Ateist bir kardeşimiz le alakalı

Siyah Sancak

Yeni Üye
selamun aleyküm hocalar üstadlar yeni kayıt oldum. size soru sormak istiyorum nereye açacağımı bilmeden buraya yazdım. umarım kusura bakmazsınız.hocalarım üstadlarım şimdi bir atesit arkadaş var ve bana soru soruyor biraz da kazık biz buna öyle bir cevap vermeliyiz ki ya susmalı yada müslüman olmalı

Sorular (atesit)
sana Kur'ânla ilgili birkaç bişey gönderiyorum.


-Peygamberin kiminle evlenip kimi boşayacağı gibi gereksiz konulardan bahsetmesi.
-kuranın bir yerinde "ak" denilen bir konuya daha sonra "kara" denmesi.
-konularda çok sayıda gereksiz tekrar olması.
-evlat edinmenin yasaklanması (niye?)
-nahl 101 (biz bir âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman -ki allah neyi indireceğini gayet iyi bilir- onlar peygamber'e, "sen ancak uyduruyorsun" derler. hayır, onların çoğu bilmezler.)
-tebbet suresinde ebu leheb'e lanet edilmesi.
-kitabın edebi bir değerinin olmaması. konudan konuya atlaması. başının sonunun belli olmaması. bu kitap bir yayıncıya basılması için gönderilmiş olsa edebi yetersizlikten dolayı hemen reddedilirdi.
-ilk ayetin "oku" olmasına rağmen muhammed bin abdullahın okuma öğrenmemesi veya okuma bilmediğinin iddia edilmesi.
-kadınların ikinci sınıf insan olması.
-ibrahim peygamberin çocuklarının sayısının ve isimlerinin bir türlü doğru düzgün verilememesi.
-ibrahim peygamberin çocuğunu kurban etmeye çalışmasının takdir edilmesi.
-inanmayanların öldürülmesinin teşvik edilmesi.
-çok fazla sayıda ve olmayacak şeyler üzerine yemin edilmesi.
-her şey için bir, bilemedin iki şahit yeterli olurken, zina için penisin vajinaya girdiğini, aradan ip geçmediğini gören 4 şahit gerekmesi. bu şahadetin olabilmesi pratikte mümkün mü?
-tanrının varlığı için hiç bir müsbet delil gösterilmemesi. bu yüzden kafası iyi çalışan, gerçeklere her zaman şüpheyle bakan, bilimsel akla sahip olan insanlar tanrının varlığını görememesi. sanki tanrı "müsbet bir delil göstermeyeyim, herşeyi müphem bırakayım, bunlar (kafası çalışan şüpheciler -skeptikler) inanmasın, ben de onları cehenneme atayım. her lafa inanan tipler de cennete gidiversin." diye düşünüyor.
-dinin önce bir kasabaya gönderilmiş olması, daha sonra işler büyüyünce evrensel olduğunun iddia edilmesi.
-kitaptaki ifadelerin farklı yorumlanmaya çok müsait olması.
-geldiği zamana göre devrimsel değişiklik getirecek ahlaki ve sosyolojik değişiklikler içermemesi. (demokrasi, insan hakları, köleliğin kaldırılması vb...)
-cennetteki ödüllerin çok kısıtlı olması (yiyecek-içecek, seks. başka?)
-insanların yaptıkları sonlu sayıda hata yüzünden cehennemde sonsuz işkenceye maruz kalması.
-islam dışı kişilerden erkek olanlarının öldürülmesinin, mallarının gasp edilmesinin, karısına tecavüz edilmesinin, karısının ve çocuklarının köle yapılmasının normal karşılanması.

ayetler vol 1 (Ahzab 50)

Ey Nebî (Peygamber)! Muhakkak ki Biz, ecirlerini (mehirlerini) verdiğin zevcelerini ve elinin (altında) malik olduğun, Allah'ın ganimet olarak sana verdiği (cariyelerini) helâl kıldık. Ve seninle beraber hicret eden amcanın kızları, halanın kızları, dayının kızları, teyzenin kızları ve nefsini Nebî (Peygamber) için hibe eden ve Nebî'nin (Peygamber'in) de onu almak istediği mü'min kadınları, (diğer) mü'minler hariç, sana özel olarak (helâl kıldık). Onlara (diğer mü'minlere) zevceleri ve ellerinin (altında) malik oldukları (cariyeleri) konusunda neyi farz kıldık, Biz biliriz. (Bu), senin üzerine bir zorluk olmaması içindir. Ve Allah, Gafûr'dur (mağfiret eden), Rahîm'dir (Rahîm esmasıyla tecelli eden).


Muhammed bunları yazarken karımla yalnız kalamayacağım diye misafir istememiş bunu yazmış (ahzab 53)

Ey âmenû olanlar (Allah'a ulaşmayı dileyenler), size izin verilmedikçe Nebî'nin evlerine girmeyin! (Girmişseniz oyalanıp) yemeğin pişmesini beklemeyin. Fakat davet edildiğiniz zaman girin. Yemeğinizi yeyince hemen dağılın ve sohbet etmek istemeyin, söze dalmayın (izinsiz konuşmayın). İşte bu durum gerçekten Nebî'ye eziyet oluyordu. Fakat sizden hayâ ediyordu (utanıyordu). Allah, haktan hayâ duymaz (gerçeği açıklamaktan çekinmez). Onlardan (Peygamber Hanımları'ndan) bir şey sorduğunuz zaman perde arkasından sorun. Bu, sizin ve onların kalpleri için daha temizdir. Allah'ın Resûl'üne eziyet etmeniz ve bundan sonra O'nun zevcelerini nikâh etmeniz ebediyyen (helâl) olmaz. Muhakkak ki bu, Allah'ın katında çok büyük (günahtır).


Birde bişey sorabilir miyim hurma ağacı senin halan desem bana ne dersin?


evet hocalarım böyle mesaj atmış ve cevaplarsan müslüman olacağım diyor bende sizin cevabınızı bekliyorum.bu arkadaşımıza hem fikhi hemde kuranın elmas kılıncıyla öyle bir cevap vermeliyiz ki tam oturmalı cevaplarınız bekliyorum saygıdeğer üstadlarım hocalarım :)

bizzat risale i nur ve fıkıh ile cevaplanırsa sevinirim. 2 yere en uygun yerine alıması istiyorum bu mesajın
 

Huseyni

Müdavim
Ve aleyküm selam değerli kardeşimiz, hoşgeldiniz.

Soruları baştan sona okudum ve çoğunun bilgisizlikten sorulmuş sorular olduğunu gördüm. Ki zaten bu genelde yaşadığımız ve gördüğümüz bir sorun. Yani öyle sorular var ki önce soruyu düzeltmekle başlamamız lazım cevaba. Mesela bir örnek vereyim..

"Peygamberin kiminle evlenip kimi boşayacağı gibi gereksiz konulardan bahsetmesi." İşte burda evlilik bahsi için gereksiz konu demiş. Halbuki bugün bitip tükenen evliliklerin, kısa süren beraberliklerin, ihanetlerin vs. en birinci sebeblerinden birisi, bu tavsiyelere kulak asılmamasındandır.. O yüzden önce sorudaki "gereksiz konular" kısmını düzeltmek lazım ki soruya cevab verilsin. Soru "Peygamber (a.s.m) bizim kiminle evlenip, kimi boşayacağımızdan neden bahsetmiş" olsa, daha düzgün olurdu. Bunu şu yüzden izaha mecbur hissettim kendimi. Zira ateistlerin birçoğunda soruyu yanlış sormak gibi bir adet hakim. Böyle olunca da sağlıklı bir sonuç çıkmayabiliyor ortaya.

Bir de bizim bu şahsa ne cevab verirsek verelim, hidayeti verecek Allahtır. Ebu Cehil gibi insanlar kaç kez mucize istemiş ve müslüman olacağına dair söz vermiş ve bu mucizelere bizzat şahitlik ettiği halde, ebu cehil olarak bu dünyadan göçüp gitmiştir. Biz bu noktada bu şahsa duacı olmak durumundayız. Ve elden geldiğince sorularına cevab vericek kardeşlerimiz olacaktır inşaallah.

Bir diğer konuda burdaki soruların çoğunun cevabı Risale-i Nurda vardır. Sohbetlere gelmeyi reddetmemesi halinde sohbetlere götürebilirsiniz. Bu konularla ilgili verilmiş hazır cevabları görsel olarakta araştırıp bulmanız mümkündür.

Ve hayatını İslama göre tanzim edenlerin hali, bu sorulara verilecek en güzel cevabtır. Görsünler; kim bu dünyada daha huzurlu yaşıyor ve kim kıymetsiz, değersiz, başıboş, amaçsız, gayesiz yaşıyor..
 

faris

Well-known member
Kur’an’daki kıssalar arası farklılıkların sebebi nedir?

Huseyni de ifade ettiği gibi sorduğu soruların, soru olabilmesi için meselelere çok hakim olmak gerekir, aksi takdirde sorudan çok tenkide hatta inkara dair mana ifade edilmekte. Her neyse bu bütün soruların cevabı elhamdülillah veririrz. Sorular düzenlenerek nakledilmiştir. Yok ben onu sormuyorum başkasını soruyorum denirse sorusunu anlaşılır ve soru kalıbına uyacak şekilde ifade etmesini rica ederiz.

[DIKKAT]-kuranın bir yerinde "ak" denilen bir konuya daha sonra "kara" denmesi.[/DIKKAT]

[BILGI][h=1]Kur’an’daki kıssalar arası farklılıkların sebebi nedir?[/h]
[h=2]Sorunun Detayı[/h]a) Araf suresinde Bakara suresinde Hicr suresi olması gerekiyor şeytanın secde etmekten neyin alıkoyuyor sorusuna verdiği cevapların farklılıkları nasıl açıklanabilir? b) Zariyat suresinde ve Hud suresinde Hz. İbrahim’e gelen gelen meleklerin aynı konu ama farklı diyalogları, bir yerde Hz. İbrahim’in eşi ayakta ve gülüyor, bir yerde çığlık atıyor, bir yerde melekler direk kendini tanıtırken, bir yerde sonradan tanıtıyor, bir yerde Hz. İbrahim’e bir çocuk müjdelediğini söylerken bir başka yerde İshak’tan sonra Yakub’u müjdeledik diyor. c) Hz. Musa kıssasında da mana itibariyle değişik olmasa da kelime itibariyle değişiklik var. Bu konuyla ilgili bir iki cevap verildi ama pek tatmin edici değil. İnşallah bilgilerinizle aydınlatırsınız. Allah razı olsun.




[h=2]Değerli kardeşimiz;[/h]




a) Bu farklı ayetlerde söz konusu edilen farklı ifadeler birbirine ters düşmez. Bilakis, bunlar birbirini tamamlar mahiyettedir. Kur’an çok veciz konuştuğunda sözün serdedildiği yere göre ilgili olayın farklı yönlerini seslendirmiştir.

Mesela: “O vakit meleklere: “Âdem‘e secde edin!” dedik. İblis dışındaki bütün melekler secde ettiler. İblis bunu yapmadı, kibrine yediremedi ve kâfirlerden oldu.” (Bakara, 2/34) mealindeki ayette iblisin secde etmemesinin altında yatan asıl sebebin kibir olduğu vurgulanmış, kibir hasletinin bazen sahibini küfre götürecek kadar çirkin olduğuna işaret edilmiştir.

Kibrin bu korkunç akıbetine dikkat çeken İslam alimleri: “Kaynağı kibir olmayan her günahın bağışlanma ihtimali vardır. Ancak kaynağı kibir olan günahların affı çok zordur.” yargısına varmıştır.

- “Sizi Biz yarattık, sonra size şekil verdik. Peşinden de meleklere: “Haydi, hürmet için secde edin Âdem’e!” dedik. Onların hepsi hemen secde ettiler, yalnız İblis dayattı. Secde edenlerden olmadı. Allah buyurdu: “Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde etmene mani nedir?” İblis: “Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sen beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından yarattın. “Çabuk in oradan!” buyurdu Allah, “Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!” (Araf, 7/11-13) mealindeki ayette ise, secdeye engel olan kibrin kaynağının “yaratılış menşei olan ateş unsuru” olduğuna işaret edilmiştir.

Bu ayette, varlıkların kendi kesp ve kazançları olmayan bir hususla övünüp böbürlenmelerinin büyük bir haksızlık ve ahmaklık olduğuna işaret edilmiştir. Bu ayette böylece, insanlara -intisabında hiç bir dahilleri olmayan soyları-soplarıyla, aşiret-kabileleriyle, fizikî güzellikleriyle övünmelerinin gerçekte bir maskaralık olduğuna dikkat çekilmiştir.

- “(Allah:) Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir, dedi. (İblis:) Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim, dedi.” (Hicr, 15/32-33) mealindeki ayetlerde ise, Araf suresinde, Hz. Adem’in menşeinin “çamur”olduğuna kısaca temas edilmiştir. Burada ise, bu çamurun “kuru ve şekillenmiş kara balçık” özelliklerine işaret edilmiştir.

- Ayrıca, Araf suresindeki kıssada; şeytan, kendi menşei olan ateş unsuruna dayanarak, çamurdan yaratılan birine saygı göstermeyeceğini bildirmiştir. Yani şeytan güya hem kendisinin büyüklüğünü hem de karşı tarafın küçüklüğünü seslendirmiştir. Hicr suresinde ise, şeytan, kendi menşeine değil, sadece Adem’in menşeine vurgu yapmıştır.

Demek ki, burada başkasını hor-hakir görmenin de kişiyi telafisi mümkün olmayan kötü sonuçlara götürebilirliğine vurgu yapılmıştır.

b) Hz. İbrahim ile ilgili ayetlerin mealleri şöyledir:

“Bir zaman da elçilerimiz İbrâhim’e varıp onu müjdelemek üzere “Selâm sana!” dediler. O da: Size de Selâm!” deyip çok kalmadan, elinde nefis, güzelce kızartılmış körpe bir dana getirip ikram etti. Ama misafirlerinin ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onların bu hali hoşuna gitmedi ve onlardan kuşkulandı, kalbine bir korku girdi. “Korkma!” dediler. “Çünkü biz aslında Lût kavmini imha etmek için gönderildik. Bu sırada hanımı da, hizmet için ayakta durmuş, onları dinliyordu. Bunu işitince gülümsedi. Biz de onu İshak’ın, onun peşinden de Yâkub’un doğumu ile müjdeledik.” (Hud, 11/69-71)

“Sahi! İbrâhim’in şerefli misafirlerinin gelişlerinden haberin oldu mu?

