Kendini Mehdi Sananlar!

yozgati

Well-known member
İslam tarihi boyunca çeşitli İslam ülkelerinde mehdilik iddiasında bulunanlar veya kendini mehdi zannedenler çok olmuştur. Bunları tarih kitapları kaydetmiştir. Biz zamanımızda zuhura gelen iddiaları Risale-i Nur açısından yazmaya çalışacağız.

Geçmiş asırlarda dinsizlik bu seviyede artmamışken dahi Müslümanlar mehdiyi beklemişlerdir. Zaman zaman da ortaya mehdi diye çıkanlar olmuştur. Fakat bu suni ve heveskâr çıkışlar çok da ma’kes bulmamıştır.

Zamanımızda ise 20. asrın başlarından itibaren hem “Büyük Deccal”, hem de “İslam Deccali-Süyfan”ın hemzaman olarak geçtiğimiz asrın ilk çeyreğinden itibaren fikren ve idareten ateizm ve dinsizlik icraatına başlamaları ve inananların maruz kaldığı akıl almaz zulüm ve baskılar “Mehdi” ihtiyacını doğurmuştur. Hem de ahirzamanda en büyük hidayete vesile olacağı bildirilen “Büyük Mehdi” yi beklemişlerdir. En büyük dinsizlikler Birinci Cihan Harbinin bitmesinden 1917-1918’den sonra ortaya çıkmıştır. Hem dünya çapında etkili olan Büyük Deccal, hem de İslam merkezi olan Osmanlı’nın yıkılmasıyla etkili olan İslam Deccalı ortaya çıkmıştır.

Bediüzzaman Hazretlerinin 1926’da Isparta/Barla’da giriştiği ve ömrünün sonuna kadar devam eden hizmet-i imaniye ve Kur’aniyesi bu ihtiyaç için Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla bir harekettir ve Mehdi ihtiyacının karşılanmasıdır. Fakat Risalelerde, Bediüzzaman Hazretleri kendiyle başlayan bu hizmetin artık bir şahıs tarafından değil bir şahs-ı manevi tarafından tamamlanacağını ve devam edeceğini beyan etmektedir.


Bu manaya işaret eden mektublarından en önemlisi 1947-1948 lerde Afyon/Emirdağ’ında yazdığı bu mektubdur. Şöyle ki:



“Aziz, sıddık kardeşlerim!



Evvelâ: Nur’un ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: Nur’un hâlis ve ehemmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak âhirzamanda gelen Âl-i Beyt’in büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat’î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezaddır, herhalde hallini istiyoruz.



Ben de bu zâtın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve tevil lâzım:



Birincisi: Çok defa mektublarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Âl-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cem’iyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak.” (Emirdağ Lahikası-l sh: 265)



Bu sualde belirtilen; “onların elinde bir hakikat ve kat’i hüccet var” denilen mana Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nuru netice veren Mehdiliğidir.


“Sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun” denilen mana ise; Mehdiliğin siyaset aleminde, geniş dairede, İslam dünyasında, insanlık alemindeki vazifelerinde bizzat kendisi bulunmayacağı, birinci vazifenin itmamıyla birlikte ikinci, üçüncü vazifelerin şahs-ı manevisiyle yapılacağı hakikatıdır.


Hal böyleyken bazı zatlar, etrafında teşekkül eden bir guruba da güvenerek kendisinin mehdi manasında geniş dairede vazifeli zat olduğuna inanmaktadır.



Yirminci asırda (yani: 1900-2000 yılında ve kıyamete kadar devam edecek zamanda) bilhassa fen ve felsefeden ileri gelen dehşetli dinsizlik maddiyyunluk ve tabiatperestlik tehlikesine karşı Mehdi ile başlayan mücadele, geniş dairede yani siyaset ve sosyal hayat dairesinde de devam etmektedir ve daha da edecektir.



