Ebu Ubeyd et-Tüsterî ile beraberdim. Arefe günü, ikindi namazından sonra tarlasını sürüyordu. O sırada Abdal arkadaşlarından biri yanına gelip ona gizlice birşey söyledi. Ebu Ubeyd de hayır dedi. Bunun üzerine bulut gibi yere sürüne sürüne geçip gözden kayboluncaya kadar onu seyrettim. Sonra da Ebu Ubeyde'ye sordum:

- Bu kişi sana ne dedi?

- Kendisiyle birlikte hacca gitmemi istedi. Ben de hayır dedim.

- Niçin gitmedin?

- Hac hakkında bir niyetim yoktu. Bugün akşama kadar bu işi tamamlamaya niyet etmiştim. Bu durumda onunla hacca gidersem Allah'ın gazabına uğrayabileceğimden korktum; çünkü Allah için yaptığım ameline O'ndan başka bir şeyi sokmuş olurdum. Bu bakımdan şu anda yaptığım iş, bence yetmiş hacdan daha büyüktür.


Bir zât şöyle anlatıyor: Bir deniz harbine çıkmıştık. İçimizden biri sepetini satılığa çıkardı. Bunun üzerine 'Onu bana sat! Harp müddetince yararlanır, filan şehre vardığımızda da satar, kâr ederim' diyerek sepeti satın aldım. O gece bir rüya gördüm. Gökten iki kişi inmişti. Bunların biri arkadaşıma 'Gazileri yaz! Falan adam harbe gezi için katılmıştır. Filan adam riya, filan adam ticaret için; filan adam da Allah için çıkmıştır' dedi. Sonra bana bakarak 'Yaz! Filan adam da ticaret için çıkmıştır' diye ekledi. Bunun üzerine 'Allah'tan kork. Ben ticaret için çıkmadım. Yanımda ticaret malı da yoktur. Ben harb için çıktım' diye bağırdım. Bunun üzerine dikte eden bana 'Ey Şeyh! Sen akşam bir sepet satın aldın. Ondan kâr etmek istiyorsun' dedi. Bense ağlayarak 'Beni tüccar olarak yazmayın!' diye ısrar ettim. Bu ısrarım üzerine arkadaşına bakıp 'Sen ne dersin?' diye sordu. Arkadaşı da "Biz 'Filan adam gazi olarak çıktı. Ancak yolda, ileride kandisinden kâr etmek üzere bir sepet satın aldı, şeklinde yazalım ki Allah Teâlâ ileride onun hakkında bildiği gibi hükmetsin" dedi.

Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: 'Kimsenin bulunmadığı bir yerde, ihlâsla iki rek'at namaz kılmak yetmiş veya yediyüz hadîs yazmaktan daha hayırlıdır'.

Bir zât şöyle demiştir: 'Bir saat ihlâsta ebedî kurtuluş vardır; fakat ihlâs çok nadirdir'.

'İlim tohum, amelse ziraattır; ihlâs da onun suyudur' denilmiştir.

Bir zât şöyle demiştir: 'Allah bir kula buğzetti mi ona üç şey verir ve ondan üç şeyi meneder: Ona salihlerin arkadaşlığını verir, fakat nasihat kabul etmesini önler. Ona salih ameller verir, fakat ihlâsı alır. Ona hikmeti verir, fakat sıdkını alır'.

es-Susî şöyle demiştir: 'Allah'ın, mahluklarının amellerinden maksadı sadece ihlâstır!'

Cüneyd el-Bağdadî şöyle demiştir: 'Allah'ın bazı kulları vardır akıl erdirirler. Akıl erdirdiklerinde amel eder; amel ettiklerinde de ihlâsa bürünürler. İhlâs da onları bütün iyiliklere teşvik eder'.

Muhammed b. Saîd el-Mervezî şöyle demiştir:

'Fiillerin tamamı iki esasa dayanır:

a) O'ndan senin için gelen fiil,

b) Senin, O'nun için yapmış olduğun fiil. Bu bakımdan eğer O'nun yaptığına razı olur, O'nun için yaptığında da ihlâslı olursan, dünya ve ahirette mesûd ve muzaffer olursun'.

31) Tirmizî
32) Adı Ebu Zurare Mu'sab b. Sa'd'dır. Medineli olup güvenilir bir zat idi. H.
103'de vefat etmiştir.
33) Nesâî
34) İbn Mâce
35) Ebu Mansur Deylemî
36) İbn Adîy
37) Müslim, İmam Ahmed, Nesâî


Ihya-u Ulumiddin
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
ihlasın hakikati



Her şeye kendisinden başka şeylerin karışması mümkündür. Bu bakımdan içerisine, kendisinden başka hiçbir şeyin karışmamış olduğu şey'e hâlis adı verilir. Tasfiye ve durultma işini yapan fiile de ihlâs adı verilir.
Onların karınlarından, fers (yarı sindirilmiş gıdadır) ile kan arasından (çıkardığımız) halis, içenlere (içimi) kolay süt içiriyoruz.(Nahl/66)


Sütün hâlisliği, ancak içerisinde kan ve pislik karışmamış ve bir de süte karışması mümkün olan her şeyden arınmış olmasıdır.


İhlâs'ın zıddı İşrak (karıştırma)tır. Bu bakımdan muhlis olmayan kimse müşriktir. Ancak şirk birkaç derecedir. Tevhid hususundaki ihlâs'a, ulûhiyetteki ortak koşma (şirk) zıd düşer.Şirkin bir kısmı gizli, bir kısmı da açıktır. İhlâs da böyledir. İhlâs ile zıddı olan şirk kalbe inerler. Bu bakımdan bunların merkezi kalptir. Bu da ancak kasd ve niyetlerdedir. Biz niyet'in hakîkatini anlatmış ve onun teşvik edicilere uyma demek olduğunu söylemiştik. Bu bakımdan kişiyi, durulmaya teşvik eden çıkan fiile ihlâs denir.


Tabiî ki bu da niyet edilene nisbetle böyledir. Öyleyse gayesi katıksız riya olduğu halde sadaka veren kimse (gayesine hiç-bir şey karıştırmamış olması bakımından) muhlis olduğu gibi, gayesi sadece Allah'a mânen yaklaşmak olan kimse de muhlistir. Bunların her ikisine de muhlis denilmekle birlikte, ihlas isminin, yalnızca Allah'a mânen yaklaşma amacına hiçbir şey karıştırmayan kimseye verilmesi âdet olmuştur. Nitekim ilhad da meyletmekten ibarettir. Fakat haktan bâtıla meyledenlere verilmesi âdet olmuştur. Bu bakımdan teşvikçisi mücerred riya olan kimse helâk olmaya mahkumdur. Biz böyleleri hakkında konuşmuyoruz; zira bu konuyu Mühlikât bölümünün Riyâ kitabında anlatmıştık. Onun hakkındaki hükmün en azı, haberde bildirilen şu hükümdür:


Riyakâr kimse, kıyamet gününde şu dört isimle çağrılır:

a) Ey mürâi!
b) Ey kandırıcı
c) Ey müşrik!
d) Ey kâfir!38


Biz şu anda Allah'a mânen yaklaşma amacıyla gayrete gelen kimse hakkında konuşuyoruz. Fakat onu teşvik eden şeye başka bir teşvikçi daha karışmıştır ki bu da riyâdan veya nefsin diğer pay-larındandır. Kişinin, bedenin fayda görmesinin yanısıra mânen Allah'a yaklaşmak kasdıyla oruç tutması; hem mânen Allah'a yaklaşmak, hem de nafakasından ve kötü ahlâkından kurtulmak için köle azad etmesi; sıhhatinin ve moralinin düzelmesi için veya bir düşmanından kaçmak veya memleketinde başına gelen bir beladan ya da hanımından, çocuğundan veya işinden kurtulmak amacıyla hacca gitmesi de bunun gibidir. İşte bu kimse birkaç gün de olsa bunlardan kurtulup rahat etmek istemiştir. Kişinin harp oyunlarını ve dolayısıyla askerlerin tâlim ve kumandasını öğrenmek için gazaya çıkması veya aile efradını ve malını koru-mak ya da kendisine kolayca mal kazanma yollarını gösterecek ilmi öğrenmek amacıyla geceleyin uyumayıp namaz kılması veya aşireti içerisinde bir yer edinmek, ilmi sebebiyle mallarını yabancılardan korumak, susmanın üzüntüsünden kurtulup konuşmadan zevk almak için ders ve vaaz vermesi veya bu işi âlimlerin, sofuların ve diğer insanların hürmetini kazanmak, âlimlere, sofulara hizmet etmek ya da dünyada arkadaş sahibi olmak için yapması da böyledir.