Onlar yanına varınca: “Selâm!” dediler. O da: “Size de Selâm!” diye cevap verdi, ama içinden: “Bunlar tanımadığım kimseler, hayırdır inşaallah!” dedi.

Onlara yemek getirmek için gizlice ailesinin yanına geçti ve semiz bir dana kebabı getirdi. Önlerine koyup “buyurmaz mısınız?” diye ikram etti. O sırada onlardan yana içine bir korku düştü. “Korkma!” dediler ve ona büyüdüğünde âlim olacak bir çocuklarının dünyaya geleceğini müjdelediler. Evin öbür köşesinden bunu duyan eşi, elini yüzüne vurarak: “Vay başıma gelene! Ben kısır bir koca karı iken mi doğuracağım!” diye çığlık attı.” (Zariyat, 51/24-29)

- Bu konuda şunları söylemek mümkündür:

1) Her iki ayette de Hz. İbrahim’e gelen meleklerin önce tanınmadığına işaret edilmiştir.

2) Çocuklarının olacağını işiten hanımı: bir ayette “gülümsedi” diyor, diğerinde“çığlık attı” diyor. Aslında meallerde “çığlık attı” olarak geçen ifadenin aslı:“KALE=Dedi ki:” şeklindedir.

Bu ayetlerden birinin tasvirinde, Hz. İbrahim’in eşi, verilen çocuk müjdesinden dolayı seviniyor ve bu sevincini “Gülümseme” ile gösteriyor. İkinci ayette ise, müjdeyi duyan kadının yaşlı halini düşünüp bunun nasıl olacağına dair hayretini, şaşkınlığını ifade etmiştir.

Tekrar edelim: meallerde “Çığlık” kelimesinin ayet metninde yeri yoktur. Bu, Türkçe’de, sesli bir şekilde söylenen bir husus biraz daha dramatize edilmiştir.

Bunu şunun için söylüyoruz: Burada birbirine zıt gibi görünen iki durum yoktur: bir yandan sevincinden gülen, diğer yandan üzüntüsünden çığlık atıp feryat eden bir kadın yoktur. Bilakis, aynı anda iki ruh halini yaşayan bir kadının durumuna dikkat çekilmiştir. Bir yandan, yaşı ilerlemesine rağmen eskiden beri beklediği bir çocuğun müjdesini işitmekten duyduğu sevinç; diğer yandan bu işin olağanüstü bir durum olduğunu düşünerek “bu nasıl olur?” diyerek şaşkınlığını gizlemeyen bir ruh hali söz konusudur.

3) Ayetlerden birinde isim verilmeden sadece “bir çocukları olacağına” dair bir müjde, diğerinde ise, isim verilerek bunun İshak olduğuna vurgu yapılmıştır. İsmin verildiği ayette müjdeyi pekiştirmek, sevinci daha da arttırmak için İshak’ın da bir oğlu olan Yakub da müjdelenmiştir.

Aslında, Hz. Yakub, Hz. İbrahim’in oğlu değil, torunudur. Burada ondan da söz edilmesinin bir hikmeti, İshak neslinin devam edeceğine işaret etmek içindir. Ve Hz. Yakub’un zikredilmesinde herhangi bir terslik de yoktur.

c) Hz. Musa kıssası, Kur’an’da bir belagat modeli görünümündedir. Sözün makamına göre, bazen daha uzun, bazen daha kısa; bazen olayın bir-iki parçasına, bazen daha fazla pasajlara yer verilmiştir.

Özellikle Arapça’da bir konuyu farklı üslupla ifade etmek bir tefennün sanatı olarak görülen güzel bir edebi vechedir. Belagatin bütün çeşitlerini ihtiva eden Kur’an’da bu tefennün sanatına da yer verilmiştir. Îcaz ve Itnab denilen veciz veya uzun uzadıya konuyu detaylandırmak da bu sanatın içindedir.

Kur’an, beşeri eserler gibi sadece bir maksadı, bir gayeyi takip etmiyor. Bilakis, Allah’ın sonsuz ilminin bir tezahürü olduğu için Kur’an’da aynı kıssada, aynı ifadede pek çok maksat takip edilir. Bu farklı maksatlara işaret edilirken, aynı konu farklı bir üslupla ele alınır, farklı olarak ifade edilir. Hz. Musa kıssasını anlatan ifadelerin farklılığı, bu farklılıktan ileri gelir.

Risale-i Nur’daki ifadelerin ışığında Hz. Musa’nın kıssasını şöyle açıklayabiliriz:

1) Asâ-yı Musa gibi çok hikmetleri ve faideleri bulunan kıssa-i Musa'nın (as) ve sair enbiyanın kıssalarının defalarca değişik ifadelerle tekrarında, risalet-i Ahmediyenin hakkaniyetine bir delil gibi sunulmuştur. Bütün enbiyanın nübüvvetlerini hüccet gösterip onların umumunu inkâr edemeyen, bu zâtın risaletini hakikat noktasında inkâr edemez hikmetiyle -farklı kelimlerle, farklı ifadelerle, farklı üsluplarla- ders verilmiştir. (Asa-yı Musa ( 69 )

2) Kur'an’da çok tekrar edilen kıssa-i Musa Aleyhisselâm'ın cümleleri ve cüz'lerinin her bir cümlesi, hatta her bir cüz'ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor.” (Sözler, 401 )

3) Kıssa-i Musa gibi bazı hâdisat-ı cüz'iyenin tekrarı, o hadisenin büyük bir düsturu tazammun ettiğine işarettir. (Mesnevi-i Nuriye, 128 ) Aynı hadiseyi aynı ifadelerle aktarmak usanç verdiğinden, farklı ifadelerle tefennün edilmiştir.
İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an’da İsrail Oğullarına neden çok yer verilmiştir? Musa aleyhisselamın kıssası, Kur'an'da neden çok tekrar edilir?
Hz. Musa (as) ve Firavun kıssasından çıkarmamız gereken dersler.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet










[/BILGI]
 

faris

Well-known member
Kur'an-ı Kerimde çok sayıda ayetleri tekrar etmek

[DIKKAT]-konularda çok sayıda gereksiz tekrar olması.[/DIKKAT]

[BILGI]"Evet, ihtiyacın tekerrürüyle tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevap olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek,.." Devamıyla izah eder misiniz?

"Evet, ihtiyacın tekerrürüyle tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevap olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek, dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak ve zerrattan yıldızlara kadar bütün cüz'iyat ve külliyatın tek bir Zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu ispat edecek ve kâinatı ve arzı ve semavatı ve anâsırı kızdıran ve hiddete getiren nev-i beşerin zulümlerine, kâinatın netice-i hilkati hesabına gazab-ı İlâhîyi ve hiddet-i Rabbâniyeyi gösterecek hadsiz ve nihayetsiz ve dehşetli ve geniş bir inkılâbın tesisinde, binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i'caz ve gayet yüksek bir belâgat ve mukteza-yı hâle gayet mutabık bir cezâlettir, bir fesâhattir."(1)

Allah’a isim ve sıfatları ile iman etmek, öldükten sonra dirilmek, kıyamet, hesap günü, insanın sorumlulukları gibi hayati ve önemli konuları, insanların kalp ve kafasına nakşetmek ve anlatmak için, bu konulara dair delil ve ifadeleri tekrar tekrar ifade etmek -haşa- boş ve lüzumsuz bir tekrar değildir. Evet Kur’an’ın, böyle hayati ve önemli konuları insanlara ders vermek için ısrarla ve titizlikle vurgulaması yerinde ve ihtiyaca binaendir.
Nasıl açlık tekrar ettiği için, yemek de onunla beraber tekrar ediyor ve bu insana bir usanç ve bıkkınlık vermiyor ise; Kur’an’ın imana dair temel konuları da insan için ekmek ve su gibidir, ne kadar tekrar edilse insana usanç vermediği gibi fayda temin ediyor.
Çok büyük ve hayati olan bir meseleyi, birkaç cümle ve kelime ile ifade edip üzerinde durmadan ve vurgu yapmadan geçmek, edebi açından da bir kusurdur. Kur’an böyle hayati konular üzerinde çok tekrar ve vurgu yapmasına rağmen, halen anlamakta ve iman etmekte zorluk çekenlerin bulunması meseleye işaret ediyor.

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Onuncu Mesele.


Kaynak: Sorularla Risale
[/BILGI]
 

faris

Well-known member
Evlatlık, evlat edinme, yuvadan çocuk almak konusunda bilgi verir misiniz?

[DIKKAT][-evlat edinmenin yasaklanması (niye?)/DIKKAT]

[BILGI]

Evlatlık, evlat edinme, yuvadan çocuk almak konusunda bilgi verir misiniz?


Sorunun Detayı


Evlatlık alınan bir çocuk büyüdüğünde üvey annesine yabancı oluyormu.Ve bunun giderilmesi için dini hüküm nedir?

Değerli kardeşimiz;

Evlat edinme, bir başkasının çocuğunu kendi ailesi içine katma âdeti, tarihin her devrinde tatbik edilen bir husustur. Bilhassa İslâmdan önceki Cahiliye Devrinde bu âdet daha yaygındı. İsteyen kimse, seçtiği herhangi bir kimseyi öz çocukları arasına katarak onu evlatlık aldığını ilân ederdi. Aldığı çocuğa “Sen benim oğlumsun, ben sana vârisim, sen de bana vârissin” diyordu. Böylece, o çocuk öz oğlu sayılıyordu. Ailenin bir ferdi olduğu gibi, aynı zamanda aile fertlerinin sahip olduğu hak ve vazifelere de ortakoluyor, ailenin ismini alıyordu. Evlatlık edinen kimse bu çocuğun babası sayılıyordu. Evlât edinenin hanımı da, çocuğun annesi yerine geçiyordu. Oğlanın hanımı da bu babanın gelini kabul ediliyor, dolayısıyla, boşandıktan sonra gelini ile evlenmesi mümkün olmuyordu.

Peygamberimiz de (a.s.m.) Zeyd bin Haris'i kendisine evlâtlık olarak almıştı. Hz. Zeyd küçük yaşta köle olarak satılmış, Hz. Hatice deonu satın almıştı. Daha sonra onu Peygamberimize hediye etti. Hz. Zeyd, Peygamberimizin hizmetinde bulunuyordu. Babası ve amcası, kurtarma akçesi karşılığında onu Peygamberimizden istemeye geldiler. Peygamberimiz Hz. Zeyd’i serbest bıraktı. Fakat Zeyd, Peygamberimizi baba ve amcasına tercih ederek onun yanında kalmayı kabul etti. Bundan sonra Peygamberimiz onu kölelikten azad etti. Hazır bulunan cemaata hitap ederek, “Şâhit olunuz, Zeyd benim oğlumdur, ben onun vârisiyim, o da benim vârisimdir” buyurdu. Bunun üzerine babası ve amcası memnun olarak ayrıldılar. Bundan sonra Hz. Zeyd Peygamberimizin evlâtlığı olmuştu. Artık “Muhammed’in oğlu Zeyd” diye çağrılıyordu. (Üsdü’l-Gâbe, 2: 225)

Hak din gelince, Cahiliye devrinde yapılan ve uygulanan âdet ve alışkanlıklar birer birer değişiyor, insanlara meşru olan yol gösteriliyor bâtıl ve haksızlıkların yerini hak ve adalet esasları alıyordu. Cahiliye âdetlerinden birisi de o zamanki uygulanış şekliyle evlâtlık müessesesiydi.

İnsan tabiatına aykırı düşen bu uygulamayı Cenab-ı Hak hem açık emirle, hem de Peygamberi üzerinde fiilen tatbik etmekle kaldırdı.

Bu konudaki âyetin meali şöyledir:

“Allah, evlâtlıklarınızı oğullarınız gibi tutmanızı meşru kılmadı. Bunlar, sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir. Allah ise gerçeği söyler ve doğru yola O eriştirir. Onları (evlât edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın. Allah yanında en doğrusu budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin. Yanılarak yaptıklarınızda size vebal yoktur.” (Ahzab Sûresi, 4-5)

İşte bu âyet-i kerime ile evlâtklık âdeti kaldırılmış oldu. Meşru olmayan bu âdet haram kılındı. Çünkü, evlâtlıkla ne hakiki bir evlat olunur, ne de evlâtlık edinen kişi gerçek bir baba olur.

Bu yasaklama ve “Sen benim oğlumsun” demekle hiçbir çocuğun gerçek bir evlât olmadığı hususunda Peygamberimize Allah’ın emirleri bildirildi. Evlâtlığın boşadığı hanımın “babalık” tarafından nikâhlanmasının meşru sayıldığı açıklandı. (Ahzab Sûresi, 37)

Evlâtlık müessesesinde şu mahzurlar bulunduğu için dinimizde yasaklanmıştır. Önce meşru olmayan bir yolla başkasının çocuğunu kendi evlâdı yerine getirerek haksız ve sahte bir muamele yapılmaktadır. Yabancı bir çocuğu evlât kabul etmek fıtratı değiştirmektir. Mukaddes olan nesil meselesini tahrif etmek, çocuğun asıl ana babasının unutulmasına sebep olmaktır.

İkinci olarak, bu çocuk büyüyünce aile içerisinde mahremiyet hususlarına riayet edilmeyecektir. Tesettür, bakma ve temas gibi durumlara uyulmayacaktır. Oğlansa ailenin bütün kadınlarıyla bir arada bulunacak, kızsa ailenin bütün erkekleriyle birlikte yaşayacaktır. Halbuki, ister kız olsun ister oğlan; evin hanımı annesi olmadığı gibi, o ailenin akrabası da evlâtlığın ailesi sayılmaz, bir yabancıdan farksızdır. Bunlar büyüyünce aile içinde bulundukları müddetçe devamlı haramla yüz yüze bulunacaklardır.