Üstad Hazretleri bu hakikatı 1934’de şöyle ifade eder:






“Kadîr-i Küll-i Şey, bir dakikada bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek, semanın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları da izale edip hakaik-i şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.” (Lem’alar sh: 105)






Cenab-ı Hak memleketin başına gelen maddi-manevi bozuk havayı, kavgasız gürültüsüz müsbete çevirebilir. Bu düzelme fıtri seyri içinde ve memleketi idare edenlerin gerçeği görmeleriyle olacağını müjdelemektedir. Said Nursi Hazretleri, ta o zamanlarda dahi devleti ele geçirme veya yönetme gibi duygular ve emeller taşımamaktadır. Ne diyor:




“Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.” Allah’a şükürler olsun ki, Hz.Bediüzzaman’ın duası kabul olmuştur. Bugün Başbakanımızın, Cumhurbaşkanımızın, bakanlarımızın ve mebuslarımızın akılları başlarındadır ve kalbleri imanlıdır. Ekser Nur Talebelerinin icmaı da bu yöndedir.






MEHDİYETİN İKİNCİ VAZİFESİ



Bediüzzaman Hazretleri geniş daire, yani sosyal hayat ve siyaset hayatında dahi mehdinin vazifesi olduğunu beyan etmektedir. Fakat buradaki hizmetler siyaset yoluyla olacaktır. Fakat bu hizmetlerde maddi, siyasi güç ve ekser halkın desteklemesi lazımdır. Yani ekser demek yüzde ellinin üstünde demektir. Bu gerçeği de şöyle ifade eder:



“İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.”



İşte bu noktada bu makama iştihalı olan zatlar çıkmaktadır. Yani Bediüzzaman dindar zemini hazırladı biz de bu zeminden istifade edelim. Bu ikinci, üçüncü vazifenin vazifedarıyız demektedirler. Hatta esas mehdilik budur, maddi güç ve kuvvet ve kadro bizdedir demektedirler. Bunlar yıllardır bu sahada tahşidat yapmaktadırlar. Bugün ortaya çıkan ve “Paralel yapı” diye nitelenen hareketin temel yapısı buradan hareketle davranmaktadır. Onun için hedeflerine ulaşmak için her yolu mübah sayabilmektedirler. Yani kendilerinin Allah tarafından bu vazifeye tayin edildiklerine inanmaktadırlar. Bu kadar pervasız, rahat hareket etmeleri bu anlayıştan kaynaklanmaktadır. Bu yapıları tanımak neler yapabileceklerini bilebilmek için bu noktarın bilinmesinde fayda vardır. İşin içine bir de rüyalar, hayali menkıbeler girdi mi tamamdır. Hal böyle olunca vay bunların karşısına çıkanların haline (!)



Bediüzzaman Hazretleri bazı insanların kendini özel vazifeli zannettiklerini şöyle ifade eder:



“Hem ben müteaddid insanları gördüm ki, bir nevi Mehdi kendilerini biliyorlardı ve "Mehdi olacağım" diyorlardı. Bu zâtlar yalancı ve aldatıcı değiller, belki aldanıyorlar. Gördüklerini, hakikat zannediyorlar. Esma-i İlahînin nasılki tecelliyatı, Arş-ı A'zam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var ve o esmaya mazhariyet de, o nisbette tefavüt eder. Öyle de mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velayet dahi öyle mütefavittir. Şu iltibasın en mühim sebebi şudur:



Makamat-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdi vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve kutb-u a'zama has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır'ın bir münasebet-i hâssası olduğu gibi, bazı meşahirle münasebetdar bazı makamat var. Hattâ o makamlara "Makam-ı Hızır", "Makam-ı Üveys", "Makam-ı Mehdiyet" tabir edilir.



İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz'î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebetdar meşhur zâtlar zannediyorlar. Kendini Hızır telakki eder veya Mehdi itikad eder veya kutb-u a'zam tahayyül eder. Eğer hubb-u câha talib enaniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları, şatahat sayılır. Onunla belki mes'ul olmaz. Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u câha müteveccih ise; o zât enaniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahrden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarîk-ı haktan sapar. Çünki büyük evliyayı, kendi gibi telakki eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira nefis ne kadar mağrur da olsa, kendisi kendi kusurunu derkeder. O büyükleri de kendine kıyas edip, kusurlu tevehhüm eder. Hattâ enbiyalar hakkında da hürmeti noksanlaşır. ” (Mektubat sh: 447)




Bu risaledeki bahis zamanımızın hadiselerine tam bakıyor. Türkiye’ye büyük sıkıntı çıkaran zatın durumunu tam görmüş gibi bahsediyor. Fakat Üstad hazretleri bu zatların durumu için “sukut eder” hatta “tarik-i haktan sapar” gibi kelimelerle tavsif etmektedir.


İSLAM BİRLİĞİNE SEBEB OLACAK PARTİ



Hatta biz öyle bekliyoruz ki, Avrupa Hrıstiyanları, Amerika milletleri, Rus’ya konfedarasyunu gibi biz Müslümanların da birliği olsun. Böyle birlikler hakikatta bizim malımız. Şimdi Müslümanların dünya çapında böyle birlikleri yok. Bu durum dünya dengesini bizim aleyhimize bozmaktadır. Bizim dahili mücadelelerimiz bitse İslam Birliğine yoğunlaşacağız ve en kısa zamanda bu birliğin teşekkülüne çalışacağız. Siyasilerimizin hedefi de bu İslam Birliği olmalıdır. İslam birliğine gitmek için bizim bir partiye teveccühümüzün asgari oranı yüzde altmış-yetmiş olmalıdır. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:



“İttihad-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemeğe, belki siyaseti dine âlet etmeğe çalışabilir. ” (Emirdağ Lahiksı-ll sh: 162)




ALDANAN ŞAHISLAR VE GURUPLAR!


İşte bugün ortaya çıkan ve “F.Gülen cemaati” denilen gurup ve reisleri kendilerini ve hizmetlerini Bediüzzaman Hazretlerinin işaret ettiği;



“Evet bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. ” (Kastamonu Lahikası sh: 189) diye ifade ettiği bir görüşe dayandırdığı anlaşılmaktadır.



Burada beyan edilen “birer müceddid” Risale-i Nurun üç devresi iken, bu malum gurup, hocalarını ve kendi hizmet tarzlarını bu mehdiyet ve müceddidiyet zannediyorlar hataya düşüyorlar. Bu “Gülen gurubu” hakiki vazifedar Risale-i Nuru da tahrif etmişler ve aslını bozarak değiştirerek yayınlamışlardır. Bunların makamperestliklerinden istifade eden gizli İslamiyet düşmanları, İslamın elinde elmas kılınç olan Risale-i Nurları bunların eliyle kudsiyetini bozarak tahrif etmek emelini güttükleri ayan beyan ortadadır. Hatta yıllardır besledikleri bu menhus emellerini gerçekleştirmek için, Risale-i Nur’un üç değerli kitabın tahrif ederek, değiştirerek yayınlamışlardır.



Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un üç devresini beyan ederken dahi iman hizmetine nisbetle geniş dairedeki hizmetlerin geri olduğunu beyan eder. Bu husustaki ifadesi aynen şöyledir:


“Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.” (Kastamonu Lahikası sh: 189)


Kaldı ki bu malum gurubun bu yaptıklarının hakikatlarla uzaktan yakından alakası yoktur. Sadece basit sapkın bir anlayışın neleri yanlış anladığını anlatmak istedik.



MEHDİYETİN ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ (DEVRESİ)





İman Kur’an hizmeti olarak başlayan bu Risale-I Nur hizmeti, inşallah geniş dairede İslam dünyası ve bütün müslümanlar için İttihad-ı İslamı netice verecektir. Risale-I Nurlar bir proğram olarak tatbik edilecektir.