Kişinin el yazısını düzeltmek için mushaf yazması veya binek ücreti vermemek için yaya haccetmesi veya temizlenmek ya da serinlemek için abdest alması veya güzel kokmak için gusletmesi veya senedinin kuvvetiyle tanınmak için hadîs rivayet etmesi veya ev kirasından kurtulmak için camide itikafa girmesi veya yemek pişirme zahmetinden kurtulmak ya da yemek için harcayacağı zamanlarda başka işlerle uğraşmak için oruç tutması veya dilencinin ısrarlarından korunmak için sadaka vermesi veya hastalığında ziyaretine gelmeleri için hasta ziyare-tine gitmesi veya kendi cenazesini teşyî etsinler diye cenazeleri teşyî etmesi veya bunlardan birini hayırla anılmak için ya da kendisine salihlik ve vekar gözüyle bakılsın diye yapması da bu türdendir.


Mânen Allah'a yaklaşma teşvikçisine, yukarıda saydıklarımızdan herhangi birini yapacağı amelin kendisine kolay gelmesi için karıştıran kimsenin ameli ihlâs hududlarından çıkmıştır. Yalnızca Allah'ın rızası için olmaktan da çıkmıştır. Onun ameline şirk karışmıştır.

Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmuştur:

Ben ortaklık bakımından,ortakların en zenginiyim! (Ortaklık kabul etmem).

Nefis dünyanın nasiblerinden herhangi birine meyledip rahata kavuşur, kalp ona ister az, ister çok olsun meylederse amel bulanır; ihlâsı gider. İnsan dünyadaki nasiplerine ve şehvetlerine çok düşkündür. Fiillerinin ve ibadetlerinin çok azı dünyada acelece verilen istek ve paylardan kurtulabilir. Bunun içindir ki 'Hayatında bir lâhza da olsa Allah'ın rızasını ihlâsla isteyebilen kişi kurtulmuştur' denilir.

İhlâsın çok nadir oluşundan; kalbin, yukarıda bahsi geçen şeylerden temizlenmesinin zorluğundan dolayı böyle denilmiştir. Hâlis kimseye Allah'a yaklaşma talebinden başka teşvik eden yoktur. Bu nasibler her ne kadar tek başlarına birer teşvikçi iseler de fiil sahibinin bunlarda çektiği zorluk gizli değildir. Bizim esasmaksadımız Allah'a yaklaşma hususuna bakmaktır. Bütün bunlar ona karışmaktadır. Sonra bu karışanlar ya muuafakat veya müşareket mertebesinde ya da daha önce niyet bahsinde geçtiği gibi muavenet mertebesinde olur.


Kısacası; nefse ait olan teşvikçi, ya dine ait olan teşvikçi gibi ve yahut daha zayıf olur. İlerde bahsedeceğimiz gibi, bunların her birinin başka bir hükmü vardır. İhlâs ancak ameli az veya çok bütün karışanlardan kurtarmaktır ki amelde Allah'a yaklaşma maksadından başka bir maksad kalmasın; kendisinde bu teşvikçiden başkası bulunmasın. Bu durum da ancak Allah'ı seven, O'nun aşkıyla âdeta kendisinden geçen, himmetini tamamen ahiret işlerine sarfeden kimse için düşünülebilir. Böyle bir kimsenin kalbinde dünya sevgisine yer kalmamıştır.

Öyle ki bu kimse yeme içmeyi sevmez. Hatta onun yeme içme hususundaki isteği; tabiî bir zorunluk olmak hesebiyle def-i hacetteki isteği gibidir. Bu bakımdan bu kimse yemeğe yemek olduğundan dolayı iştah duymaz. Bilakis Allah'ın ibadetine yardımcı olması, onu takviye etmesi için iştah duyar.

Açlığın şerrinden korunmak ister ki yemeğe muhtaç olmasın, kalbinde zarurî miktardan fazla pay kalmasın! Zaruret miktarı onun için kâfidir. Çünkü bu, dininin zaruretidir. Bu bakımdan onun Allah'tan başka bir maksadı yoktur. Böyle bir şahıs, yeme içmesinde ve def-i hacetinde bile hâlis amel; bütün hareket ve sekenâtında doğru niyet sahibi olur. Mesela uykudan sonra daha kuvvetli bir şekilde ibadet edebilmek için uyuduğunda, uykusu ibadet olur. Bu uykuda kendisi için muhlislerin derecesi vardır.


İhlâs kapısı, böyle olmayanların yüzüne kapanmıştır. Ancak nadiren açılır.

Nasıl ki kendisine Allah ve ahiret sevgisi galebe çalan kimsenin normal hareketleri, maksadının sıfatını alıyor ve ihlâs oluyorsa, tıpkı bunun gibi, nefsine dünya, yücelik, başkanlık; kısacası Allah'tan başkası galip gelenin de bütün hareketleri maksadın sıfatıyla boyanır. Onun oruç, namaz ve diğer taatlar gibi ibadetleri sağlam kalmaz. Bu ibadetlerin sağlam kalması pek nadirdir. Bu bakımdan ihlâsa, ancak nefsin paylarını kırmak, dün-yaya olan tamahını kesmek, kalbe galebe çalacak derecede yalnızca âhiretle ilgili amellere yönelmekle ulaşılır. İnsanı yoran nice ameller vardır, halisen Allah için oldukları zannedilir. Oysa insan burada aldanmıştır; çünkü buradaki âfetleri farkedemez.

Selef'ten bir zat şöyle demiştir: 'Camide birinci safta kılmış olduğum otuz senelik namazı kaza ettim. Çünkü otuz seneden sonra bir namazı bir özürden dolayı ikinci safta kıldım. Bu yüzden çok utandım ve insanlar beni ikinci safta görecekler diye kıvrandım. Böylece anladım ki birinci safta görülmek beni gururlandırmış ve kalp huzurumun sebebi bu imiş... Ama bunu o ana kadar anlayamamıştım'.

Bu mesele çözülmesi güç ince bir meseledir. Bunlardan kurtulabilen amellerin sayısı çok azdır. Bunları ancak Allah'ın muvaffak kıldığı çok az kimse kavrayabilir. Bundan gafil olanlar bütün hasenatlarını ahirette seyyiat olarak görürler.
Hiç hesap etmedikleri şeyler Allah'tan karşılarına çıkmıştır. Yaptıkları amellerin fenalıkları kendilerine görünmüş ve alay edip durdukları şeylerin cezası kendilerini sarmıştır.Zümer/47-48)

De ki: 'Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayacak olanları haber vereyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimseler!'(Kehf/103)

Bu fitneye en şiddetli şekilde maruz kalanlar da âlimlerdir; zira âlimlerin çoğunu ilmi yaymaya teşvik eden kuvvet, peşine takılanlarla gururlanmak ve övülmekten zevk almaktır. Şeytan onları bu hususta aldatarak 'Sizin gayeniz; Allah'ın dinini yaymak ve Rasûlullah'ın getirmiş olduğu şeriatı korumaktır!' der.

Vâizleri görürsün ki halka ve sultanlara nasihat ettiğinden dolayı Allah'a minnet eder. Halkın, sözünü kabul etmek suretiyle, kendisine yönelmelerine sevinir. Aynı zamanda da Allah'ın kendisine vermiş olduğu dinî yardımlardan dolayı sevindiğini iddia eder(!) Eğer kendisinden daha iyi vaaz eden biri çıkar, halk ona yönelirse bu durum onu rahatsız edip üzer. Şayet onu teşvik eden şey din olmuş olsaydı bu durum karşısında Allah'a şükrederdi; çünkü Allah onu başkası vasıtasıyla bu mühim vazifeden kurtarmıştır. Buna rağmen şeytan yakasını bırakmayarak ona şöyle der; 'Sen bu yeni vâizin çıkışına değil ancak vaaz sevabını kaybedişine üzülüyorsun. Halkın senden yüz çevirip ona yönelmelerine üzülmüyorsun; zira halk senin vaazını dinlemiş olsaydı, sevap kazanacaktın. Öyleyse sevabı kaçırdığın için üzülmen güzel ve yerinde birşeydir(!)'

Oysa miskin hakka itaat edip, işi ehline teslim etmesinin daha üstün ve sevabının da daha çok olduğunu; âhirette kendisine tek başına yapmak istediğinden daha fazla kâr getireceğini bilmez.

Eğer Hz. Ömer, Hz. Ebubekir'in imamet ve hilafete geçişiyle üzülseydi acaba üzüntüsü iyi mi, yoksa kötü mü olurdu? Oysa dindar bir kimse ki kendisinden böyle bir şey sâdır olsaydı Hz. Ömer'in mutlaka yerileceğine şüphe etmez. Çünkü Hz. Ömer'in hakka tâbi olması, işi kendisinden daha yetkili bir kimseye teslim etmesi, din hususunda kendisi için, halkın nasihatlarını üstlenmesinden daha kârlıdır. Bununla beraber burada büyük bir sevap da vardır; çünkü o bu hususta kendisinden daha yetkili bir kimsenin başa geçmesine memnun olmaktadır. O halde âlimler neden böyle bir hâdiseden dolayı sevinmesinler?