Başka bir mahzur da, evlâtlık olarak alınan çocuk mirasa ortak olacaktır. Böylece daha yakın akrabalar kısmen veya tamamen mirastan mahrum kalacaklardır. Hakları çiğnenen mirasçılar bu çocuğa bir düşman gözüyle bakacaklardır. Çünkü, evlâtlık hakikatta miras hakkına sahip değildir.

İşte bütün bu mahzurlardan dolayı dinimiz evlâtlık almayı tavsiye etmemiştir. ancak, bahsi edilen bu evlâtlık meselesinden ayrı olarak, insanın bir yakınının, bir dostunun çocuğunu himayesine alması, kimsesiz ve yetim bir çocuğu alıp evlâdı gibi onu sevmesi, ona yedirmesi, içirmesi, onu terbiye edip okutması bir fazilettir. Fakat, bu durumda da onu kendisine tescil etmemesi, evlât haklarını ona devretmemesi, mahremiyet meselesine dikkat etmesi icap etmektedir. Ancak, kişi isterse, hayatta iken malının bir kısmını o çocuğa bağışlayabilir. Veya ölmeden önce malından bir miktar verilmesini vasiyet edebilir. Nitekim, Peygamberimiz bir çok hadislerinde kimsesiz çocuklara ve yetimlere bakanlara Cenneti müjdelemiştir. (Müslim, Zühd: 42)

Sonuç:

Bu konunun üç önemli özelliği vardır:

1- Evlat edindiğimiz çocuk kız olursa babalığa, erkek olursa analığa mahrem olacağı için beraber yalnız kalma ihtimaline göre caiz değildir. Bu konu süt emzirmekle çözülebilir. Bir bayan iğne yaptırarak göğsünden süt getirtirse bu sütü bebeğe içirerek süt anne olabilir. Ancak kocası süt baba olamaz. Bu sebeple bir bebeği evlatlık olarak almayı düşünenler, başka da çocuğu yoksa evlat edineceği bu çocuğun erkek olması isabetli bir karar olacaktır. Kız olursa mahremiyetten doğan sıkıntılar oluşur.

2- Evlatlık alanlar, çocuğun esas anne ve babasının vereceği şefkat ve göstereceği merhameti gösteremeyebilirler. Bu açıdan çocuğun gerçek anne ve babasından mahrum bırakma sorumluluğu vardır. Bu da çocuk açısından önemli bir durumdur. Ancak kimsesiz çocuklar için bu sakınca olmayabilir.

3- Evlat edinen ailelerin kalacak mirasları bu çocuğun olacaktır. Halbuki, o miraslar akrabalara kalması gerekirdi. Bu da başkasının hakkının evlatlığa verilmesi demektir ki caiz değildir. Bu konuda bir çözüm olarak gerçek mirasçılarla helalleşilir ya da evlatlık mirastan kanunen mahrum bırakılarak çözüm aranabilir.

Bu üç sebepten dolayı evlat edinmenin doğru olmadığını söyleyebiliriz. Bu üç engeli de dini açıdan çözebilirsek evlat edinmek inşallah haram olmaz.

İlave bilgi için tıklayınız...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet[/BILGI]
 

faris

Well-known member
"Sen Kur'an'ı unutmayacaksın" anlamındaki ayet, "Sana unutturursak" ayetine göre nası

[DIKKAT]-nahl 101 (biz bir âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman -ki allah neyi indireceğini gayet iyi bilir- onlar peygamber'e, "sen ancak uyduruyorsun" derler. hayır, onların çoğu bilmezler.)[/DIKKAT]


[BILGI]"Sen Kur'an'ı unutmayacaksın" anlamındaki ayet, "Sana unutturursak" ayetine göre nasıl anlaşılmalıdır?


Sorunun Detayı

Düşünsenize güya Allah Mekke Dönemi´nde onlarca ayet gönderiyor unutmayacaksın diyor.Medine döneminde ise ayetler unutulunca sen üzülme biz sana daha iyisini getiririz eskisini iptal ederiz diyor. MEKKE DÖNEMİNDE İNEN BİR AYET Bu ayete benzer çok ayet var ALA SURESİ 6. AYET Sana Kuranı okutacağız ve sen onu unutmayacaksın. MEDİNE DÖNEMİNDE İNEN AYETLERDEN BAZILARI BAKARA SURESİ 106. AYET Biz bir ayet hükmünü iptal eder ya da unutturursak, ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz. Bilmez misin, Allah kesinlikle her şeye Kadir´dir. NAHL SURESİ 101. AYET Biz bir Ayeti değiştirip yerine başka bir Ayet getirdiğimiz zaman kafirler Peygambere, Sen ancak uyduruyorsun derler. Hayır, onların çoğu bilmezler. RAD SURESİ 39. AYET Allah, dilediği ayeti siler, dilediği ayeti de sabit kılıp bırakır. Kitabın aslı O nun yanındadır. Bir sitede bu ayetlere eleştiri gelmiş, haşa. İzah edebilir misiniz bunları. Unutma nasıl oluyor, hükümler nasıl değişiyor?


Değerli kardeşimiz;

Bir ayetin Allah tarafından unutturulması hususu Hz.Peygamber için bir noksanlık değildir. Hz. Muhammet (asm) gelen Kur’an vahyini ezberleme konusunda oldukça aceleci davranıyor, bir kelime veya harfi kaçırma korkusuyla Cebrâil vahyi henüz tamamlamadan tekrar etmeye çalışıyordu. Bu sebeple Resûlullah’a Kur’an okurken acele etmemesini emreden ve onu unutmayacağı konusunda güvence veren Kıyâme sûresinin 16-19. âyetleriyle “Bundan böyle sana Kur’ân okutacağız da sen unutmayacaksın. Ancak Allah’ın dilediği müstesna...” meâlindeki bu sûrenin 6. âyeti inmiştir.

- Bizim konuyu çok rahat anlamamız için, mealini verdiğimiz ayetin bizzat kendisine bakmak yeterlidir. Mekke’de indirilen bu ayette “Bundan böyle sana Kur’ân okutacağız da sen unutmayacaksın” ifadesinden sonra bunun istisnalarının olabileceğini ise “Ancak Allah’ın dilediği müstesna.” mealindeki ifadeyle ortaya konmuştur.

Sadece ayetin bu noktasına dikkat eden herkes bu ayet ile, bir ayetin nesh edilebileceğini, unutturulabileceğini ifade eden ayetler arasında hiç bir çelişkinin olmadığını kolaylıkla anlar. (bk. Taberi, Razi, İbn Kesir, ilgili ayetlerin tefsiri)

-Bu istisna cümlesini göz ardı etmek bektaşiliktir. Hani meşhur menkibedir: Bektaşinin birine sormuşlar “niye namaz kılmıyorsun” diye. O da cevap olarak: Allah Kur’an’da “namaza yaklaşmayın” demiyor mu? demiş. Karşı taraf ,“Yahu bunun ardından: “sarhoş iken” cümlesi de var, dediğinde ise, bektaşi“ Ben hafız değilim kardeşim, benim ezberim bu kadar, orayı bilmem” diye kendini savunmuş.

Bu tür bektaşilik yapanların akıbeti hüsrandır. Hiç kimse Allah’ın diniyle oynamaya kalkmasın. Mahşerdeki rezillik dünyanınkine benzemez.

Kur'an'da nesih yani hükmü değiştirilen ayetler konusu tefsir usulünün önemli konularından biridir. Neshedilen ayetlerin hangileri olduğu farklı alimlere göre değişmekte ise de bunlar ağırlıklı görüşe göre sayıları çok fazla değildir.


İlave bilgi için tıklayınız:

NESH, NESİH konusunda detaylı bilgi verir misiniz?


Kur'an'da bir ayette "Bir ayeti unutturur veya neshedersek."(Bakara, 2/106) başka bir ayette ise "Sana okuyacagız ve sen unutmayacaksın." (A'lâ, 87/6) deniliyor. Bu iki ayet arasında farklılık yok mu?


Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet[/BILGI]
 

faris

Well-known member
Tebbet Suresinde beddua edilmesi nasıl açıklanabilir?

[DIKKAT]
-tebbet suresinde ebu leheb'e lanet edilmesi.
[/DIKKAT]



[BILGI]Tebbet Suresinde beddua edilmesi nasıl açıklanabilir?


Sorunun Detayı

Öncelikle bu soruyu son derecede bir titizlikle cevaplandırmanızı rica ediyorum. Evet benim sorum ne zaman bir ateistle münakaşaya girsek bana hemen Tebbet suresini örnek veriyor ve “Kur’an'da Allah neden beddua ve lanet etmiştir?” diyor. Bu konuyu en ufak ayrıntılarıyla açıklarsanız googlede bunun cevabını arayan arkadaşlar bu cevabı okusunlar. Selametle..


Değerli kardeşimiz;

- Allah’ın, Tebbet suresinde kullandığı ifade, Ebu Leheb’in Onun elçisine yaptığı bedduanın aynıyla bir karşılığıdır ve ona iadesidir.

- Tebbet suresinde bir lanetleme yoktur. Lanet kelimesi hiç geçmemektedir. Sadece onun Hz. Peygambere “İki elin kurusun!” dediği için, buna bir karşılık olarak “Ebu Lehebin iki eli kurusun” denilmiştir. Bu husus Allah’ın elçisine sahip çıkmasının bir göstergesidir. Ancak bu cümleden sonra “ve Tebbe” (ve onun elleri gerçekten de kurudu/belasını buldu gitti) ifadesi gaybi bir haber olarak ortaya çıkmıştır.

İslam alimlerinin bildirdiğine göre, bu surenin inmesinden sonra, Ebu Leheb her gün malını-mülkünü, servetini kaybetmeye başladı. Huzur ve saadeti heder olmaya başladı. Ta ki, imansız ölerek cehenneme gitti.

- Tebbet suresi, Allah’ın elçisini su-i zanlardan kurtarma operasyonudur. Bilindiği üzere, Ebu Leheb, Hz. Peygamberi takip ediyor ve davasını anlatmak istediği herkese: “bu benim yeğenimdir, delinin tekidir, sözüne itibar etmeyin” diyordu. Allah, “amca” maskesini kullanarak elçisini zor duruma düşüren bu adamın maskesini düşürmüş ve bunun gerçekte büyük bir düşman olduğunu ve asla ona inanmayacağını belirtmiştir.

- Her devlet, aleyhinde propaganda yapan kimseleri çürütmek suretiyle kendi elçisine sahip çıkacağı gibi, Allah da bu amansız düşmanı çürütmek suretiyle elçisine sahip çıkmıştır.

- Kur’an’ın i’caz yönlerinden biri de gaybi haberlerdir. Tebbet suresinde Ebu Leheb’in Kâfir olarak ölüp cehenneme gideceği açık bir surette ifade edilmiş ve Ebu Leheb imansız ölmek suretiyle Kur’an’ın bu gaybî ihbarını fiilen tasdik etmiştir.

Mekke’de ilk inen surelerden biri olan Tebbet suresinde, Hz. Peygamber (a.s.m)’in amcası Ebu Leheb ve eşinin imana gelmeyeceklerine ve imansız ölüp cehenneme gireceklerine dair Kur’an’ın beyanı şüphe götürmez bir açıklıktadır.
Zaman bu sureyi tasdik etmiştir.

Şayet, onlar yalancıktan da olsa iman ettiklerini söyleselerdi, Hz. Muhammed (a.s.m)’in bütün davası sıfırlanırdı. Halbuki, o dönemde bunlar gibi daha pek çok İslam düşmanı vardı ve sonradan iman ettiler. Bunların da iman etmeyeceklerini Allah’tan başka kim bilebilir?

O zaman yine müthiş bir düşman olan fakat yıllar sonra müslüman olan Ebu Süfyan, Halid b. Velid, Amr b. As gibi adamlara böyle bir şey söyleseydi, elbette onun davası bir anda sona erecekti.

- Hz. Peygamber aile şerefinin ve kabilecilik taassubunun yaygın olduğu bir devirde, Velid b. Muğire, İbn Şeybe, İbn Utbe, Ebu Cehil gibi, en az Ebu Leheb gibi birer düşman olan yabancıları değil de, en yakını olan amcasını rencide etmesi, bu Kur’an’ın kendi malı olmadığı, Allah’ın kelamı olduğu, onun da rabinin emirlerini tebliğle mükellef bulunduğunun açık göstergesidir.

İlave bilgi için tıklayınız:
Kuran'da Allah neden beddua ve lanet etmiştir? Allah tebbet suresinde beddua etmiş midir?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet[/BILGI]
 

faris

Well-known member
Konudan konuya atlaması ?

[DIKKAT]-kitabın edebi bir değerinin olmaması. konudan konuya atlaması. başının sonunun belli olmaması. bu kitap bir yayıncıya basılması için gönderilmiş olsa edebi yetersizlikten dolayı hemen reddedilirdi.[/DIKKAT]


[BILGI]

"Kur’ân’ın en mühim fesahatini, siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor!" cümlelerinin geçtiği, şeytanın itiraz kısmını açıklar mısınız?

"Sûre-i قۤ وَالْقُرْاٰنِ الْمَجِيدِ i okurken, (...) Şu âyetleri okurken Şeytan dedi ki: “Kur’ân’ın en mühim fesahatini, siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan, tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan, muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur’ân’ın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selâset ve fesahat nerede kalır?”


"Elcevap: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın esas-ı i’câzı, en mühimlerinden belâğatinden sonra îcâzdır. Îcaz, i’câz-ı Kur’ân’ın en metin ve en mühim bir esasıdır. Kur’ân-ı Hakîmde şu mucizâne îcaz o kadar çoktur ve o kadar güzeldir ki, ehl-i tetkik, karşısında hayrettedirler. Meselâ, وَقِيلَ يَا اَرْضُ ابْلَعِى مَاۤءَكِ وَيَا سَمَاۤءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ الْمَاۤءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ kısa birkaç cümleyle Tufan hadise-i azîmesini netâiciyle öyle îcazkârâne ve mucizâne beyan ediyor ki, çok ehl-i belâğati, belâğatine secde ettirmiş."(1)

Selaset: Anlatıştaki kolaylık ve rahatlık. Açık, kolay, akıcı ve âhenkli ifade manalarına geliyor. Akıcı bir ifadede konu bütünlüğü ve anlaşılırlığı hakimdir, alakasız bir şekilde, konudan konuya atlamak selaset ile bağdaşmaz.