Bediüzzaman Hazretleri 1910-11 yıllarında doğudaki aşiretlere meşrutiyetin faydalarını anlattığı zaman der ki:




“Belki inşâallah o görüş, yüz sene sonra Nurların ektiği tohumların sünbüllenmesi ile aynen o geniş daire Nur dairesi olacak.” (Münazarat sh: 106)


Yani o yıllarda hal ve zaman müsade etmese de yüz sene sonra yani 2010-11 den sonra meşrutiyetin güzellikleri görünecek diyerek istikbalden müjde verir.



Yine Emirdağında iken yazdığı mektubunun gelecek devrenin bir bölümünü yani İttihad-ı İslam devresini anlatırken der ki:




“Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur'aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanunları bir derece ta'tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt'in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.” (Emirdağ Lahiksı-l sh: 267)


Bu üç vazifenin tarifi ve hizmetleri anlatılırken deniyor ki; Amerika’dan, Avrupa’dan değil ittihad-ı İslam yardımı ile İslam alemindeki bütün alimlerin ve velilerin ve dini hizmetlerin hamilleri ve Efendimizin (a.s.m.) neslinden olanların katılımıyla bu hizmetlerin yapılacağı beyan edilir. Bu durumda bu “Gülen hareketi” nin Risalelerde beyan edilen İslam dünyasını istikbaliye ilgili bahisler ve müjdelerle alakası yoktur.


Mehdiyetin en önemli hizmeti iman hizmetidir. Siyaset yoluyla yapılan hizmetler makbul olmakla birlikte iman hizmetine nisbetle geridir. Bu esas risalelerde değişmez kaidedir. Şöyleki


“Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar.

O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes'ul değiller. Çünki ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hattâ eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur'u aynı o âhirzamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, tevil lâzımdır:




Birincisi: Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller, fakat hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder, belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir, belki bir şan ü şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zâtlar, Mehdi olacağım diye dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat herbiri üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibariyle, âhirzamanın Büyük Mehdi ünvanını almamışlar.” (Emirdağ Lahiksı-l sh: 267)



Üç vazifenin üçü de Mehdi’nin tasarrufundadır. Fakat birinci vazifenin devamı ve ikinci, üçüncü vazifelerin ilgililer tarafından yapılacağı aşikardır.




Mehdinin üç vazifesinden birinci vazifesine yani iman hizmetine kimsenin diyeceği yok. Herkes bu noktada müttefik. İman hizmetinin tesirini ve vazifedarlığını herkes kabul ediyor. Fakat ikinci, üçüncü vazifelere talipli çok var(!) Üstad hazretlerinin “hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında” diye ifade ettiği devreyi makamperest zatlar kendisinin temsil ettiğini sanıyorlar.



Üstad Hazretleri “şimdi de çok safdil ve makamperest zâtlar, Mehdi olacağım diye dava ederler” diye ifade edilen manayı bu hoca gurubu hocalarında ve kendi hizmetlerinde görüyorlar.



Zaten şimdilerde bilmiyoruz; fakat doksanlı yıllarda Zaman gazetesinin iç sayfalarında haftada bir yayınlanan “Fasıldan Fasıla” sayfalarında bu meseleleri hep işlediler. Hayatın bütün sayfalarına girilmesi gerektiğini, devletin bütün kurumlarında vazife almalarını daha neler neler yazıldı çizildi. Bu makamlara kendilerini hazırladılar yok “adanmış ruhlar” yok bilmem ne hizmetleri neler neler!