İlim sahiplerinden bazısı, şeytanın aldatışına kapılarak kendi nefsine 'Benden daha yetkili biri çıkarsa sevinirim!' der. Oysa bu hareketi tecrübe ve imtihandan önce olursa katıksız bir cehalet ve gurur olur; zira nefis, hâdise olmazdan önce, böyle şeyleri va'detme hususunda yumuşak başlı görünür. Ancak gelip çattığında sözünden döner. Va'dini yerine getirmez. Bunu ancak şeytanın ve nefsin hilelerini bilen, onların imtihanıyla uzun süre uğraşan kimse bilir. Bu bakımdan ihlâsın hakikatini bilmek ve onunla amel etmek engin bir denizdir ki burada bütün insanlar boğulur. Ancak nadir kimseler, örnek gösterilebilecek bazı kişiler bu hükmün hâricindedir. Bunlar da şu ayette istisna edilen kimselerdir:

Şeytan şöyle dedi: 'Onların tümünü azdıracağım; ancak içlerinden ihlâs sahibi kulların müstena'.(Sad/82-83)
Bu bakımdan kul bu incelikleri çok sıkı bir şekilde kontrol etmelidir. Aksi takdirde bilmediği halde şeytanın izleyicileri arasına katılır.

38) İbn Ebî Dünya, Kitab'us-Sünne ve'l-İhlâs

Ihya-u Ulumiddin
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
ihlas hakkında sözler


es-Susî şöyle demiştir: 'İhlâs, kişinin ihlâsını görmemesidir; zira ihlâsunı gören kimsenin ihlâsı ihlâsa muhtaçtır.'

es-Susî'nin bu sözleri, amellerin, fiili beğenmekten tasfiye edilmesine işarettir. Çünkü ihlâs'a iltifat etmek ucub (kendini beğenmişlik)tir. Ucub ise âfetlerdendir. Hâlis ise bütün âfetlerden kurtulmuş olandır. Burada ise bir tek âfet sözkonusudur.


Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'İhlâs, kulun sükûn ve hareketlerinin yalnızca Allah için olmasıdır'.

Bu, gayeyi tam olarak ifade eden kapsayıcı tariftir. Bu tarifi İbrahim b. Edhem'in şu sözü de ifade etmektedir: 'İhlâs, Allah'la beraber niyeti doğrulamaktır'.

Sehl'e 'Nefse en zor gelen şey nedir?' diye sorulduğunda 'İhlâstır; zira nefsin ihlasla nasibi yoktur' demiştir.

Ruveym39 şöyle demiştir: 'Ameldeki ihlâs, amel sahibinin ona karşılık dünyada ve ahirette hiçbir şey istememesidir'.

Ruveym'in bu sözü, nefsin isteğinin, gerek dünyada gerekse de ahirette afiyet olduğuna işarettir. Nefsinin cennette şehvetlerle nimetlenmesi için ibadet eden kimse hastadır. Hakîkat, amel ile Allah'ın rızasından başkasının kastedilmemesidir. Bu söz (aynı zamanda) sıddîkların ihlâsına da işarettir ki bu mutlak ihlâstır.

Cennet ümidi veya cehennem korkusuyla amel eden kimseler de acelece verilen nasiblere izafeten muhlistir. Böyle kişiler tenasül uzvuyla midelerinin isteklerini taleb etmektedirler. Oysa akıllılar nezdinde hakîki gaye, sadece Allah'ın rızasıdır. İnsan ancak bir nasib için harekete geçer. Nasiblerden berî olmak, ilâhî bir sıfattır. Böyle bir iddiada bulunan kimse kâfirdir.

Kadı Ebu Bekir el-Bakıllânî de nasiblerden berî olduğunu iddia eden kimsenin küfrüne hükmederek şöyle demiştir: 'Bu sıfat ilâhî sıfatlardandır!' sözü doğrudur. Fakat halk bununla ancak halkınnasibler diye adlandırdığı şeyden berî olmayı kastediyorlar. Bu da sadece cennetteki şehvetlerdir.

Sadece marifet, münacât ve Allah'ın cemâline bakma zevkine erişmeye gelince, bunlar zaten bu kimselerin nasibidir. Oysa halk bunu pay olarak görmezler ve buna çok şaşarlar. Eğer bu kimseler içinde bulundukları taat ve münacâtın, ilâhî huzurun, gizli veya açık şuhudun devamı zevkine karşılık bütün cennet nimetleri kendilerine verilseydi, muhakkak bu nimetleri hakir görüp onlara iltifat etmezlerdi. Bu bakımdan hareketleri bir nasib, taatleri de başka bir nasib içindir. Fakat sonuçta nasibleri sadece mabudlarıdır, başkası değil!

Ebu Osman40 şöyle demiştir: 'İhlâs daima yaradan(ın fazlın)a bakmaktan dolayı, halkın bakışını unutmaktır'.
Bu söz, sadece riyanın âfetine işarettir.

Bir zât şöyle demiştir: 'Ameldeki ihlâs, şeytanın o ameli bilmemesidir ki onu ifsad edebilsin; meleğin de muttali olmamasıdır ki onu yazabilsin'.

Bu söz de yalnızca ameli gizlemeye işarettir. Oysa 'İhlâs, bağlardan arınmış ve mahluklardan gizlenmiş şeydir!' denilmiştir.
Bu tarif, maksadları daha güzel ifade etmektedir.

Muhâsibî şöyle demiştir: İhlâs, kulun, rabbiyle ilgili muamelelerinde, halkı aradan çıkarmasıdır'.

Muhâsibî'nin bu tarifi riyanın yok edilmesine işarettir. Havvas'ın 'Riyaset kadehinden içen kimse ubûdiyet ihlâsından çıkmıştır!'sözü de böyledir.

Havâriler 'Hangi amel hâlistir?' diye sorduklarında Hz. İsa (a.s) şöyle cevap vermiştir: 'Allah için amel edip de ondan ötürü hiç kimsenin övgüsünü istemeyen kişinin ameli hâlis ameldir!'

Hz. İsa'nın bu sözü de riyanın terkine işarettir. Peki niçin sadece bunu söylemiştir? Çünkü bu, ihlâsı karıştıran sebeplerin en kuvvetlisidir.

Cüneyd el-Bağdadî şöyle demiştir: 'İhlâs, ameli her türlü bulanıklıktan arındırmaktır'.

Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Ameli insanlar için terketmek riya; onlar için yapmaksa şirktir. İhlâs ise, Allah'ın, kulu bu iki felâketten korumasıdır'.

'İhlâs, murâkabenin devamından ve dolayısıyla bütün hazları unutmaktan ibarettir!' denilmiştir.

İşte en kâmil söz budur. Bu husustaki sözler çoktur. Hakîkat anlaşıldıktan sonra çok nakil yapmakta da fayda yoktur. Şifa verici söz ise ancak evvelinin ve âhirînin efendisinin (s.a) sözüdür:

Hz. Peygamber, kendisine ihlâs'ı soran kimseye şöyle cevap vermiştir:

'Rabbim Allah'tır' demen ve sonra da emrolunduğun gibi dosdoğru olmandır.

Hz. Peygamber şunu kastetmiştir:

Nefsinin hevâsına da nefsine de ibadet etme! Ancak rabbine ibadet et ve ibadetinde dosdoğru ol. Emrolunduğun gibi hareket et!
Hz. Peygamber'in bu sözü, Allah'tan başka herşeyi kesip atmaya işarettir ki bu da hakîki ihlâstır.


39) Adı Ebu Muhammed Rüveym b. İmam Ahmed Bağdâdî'dir. H. 303'de vefat etmiştir.
40) Adı Said b. İsmail Cebrî en-Nişaburî'dir. H. 268'de vefat etmiştir.


Ihya-u Ulumiddin
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
İhlâs'ı Bulandıran Afetler ve Bunların Dereceleri



İhlâs'ı karıştıran âfetlerin bir kısmı açık, bir kısmı ise gizlidir. Ancak bazıları, açık olmasına rağmen zayıf, bazıları da gizli olmasına rağmen kuvvetlidir. Gizlilik ve açıklıktaki derecelerin değişikliği ancak bir misal ile anlaşılır. İhlâs'ı karıştıran şeylerin en belirgini riyadır. Bu bakımdan riya ile ilgili bir misal verelim:



I. Derece

Namaz kılan kimse ibadetinde ne kadar muhlis olursa olsun, şeytan onun kalbine âfetini sokar. O namaz kılarken bir cemaat kendisine baktığında veya içeri herhangi bir kimse girdiğinde şeytan ona 'Namazını güzel kıl da burada bulunanlar sana vekar ve sülûk gözüyle baksınlar. Seni hafife alarak gıybetini yapmasınlar' der. Böylece azaları huşûa kavuşup, hareketten kesilir ve kıldığı namazı elinden geldiği kadar güzelleştirmeye bakar. Bu durum müridlerle mübtediler için gizli değildir.