Fesahet: Sözün; lâfız, mâna ve âhenk itibariyle kusursuz olmasıdır. Diğer tâbirle, lâfızların söylenişinin tatlı, mânasının da söylenirken hemen zihne girmesidir. Bu keyfiyetlerin birincisi, kelime ve cümle âhengi ile, ikincisi de kullanan kimsenin kelime hazinesi ve seçme kudreti ile alâkalıdır.

Kur’an selaset ve fesahet açısından mucizedir. Yani selaset ve fesahetin zirvesinde bir üslup ve beyan kullanmıştır. Şeytan yukarıda verdiğimiz bazı ayetleri göstererek, "selaset ve fesahat bunun neresinde" diyerek, Kur’an ayetlerine şek ve şüphe atmaya çalışıyor. Şek ve şüphesine gerekçe olarak da, konudan konuya atlamasını örnek gösteriyor.

Halbuki beyan ve ifadenin en tatlısı ve güzeli; icazdır, yani az sözle çok şey anlatmaktır. Kur’an çok büyük aşamaları ve merhaleleri bir iki ayet ve cümle ile icaz edip, yani özetleyip diğer aşamalara intikal ediyor. Bu intikal aralarında bir boşluk, bir ahenksizlik değil, tam tersi bir tefekkür, bir yorum alanı oluşturuyor. Bu yüzdendir ki binlerce tefsir kitapları yazılmıştır.

Üstad, Kur’an’ın bu harika icazını örnekler vererek izah ediyor. Yani Kur’an ayetlerinde konudan konuya geçilmesi selaseti terk değil, icazın mucize oluşundandır. Buna en güzel örnek bu ayettir: "Ve denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut.' Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve 'Zalimler güruhu Allah'ın rahmetinden uzak olsun' denildi." (Hûd, 11/44.)

Çok büyük bir hadise bu kadar veciz ve öz ifade edilebilir.


Kur'an-ı Kerim'in; bir meseleden başka bir meseleye, konu bitmeden atlamasının hikmeti nedir? (Şeytanın Küçük Bir İtirazı)


(1) bk. Sözler, On Beşinci Söz, Şeytanın Küçük Bir İtirazı.
Sorularla Risale[/BILGI]
 

faris

Well-known member
Hz. Muhammed, neden “ben okuma yazma bilmem” diyor?

[DIKKAT]-ilk ayetin "oku" olmasına rağmen muhammed bin abdullahın okuma öğrenmemesi veya okuma bilmediğinin iddia edilmesi.[/DIKKAT]


[BILGI]Cebrail´in ilk vahyi getirdiğinde oku diye söylediği şeyin sırrı nedir? Vahyedilen ayeti okumasını söylüyorsa, Peygamberimiz Hz. Muhammed, neden “ben okuma yazma bilmem” diyor?


Sorunun Detayı

Cebrail´in ilk vahyi getirdiğinde oku diye söylediği şeyin sırrı nedir? Vahyedilen ayeti okumasını söylüyorsa, Peygamberimiz Hz. Muhammed, neden “ben okuma yazma bilmem” diyor?

Değerli kardeşimiz;

Hz. Peygamber(asm), inzivaya çekilmeyi âdet edindiği Hira mağarasında iken Ramazan ayının 27. gecesi (Pazar-Pazartesi) tan yerinin ağarmaya başlamasından az önce ufukta nurdan bir şekil görmüş; o zamana kadar hiç karşılaşmadığı bu nurânî varlığın (Cebrail) kendisine seslendiğini duymuştur.

Hz. Peygamber olayı şöyle anlatır: "Melek bana okumamı emretti. Kendisine okuma bilmediğimi söyledim. Beni kollarının arasına alıp kuvvetle sıktı; sonra 'Oku!' dedi. Ben yine, 'Okuma bilmem' dedim. Beni tekrar kollarımn arasına aldı, kuvvetle sıktı ve 'Oku!' diye tekrar etti. Ben yine 'Okuma bilmem' dedim. Üçüncü defa kollarının arasına alıp daha kuvvetlice sıktıktan sonra bıraktı ve şöyle dedi: 'Yaratan rabbinin adıyla oku; O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretmiştir" (bk. Buhârî, Bed'ü'I-vahy, 3; Müslim, İmân, 252)

Öncelikle ifade edelim ki, Peygamberimiz, ilk defa böyle bir olayla karşılaşıyor. Gecenin karanlığında garip bir şahıs ortaya çıkıyor ve “oku” diyor. Böyle bir durumda -okuma yazması olmayan- peygamberimizin “ben okumayı bilmem”demesinden daha tabii ne olabilir ki..!

Arapçada “ikra=oku" emri muhatap tarafından iki şekilde anlaşılmaya müsaittir:

Birincisi, yazılı bir metnin okunmasıdır.

İkincisi, hafızasında, ezberden okunmasıdır. Bu ilk vahiyde yazılı metin olmadığına göre “oku” emri muhatabın kendisine okunacak ayetlerin ezberlenmesine yönelik bir emirdir.

"Elbette bu Kur’ân Rabbülâlemin’in indirdiği bir kitaptır. Onu Rûhu’l-emin, uyaran nebîlerden olman için, senin kalbine açık ve vazıh bir Arapça ile indirmiştir." (Bakara, 2/192-195), ayetlerinde de buyurulduğu gibi, Kur'an-ı Kerim sözlü olarak Peygamberimizin kalbine inmekteydi ve onu ezber olarak bilmekteydi.

Bununla beraber, burada ki “oku” emri, yakın bir gelecekte peygamber efendimize vahiy olunacak ayetlerin yazılı bir metin olarak kaydedilmesine bir işaret ve bu emrin yerine getirilmesine dair bir manevî fermandır. Onun içindir ki, peygamberimiz kendisine inen her ayeti anında -katipleri vasıtasıyla- yazıya geçirmiştir. Bunun yanında kendisi de derhal ezberlemiş ve arkadaşlarına da ezberletmiştir.

Bu ayetler, Hz. Peygamber'e inen ilk vahiy olup Peygamber'e ve onun şahsında tüm müslümanlara okumayı emretmiş, onları kalemle yazmaya ve ilimde gelişip yetkinleşmeye teşvik etmiştir. İlk vahyin "oku" emriyle başlaması ve bu emrin iki defa tekrar edilmesi, okumanın ve ilmin dinde ve insan hayatında ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Kur'an'ın, canlılar arasında insanın farklı ve üstün yerini onun öğrenme özelliği ile tanımlaması son derece anlamlıdır. (ayrıca bk. Bakara 2/31) Âyette Hz. Peygamber'e emredilen okumanın konusu belirtilmemiştir; çünkü başta kendisine indirilen vahiy ve kozmik evrendeki âyetler olmak üzere, okunması yani üzerinde inceleme yapıp zihin yorarak hakkında bilgi edinilmesi, ders ve ibret alınması gereken her şeyi tanıması, hakikatini anlayıp kavraması istenmektedir.

Kuşku yok ki yaratanı tanımak, bilimin de dinin de temelini teşkil eder. Bu sebeple "Yaratan rabbinin adıyla oku" buyurularak Hz. Peygamber'in okuma faaliyetine veya herhangi bir işe, başka varlıkların adıyla değil, yaratan rabbin adıyla başlaması ve O'ndan yardım istemesi emredilmiştir.

Âyette "Yaratan rabbinin adına oku" şeklinde de mâna verilebilir. Sonuçta okumanın (veya herhangi bir faaliyetin) Allah'ın adıyla, Allah için ve Allah adına yapılması emredilmiştir.

Ayrıca, Âyette "Yaratan rabbinin adıyla oku" buyurularak özellikle yaratma sıfatına vurgu yapılmıştır. Çünkü hem insandaki okuma yeteneği ve imkânını hem de onun okuduğu, incelediği, anlamaya ve kavramaya çalıştığı objeleri, nesneleri yaratan Allah'tır, İnsan, bilgi edinme sürecinde Allah'ın verdiği imkân ve yetenekleri kullanmakta, O'nun yarattığı şartlarda ve onun yarattığı varlıklar üzerinde bilimsel inceleme ve araştırmalar yapmaktadır.

Durum böyle iken, yani O'nun yarattığı yeteneklerle O'nun yarattığı varlık âlemini incelerken, bütün bu lütufları görmezlikten gelerek Allah'a şükretmemek, O'nu tanımamak, üstelik bunu bilim adına yapmak büyük bir nankörlüktür.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Kura'nın ilk emri olan “oku” sözü, nasıl anlaşılmalıdır? Burada okunması istenen nedir?
Peygamberimiz ümmi miydi? Ümmi Peygamber ne demektir? Okuma yazma bilmiyorsa nasıl okuyordu?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet[/BILGI]
 

faris

Well-known member
Kadının İslâm'daki yeri nedir?

[DIKKAT]
-kadınların ikinci sınıf insan olması.
[/DIKKAT]



[BILGI]Kadının İslâm'daki yeri nedir?

Değerli kardeşimiz;

İslâmiyet kadına pek büyük bir mevki ve şerefli bir makam vermiştir. Cenab-ı Hakk bir ayet-i kerime de “Ana-babanıza öf bile demeyin” (İsra Sûresi, 28) buyurmuştur.

Efendimiz Hazretleri de, “Cennet anaların ayakları altındadır,” (Suyûtî, el-Camiü’s-sağir, 3642) buyurmakla validelere çok büyük bir makam vermiştir. Bu münasebetle, İslâm’da kadın-erkek eşitliği olmadığı şeklindeki itirazlara kısaca temas edelim:

Cenab-ı Hakk sonsuz hikmetler sahibidir. Mahlukatını, hikmetinin iktizasına göre, istediği gibi yaratır. Bazısına diğerinden farklı kabiliyetler ve meziyetler verir. Hiçbir mahlukun, bu hüküm ve iradeye müdahale etmeye hakkı yoktur.

Allah, erkekler ile kadınları her yönden eşit yaratmamıştır. Bu iki cinsi her cihetle eşit kılmaya çalışmak ancak fıtratı değişmekle mümkündür, bu ise muhaldir. Erkeğin ve kadının mahiyetleri bir çok cihetle farklılık gösterir. “Hüküm çoğunluğa göre verilir” kaidesinden hareketle şöyle diyebiliriz: Erkekler, “güç ve kuvvette, teşebbüs kabiliyetinde, cesarette”, kadınlar ise, “şefkatte, hassasiyette, vefa ve sadakatte” daha ileridirler. Gerek kadının gerek erkeğin birbirinden üstün tarafları vardır. Aile çatısı altında, her iki tarafın üstün meziyetleri birleştirilir ve böylelikle ailenin ihtiyaçları yanında, saadeti de temin edilmiş olur.

Erkeklerin güç ve kuvvet yönünden daha ileri olmaları sebebiyle, Cenab-ı Hakk, ailenin sorumluluğunu, birinci derecede, erkeklere yüklemiştir. Erkekleri, kadınların ihtiyaçlarını yerine getirmek, onları maddî ve manevî her tehlikeden koruyup gözetmekle mükellef kılmıştır. Bu hakikat şu ayet-i kerimede açıkça beyan buyurulmuştur; “Erkekler kadınlar üzerine yönetici ve koruyucudurlar. Çünkü bir kere Allah bazılarını diğerlerinden üstün kılmıştır. Bir de erkekler mallarından (kadınlarına) nafaka verirler. Onun için iyi kadınlar, itaatkardır. Allah onları (kocalarının himayesine vermekle) koruduğu gibi, onlar da gaybı (namuslarını ve kocalarının mallarını) korurlar.” ( Nisa Sûresi, 34)

İslâmiyet erkeğin kadına karşı yaptığı bu ihsanlara karşı kadına da kocasına karşı itaati vacip kılmış ve bu itaati ibadet saymıştır. Bu ayet-i kerime bir taraftan erkeklerin hakimiyetini, diğer taraftan da kadınların kıymet ve faziletini ders veriyor.

Şu var ki, aile reisi olmak başkadır, Allah katında üstün olmak daha başkadır. Kur’an-ı Kerime göre, üstünlüğün ölçüsü cinsiyet değil takvadır. Takva ise en kısa ifadesiyle, Allah’tan korkmak, günahlardan sakınmak, Onun razı olmadığı hareket, tavır, hal ve sözlerden uzak durmak, Onun rızasına ermeyi en büyük maksat bilip, bunu kaybetmekten son derece korkmaktır.

Aile içindeki nizam ve ahengin devamı için erkeğin aile reisi olması ve kadının da ona itaat ile mükellef kılınması zarurîdir. Mutlak eşitlik bu itaati kırmakla ailedeki nizamı bozar; huzur ve saadeti mahveder ve çoğu zaman boşanmalara yol açar.

Kadının erkeğine itaati ne kadar lazım ise, erkeğin de kadının hak ve hukukunu gözetmesi o kadar vaciptir. Buna göre İslâmiyet’te “kadınların erkeklere esir oldukları” iddiası tamamen batıldır. Aksine İslâm’da kadın erkekten daha fazla zevk ve sefa imkanına sahiptir. Zira İslâm, erkeği kadının nafakasını temin ile mükellef kılarken, kadını bundan muaf tutmuş, bunun yerine kadına en zevkli bir vazife olarak “çocuk terbiyesini” vermiştir. Bunun içindir ki, Allah, şefkat hissini kadınlara, erkeklerden çok daha fazla lütfetmiştir.

Bugün kadın hürriyeti diye ortaya atılan şeyler, kadınların ancak sefahate düşmelerini ve sefaletlerini netice vermiş, izzetlerini zillete çevirmiştir. İslâmiyet ise onların iffet ve namuslarını muhafaza altına almakla, şeref ve haysiyetlerini korumuştur.