Elhasıl: Memlekette maddi manevi sıkıntılara sebebiyet veren bu hadise inşaallah çabuk neticelenecek ve müsbete dönecektir. Burada biraz şaşalanmasının sebebi, bu şahsa ve teşkil ettiği guruba ekseriyet uzun zamandır ses çıkarmamıştır. Bizim gibi kemmiyeten küçük Nur talebelerinin ikazları da ya fazla makes bulmamış ya da mevzi kalmıştır. Yoksa bu hareket ta 1972’de organizeli hareket etmeye başlamıştır. Bu hareketin lideri Hoca Zat, merhum Mustafa Sungur ağabeye 1972 de demiştir ki: “Ağabey! Beni sizin bu hizmet tarzınızdan affedin. Ben bundan sonra sizlerin klasik Nur Hizmetlerinden farklı bir yol izleyeceğim.” Bunu merhum Sungur Ağabey 1990’da Zaman gazetesinde Şemsettin Nuri imzasıyla yayınlanan Risalelerin sadeleştirmesi gerekir mealinde yazı yazdıkları zaman Üstadın varisleri cevap için toplandıklarında anlatmıştı.


Mesela bu zat 70’li yıllarda dine hürmetkar AP gibi MC gibi hükümetlerin göz yummasıyla gençlerle İzmir’in Buca/Kaynaklarında, Edremit/Kaz Dağlarında İzmir/Kemalpaşa dağlarında kamplar kurmuş açıktan farklı bir hizmet tarzı ortaya koymuştur. Halbuki Risale-i Nur’un müsbet iman hizmeti hiç bu tarzlara muvafık değildir. Gençler, milletin her kademesindeki insanlar nurlarla muhatap olduğu halde hiç böyle bir metod Nur Mesleğinde yoktur. Fakat bazı Nur talebeleri bile bu zatın bu tarz faaliyetlerine ses çıkarmamışlardır.



Yine bizlerin 1975 lerde yaşadığı bazı hadiseler var ki, o zamanlar bu Hoca Zatı İzmir ve çevresi dışı fazla tanımıyordu. Bir kardeşimiz vardı. 1972’de Nurculuktan beraber hapse girmiştik. Tahliye olunca babası gelip İzmirden alıp Turgutlu/Kasaba’ya götürmüştü. Sonra o kardeşimizin yanına İzmir’den Hocanın yanında kalanlardan gelmişler, uzun sohbetlerden sonra Hoca’nın ahirzamanda ümmetin kurtuluşuna hizmet edecek olan beklenen Mesih-İsa olduğunu söylemişler. Tabi ki kendilerince ikna edici deliller de sunmuşlar! Sonra o kardeşimiz İzmir’e bizim yanımıza geldiği zaman İsa (as) ile alakalı bilgiler sormaya başlayınca, bizim büyüğümüz olan Abi ile özel görüşmede itiraf etti. Sonra İzmir’in çeşitli mahfillerinde konuşulunca bu mesele Hoca’nın kulağına gitmiş. Abimizle Hoca görüşmesinde Hoca’ya “senin yanında kalanlar senin İsa-Mesih olduğunu etrafa yayıyorlar tebliğat yapıyorlar” deyince , hoca bu faaliyeti yapanlardan rahatsız olmak yerine bizlerden rahatsız olmuştur. “Niye bunu söylüyor deşifre ediyorsunuz” manasında tepkisini böyle koymuştur. Daha sonra o propaganda yapanları ve öyle inananları baştacı etmeye yanında tutmaya devam etmiştir.