II. Derece

İkinci derece, müridin bu âfeti anlayıp ondan sakınmasıdır. Bu bakımdan bu hususta şeytana itaat ve iltifat etmez. Namazına eskisi gibi devam eder. Bu sefer şeytan hayır kisvesine bürünerek ona şöyle der: 'Sen öndersin! Herkesin gözü üzerindedir. Senin yaptığın örnek olur; halk sana uyar. Dolayısıyla eğer güzel yaparsan, onların amellerinin sevabı kadar sevap da sana yazılır. Eğer kötü yaparsan günah defterine geçer. Öyleyse bunların yanında amelini güzelleştir. Belki de huşû ve ibadetin güzelliği hususunda sana uyarlar'.

Şeytanın bu desisesi birincisinden daha engindir. Bazen birincisiyle kanmayan bununla kanar. Bu da riyanın ta kendisi olup ihlâsı iptal eder; zira bu kişi huşu ve ibadetin güzelliğini hayır olarak görüyorsa; bu hayri, niçin başkası için (cemaat içerisinde) terketmeye razı olmuyor da tek başına olduğu zaman terkediyor?

Bu kişinin yanında başkasının nefsinin, kendi öz nefsinden daha aziz olması mümkün değildir. Bundan dolayı da bu katıksız bir kandırmadır. Ancak ona uyan kimse nefsinde müstakim olmuş, kalbi nûrlanmış bir kimsedir; nûru başkasına aksetmiş olup bundan dolayı sevap vardır. Önderlik taslayan kimsenin hareketi ise katıksız nifak ve gururdur. Kendisine uyan sevap sahibi olduğu halde kendisi bu kanışından dolayı sorumludur ve esası olmayan bir vasıf ortaya koyduğundan dolayı ceza görecektir.



III. Derece

Üçüncü derece, bir önceki dereceden daha ince olup kulun bu hususta nefsini denemesi ve şeytanın hilesine karşı uyanık olmasıdır. Tek başına bulunduğu sıradaki durumu ile cemaat içerisindeki durumu arasındaki değişikliğin riyanın su katılmamış cinsinden, ihlâsın ise tek başına kıldığı namazının cemaat içerisindeki namazıyla aynı olması demek olduğunu bilmesidir. Böylece âdeti olmadığı halde halkın görmesi için huşûa bürünme hususunda hem kendi nefsinden, hem de rabbinden utanır Bubakımdan böyle bir kimse tek başına kılarken, namazını, nefsine yönelip cemaat içerisinde kılıyormuş gibi güzelce edâ eder. Cemaat içerisinde de tıpkı bu şekilde namaz kılar. İşte bu derece de engin riyadandır; zira tek başına kılarken namazını güzelce eda etmesi, cemaat içerisinde güzel namaz kılmayı âdet edinmek içidir. Bu durumda, ikisi arasında hiçbir fark yapmamış olur. O halde, tek başına olduğunda da, cemaat içerisinde de bu kimsenin iltifatı in-sanlaradır. İhlâslı olması ise, namazını hayvanların görmesi ile insanların görmesi arasında fark görmemesidir.

Bu kimsenin nefsi, halk arasında âdâbına riayet etmeksizin namaz kılmaya razı değildir. Diğer taraftan bunu riyakâr bir şekilde yapma hususunda da nefsinden utanmaktadır ve bu sıfatın, tek başına kıldığı namaz ile cemaat arasındaki namazının aynı olmasıyla ortadan kalkacağını zanneder. Oysa durum böyle değildir; çünkü bu riya sıfatının kalkması, ancak, tenhada ve cemaat içinde cansızlara iltifat etmediği gibi, insanlara da iltifat etmeyişine bağlıdır. Oysa yukarıda bahsi geçen zorlama ise, tenhada da cemaat içerisinde de himmeti halk ile meşgul olan kimseden çıkmıştır. Bu da şeytanın gizli hilelerindendir.


IV. Derece

Dördüncü derece ki daha ince ve daha gizlidir namazda olduğu sırada insanların kendisine bakmasıdır. Bu durumda şeytan 'Halk için huşûa bürün' diyemez; zira kişi bunun hile olduğunu bilmektedir. Bu bakımdan şeytan ona 'Allah'ın azamet ve celâlini düşün! Düşün ki sen kimsin ve kimin huzurunda bulunuyorsun? Kalbin kendisinden gafil olduğu halde Allah'ın ona bakmasından utan!' der.

Şeytanın bu sözleri ile kalbi huzura erer, azaları huşûa bürünür ve kişi bunun, ihlâsın ta kendisi olduğunu zanneder. Oysa bu, hile ve aldanışın ta kendisidir; zira kişinin huşûa bürünmesi, Allah'ın celâline bakmasından ileri gelseydi, bu durum yalnızca cemaat içerisinde kıldığı namazlar için geçerli olmayıp tek başına kıldığı namazlar için de geçerli olurdu. Bu âfetten emin olmanın alâmeti, kişinin, tek başına olduğunda bu düşünceye sahip ol-masıdır. Cemaat içerisinde olduğu gibi tek başına bulunduğunda da namazlarını bu şekilde eda etmeye alışmıştır. Bu düşüncenin oluşmasında başka şeyler rol oynamaz; tıpkı hayvanın hazır bulunmasının bu düşüncenin oluşmasından etkili olmadığı gibi...

Bu şekilde hallerinde insan ile hayvanın görmesi arasında fark bu-lunmayan kişi İhlâsın duruluğundan hariç sayılır. Bu kişinin içi riyanın gizli şirkiyle kirlidir. Bu şirk âdemoğlunun kalbinde kapkara bir karıncanın kapkara bir gecede kapkara bir taş üzerinde bıraktığı izden daha gizlidir. Nitekim bu hususta haber vârid olmuştur.41

Şeytandan, ancak ince düşünceli, Allah'ın koruması, tevfik ve hidayetiyle saadete eren kimseler kurtulur. Aksi takdirde şeytan, Allah'ın ibadetine yönelenlerin yakasını bırakmaz. Bir an bile yoktur ki onları, hareketlerinin her birinde riyaya zorlamasın. Hatta gözlerine çektikleri sürmede, bıyıklarının kırpılmasında, cuma günü sürülen kokuda, giyilen elbisede bile yakalarını bırakmaz; zira bunlar muayyen vakitlerde yapılan belirli sünnetlerdir. Nefsin bu sünnetlerde de gizli bir payı vardır; çünkü halkın bakışı bunlara bağlıdır. Tabiat bunlara ünsiyet verir. Bu bakımdan şeytan kişiyi bunu yapmaya teşvik ederek 'Bunlar terkedilmesi uygun olmayan sünnetlerdir!' der.

Kalbin bu sünnetlere karşı gizlice kabarması, o gizli şehvetten ötürüdür veya öyle bir şekilde karışıktır ki bıından dolayı ihlâs hududunu aşar. Kişi bu âfetlerden bütün gün sağlam kalmadıkça hâlis değildir. Bilakis mâmur, nazif, imareti güzel bir camide itikâfa giren kimsenin tabiatı bu camiye alışır. Bu bakımdan şeytan onu burada itikâfa girmeye teşvik eder; ona itikâfın faziletlerini sayar. Bazen de gizli muharriğin onu camiin güzel suretine alıştırmasıdır. Tabiatının onunla ferahlık hissetmesidir. Bu da iki camiden birinin veya iki yerden birine, diğerinden daha güzel olduğu için meyletmesiyle anlaşılır.

Bütün bunlar tabiatın karışıklıklarıyla ve nefsin bulanıklıklarıyla karışmaktır ve İhlâsın hakîkatini iptal edici şeylerdir. Hayatıma yemin ederim ki hâlis altına karışan nikelin de değişik dereceleri vardır. Bir kısmı altına galebe eder. Bir kısmıysa altından daha azdır; fakat kolayca farkedilir. Bir kısmı da vardır ki ancak basiret sahibi sarraflar tarafından anlaşılabilecek şekilde incedir. Kalbin hilesi, şeytanın desisesi, nefsin habaseti ise bundan daha engin ve daha incedir.

'Âlimin iki rek'at namazı, bir cahilin bir senelik ibadetinden daha üstündür!' denilmiştir.

Burada amellerin âfetlerinin inceliklerini basiretiyle sezen âlim kastedilmektedir ki bu sayede kurtulabilsin; zira cahil ibadetlerin zâhirine bakıp onunla aldanır. Tıpkı köylünün karışık altının kırmızılık ve yuvarlaklığına bakıp da aldanması gibi... Oysa o altın karışıktır. Tam ayarlı altının bir kırat'ı ki basiret sahibi sarraf onu tercih eder ahmak cahilin tercih ettiği tam bir altından daha hayırlıdır. İşte ibadetlerle ilgili şeyler de böyle değişir. Hatta daha şiddetli, daha korkunçtur. Çeşitli amellere karışan âfetlerin giriş yerlerinin kontrol altına alınması ve sayılması mümkün değildir. Bu bakımdan misal olarak söylediklerimizle yetinilmelidir. Zeki kimse, azdan çoğu anlayabilir. Ahmak kimseye ise ne kadar anlatılsa fayda vermez. Bu bakımdan tafsilatın hiçbir faydası yoktur.