Bazı çevreler, İslâm’ın örtünme emrini kadının hürriyetinin kısıtlanması şeklinde takdim ediyorlar.

Öncelikle şunun bilinmesi gerekir: Kadınların örtünmeleri bütün semavi dinlerin ortak hükmüdür. Rahibelerin örtünmeleri bunun açık bir delilidir.

Öte yandan, örtünme sadece kadınlar için değil, bütün insanlar için fıtrî bir vazifedir. Hiçbir millette erkeklerin veya kadınların çıplak olarak gezdikleri görülmez. Ancak örtünmenin sınırında münakaşa vardır. İslâmiyet’e göre kadın, yabancı erkeklerin şehvetlerini tahrik edecek bütün azalarını örtmekle yükümlüdür. Böylece, dünyada haysiyet ve şerefini, ahirette ise ebedi saadetini kurtarmış olur. Öte yandan, kadınlar, İslâm’ın men ettiği şekilde açılıp saçılmakla, erkekleri günaha sokmakta ve “sebep olan işleyen gibidir,” hükmünce, onların günahlarının bir katı da kendilerine yazılmaktadır. İslâm, örtünme emriyle kadınları bu tehlikeden de muhafaza etmiş olur.


Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

[/BILGI]
 

faris

Well-known member
İbrahim peygamberin (a.s.) çocuklarının sayısının ve isimleri?

[DIKKAT]
-ibrahim peygamberin çocuklarının sayısının ve isimlerinin bir türlü doğru düzgün verilememesi.
[/DIKKAT]


[BILGI]b) Hz. İbrahim ile ilgili ayetlerin mealleri şöyledir:

“Bir zaman da elçilerimiz İbrâhim’e varıp onu müjdelemek üzere “Selâm sana!” dediler. O da: Size de Selâm!” deyip çok kalmadan, elinde nefis, güzelce kızartılmış körpe bir dana getirip ikram etti. Ama misafirlerinin ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onların bu hali hoşuna gitmedi ve onlardan kuşkulandı, kalbine bir korku girdi. “Korkma!” dediler. “Çünkü biz aslında Lût kavmini imha etmek için gönderildik. Bu sırada hanımı da, hizmet için ayakta durmuş, onları dinliyordu. Bunu işitince gülümsedi. Biz de onu İshak’ın, onun peşinden de Yâkub’un doğumu ile müjdeledik.” (Hud, 11/69-71)

“Sahi! İbrâhim’in şerefli misafirlerinin gelişlerinden haberin oldu mu?

Onlar yanına varınca: “Selâm!” dediler. O da: “Size de Selâm!” diye cevap verdi, ama içinden: “Bunlar tanımadığım kimseler, hayırdır inşaallah!” dedi.

Onlara yemek getirmek için gizlice ailesinin yanına geçti ve semiz bir dana kebabı getirdi. Önlerine koyup “buyurmaz mısınız?” diye ikram etti. O sırada onlardan yana içine bir korku düştü. “Korkma!” dediler ve ona büyüdüğünde âlim olacak bir çocuklarının dünyaya geleceğini müjdelediler. Evin öbür köşesinden bunu duyan eşi, elini yüzüne vurarak: “Vay başıma gelene! Ben kısır bir koca karı iken mi doğuracağım!” diye çığlık attı.” (Zariyat, 51/24-29)

- Bu konuda şunları söylemek mümkündür:

1) Her iki ayette de Hz. İbrahim’e gelen meleklerin önce tanınmadığına işaret edilmiştir.

2) Çocuklarının olacağını işiten hanımı: bir ayette “gülümsedi” diyor, diğerinde“çığlık attı” diyor. Aslında meallerde “çığlık attı” olarak geçen ifadenin aslı:“KALE=Dedi ki:” şeklindedir.

Bu ayetlerden birinin tasvirinde, Hz. İbrahim’in eşi, verilen çocuk müjdesinden dolayı seviniyor ve bu sevincini “Gülümseme” ile gösteriyor. İkinci ayette ise, müjdeyi duyan kadının yaşlı halini düşünüp bunun nasıl olacağına dair hayretini, şaşkınlığını ifade etmiştir.

Tekrar edelim: meallerde “Çığlık” kelimesinin ayet metninde yeri yoktur. Bu, Türkçe’de, sesli bir şekilde söylenen bir husus biraz daha dramatize edilmiştir.

Bunu şunun için söylüyoruz: Burada birbirine zıt gibi görünen iki durum yoktur: bir yandan sevincinden gülen, diğer yandan üzüntüsünden çığlık atıp feryat eden bir kadın yoktur. Bilakis, aynı anda iki ruh halini yaşayan bir kadının durumuna dikkat çekilmiştir. Bir yandan, yaşı ilerlemesine rağmen eskiden beri beklediği bir çocuğun müjdesini işitmekten duyduğu sevinç; diğer yandan bu işin olağanüstü bir durum olduğunu düşünerek “bu nasıl olur?” diyerek şaşkınlığını gizlemeyen bir ruh hali söz konusudur.

3) Ayetlerden birinde isim verilmeden sadece “bir çocukları olacağına” dair bir müjde, diğerinde ise, isim verilerek bunun İshak olduğuna vurgu yapılmıştır. İsmin verildiği ayette müjdeyi pekiştirmek, sevinci daha da arttırmak için İshak’ın da bir oğlu olan Yakub da müjdelenmiştir.

Aslında, Hz. Yakub, Hz. İbrahim’in oğlu değil, torunudur. Burada ondan da söz edilmesinin bir hikmeti, İshak neslinin devam edeceğine işaret etmek içindir. Ve Hz. Yakub’un zikredilmesinde herhangi bir terslik de yoktur.


İlave bilgi için tıklayınız :
Hz. İbrahim (a.s.)'in hayatı hakkında bilgi verir misiniz?[/BILGI]
 

faris

Well-known member
Hz. İbrahim, neden oğlu olursa onu Allah`a kurban etmeyi adamış mı?

[DIKKAT]
-ibrahim peygamberin çocuğunu kurban etmeye çalışmasının takdir edilmesi.
[/DIKKAT]


[BILGI]Hz. İbrahim, neden oğlu olursa onu Allah`a kurban etmeyi adamış? Böyle bir ayet yada hadis-i serif var mı? Bir babanın aklından nasıl böyle bir şey geçebilir?


Sorunun Detayı

Hz. İbrahim, neden oğlu olursa onu Allah`a kurban etmeyi adamış? Böyle bir ayet yada hadis-i serif var mı? Bir babanın aklından nasıl böyle bir şey geçebilir?

Değerli kardeşimiz;

Hz. İbrahim’in oğlunu kurban edeceğini vadettiğine dair ne bir ayet ne de bir hadise rastlayamadık.

Bazı tefsirlerde Hz. İbrahimin, oğlunun olacağına dair ilahî müjdeyi aldığında böyle bir vâdde bulunduğuna dair yer alan bilgilerin sağlam dayanağı yoktur. Nitekim, bu hikâyenin yer aldığı bazı kaynaklarda, bu bilgi sadece Süddi adlı müfessire dayandırılmıştır. (bk. Taberî, Kurtıbî, Saffat, 37/101-102. ayetin tefsiri)


Hz. İbrahim'in oğlunu kesmesine dair bir rüya görmesi ve bu rüyanın gereğini yerine getirmeye çalışması Kur'an gibi Kitab-ı mukaddeste de yer almaktadır. Demek bu konuda semavi dinlerin vahiy metinleri ittifak halindedir.

“İbrâhim dedi ki: “Ben, Rabbimin gitmemi emrettiği yere doğru gidiyorum, O elbet bana yol gösterecektir. Ya Rabbî, salih evlatlar lütfet bana! Biz de ona aklı başında bir oğul müjdeledik.

Çocuk büyüyüp yanında koşacak çağa erişince bir gün ona: “Evladım, dedi, ben rüyamda seni kurban etmeye giriştiğimi görüyorum, nasıl yaparız bu işi, sen ne dersin bu işe!” Oğlu: “Babacığım! dedi, hiç düşünüp çekinme, sana Allah tarafından ne emrediliyorsa onu yap. Allah’ın izniyle benim de sabırlı, dayanıklı biri olduğumu göreceksin!” (Saffat, 37/99-102)

Bu husus gerçek bir surette bir insanın boğazlanmasına dair bir emir değildir. Bilakis Allah'ın halil (candan dost) olarak almak istediği ve peygamberlerin büyük çoğunluğunu neslinden çıkardığı Hz. İbrahim'i en büyük bir testten geçiriyordu. Nitekim Kur'an'da yer alan "İkisi de bu şekilde teslim olduklarında, onu tuttu şakağı üzerinde yatırdı. Biz ona şöyle seslendik: Ey İbrahim! Gerçekten rüyayı doğruladın. İşte biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Şüphesiz bu apaçık ve kesin – çetin bir imtihandı. Ona büyük bir kurbanlık fidye verdik." (Saffat: 103-107) mealindeki ayetlerde bu imtihan gerçeğine açıkça vurgu yapılmıştır.

Hz. İbrahim’in bu rüyayı Zilhicce'nin sekizinci, dokuzuncu, onuncu yani terviye, arefe, Kurban bayramı geceleri sıra ile üç gece gördüğü bilinir. Peygamberlerin rüyası vahiy, tabirleri de vahiy olduğundan Hz. İbrahim böyle görmüş ve böyle tabir etmiş ve dolayısıyla böyle vahiy almış olmakla bu, yerine getirilmesi vacib hak, bir emir olmuş oluyordu.

Bunun üzerine onu zorla yapmaya kalkışmayıp, önce yerine getirilme şeklini istişare etmek üzere oğlunun görüşünü sorarak tebliğ etti ki, bununla ilk önce onun itaat ve boyun eğmekle ecir ve sevaba ermesini temin etmek istedi.

Düşünmeli, bunu söylerken "ey yavrucuğum!" diye hitab eden bir babanın kalbinde ne yüksek bir şefkat duygusu çarpıyor ve ona ne kadar büyük bir vazife aşkı, Allah sevgisi hakim bulunuyordu.

Düşünmeli de duymalı ki, bu ne büyük bir deneme, ne dehşetli bir ilâhî imtihandı!

İşte bunun böyle ilâhî bir emir olduğunu anlayan ve Allah'ın sabredenlerle beraber olduğunu bilen o yumuşak huylu oğul ey babacığım! dedi, ne emrolunuyorsan yap. Beni inşaallah sabredenlerden bulacaksın.(Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetlerin tefsiri)

Kaynaklarda verilen ayrıntılı bilgilere göre Hz. İbrahim, rüyasında aldığı buyruğu yerine getirmeye karar verip gerçekleştirmek üzereyken, bu tutumuyla Allah tarafından tabi tutulduğu büyük teslimiyet sınavını kazandığı İçin Allah Teâlâ, Cebrail aracılığıyla (Zemahşeri, ilgili ayetlerin tefsiri) görkemli bir koç göndererek oğlunun yerine bunu kurban etmesini istemiş, Hz. İbrahim de öyle yapmıştır.

Hz. İbrahim, yakılmayı göze alacak derecede tehlikelere göğüs gererek putperestlere karşı mücadele verdiği gibi evladını kurban etme buyruğunada tereddütsüz boyun eğmiş; bu büyük özveriye karşı Yüce Allah hem onunateşte yanmasını önlemiş hem de oğlunu ölümden kurtarmıştır.

Devamındaki ayetlerde "İşte iyileri biz böyle ödüllendiririz" ifadesi bu lütuflara işaret etmekte; Hz. İbrahim'in sonraki bütün kuşaklar arasında selâm ve saygıyla anılmasının sağlandığı, isminin ebedileştirildigi bildirilmektedir.

Nitekim bugün de Hz.İbrahim kitabî dinlerde saygın bir yere sahiptir. Biz müslümanlar, bütün peygamberleri derin bir saygıyla andığımız gibi özellikle "Allahümme salli..." ve Alla-hümme bârik..." diye başlayan dualarımızda kendi peygamberimizin yanında Hz. İbrahim'e de dua ederiz..

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet[/BILGI]
 

faris

Well-known member
Gayri müslimin malı ve kanı Müslümana helaldir?

[DIKKAT]-inanmayanların öldürülmesinin teşvik edilmesi.[/DIKKAT]



[BILGI]"Gayri müslimin malı ve kanı Müslümana helaldir." sözünü nasıl anlamamız gerekir? Bu durum "Bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir." mealindeki ayet ile çelişmiyor mu?

Değerli kardeşimiz;

Bir Müslümana diğer bir Müslümanın malı ve canı helal olmayacağı gibi, gayri müslimlerin de malı ve canı helal değildir. Nitekim Peygamberimiz (asm)
“Kim bir zımmiye eziyet etse, şüphesiz ben onun hasmıyım / düşmanıyım."

diye buyurmuştur.

"Müslüman olmayanın malı ve kanı Müslümana helaldir." sözü, Müslümanlarla savaşan gayri müslimler için geçerlidir.
Başka hadislerde, savaş sırasında bile savaşamayacak durumda olan yaşlıların ve kadınların öldürülmesi açıkça yasaklanmıştır.

İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın katıldığı gazvelerden birinde öldürülmüş bir kadın bulundu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun üzerine kadınları ve çocukları öldürmeyi yasakladı."(1)

Kadın ve çocuğun öldürülmesini yasaklayan farklı rivayetler mevcuttur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zaman zaman öldürülmüş kadınlara rastladıkça yasağı tekrarlamış ve hatırlatmıştır. İbnu Hacer'in şerhte kaydettiği bir rivayete göre, Taif'de öldürülmüş bir kadın gören Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ben kadınları öldürmeyi yasaklamadım mı, bunu kim öldürdü?"

diye sorarak meselenin üzerine gider. Bir adam atılarak açıklar:
"Ben ya Resûlullah. Ben onu tutup bineğimin arkasına almıştım. Beni aşağı düşürüp öldürmeye teşebbüs etti, ben de öldürdüm."


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadının gömülmesini emreder.