Bir başka meselede İslam’ın yüksek şahsiyetlerine bakışıdır. Yine bir zaman 1975 veya 76 olabilir Urfa’dan bir misafirimiz gelmişti. Kendisi alim bir Nur Talebesi. Şimdi kamuoyunun tanıdığı bir isim Abdülkadir Badıllı ağabeydir. Bize misafir geldi. Bir gün dedi ki: “Ben Hoca’yı ziyaret etmek istiyorum, beni ona götürün. ” Biz pek istekli olmadığımız halde onun ısrarı karşısında peki dedik. Biz İzmir/Üçyol’da Hoca’da o sıra az ilerimizde İzmir/Nokta durağında idi. Badıllı Ağabey, Üstadın Isparta hizmetçilerinden Vahşi Şaban abi adıyla bilinen abi ve bizler dört kişi Hoca’nın dairesine vardık. Bizi karşıladılar ve salona aldılar. Badıllı ağabey onlara dedi hocaya haber verin, isimlerimizi verdi. Salonda beklemeye başladık. Bekle bekle gelen giden yok. Badıllı abi rahatsız olmaya başladı. Adamlarına bir-iki çıkıştı. Gelen giden yok! Nihayet hoca çıktı geldi. Bir iki hoşbeşten sonra yemek hazırlamışlar.

Meşhur maklube yemeği geldi. Yer sofrasına hoca ile beraber oturduk. Badıllı ağabey yemeğe tuzla başlamak için tuz istedi. Tabi durum hocayı rahatsız etti. “Niye tuzla başlıyorsun” diye sordu. Badıllı abi sünnet olduğu için dedi. Hoca, yemeğe tuzla başlamanın sünnet olduğu hakkında sahih hadis olmadığını söyledi. Badıllı abi İmam-ı Gazali Hazretlerinin İhya-ı Ulum-id Din kitabına atıf yapınca Hoca dedi ki, “İmam-ı Gazali muhaddis değildir. ” Badıllı abi de “Üstad Bediüzzaman Hazretleri İmam-ı Gazali için Hüccet-ül İslam diyor” diye mukabele edince hoca fazla ileri gitmedi ve mesele kapandı. Fakat soğuk bir hava oldu kısa sürede oradan ayrıldık. Dışarı çıktığımızda Badıllı ağabeyin daha öfkesi dinmemişti. Bunun üzerine beraber olduğumuz İzmir’li ağabey dedi ki: “Ben daha önce de hocadan duydum ki dedi: “Ben İmamı-ı Şafi zamanında yaşasaydım onu verdiği fetvaların çoğundan tenkid ederdim. ”


Bunlar çok kısa notlarımızdır. Yani bu zat kendisini bir yerlerde gördüğünü anlatmak içindir. İmam-ı Şafi gibi müçtehidlere, İmam-ı Gazali gibi müceddidlere laf söyleyebildiğine göre.. Eh! kendisinin konumunu nerde görüyor acaba?



Mesela bu yetkiyle(!) Ahmed Ziyaeddin-i Gümüşhanevi Hazretlerinin eşsiz mecmuası olan üç ciltlik ‘Mecmuat-ül Ahzab’ dua kitabında tasarruf yaparak tek cilde indirmiş ve Kulub-ud Daria ismiyle neşretmişlerdir. İçindeki dualara da müdaheler vardır. Kimse ses çıkarmadığı için öylece kaldı. Yine Son devrin en güzel Kur’an tefsirlerinden olan Elmalılı Tefsirini de sadeleştirmiş olarak Zaman Gazetesiyle vermişlerdir. Bu sadeleştirme aslının özelliklerin bozmuştur. Yani bir nevi tahriftir.

En son Kur’an’ın elmas kılıncı olan Risaleleri tahrif etmeye değiştirmeye teşebbüs etmişler ve şimdi de bilfiil uygulamaya koymuşlardır. Fakat unuttukları bir şey vardır ki; Cenab-ı Hak ‘imhal eder fakat ihmal etmez’ bir kaidedir. Yani mühlet verir, verir ama katiyyen ihmal etmez. Silsile-i Nur’un en kudsi Nur Risalelerine iliştiği için tümünün hesabını birden görmektedir. Bu gurubun sadece siyasi değil, bu sahalarda yaptıkları tahribatı da görmek lazımdır ki süratle bu tahribatlar tamir edilsinler. Ta ki, maddi manevi belalardan kurtulabilelim.
 
Son düzenleme:
Üst