41) Hz. Ebubekir'in, Hz. Âişe'nin, İbn Abbas'ın ve Ebu Hüreyre'nin hadîsle-rinden değişik ibareler ve fazlalıklarla rivayet edilmiştir. Kitab'u1-İlim'de de geçmişti

Ihya-u Ulumiddin
 

faris

Well-known member
Abi Allah razı olsun çok güzel hadiseler ile dünyamıza ışık tutuyor, günümüz meselelerinin aydınlanmasına vesile oluyorsunuz.

Kur'an-ı Kerimin insanı iki kutuplu bir varlık olarak ele alması neticesinde yani insanın maddi ve manevi yönü olan bir varlık olarak ele alması sonucunda bunlardan hangisinin ağır basacağını ise iradesinin ortaya koyacağını belirtmektedir. Nitekim bir çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif iradenin şu dünya sarayındaki en önemli faktör olduğunu ifade etmektedir.

Bir kaç ayet-i kerime ile bu hadis-i şerifin farklı yönlerine bakacak olursak, bu hadis-i şerifin dünya ve ahiret tercihini ve bundaki en önemli faktörün ise irade olduğunu anlayabilmekteyiz.

[DIKKAT]"...Her kim dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de ahiret sevabını isterse ona da bundan veririz..."(Âl-i İmran, 145)


"Her kim, bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada verir, sonra da onu, kınanmış ve mahrum bırakılmış olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mü'min olarak kendine yaraşır bir çaba ile o gün için çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür. Hepsine; dünyayı isteyenlere de, ahireti isteyenlere de, Rabbinin ihsanından, ayırdetmeksizin veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir. Baksana, biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır! Elbette ki ahiret, derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür."(İsra, 18-21)[/DIKKAT]

Bu çok ehemmiyetli meseleyi Ustad Bediüzzaman Ahirete iman eden bir kişinin hayatındaki değişiklikle şöyle ifade etmekte :

[BILGI]Meselâ, eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra da hiç göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve vatanını sever, hizmet eder. Ve tam sadakata ve ihlasa pek nâdir muvaffak olabilir; o nisbette kemalâtı ve seciyeleri küçülür. Değil hayvanların en ulvîsi belki baş aşağı, akıl cihetiyle en bîçaresi ve aşağısı olmak vaziyetine düşeceği sırada, âhirete iman imdada yetişir.

Mezar gibi dar zamanını, geçmiş ve gelecek zamanları içine alan, pek geniş bir zamana çevirir. Ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir daire-i vücud gösterir. Babasını, dâr-ı saadette ve âlem-i ervahta dahi pederlik münasebetiyle ve kardeşini, tâ ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını Cennet'te dahi en güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş daire-i hayatta ve vücuddaki münasebetler için olan hemmiyetli hizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve cüz'î garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddî sadakata ve samimî ihlasa muvaffak olarak, kemalâtı ve hasletleri, o nisbette -derecesine göre- yükselmeğe başlar. İnsaniyeti teâli eder. Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen o insan; bütün hayvanat üstünde, kâinatın en müntehab ve bahtiyar bir misafiri ve Sahib-i Kâinat'ın en mahbub ve makbul bir abdi olmasıdır.

Asa-yı Musa ( 41 - 42 )[/BILGI]


[BILGI]
Zîhayatın ve zîşuurun nazarlarına bakar. Onlara şirin bir mütalaagâh, birer kitab-ı marifet olur. Manalarını zîşuurun zihinlerinde ve suretlerini kuvve-i hâfızalarında ve elvah-ı misaliyede ve âlem-i gaybın defterlerinde daire-i vücudda bırakıp, sonra âlem-i şehadeti terkeder, âlem-i gayba çekilir. Demek surî bir vücudu bırakır, manevî ve gaybî ve ilmî çok vücudları kazanır. Evet, madem Allah var ve ilmi ihata eder. Elbette adem, i'dam, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasında ehl-i imanın dünyasında yoktur ve kâfir münkirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fânilikle doludur. İşte bu hakikatı, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip, der:

"Kimin için Allah var, ona herşey var ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir."

Asa-yı Musa ( 72 - 73 )
[/BILGI]
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi

İHLÂS

Bir şeyi saf temiz ve arıtılmış hale getirmek. Kalbi saf etmek, çıkar ve şöhret amacı güdülmeyen, içten, riyasız, samimi sevgi ve bağlılık. Yapılan

İbadet ve işlerde gösterişe yer vermeme, ibadet ve taatda riyadan uzaklaşma hali ve kalbin safasına keder veren şeyden, kalbi uzak tutmak. Sırf Allah rızasını düşünmek, ona göre hareket etmek ve sadece Allah için ibadet etmek.

İhlâs; bir kalp hareketi ve ruhanî bir davranıştır. Kalp temizliğinin ve sağlamlığının bir delilidir. Yalnız Allah'ın rızasını arayan bir niyettir. Kişinin bütün varlığı ve benliği ile Allah'a kulluk etmesi ve bu kulluğun da ondan başkasını düşünmemesidir. Ayrıca İhlâs, "kalbi garaz şüphesi ve zan eğriliğinden temiz tutmaktır" şeklinde tarif edilmiştir. İhlâsta Hakkın rızâsı talep edilir, yapıları işlerde, riya, gösteriş, menfaat ve şöhret gayesi güdülmez.

"Bir şey karışıklıktan arındığı zaman, temiz olur. Saf ve temiz hareketlere de ihlâs denir" (İmâm Gazzâ1î, İhyâ u'ulumi'd-din, IV, ş 379). İhlâs bir kalp hareketi ve ruhâni bir davranış olmaktadır. Kalbî davranışların makbul oluşu, niyet ve irademizin sağlamlığına bağlıdır. İhlâs, kalp sağlamlığının bir delilidir. Böyle olunca her işe başlandığı zaman niyette ihlas, yani her türlü dünyevî karşılık beklemekten uzak olmak gerekmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın rızası ihlâs ile kazanılır. Yoksa ihlâs kişinin başarı ve becerileriyle elde edilemez. Bazen ihlas ile söylenmiş bir tek kelime ile kişi kurtuluşa erer ve Cenab-ı Hakk'ın rızasını elde edilebilir. Bazan bir tek adamın irşadı, bin kişinin irşadı kadar Allah rızasına sebep olur. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurur: "Ben Cebrail'den ihlâsın ne olduğunu sordum. Şöyle cevap verdi: Ben de Aziz ve Celil olan Allah'a: "İhlâs nedir?" diye sordum o şöyle buyurdu: "İhlas benim bir sırrımdır. Onu kullarımdan sevdiğim kimselerin kalbine koyarım."

Kur'an-ı Kerîm, ihlâsı lüzum, fayda ve neticeleriyle belirtmiştir. Buna göre ihlas, ibadet ve davranışta Allah'a özden bağlanmaktır. "Yaptıklarımızın mükâfatı bize, sizin yaptıklarınızın cezası da size aittir. Biz ona özümüzle bağlanmışız" (el-Bakara, 2/139) ayeti, amellerinde sadece Allah'ın rızasını gözetenlerin hâlis insanlar olduğuna işaret etmektedir.

Böyle bir ihlâsı taşıyanlar, Allah'ın dininde ihlâslı ve samimi olan özyürekli kişilerdir. İhlâs ve samimiyetlerini ibadeti Allah için yaparak gösterirler, nefisleri hoşlanmasa da bu hallerine devam ederler ve Allah'a hamdetmekten geri kalmazlar (el-A'râf, 7/29; Yûnus, 10/22; Lokmân, 31/32; en-Nisâ, 4/46; ez-Zümer, 39/2, II, 14; el-Mümin, 40/14, 65).

İhlâs, fenalığı ve kötülüğü gideren bir fazilettir. "İşte biz ondan (Yûsuf'tan), fenalığı ve fuhşu gidermek için böyle yaparız. Çünkü o, bizim ihlâslı kullarımızdandır"(Yûsuf, 12/24) ayetinde, evdeki kadınla Hz. Yûsuf arasında geçen olayda ve kadının niyetinin neticesiz kalışında en büyük etkenin, Hz. Yûsuf'un ihlâsı olduğu görülmektedir.

İnsanlık için ihlâsın gereği her zaman emredilen bir keyfiyet oluşuyla da anlaşılmaktadır. Çünkü ihlas, ehl-i kitaba, yapacakları diğer ibadetlerle birlikte emredilmişti (el-Beyyine, 98/5).

İhlas, şeytanın kişiye süslemeye çalıştığı fenâlıklara ve insanları azdırma gayretine engel olan bir tutumdur. Bu durum şeytanın, "Yeryüzünde insanlara (fenâlıkları) süsleyeceğim, elbette onların hepsini azdıracağım. Ancak içlerinde ihlâsa sahip müminler bunun dışındadır" (el-Hicr, 15/40; Sâd, 38/83). Ayetlerinde ifadesini buları itiraftan anlaşılmaktadır.