İmam Malik ve Evzâî Hazretleri, Resûlullah (asm)'ın bu husustaki hassasiyetine binâen şu hükme varırlar:
"Kadın ve çocuğun (savaşta) öldürülmesi hiçbir surette câiz değildir, öyle ki, savaşan kafirler, kadın ve çocukları kendilerine kalkan yapıp gerisinde siperlenseler veya bir kaleye veya gemiye girip beraberlerinde çocukları ve kadınları alıp perde olarak tutsalar bile onlara öldürücü atış yapmak veya sığınaklarını yakmak caiz olmaz."

İmam Şâfiî ve Kûfîler (Hanefî ulemâsı):
"Kadın savaşçı (olarak askerlere karışmış) ise öldürülmeleri câizdir." demişlerdir.

Mâlikîlerden İbnu Habîb:
"Kadının savaşa katılması öldürülmesi için yeterli değildir; bizzat öldürme işine girişmiş ve buna kasdetmiş olması şarttır." der. Mürahik (büluğ çağına yaklaşmış) çocuğun durumu da aynıdır.

İbnu Battâl'ın aktardığına göre, bütün ulemâ, kadın ve çocuğu öldürmeye yönelmenin câiz olmadığında ittifak etmişlerdir. Kadın için: "Zayıf olmaları sebebiyle", çocuklar için de: "Küfre düşmekte kâsır olmaları sebebiyle"derler ve ilâve ederler: "Her ikisinden de istifâde etme imkânı vardır..."

Bu açıklamalara göre savaşta kafirlerin çocuklarının ve kadınlarının öldürülmesi caiz değildir, yasaktır.

(1) bk. Buharî, Cihâd 147, 148; Müslim, Cihâd 24, (1744); Muvatta 3, (2, 447); Tirmizî, Cihâd 19, (1569); Ebu Dâvud, Cihâd 34, (1667); İbnu Mâce, 30, (2841).

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet[/BILGI]
 

faris

Well-known member
[DIKKAT]
-çok fazla sayıda ve olmayacak şeyler üzerine yemin edilmesi.
[/DIKKAT]


[BILGI]Kuran-ı Kerim'de Allah (c.c.) neden yemin ediyor? Kur'an'da geçen yemin ifadelerini nasıl anlamalıyız?

Değerli kardeşimiz;

İnsanoğlu tarih boyunca konuşmalarına ve sözlerine kuvvet vermek, muhatabını iknâ etmek, sözlerinin doğruluğuna güvenilmesini istemek ve bunu sağlamak için yemini kullanmıştır. Yani yeminli ifadeler kullanmak, insanoğlunun yabancısı olduğu bir üslûp değildir. Kur’ân’da geçen yeminli ifadeler de, insanın anladığı seviyeden insana hitap eden Allah’ın şüphesiz birer sözüdür.

Âyetlerde de görüleceği üzere, Cenâb-ı Allah bizzat Kendi Yüce İsmi üzerine yemin ettiği gibi (Hicr, 15/92); peygamberlerine (Yâsîn, 36/1),peygamberlerin yaşadığı veya vahyin geldiği beldelere (Tûr, 52/1-3; Beled, 90/1), meleklere (Sâffât, 37/1; Nâziât, 79/1-2), Kur’ân’a (Vâkıa, 56/77;Tûr, 52/2), kıyâmet gününe (Kıyâmet, 75/1), kâinâtta var olan önemli varlıklar üzerine, meselâ kaleme (Kalem, 68/1), gökyüzüne(Burûc, 85/1; Târık, 86/1), güneşe (Şems, 91/1), aya (Şems, 91/2), geceye(Leyl, 92/1), sabaha (Fecr, 89/1), kuşluk vaktine (Duhâ, 93/1), zamana (Asr, 103/1), yıldıza (Necm, 53/1), havaya (Zâriyât, 51/1) ve bitkilere (Tîn, 95/1) yemin etmiştir.

Kur’ân, âlemlerin Rabbi sıfatıyla Allah’tan, kullarına gelen İlâhî kelâmlar mecmuâsıdır. Bizim fikir, algılama ve anlayış seviyemize inen Kur’ân-ı Hakîm’in, âyetlerinde ve beyanlarında yeminli ifâdelere yer vermesi de, bizim algıladığımız biçimde anlaşılırlığını, ciddiyetini ve sözlerinde hilâfı olmadığını anlamamızı sağlamak içindir. Cenâb-ı Hak, bazen yeminle âyetlerini doğrulamış ve kuvvetlendirmiş; bazen de bir takım varlıkları yemin konusu yaparak bu varlıkların insanlık için değerine ve kıymetine işâret etmiş ve dikkatleri bu varlıklar üzerine çekmiştir.

Cenâb-ı Allah, insanların âyetlere olan îmân ve güvenlerini temin etmek, verdiği haberleri kuvvetlendirmek, önemli varlıklar ve nesneler üzerinde tefekkürü teşvik etmek, önemli nîmetleri hatırlatmak; Kur’ân’ın, Kur’ân’ın verdiği haberlerin, kıyâmet gününün, âhiret gününün, öldükten sonra dirilişin, hesabın, Cennetin ve Cehennemin hak olduğu konusunda insanları iknâ etmek ve bunlarda muhtemel şek ve şüpheyi ortadan kaldırmak gibi hikmetlerle, âyetlerini yeminli ifadelerle takviye etmiştir.

Konuya mânâ-yı ismiyle değil, mânâ-yı harfiyle bakmamız gerekiyor. Yani, Allah’ın üzerine yemin ettiği her şey, kendi başlarına değerli değil, Allah’ın yaratmış olması itibariyle yücedir, değerlidir ve kıymetlidir. Cenâb-ı Allah Kendi Zâtının yüceliğini bildirmek ve isim ve sıfatlarının tecellilerinin kemâlini ve eşsizliğini göstermek için varlıklar üzerine çeşitli şekillerde dikkatleri çekmiştir. Her şey Allah’ın kudretinin ve hilkatinin eşsiz şekilde tecellisi ve tasarrufu değil midir? Zatı Yüce olan Cenâb-ı Allah, eşsiz ve sayısız isim ve sıfatlarının eseri olan mevcudat üzerine yemin etmekle, aslında kudretinin ve hilkatinin muhtelif tecellilerine, dolayısıyla kudretinin azametine, hikmetinin kemâline, rahmetinin kuşatıcılığına, hilkatinin benzersiz güzelliğine yemin etmiş olmaktadır. (bk. Nursi, Mektubat, s. 378)

Allah'ın üzerine yemşn ettiklerinden bir örnek olarak, "Andolsun asra ki..." ( Asr, 103/1) ayetini kısaca açıklamak istiyoruz:

Bu ayeti kerimede Cenab-ı Hak, yarattığı varlıklardan birisi üzerine yemin ediyor. Bu noktada düşünülmesi gereken iki husus vardır. Bunlardan birincisi, Allah niçin yemin eder?

Yemin genel olarak söylenen bir söze, ortaya atılan bir iddiaya muhatabını inandırabilmek için, saygı duyulan, iki tarafça da kutsal olarak bilinen ve adı anıldığında, söylenen sözün yalan ve yanlış olmayacağı kabul edilen bir varlığın adını zikretmek, böylece karşı tarafa iddianın doğru olduğu mesajını vermektir. Çoğu zaman ise yemin için adı verilen varlık, kudretli ve aldatan kimseyi cezalandırması beklenen bir varlıktır. Müslümanların bu manada Allah'tan (c.c.) başkasının adına yemin etmesi haramdır.

Peki Allah (c.c.) neden yemin ediyor? Elbette ki, Allah'ın (c.c.) böyle bir şahit getirmeye, sözünün doğruluğunu ispatlamak için bir başka varlığa ihtiyacı yoktur. O'nun bu yemininden kasıt, yemin ettiği varlıkla ilgili olarak insanların yanlış düşüncelerini düzeltmek ve insanların dikkatini yeminden sonra gelen ifadenin önemine çekmektir. İnsanlar kimi zaman varlıkların değerlerini olduğundan daha düşük gösterir ve onlara uğursuzluk, kötülük ve çirkinlik sıfatlarını yakıştırırlar. Halbuki onlar Allah'ın (c.c.) yarattığı diğer varlıklar gibi şereflidir ve bu kötü sıfatlara haiz değildir. İnsanlar bazen de bu varlıklara, kendilerinde bulunmayan sıfatlarla nazar eserler ve onlarda uluhiyet vehmederler. Bu da doğru değildir. Onlar yalnızca Allah'ın (c.c.) yarattığı varlıklardır. İşte Allah-u teala (c.c.) bu varlıklara yemin ederek bunların ne insanların su-i zan ettiği gibi uğursuz ve değersiz varlıklar olduğunu, ne de insanların onlarda vehmettiği gibi bir uluhiyet vasıflarının bulunduğunu, bunların yalnızca Allah'ın (c.c.) eserlerinden olduğunu vurgulamak için üzerlerine yemin etmiştir.

Düşünülmesi gereken ikinci husus ise "Asr" ın anlamı ve Allah'ın (c.c.) neden onun üzerine yemin ettiğidir.

Bir görüşe göre "Asr" zaman (ed-dehr) demektir. Zaman insanların hayatlarını, fiillerini kuşatan bir olgudur. Yaptığımız iyi veya kötü bütün işler, zaman içerisinde gerçekleşir. Rahatlık, sıkıntı, hastalık, sıhhat, zenginlik, fakirlik hep zamanın içinde meydana gelir. Bu yüzden zaman, insanların dikkatini çeken bir olgudur. Zamana yemin etmekle, insanların dikkatleri daha sonra söylenecek sözlere çekilmiştir.
Ayrıca cahiliye Arapları zarar ve ziyanı, zamanın kötülüklerine bağlardı. Bu gün bile insanlar başlarına bir iş geldiğinde günlerin ve rakamların uğursuzluğundan bahsetmekteler. Böylece Cenab-ı Hak, asra yani zamana yemin ederek, insanlara kötülüğün zamanda değil kendilerinde olduğunu belirtmiştir.

Diğer bir görüşe göre (Ebu Müslim) "Asr", ikindi vakti demektir. Allah (c.c.) kuşluk vaktine (Duha) yemin ettiği gibi, günün diğer ucu olan ikindi vaktine de yemin etmiştir. Ayrıca ikindi vaktinin önemini anlatan bir çok hadisi şerif vardır. İkindi, artık günün sonunun yaklaştığı, insanların işlerini bitirmek için uğraştığı, kazanç veya kayıp hesaplarının yapıldığı bir vakittir. Ve bu özelliği ile kıyametten önceki, veya ölümden önceki son vakitlere benzemektedir. Artık hüsranda olan veya saadet içerisinde olan insan, hesap vermeye hazırlanmaktadır.

Ayrıca cahiliye Araplarının bu vakitte işlerini bitirerek, Kabe etrafına toplandığı, burada işsiz güçsüz insanların dedikodu ve diğer çeşitli kötü işlere daldığı, bunun neticesinde çeşitli kavga, dövüş ve çirkin neticelerin hasıl olduğu rivayet edilmiştir. Bunun sonucunda Araplar, ikindi vaktinin uğursuzluğuna hükmetmişler ve aslında kendilerinde olan kötülüğü, ikindi vaktine yüklemişlerdi. İşte Allah (c.c.) bu vakte yemin ederek, insanlara onun, Allah'ın (c.c.) yarattığı şerefli bir varlık olduğunu belirtmiştir.

Üçüncü görüşe göre, "Asr" ikindi namazı demektir. Buna delil olarak Bakara Suresinin 238. ayetinde geçen "ve, ...orta namaza(ikindi namazına) da devam edin." emri gösterilmektedir. Hz. Hafsa'nın (r.a.) Mushaf'ında bu ayetin açıklaması "ikindi namazına (salat il-Asri)" şeklinde geçmektedir. Peygamber Efendimiz(s.a.v) bir hadisinde "İkindi namazını kılmayan kimse, sanki çoluk-çocuğunu ve malını-mülkünü kaybetmiştir." buyurmuştur.(Buhârî, Mevakit, 14; Müslim, Mesacid, 200, 201) İkindi namazı, gündüz vakti kılınan en son namaz olması itibari ile de çok kıymetli bir namazdır. İşte bundan dolayı Allah (c.c.) ona yemin etmiştir.

Dördüncü ve son görüşe göre "Asr", Peygamber Efendimizin yaşadığı zaman dilimidir. Zaman, Hz. Adem'den Hz. Musa'ya kadar ilk asırlar, Hz. Musa'dan Hz. Peygambere kadar orta asırlar, Hz. Peygamberden sonra ise son asırlar (ahir zaman) olarak üçe ayrılmıştır. Hz. Peygamberle birlikte İslam tüm insanlara ve cinlere, onları karanlıklardan aydınlıklara çıkarmak için gönderilmiş, vahiy son defa inmiştir. Ve Allah (c.c.), "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz." (Âl-i İmran, 3/110) buyurarak, Peygamberimizin ümmetini övmüştür. İşte bu yüzden, Allah (c.c.) Peygamber efendimizin yaşadığı zamana yemin etmiştir.

Sonuç olarak "Asr" kelimesi, çeşitli manalara gelen müşterek bir lafızdır. Ve bunlardan birine yönelik kesin bir ipucu bulunmamaktadır. O halde "Asr" a bu manaların hepsi verilebilir.


İlave bilgi için tıklayınız:


Allahu Teala Kur'an-ı Kerim'de neden yıldızlarla yemin etmektedir?