Şirkten, kitabı ve peygamberi yalanlamadan, sapık yollara sapıp tevhit akidesine aykırı inanç düşünceler beslemeden dolayı gerçekleşecek ilâhî azaptan, "Allah'ın ihlâs sahibi kulları istisna" (es-Sâffât, 37/40, 74, 128, 160) sözedilerek azâbtan kurtuluşta ihlâsın yeri ve önemi belirtilmiştir.

Ahlâk önderleri peygamberler, varlıkları ihlâsla yoğrulmuş şahsiyetlerdir. Hz. Mûsâ, Hz. Yûsuf, Hz. İbrahim, Hz. İsmâil, Hz. Ya'kûb ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in özellikleri anlatılırken Kur'an onları ihlâslı kullar olarak nitelemiştir (Meryem, 19/51; Yûsuf, 12/24; Sâd, 38/45, 46; ez-Zümer, 39/11). Çünkü Peygamberler davet ve tebliğlerinde daima, Hakk'ın, rızasından başka bir gaye ve maksat gütmeyerek, ihlâslarını ortaya koymuşlardır.

Fudayl b. İyâd (r.a): "Halk için ameli terketmek, riyadır; halk işin amel etmek ise şirktir. İhlas, Allahu Teâlâ (c.c)'ın bu iki şeyden seni afiyette kılmasıdır" diyor. Hz. Ebû Bekir (r.a) bir hutbesinde şöyle der: "Biliyorsunuz ki, malum bir ecelin peşinde gece-gündüz koşuyoruz. Allahu Teâlâ'nın (c.c) rızası için söylenmeyen hiçbir şeyde hayır yoktur. Aziz ve Celil olan Allah'ın (c.c) yolunda harcanmayan hiç bir malda hayır yoktur. Bilgiçlik taslayarak gurura kapılanlarda hayır olmadığı gibi, Allah (c.c) için yaptıklarında insanların kınamasından endişeye düşenlerde de hayır yoktur" (Kuşeyri Risalesi, İstanbul 1978, s. 3, 7).

Müminler bütün söz ve fiillerinde Allah (c.c)'ın rızasını gözetmek zorundadırlar. Eğer insanların hoşlarına gitmek niyetiyle amelde bulunurlarsa, kendi kendilerini helâk ederler. Nitekim Uhud savaşında Müminlerin en önde savaşanlarından birisi de Kuzman idi. Medine'deki hurmalıklarını korumak niyetiyle savaştığı için, Cehennemlik olmuştur (İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, Beyrut 1969, IV, 342). Hz. Peygamber (s.a.s)' şöyle buyurmaktadır: "üç hususta müslümanın kalbi hıyanet edemez: Allah için ihlâs ile amel yapmak, İslâm devletinin yöneticilerine samimiyetle öğüt vermek ve İslâm cemaatı ile birlikte olmak" (İbn Mace, Mukaddime, 18)

İhlâsın zıddı riya ve gösteriştir. Bu da insanı şirke sürükler. Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Şüphesiz Cenab-ı Allah sadece kendisi için ve kendisinin rızası için olmayan bir amelden başkasını kabul etmez" (en-Nesâî, cihad, 24).

Şâmil İA.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi

İHLÂS

Bir şesamimi sevgi ve bağlılık. Yapılan

İbadet ve işlerde gösterişe yer vermeme, ibadet ve taatda riyadan uzaklaşma hali ve kalbin safasına keder veren şeyden, kalbi uzak tutmak. Sırf Allah rızasını düşünmek, ona göre hareket etmek ve sadece Allah için ibadet etmek.

İhlâs; bir kalp hareketi ve ruhanî bir davranıştır. Kalp temizliğinin ve sağlamlığının bir delilidir. Yalnız Allah'ın rızasını arayan bir niyettir. Kişinin bütün varlığı ve benliği ile Allah'a kulluk etmesi ve bu kulluğun da ondan başkasını düşünmemesidir. Ayrıca İhlâs, "kalbi garaz şüphesi ve zan eğriliğinden temiz tutmaktır" şeklinde tarif edilmiştir. İhlâsta Hakkın rızâsı talep edilir, yapıları işlerde, riya, gösteriş, menfaat ve şöhret gayesi güdülmez.

"Bir şey karışıklıktan arındığı zaman, temiz olur. Saf ve temiz hareketlere de ihlâs denir" (İmâm Gazzâ1î, İhyâ u'ulumi'd-din, IV, ş 379). İhlâs bir kalp hareketi ve ruhâni bir davranış olmaktadır. Kalbî davranışların makbul oluşu, niyet ve irademizin sağlamlığına bağlıdır. İhlâs, kalp sağlamlığının bir delilidir. Böyle olunca her işe başlandığı zaman niyette ihlas, yani her türlü dünyevî karşılık beklemekten uzak olmak gerekmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın rızası ihlâs ile kazanılır. Yoksa ihlâs kişinin başarı ve becerileriyle elde edilemez. Bazen ihlas ile söylenmiş bir tek kelime ile kişi kurtuluşa erer ve Cenab-ı Hakk'ın rızasını elde edilebilir. Bazan bir tek adamın irşadı, bin kişinin irşadı kadar Allah rızasına sebep olur. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurur: "Ben Cebrail'den ihlâsın ne olduğunu sordum. Şöyle cevap verdi: Ben de Aziz ve Celil olan Allah'a: "İhlâs nedir?" diye sordum o şöyle buyurdu: "İhlas benim bir sırrımdır. Onu kullarımdan sevdiğim kimselerin kalbine koyarım."

Kur'an-ı Kerîm, ihlâsı lüzum, fayda ve neticeleriyle belirtmiştir. Buna göre ihlas, ibadet ve davranışta Allah'a özden bağlanmaktır. "Yaptıklarımızın mükâfatı bize, sizin yaptıklarınızın cezası da size aittir. Biz ona özümüzle bağlanmışız" (el-Bakara, 2/139) ayeti, amellerinde sadece Allah'ın rızasını gözetenlerin hâlis insanlar olduğuna işaret etmektedir.

Böyle bir ihlâsı taşıyanlar, Allah'ın dininde ihlâslı ve samimi olan özyürekli kişilerdir. İhlâs ve samimiyetlerini ibadeti Allah için yaparak gösterirler, nefisleri hoşlanmasa da bu hallerine devam ederler ve Allah'a hamdetmekten geri kalmazlar (el-A'râf, 7/29; Yûnus, 10/22; Lokmân, 31/32; en-Nisâ, 4/46; ez-Zümer, 39/2, II, 14; el-Mümin, 40/14, 65).

İhlâs, fenalığı ve kötülüğü gideren bir fazilettir. "İşte biz ondan (Yûsuf'tan), fenalığı ve fuhşu gidermek için böyle yaparız. Çünkü o, bizim ihlâslı kullarımızdandır"(Yûsuf, 12/24) ayetinde, evdeki kadınla Hz. Yûsuf arasında geçen olayda ve kadının niyetinin neticesiz kalışında en büyük etkenin, Hz. Yûsuf'un ihlâsı olduğu görülmektedir.

İnsanlık için ihlâsın gereği her zaman emredilen bir keyfiyet oluşuyla da anlaşılmaktadır. Çünkü ihlas, ehl-i kitaba, yapacakları diğer ibadetlerle birlikte emredilmişti (el-Beyyine, 98/5).

İhlas, şeytanın kişiye süslemeye çalıştığı fenâlıklara ve insanları azdırma gayretine engel olan bir tutumdur. Bu durum şeytanın, "Yeryüzünde insanlara (fenâlıkları) süsleyeceğim, elbette onların hepsini azdıracağım. Ancak içlerinde ihlâsa sahip müminler bunun dışındadır" (el-Hicr, 15/40; Sâd, 38/83). Ayetlerinde ifadesini buları itiraftan anlaşılmaktadır.

Şirkten, kitabı ve peygamberi yalanlamadan, sapık yollara sapıp tevhit akidesine aykırı inanç düşünceler beslemeden dolayı gerçekleşecek ilâhî azaptan, "Allah'ın ihlâs sahibi kulları istisna" (es-Sâffât, 37/40, 74, 128, 160) sözedilerek azâbtan kurtuluşta ihlâsın yeri ve önemi belirtilmiştir.

Ahlâk önderleri peygamberler, varlıkları ihlâsla yoğrulmuş şahsiyetlerdir. Hz. Mûsâ, Hz. Yûsuf, Hz. İbrahim, Hz. İsmâil, Hz. Ya'kûb ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in özellikleri anlatılırken Kur'an onları ihlâslı kullar olarak nitelemiştir (Meryem, 19/51; Yûsuf, 12/24; Sâd, 38/45, 46; ez-Zümer, 39/11). Çünkü Peygamberler davet ve tebliğlerinde daima, Hakk'ın, rızasından başka bir gaye ve maksat gütmeyerek, ihlâslarını ortaya koymuşlardır.

Fudayl b. İyâd (r.a): "Halk için ameli terketmek, riyadır; halk işin amel etmek ise şirktir. İhlas, Allahu Teâlâ (c.c)'ın bu iki şeyden seni afiyette kılmasıdır" diyor. Hz. Ebû Bekir (r.a) bir hutbesinde şöyle der: "Biliyorsunuz ki, malum bir ecelin peşinde gece-gündüz koşuyoruz. Allahu Teâlâ'nın (c.c) rızası için söylenmeyen hiçbir şeyde hayır yoktur. Aziz ve Celil olan Allah'ın (c.c) yolunda harcanmayan hiç bir malda hayır yoktur. Bilgiçlik taslayarak gurura kapılanlarda hayır olmadığı gibi, Allah (c.c) için yaptıklarında insanların kınamasından endişeye düşenlerde de hayır yoktur" (Kuşeyri Risalesi, İstanbul 1978, s. 3, 7).

Müminler bütün söz ve fiillerinde Allah (c.c)'ın rızasını gözetmek zorundadırlar. Eğer insanların hoşlarına gitmek niyetiyle amelde bulunurlarsa, kendi kendilerini helâk ederler. Nitekim Uhud savaşında Müminlerin en önde savaşanlarından birisi de Kuzman idi. Medine'deki hurmalıklarını korumak niyetiyle savaştığı için, Cehennemlik olmuştur (İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, Beyrut 1969, IV, 342). Hz. Peygamber (s.a.s)' şöyle buyurmaktadır: "üç hususta müslümanın kalbi hıyanet edemez: Allah için ihlâs ile amel yapmak, İslâm devletinin yöneticilerine samimiyetle öğüt vermek ve İslâm cemaatı ile birlikte olmak" (İbn Mace, Mukaddime, 18)

İhlâsın zıddı riya ve gösteriştir. Bu da insanı şirke sürükler. Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Şüphesiz Cenab-ı Allah sadece kendisi için ve kendisinin rızası için olmayan bir amelden başkasını kabul etmez" (en-Nesâî, cihad, 24).

Şâmil İA.yi
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Amellere Kıymet Kazandıran Şey; Niyet ve İhlas



Amellere Kıymet Kazandıran Şey; Niyet ve İhlasYüce Rabbimiz, insanları, kendisini tanısın ve ibadet etsin diye yaratmıştır. Ancak bu surette insan, sorumluluktan kurtulacak, dünya ve ahirette mutluluğa erecektir. Yalnız bu sorumluluklar yerine getirilirken temel kriter, niyet ve ihlastır. Yapılan işte karşılık, niyet ve ihlasa göre verilmektedir.
Yapılan ibadet ve güzel amelde niyet, sadece Allah'ın rızasını kazanmak, Allah Teâlâ'nın farzlarını yerine getirmek, haramlarından sakınmak olmalıdır.


Sadece insanların takdir ve teveccühünü kazanmak veya hem Allahın rızasını hem de insanların takdirini kazanmak düşüncesiyle yapılan ibadet ve amellerin Allah katında hiçbir kıymeti yoktur.

Rabbü'l Alemin, Kur'an-ı Kerim'de "Halbuki onlara, dini yalnız O'na has kılarak ve hanifler olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de işte budur." (Beyyine, 5) buyurarak müslümanlardan dinin, yalnızca, ihlasla, samimiyetle yaşananının kabul edileceğini bildirmiştir.


Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi Ve Sellem de şöyle buyurmuştur:
"Ameller niyetlere göredir ve her amel edene niyetine göre karşılık vardır." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Trimizi)
"Nice güzel görünüşlü ameller, bozuk niyet sebebiyle reddedilir..."

"Nice kimseler yataklarında öldükleri hâlde, niyetlerinden dolayı şehidlik mertebesini kazanırlar." (Ahmet b. Hanbel)
"Kim bir borcu vermemek niyetiyle alırsa o kimse hırsızdır."

Allah Rasûlü Aleyhissalatü Vesselam Tebuk seferine çıkarken beraberindeki ashâbına şöyle demiştir:
"Bazı kimseler, özürlerinden dolayı Medine'de kaldılar. Bunlar, attığımız adımların, yaptığımız masrafların, çektiğimiz sıkıntı ve açlığın sevabına ortaktırlar. Çünkü onlar da samimî olarak bizimle birlikte çıkmak isterlerdi." (Buharî, Ebu Dâvûd)



Günahların hükmü ise niyete göre değişmez. Haram hiçbir suretle helâl olmaz.

Seleften bir zat şöyle demiştir
"Mübâh işlerimde (oturup kalkmak, yemek içmek gibi yapılmasında sevap, terkinde günah olmayan işler), hatta yemek, içmek, uyumak gibi zorunlu hâllerimde de ibadet niyeti getirmekten hoşlanıyorum." Çünkü, ibadet niyetiyle bütün mübâh işler, zorunlu hâller ve sıradan âdetler ibadete dönüşürler... Mubahlar sevap depolarıdır. Himmeti ve maksadı ahiret olan kimseler, bunları ibadet niyetiyle sevap hazineleri hâline getirme fırsatını kaçırmazlar."

Bu konuda son devrin büyüklerinden Abdülhakim Hüseyni Hz. de şöyle demiştir:
"Bir kimse, -memur, işçi, patron her kim olursa olsun- sabah evinden çıkmaya hazırlanırken içinden şöyle bir niyet etse ;
'Ya rabbi sen rezzakı mutlaksın, tüm yaratıklarının rızkını verirsin. Ancak rızık aramayı üzerimize vacip kılmışsın. Ya rabbi işte senin bu emrini yerine getirmek için evimden çıkıyorum.'

O kişi, akşam evine dönünceye kadar sürekli camide namaz kılan kişinin ecri gibi sevap alır."

Hikmet ehli bir zat demiştir ki; Gösteriş ve sohbet uğruna ibadet eden kimse, para kesesine çakıl taşı doldurarak pazara çıkan kimseye benzer. Kendisini görenler "Bu adamın ne dolu kesesi var" derler. Ama bir şey almak istese, kesesindeki çakıl taşlarına karşılık kendisine kimse bir şey vermez.


İhlasta ölçüyü gösteren çok önemli bir hadisi şerif:

Ukbe bin Müslim bir ara Medine'de kalabalık arasında birine rastlar. Kim olduğunu sorunca, Ebu Hureyre olduğunu öğrenir. Yaklaşıp "Allah aşkına, bana bir hadis naklet." der.
Ebu Hureyre Hazretleri "Otur da nakledeyim." der. Ebu Hureyre Radiyallahu Anh bir süre hüngür hüngür ağladıktan sonra bayılır. Kendine gelince "Tamam nakledeceğim." der. Fakat yine hüngür hüngür ağlamaya başlar.

Uzunca bir süre sonra susar ve şu hadisi şerifi nakleder:
"Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz buyurdular ki:
"Kıyamet günü ilk çağrılacaklar, Kurânı ezberleyen biri, Allah yolunda öldürülen biri ve bir de çok malı olan biridir.

Allah Teâlâ Hazretleri Kurân okuyana:
"Ben, Resûlüme inzal buyurduğum şeyi sana öğretmedim mi?" diye soracak. Adam: "Evet yâ Rabbi!" diyecek.
"Bildiklerinle ne amelde bulundun?" diye Rabb Teâlâ tekrar soracak.
Adam: "Ben onu gündüz ve gece boyunca okurdum" diyecek.
Allâhu Teâlâ Hazretleri: "Yalan söylüyorsun!" diyecek.
Melekler de ona: "Yalan söylüyorsun!" diye çıkışacaklar.
Allahu Teâlâ Hazretleri ona: "Bilakis sen, "Falanca Kur'an okuyor" densin diye okudun ve bu da söylendi" der.
Sonra, mal sahibi getirilir. Allah Teâlâ Hazretleri:
"Ben sana bolca mal vermedim mi? Hatta o kadar bol verdim ki, kimseye muhtaç olmadın?" der. Zengin adam, "Evet yâ Rabbi" der.

"Sana verdiğimle ne amelde bulundun?" diye Rabb Teâlâ sorar.
Adam: "Sıla-i rahimde bulunur ve tasadduk ederdim" der.
Allâhu Teâlâ Hazretleri:"Hayır, bilakis sen: 'Falanca cömerttir' desinler diye bunu yaptın ve bu da denildi" der.
Sonra Allah yolunda öldürülen getirilir. Allah Teâlâ Hazretleri:
"Niçin öldürüldün?" diye sorar.

Adam: "Senin yolunda cihadla emrolundum. Ben de öldürülünceye kadar savaştım" der.
Hakk Teâlâ ona: "Yalan söylüyorsun!" der. Ona melekler de:"Yalan söylüyorsun!" diye çıkışırlar.
Allah Teâlâ Hazretleri ona tekrar: "Hayır, bilakis sen: 'Falanca cesurdur' desinler diye düşündün ve bu da söylendi" buyurur.