Yemin, Kefaret | Sorularla İslamiyet

Kaynaklar:
Ve'l-Asr Tefsiri - Ahmet Hamdi Akseki
Tefsiri Kebir - Fahruddin Er-Razi
Hak Dini Kur'an Dili - Elmalılı Hamdi Yazır.
Safvet üt tefasir - Muhammed Ali Essabuni


Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

[/BILGI]
 

faris

Well-known member
[DIKKAT]
-her şey için bir, bilemedin iki şahit yeterli olurken, zina için penisin vajinaya girdiğini, aradan ip geçmediğini gören 4 şahit gerekmesi. bu şahadetin olabilmesi pratikte mümkün mü?
[/DIKKAT]


Zina her dinde olduğu gibi islamiyette de en büyük günahlardan biri olmakla beraber bir çok ayeti kerime ve hadis-i şerifde yapmayın etmeyin den ziyade yaklaşmayın ifadesi yer almakta bununla beraber bu kadar üzerinde durulan bir meselenin elbette en az o kadar hem faydası hemde zararı olacaktır. Madem o kadar zararı var öyle ise en az o kadar büyük bir cezası olacak bu ise recm denilen taşlayarak idam etmedir. Cezası da bu kadar ağır ise elbette şartları da ona göre dikkatli olması gerekiyor. Ancak islam hukukunun uygulandığı tarihimize yani Osmanlı tarihinde bu ceza bir defa uygulanmış yine bu fetvayı veren Alimi bir çok islam uleması eksik hüküm verdiği için tenkid etmiştir. Bundan dolayı İslamiyet her hukuku koruma altına aldığından bugün görüyoruz ufak defek isnadlar ile çok ciddi bedeller ödenmekte böyle ufak tefek isnadlar böyle bir ceza uygulanmasın diye en ince ayrıntısına kadar tespit edilmesi ve değerlendirilmesi gerektiği için bütün şartlar islam hukukunda yer almış..

Yine başka bir açıdan baktığımızda islamiyette bazı hükümler zaman ile çok iyi anlaşılmış bu hükmün şartları ise günümüzde pratikde mümkün olduğunu video ve kamera gibi sistemler ile anlayabiliriz..

Tabi yine zina isnadı söz konusu olduğunda hüküm sadece belirttiğiniz meseleye göre değil o meselenin icrasında farklı ceza ve farklı durumların söz konusunda ise farklı cezalar uygulanmakta. Yani kısaca zinanın şartlarında sadece biri o değil bir çok şartından biri budur. Böyle biri durumda islam hukukunda uygulanması gereken hususlar tafsilatlı olarak islam hukukunda yer almakta..
 

faris

Well-known member
[DIKKAT]
-tanrının varlığı için hiç bir müsbet delil gösterilmemesi. bu yüzden kafası iyi çalışan, gerçeklere her zaman şüpheyle bakan, bilimsel akla sahip olan insanlar tanrının varlığını görememesi. sanki tanrı "müsbet bir delil göstermeyeyim, herşeyi müphem bırakayım, bunlar (kafası çalışan şüpheciler -skeptikler) inanmasın, ben de onları cehenneme atayım. her lafa inanan tipler de cennete gidiversin." diye düşünüyor.
[/DIKKAT]

Öncelikle çıkarım ile varmaya çalıştığınız husus çok tezatlar oluşturmakta. Allah'a inananlar cahil inanmayanlar alim öyle mi? İnsanlık tarihinde bilime ve fenne kimler öncülük etti? Peygamberler etmedi mi? Bu husus dahi sorunuza cevap vermeye yeter. Her neyse detaylarda boğulmamak için meselenin özü ile anlatmak istediğinizi ifade edelim..


[BILGI]

"Fakat, sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, elbette bedahet derecesinde ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mucize olmazdı." cümlesindeki "bedahet derecesinde" ifadesini açar mısınız?



Bedahet: Aklı ve iradeyi teslime mecbur edecek derecede delilin açık ve zorlayıcı olmasıdır ki, Allah imtihan gereği kainatı, Kur’an’ı ve mucizeleri böyle bir açıklıkta ve zorlayıcılıkta deliller ile dizayn etmemiştir. Yani insanın kendi hür iradesi ile hakkı ve batılı ayırt edip, kendi tercih ve kemalatını ortaya koyabilmesi için, deliller bedihi değil, nazari tanzim edilmiştir.

Nazari: Akla kapı açıp iradeyi elden almayacak derecedeki delillere verilen bir isimdir. Yani Allah hem mucizelerde hem kainatta hem de Kur’an’da getirmiş olduğu delilleri öyle bir şekilde dizayn etmiş ki, ne akla kapalı ne de iradeyi teslime mecbur edecek kadar açık bir şekildedir.

İnsanların bir kısmı kainata ve Kur’an’a iman ve hidayet nazarı ile baktığı zaman, elmas ve zümrütler değerinde deliller ile donatılmış olduğunu, her bir zerresinde ve harfinde yüzlerce mucize tezahür ettiğini göreceketir.
Aynı kainat ve Kur’an’a dalalet ve küfür nazarı ve dikkatsizliği ile bakıldığı zaman; kuru ve çorak bir arazi gibi durduğunu görürken; hiçbir yerinde ve köşesinde hakkaniyetine dair bir delil ve işaret göremeyecektir.
Peygamber Efendimiz (asv)'in göstermiş olduğu mucizeler bedihi değil, nazaridir. Şayet gösterilen bu mucizeler bedihi olsa idi, mucizeye şahit olan herkes ister istemez iman etmek zorunda kalacaklardı. Bu da dünyanın tecrübe ve imtihan yapısına zıt bir durum olurdu.

[/BILGI]

[NOT]

Yani, “Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”

Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktizaederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil’ler, aynen Ebu Bekir’ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevîterakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.[/NOT]


[NOT]Hakîm-i Ezelî, inayet ve hikmet-i ezeliyesinin iktizâsıyla şu dünyayı tecrübe ve imtihana meydan olmak için yarattı. Tecrübe ve imtihanneşvünemâya sebeptir. O neşvünemâ, istidâdâtın inkişafına sebeptir. Oinkişâf, kabiliyatın tezahürüne sebepdir. O tezahür, hakâik-i nisbiyeninzuhuruna sebeptir. O hakâik-i nisbiye, ahirette hakâik-i hakikiyeyeinkılâb ettiği gibi; dünyada da bütün kâinatın revabıtı ve tutkalı hükmünde olan meratib-i nisbiyenin takarruruna sebeptir.

İşte bu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki, cevahir-i âliye, hazefât-ı sâfileden tasaffi eder. Vaktâ ki bunun gibi çok hikem-i dakika için âlemi bu sûrette irade etti. Şu âlemin tagayyür ve tahavvülünü de irade etti. Şu tahaavvül ve tagayyür için ezdadı birbirine karıştırdı. Mazarratı menafiamezc, darrı nef’a derc; şurûru hayrata mütedahil, mekàbihi mehasinle müçtemi halk ederek; şu ezdadı dest-i kudret yoğurarak kâinatı kanun-u tebeddül ve tagayyüre ve namus-u tahavvül ve tekâmüle tâbi kıldı.


Asa-yı Musa[/NOT]
 

faris

Well-known member
[DIKKAT]-dinin önce bir kasabaya gönderilmiş olması, daha sonra işler büyüyünce evrensel olduğunun iddia edilmesi.[/DIKKAT]


[BILGI]Kur`an, Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) için,

“Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn” yani, "Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."

(Enbiyâ, 21/107) buyuruyor.
[/BILGI]

Bu ayeti kerimeden görüyoruz ki Peygamber Efendimiz a.s.v. sadece belirli bir toplum için olmadığı hatta insanlık içinde olmadığı cin topluluğu da dahil olmak üzere bütün alemlere elçi olarak gönderildiğini görüyoruz..
 

faris

Well-known member
Kuran’ın her kelamı üç kaziyeyi müştemildir?

[DIKKAT]
-kitaptaki ifadelerin farklı yorumlanmaya çok müsait olması.
[/DIKKAT]


[BILGI]"Kuran’ın her kelamı üç kaziyeyi müştemildir. Birincisi, bu Allah’ın kelamıdır. İkincisi, Allah’ca murad olan mana budur. Üçüncüsü, mana-yı murad budur..." izah eder misiniz? (İşarâtü-l i’cazdan)


Kuran’ın her kelamı üç kaziyeyi müştemildir. Birincisi, bu Allah’ın kelamıdır. İkincisi, Allah’ca murad olan mana budur. Üçüncüsü, mana-yı murad budur. Eğer Kuran’ın o kelamı, başka bir manaya ihtimali olmayan muhkemattan olursa veya Kuran’ın başka yerinde beyan edilmiş ise, birinci ve ikinci kaziyeleri aynen kabul etmek lazımdır. Ve inkârları küfürdür. Şayet Kuran’ın o kelamı, başka bir manaya ihtimali olan bir nas veya zahir olursa, üçüncü kaziyeyi kabul etmek lazım olmadığı gibi inkârları küfür de değildir. İşte müfessirlerin ihtilafı ancak ve ancak bu kısma aittir.


KELİMELER:
KELAM: söz
KAZİYE: hüküm
MÜŞTEMİL: içine alan
MURAD: istenilen, irade edilen
MANA-YI MURAD: kastedilen mana
MUHKEMAT: manası açık ve tevile ihtiyaç olmayan ayetler
NAS: açık ve kesin ayet
ZAHİR: manası açık olan
MÜFESSİR: Kuran’ın manalarını izah eden âlimler
İHTİLAF: anlaşmazlık, uyuşmazlık

Üstadımızın mezkûr beyanında, Kuran’ın her ayetinin üç hükmü içine aldığı belirtilmiştir. Bu hükümler şunlardır:

Birinci kaziye: O ayetin Allah’ın kelamı olmasıdır. Bu sebeple tek bir ayetin inkarı, kişiyi kafir yapar ve küfre sokar. Kuran’ın tek bir ayetini inkar eden ile tamamını inkar eden arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de kafirdir ve İslam dairesinin dışındadır. İşte “Kuran’ın her kelamı üç kaziyeyi müştemildir. Birincisi, bu Allah’ın kelamıdır” sözüyle kastedilen mana budur.

İkinci kaziye: Allah’ın murad ettiği mananın ayetten açıkça anlaşılmasıdır ki, buna “muhkem ayet” denir. Bazen de ayetin manası kapalıdır; fakat bu kapalı ayet, başka bir ayet ile izah edilir. Her iki durumda da ictihad bunlara giremez. Zira Allah, hükmünü açıkça beyan etmiştir.

Muhkem ayetlere örnek olarak: “Namaz kıl, oruç tut, zekât ver, hacca git...” gibi emirleri sayabiliriz. Bu ayetlerdeki mana açık olduğundan dolayı bu ayetlerde ictihad yapılamaz. Ayrıca bunları inkâr etmek de küfürdür.
Manası başka bir ayette izah edilen ayete örnek olarak, şu ayeti gösterebiliriz: “Muhakkak ki Allah size kanı haram kıldı.” (Bakara 183)

Bu ayet-i kerimede, kanın haram olduğu belirtilmiş ancak bu kanın mahiyeti belirtilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Haram olan kanın mahiyeti, En’am suresi 145. ayette “akıcı kan” olarak açıklanmıştır. Bu izahtan anlaşılır ki, dalak ve ciğerdeki kan akıcı olmadığından haram değildir. Haram olan sadece akıcı kandır. İşte haram olan kanın mahiyeti, yine Allah tarafından başka bir ayette izah edildiğinden dolayı, ayeti böylece kabul etmek gerekir. Bunu inkar etmek veya ayet hakkında yersiz teviller yapmak kişiyi küfre sokar.

Demek bir ayetin manası açıksa ya da diğer bir ayet ile izah edilmişse, bu ayetler “muhkemat” sınıfına dahil olmakta ve onlarda ictihad yapılamamaktadır. Zira ictihad, sadece manası açıkça anlaşılamayan ayetlerde, mananın anlaşılması maksadıyla yapılır. İkinci kaziyenin hükmünün geçerli olduğu ayetlerde ise mana zaten açıktır. Bu sebeple ictihada lüzum yoktur.

İşte “Kuran’ın her kelamı üç kaziyeyi müştemildir… İkincisi, Allah’ca murad olan mana budur… Eğer Kuran’ın o kelamı, başka bir manaya ihtimali olmayan muhkemattan olursa veya Kuran’ın başka yerinde beyan edilmiş ise, birinci ve ikinci kaziyeleri aynen kabul etmek lazımdır. Ve inkârları küfürdür”sözüyle kastedilen mana budur.

Üçüncü kaziye: Ayet hakkında söylenen “Mana-yı murad budur” hükmüdür. Evet, bazen ayetin manası açık olmayıp, birçok manaya gelme ihtimali vardır. Tabir-i caizse, ayet-i kerime adeta bir deniz gibi olup, içinde birçok manayı barındırmaktadır. Âlimler, kendi anlayışlarına göre bir manayı ve bir ihtimali seçerler. İşte ayetlerin bu manaları hakkındaki müfessirlerin sözünü kabul etmemek küfür değildir. İsterseniz misallerle bu kaziyeyi daha iyi anlamaya çalışalım:

1- “Haccı ve umreyi Allah için tamamlayınız.” (Bakara 196)

Bu ayet-i kerimede Allah-u Teâlâ, hac ve umreyi tamamlamayı emretmiş, ancak tamamlamaktan muradının ne olduğunu hem bu ayette, hem de başka bir ayette beyan etmemiştir. İşte ictihad burada söz konusudur. İmam-ı Azam’a göre “tamamlamaktan” kasıt: Eğer umreye gidilebilirse, farz, vacip, sünnet ve müstehabına riayet ederek umreyi yerine getirmektir. Bu mezhebe göre umre sünnettir. Bu mezhep imamları “tamamlamayı”, “gitmek” manasında anlamayıp; eğer gidilebilirse, “hakkıyla eda edilmesi” manasında anlamışlardır.

İmam Şafi’ye göre ise, tamamlamaktan kasıt “gitmektir.” Bu mezhebe göre umreye gitmek farzdır.

Görüldüğü gibi, “tamamlayın” emrini farklı anlamak, hükmün farklı olmasına sebep olmuştur. Umreye gitmek bir mezhepte sünnet olurken, diğerinde farz olmuştur.

Şimdi birisi umreye “sünnet” dese ve tamamlamayı farz, vacip ve sünnete uygun olarak eda etmek şeklinde kabul ederek umrenin farz olduğu hükmünü inkar etse, ya da bir başkası tamamlamayı “gitmek” olarak anlasa ve sünnet diyenlerin görüşünü inkar etse, bu görüş onları kafir etmez.