Sonra (Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ebû Hüreyre'nin dizine vurup): "Ey Ebû Hüreyre! Bu üç kimse, Kıyamet günü, cehennemin, aleyhlerinde kabaracağı Allah'ın ilk üç mahlûkudur!" dedi.
"Şüfey der ki: "Ben Ebû Hüreyre'den aldığım bu hadisi, Hz. Muâviye'ye haber verdim. Bunun üzerine: "Böylelerine bu muâmele yapılırsa, insanların geri kalanlarına neler yapılır?" dedi ve Hz. Muâviye şiddetli bir ağlayışla ağlamaya başladı, öyle ki helak olacağını zannettim. Derken bir müddet sonra kendine geldi, yüzündeki (gözyaşlarını) sildi. Ve şunları söyledi:

"Allah ve Onun Resûlü doğru söylediler:
'Dünya hayatını ve onun zinetini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tastamam veririz. Onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte âhirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zâten yapmakta oldukları da bâtıldır' (Hûd 15-16). [Müslim, İmâret 152, (1905); Tirmizî, Zühd 48, (2383); Nesâî, Cihâd 22, (6, 23, 24).]


Amellerin sevapları gibi, kalbi etkilemeleri de bu ölçüye göredir.

Bütünüyle hâlis olan ameller, kalbin nurunu çoğaltır ve ondaki Allah ve ahiret sevgisini arttırır.
Bütünüyle dünyevî ve nefsanî gaye ve maksatlara dayanan ameller ise, kalbin ışığını söndürür ve ondaki yüce duyguları öldürüp süflî duyguları canlandırır.

Hiç şüphe yoktur ki, dünyanın helâlına talip olmak meşrudur. Ancak, Allah Teâlâ için yapılan amelleri buna âlet etmek câiz değildir.

Bu sebeple, ihlâs sahibi kimseler, yaptıkları amellerden dünyaya ait bir fayda temin etmeyi düşünmek şöyle dursun, iradeleri dışında hasıl olan bu kabil faydalara üzülürler ve bu faydaların ahiretteki sevabın yerine geçme ihtimalinden korkarlar.

Çünkü kıyâmet gününde bazı kimselere şöyle denir:
"Siz nimetlerinizi dünya hayatınızda tükettiniz ve onlarla safa sürdünüz. Bugün size sadece hakaret ve azap vardır..." (Ahkâf, 20)


Mü'minin tavrı :

Mü'min, her hal-ü kârda kendisini riya tehlikesi karşısında görür, bu tehlikeye karşı dikkatli ve uyanık davranır ve buna rağmen, kendi nefsini riyakârlıkla, amelini de riya karışmış olmakla itham eder.
Ancak, o, ortada yeterli delil bulunmadıkça ve özellikle kendisini ilgilendirmeyen konularda başka mü'minleri riyakârlıkla itham etmeye kalkışmaz. Çünkü bu türlü bir itham doğru değilse iftiradır; doğru ise, ortada ciddî bir delil bulunmadığı için su-i zandır. Bunların ikisi de günahtır.
Onun için, mü'min kendi nefsinin kötülüklerini, başkalarının ise iyiliklerini görür. Münafık ise tam aksine sürekli kendisini temize çıkarır, başkalarını itham eder.

Riya sayılmayan Durumlar:

Bir gün sahabilerden biri Peygamber Aleyhissalatü Vesselam Efendimize gelerek "Ya Rasulallah, ben bir amel işliyorum. Fakat onu gizli tutmama rağmen açığa çıkıyor, duyuluyor. Duyulunca da bu durum hoşuma gidiyor. Bu amelden dolayı sevap kazanabiliyor muyum?


Peygamber Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz bu soruya şöyle cevap veriyor: "Sana bu amelin karşılığında 2 sevap var. Biri o güzel ameli işlediğinden dolayı, biri de başkalarına örnek olduğundan dolayı."
Allah, insanların kalplerini ihlasla amel edenlere çevirir.


Rabbül Alemin, bizlere amellerimizi ihlas ve güzel niyetle taçlandırmayı nasip etsin. Amin.
Abdullah KESKİN
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Niyette İhlas /Sâdık Dânâ


CENNETLİK ADAM


Enes b. Malik radıyallahu anh'den:
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular:
Şimdi size cennetliklerden bir adam çıkagelecektir.


Bir de baktık ki, Ensardan, abdest suyu sakalından damlayan ve ayakkabılarını sol eline asmış bir adam çıka geldi. Ertesi günü olunca Rasülü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem yine evvelki gibi söyledi. Bu adam gene birincide olduğu gibi çıkageldi. Üçüncü günü Rasülü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz aynı sözü tekrar etti. Yine aynı adam ilk hali gibi çıka geldi. Rasülü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem kalkınca Abdullah bin Amir o adamı takip etti ve dedi ki:


Ben babamla münakaşa ettim. Üç gün onun yanına girmeyeceğime yemin ettim. Eğer sen beni bu zaman zarfında yanına alıkoymağı muvafık görürsen öyle yap. Adam:

Olur, dedi.

Enes radıyallahu anh dedi ki: Abdullah sözüne devamla şöyle anlatıyor:

Üç geceyi onunla bir arada geçirdik. Fakat gece kalktığını görmedim. Ancak sabah namazına kadar uyandıkça Allahü Teala'yı zikretti ve tekbir getirdi. Abdullah dedi ki:

Onun hayırdan başka bir şey söylediğini işitmedim. Üç gün geçince sanki onun amelini küçük görür gibi dedim ki:

Ey Allah'ın kulu, babam ile benim aramda bir ayrılık ve ihtilaf vâk'i değildir. Fakat Rasülü Ekrem'in senin için üç kere (Şimdi size cennetliklerden bir adam çıka gelecektir) dediğini işittim. Üç def'asında da sen çıka geldin. Amelini anlamak için senin yanında kalmak istedim. Böylece sana uymak istedim. Fakat büyük bir amel işlediğini görmedim. Seni Rasûlü Ekrem Efendimizin söylediği mertebeye ulaştıran nedir? dedim.

Dedi ki:

Şu gördüğünden başkası değildir. Ben dönünce bana seslendi ve dedi ki:

O senin gördüğün şeyden başkası değildir. Ancak ben müslümanlardan hiç bir kimseye kalbimde bir hile ve kin tutmam ve Allah'ın verdiği her hangi bir hayırdan dolayı hiç bir kimseye asla hased etmem.

Bunun üzerine Abdullah:
İşte seni bu dereceye ulaştıran budur, dedi.

Rasülü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular:

Amellerin kıymeti niyetlere göredir. Herkesin niyeti ne ise eline o geçer.( Had is-i Şerif)

"Üç şey vardır ki bunlardan kimse kurtulamaz. (Diğer rivayette "az kimseler kurtulur" şeklindedir) Bunlar kötü zan, uğursuzluk saymak ve hased yani çekememezliktir. Şimdi bunlardan kurtuluş çarelerini size öğreteyim: Kötü zanna kapıldığın zaman, üzerinde durup da iç yüzünü araştırma. Uğursuz diye bildiğin bir şey ile karşılaştığın zaman aldırış etmeden işine devam et. Hased ettiğin kimseye karşı haddi aşma." (îhya-u Ulûmiddin tercümesi, C.3 sh. 421)
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
HİCRETTE NİYET



Rasûlü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular:

"Amellerin sıhhati ancak niyetlere göredir. Herkese ancak niyet ettiğinin karşılığı vardır. Artık kimin hicreti Allah ve Rasülüne müteveccih ise, hicreti de Allah ve Rasûlünedir. Kimin hicreti de kavuşacağı dünya (malı) yahut nikahlanacağı kadın için (yapılmış) ise, hicreti de (Allah ve Rasülünün rızası için değil) göç ettiği şeyedir." (Tergib ve't-Terhib, C.S, sh. 297).

"İşlerinizi ihlas ile yapınız. Zira Allah ancak kendisi için halisane olarak yapılanı kabul eder.. (Feyz ül-Kadir)


İbn-i Abbas radıyallahu anh'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Bir adam gelip "Ey Allah'ın Rasülü, ben hem Allah rızasını hem de derecemi (n halk tarafından bilinmesini) dileyerek (bir işi yapmağa) durduğum oluyor" dedi. Rasülü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem: bir cevap vermedi. Nihayet şu mealdeki ayet-i kerime indirildi:
"Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit ve (arzu) ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbına ibadete (hiç bir kimseyi ve hiç bir şeyi) ortak tutmasın." (Sûre-i Kehf: 110) (Tergib ve Terhib)


Rasûlü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular:

"(Müslümanlar hakkında) iyi zan beslemek, kulluk (vazifelerinin) güzel olmasındandır." (Feyz ül Kadir)

"Sizden hiç biriniz, Allahü Teala ve Tekaddes hazretleri hakkında güzel zanda bulunmadıkça ölmesin." (Feyz ül Kadir)
 
Üst