İşte “Kuran’ın her kelamı üç kaziyeyi müştemildir… Üçüncüsü, mana-yı murad budur… Üçüncü kaziyeyi kabul etmek lazım olmadığı gibi inkârları küfür de değildir. İşte müfessirlerin ihtilafı ancak ve ancak bu kısma aittir” sözünün manası budur.

2- “Muhakkak ki biz sana Kevseri verdik. O halde namaz kıl ve kurban kes.” (Kevser 1-2)

Kurban kesmenin hükmü, İ. Azam’a göre vacip iken; İ. Şafi ve İmameyn’e göre sünnettir. İhtilafın sebebi, mezkûr ayeti anlamaktaki farklılıktır.

İ. Azam ayeti şöyle anlar: Birinci ayet olan “Biz sana Kevseri verdik” ayetindeki muhatap Resulullah’tır. İkinci ayetteki muhatap ise, Ümmet-i Muhammed’dir. Ayetteki “Namaz kıl” emrinden maksat beş vakit namazdır ki, bu emir ümmete emredilmiştir. Kurban kesmek emri de bizedir. Dolayısıyla kurban kesmek vacip olur.

İ. Şafi ve İmameyn ise ayeti şöyle anlar: Birinci ayet olan “Biz sana Kevseri verdik” ayetindeki muhatap Efendimiz (sav) olduğu gibi, ikinci ayet olan “O halde namaz kıl ve kurban kes” ayetindeki muhatap da yine O’dur. Buradaki namazdan maksat beş vakit namaz olmayıp, gece namazıdır ki, bu, peygamberlere farzdır. Kurban kesme emri de Efendimize (sav) ait olup, ümmetine sünnettir.

Görüldüğü gibi, kurban kesmenin bir ibadet olduğu hakkında ihtilaf yoktur. İhtilaf, kurban kesmenin hükmü hakkındadır. Bir kısım âlimler vacip derken, bir kısmı sünnet demiştir. Kurban kesmenin vacip olduğunu inkar etmek, ya da sünnet olduğunu inkar etmek ise kişiyi küfre sokmaz.

İşte “Kuran’ın her kelamı üç kaziyeyi müştemildir… Üçüncüsü, mana-yı murad budur… Üçüncü kaziyeyi kabul etmek lazım olmadığı gibi inkârları küfür de değildir. İşte müfessirlerin ihtilafı ancak ve ancak bu kısma aittir” sözünün manası budur.

3- “Ey iman edenler! Namaza kalktığınızda yüzünüzü yıkayın...” (Maide 6)

Bu ayet-i kerimede Cenabı Hak, abdestte yüzü yıkamayı emretmiştir. Emir, muhkem ve açık olduğundan dolayı ictihad buna giremez. Bu yüzden dört mezhep âlimleri yüz yıkamanın farziyyetini kabul etmiştir. Ancak ayette yüzün tarifi yapılmamış ve sınırları çizilmemiştir. O halde yüz neresidir? İşte ihtilaf buradadır.

Mesela Ahmed İ. Hanbel, kulakların da yüze dahil olduğunu kabul ederek, kulakları yıkamanın farz olduğunu söylemiştir. Şimdi biz yüzü yıkamanın farziyyetini inkar etsek, kafir oluruz. Çünkü ayet-i kerime, başka bir ihtimale gelmesi mümkün olmayan muhkemattandır ve yüzü yıkamak ayetin açık hükmüdür. Ama İ. Hanbel’in görüşünü inkar ederek “Kulak yüze dahil değildir“ desek, kafir olmayız. Çünkü bu görüş, ayetin açık hükmü olmayıp, ayetten yapılan bir istinbattır. Tabi İ. Hanbel’in bu konuda hadisten de delilleri vardır. Konumuz bu olmadığından, o kapıyı açmıyoruz.
İşte “Kuran’ın her kelamı üç kaziyeyi müştemildir… Üçüncüsü, mana-yı murad budur… Üçüncü kaziyeyi kabul etmek lazım olmadığı gibi inkârları küfür de değildir. İşte müfessirlerin ihtilafı ancak ve ancak bu kısma aittir” sözünün manası budur.

4- “Eğer hastaysanız veya seferde iseniz veya tuvaletten gelmişseniz veya kadınlara dokunmuş ve su bulamamış iseniz, temiz bir toprak ile teyemmüm ediniz” (Maide 6)

Cenabı Hak bu ayet-i kerimede, abdesti bozan şeyleri sayarken “Lâmestümü-n nisa” buyurarak, kadınlara dokunmayı da zikretmiştir. Kadınlara dokunmak abdesti bozar. Bunu inkar etmek, kişiyi küfre sokar. Fakat kadınlara dokunmaktan maksat nedir? İ. Şafi’ye göre bu: Kadına maddi bir temasta bulunmak ve onun tenine dokunmaktır. Yani İ. Şafi hazretleri, ayeti mutlak olarak almıştır.

İ. Azam ise, dokunmayı cima (cinsel ilişki) ile tefsir etmiştir. Ona göre tene dokunmak abdesti bozmaz, ancak cinsel ilişki bozar. Ve bu ictihadına şunları delilleri getirmiştir:

1- İ. Abbas hazretleri, ayetteki dokunmayı “cima” ile tefsir etmiştir.
2- Büyük Arap lügat âlimi İbnü-s Sikkit: “Bundan maksat cimadır. Zira Arapça’da ‘lemes’ (dokunmak) kelimesi ‘nisa’ (kadın) kelimesi ile yan yana geldiğinde, bundan tene temas değil; cima kastedilir. Zira Araplar ‘Lâmestümü-l mera’ dediklerinde, kadınla cimayı kastederler. Ayetin manası da budur ”demiştir.
3- Efendimizin, eşlerinden bazılarını öptükten sonra abdest almadan namaz kıldığını Hz. Aişe nakil etmiştir. Eğer dokunmak abdesti bozsaydı, Efendimizin (sav) tekrar abdest alması gerekirdi.
4- Hz. Aişe başka bir rivayetinde şöyle der: “Ben Resulullah’ın önünde yatsı namazını kılarken boylu boyunca uzanırdım. Efendimiz vitri kılacağı zaman ayağıyla beni dürter ve namazını öyle kılardı.” Eğer kadına dokunmak abdesti bozsaydı, Efendimizin (sav) tekrar abdest alması gerekirdi. Madem almamıştır, o halde dokunmak abdesti bozmamaktadır.

Bütün bu haberleri değerlendiren Hanefiler, ayetteki “Kadınlara dokunduğunuzda” ifadesini “cima” olarak tefsir etmişlerdir.
Şafiler ise, Hz. Aişe’nin birinci hadisini zayıf görürler. İkinci hadisini ise, arada elbise olmasına hamlederler veya “Bu sadece Resulullah’a mahsustur” derler.
Görüldüğü gibi, “kadınlara dokunduğunuzda...” ayetindeki “dokunmanın” manasını anlamada âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bir kısım âlimler bundan “cima”yı anlarken, bir kısmı “mutlak dokunmayı” anlamışlardır. Şimdi biz, “Kadına dokunmak abdesti bozmaz, ya da bozar” desek ve diğer âlimin görüşünü kabul etmesek, bu bizi kâfir yapmaz. Çünkü onun görüşü, ayetin açık manası olmayıp, istinbattır.
İşte “Kuran’ın her kelamı üç kaziyeyi müştemildir…Üçüncüsü, mana-yı murad budur… üçüncü kaziyeyi kabul etmek lazım olmadığı gibi inkârları küfür de değildir. İşte müfessirlerin ihtilafı ancak ve ancak bu kısma aittir” sözünün manası budur.

Netice: Kuran’ın her kelamı üç kaziyeyi müştemildir.

Birincisi kaziye: O ayetin Allah’ın kelamı olmasıdır. Bu sebeple tek bir ayetin inkarı, kişiyi kafir yapar ve küfre sokar.

İkinci kaziye: Allah’ın murad ettiği mananın ayetten açıkça anlaşılmasıdır veya murad olan mananın başka bir ayette izah edilmesidir. Her iki durumda da ictihad bunlara giremez.

Üçüncü kaziye: Ayetin farklı manalara gelebilme ihtimali olduğunda, müfessirlerin mana-yı muradı, kendi anlayışlarına göre çıkarmalarıdır. Farklı manalara gelmesi mümkün olan ayetler hakkında müfessirler ictihad ve istinbat yapmışlardır. Müfessirlerin ihtilafının sebebi, ayetlerin farklı manalara gelme ihtimalidir. Müfessirlerin bu sözlerini inkar etmek insanı küfre sokmaz. Ancak şu unutulmamalıdır ki, müfessirler ve müctehidler, anlayış hususunda kendilerine Allah tarafından bir genişlik ihsan edilmiş kimselerdir. Bu sebeple onların görüşlerine saygısızlık yapmamak gerekir. onların kırk dakikada çıkarttığı bir manayı, bizim gibilerin kırk senede çıkarması mümkün değildir.
Bu mesele, hizmetimizin hazırlamış olduğu “Asrımızın hastalığı mezhepsizlik” isimli eserde detayları ile anlatılmıştır. Daha fazla bilgi arzu edenleri, bu eserimize havale ediyoruz.

Bu cümlenin izahının yapıldığı görüntülü sohbet için tıklayınız

[/BILGI]
 

faris

Well-known member
Kur'ân nelerden bahsediyor, hangi konuları ele alıyor?

[DIKKAT]
-geldiği zamana göre devrimsel değişiklik getirecek ahlaki ve sosyolojik değişiklikler içermemesi. (demokrasi, insan hakları, köleliğin kaldırılması vb...)
[/DIKKAT]



[BILGI]Kur'ân nelerden bahsediyor, hangi konuları ele alıyor? Hayata getirdiği prensipler nelerdir?

Değerli kardeşimiz;

Kur’an’ın bütününe baktığımızda onun bütün sure ve ayetlerine kadar nüfuz edendört ana gayesi bulunduğunu görürüz. Kur’an bahsettiği her şeyi bu dört gayeyi kuvvetlendirmek için ifade eder.

Bunlardan birincisi zatında, sıfatlarında, fiillerinde, eserlerinde ve mülkünde hiçbir ortağı, benzeri, dengi bulunmayan Allahu Teala’ya iman etmek manasına gelen tevhid esasıdır.

İkincisi, Alemlerin rabbinin emirlerini bize ulaştıran, peygamberlik müessesesini ifade eden nübüvvettir.

Üçüncüsü, haşir, yani öldükten sonra yeniden diriltilerek ebedi bir hayata kavuşmaktır.

Dördüncü esas ise adalettir. Kur’an’da insanların dünyada huzurlu bir hayat yaşamaları için gerekli olan adalet emredilir İnsanların hayatlarına bu prensipler çerçevesinde bir düzen vermek hedeflenir Alemlerin Rabbi olan Allah’ın adaletinin bütün kâinatı kuşattığı, haşirde de tam olarak tecelli ederek herkese iyilik ve kötülüğünün karşılığını vereceği bildirilir.

Kur’an’ın mesajlarını ihtiva eden bir çok tanımı vardır. Bu tanımlar aynı zamanda onun konularını da özetlemektedir:

Kur’an: Allah tarafından vahiy edilen, Hz. Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz. Muhammed(a.s.m)’e indirilen, tilavetiyle taabbud olunan/okunması ibadet sayılan semavî bir kitab-ı mukaddestir.

Kur’an: Allah’ın birliğini/tevhit akidesini gönüllere nakşeden, başta Hz. Muhammed(a.s.m)’in peygamberliği olmak üzere peygamberlik müessesesini akılların dikkatine sunan, öldükten sonra insanların yeniden dirilip hesaba çekileceklerini, önceki hayatlarında bağlı bulundukları hayat felsefesi ve dünya görüşü doğrultusunda mükâfat veya ceza alacakları ahiret yurdunun varlığını vicdanın derinliklerine kazıyan, insanların Allah ile olan ilişkilerinde ibadetin, kullar ile olan ilişkilerinde ise adaletin, kulluğun olmazsa olmaz şartı olduğunu ders veren yanılmaz ve yanıltmaz bir hidayet kılavuzuzdur.

Kur’an: İlk emri “oku” olan, okuma-yazmayı, ilim- irfanı teşvik eden, kalem kullanmayı Allah’ın büyük bir ikramı olarak değerlendiren, Allah’ın sonsuz ilminin parıltılarını gösteren semavî bir ders kitabıdır.

Kur’an: Hakkı batılın üzerine salarak onun beynini dağıtan, Hak’tan gelen, Hak ismine dayanan, gücünü haktan alan, hak ve hakikati ders veren, Allah’ın en son hak kitabıdır.

Kur’an: Hak ve hakikatin paslanmaz bir elmas olduğunu ders veren, batılın yüzündeki peçeyi kaldırıp basiret sahiplerine çirkin simasını gösteren, gerçek ile yanlışı ayıran ilahî bir Furkandır.

Kur’an: Allah’a hamdu sena ile başlayan, mesajı bulunduğu Rabbul-alemînin Rahman, Rahîm ve din/hesap gününün sahibi olduğunu nazara vererek kullarına ümit bahşeden, yalnız Allah’a kul olmayı, sadece ondan yardım dilemeyi, dosdoğru yolda/sırat-ı müstakimde yürümek için peygamberlerin yoluna uymayı öğreten şaşmaz, şaşırtmaz bir semavî rehberdir.

Ku’ran: Yeryüzünün tek bir sayfası olduğu kâinat kitabının ezelî bir tercümesi, çeşit çeşit dillerle meramını ifade eden bu mücessem kitabın ihtiva ettiği tekvinî/kozmik ayetlerinin ebedî bir tercümanıdır.

Kur’an: Görünen ve görünmeyen varlıkları aynı şekilde gören, her şeyi kuşatan bir ilmin izlerini taşıyan, gaiplerin yanında hazır bulunduğu, Allamu’l-ğuyub olan Allah’ın yerde ve göklerde tecelli eden güzel isimlerinin hikmet dolu yansımalarını açıklayıp ortaya koyan, ilahî hakikatlerin ezelî bir tefsiridir.

Kur’an: Kâinat çapında sürekli meydana gelen kozmik ve sosyolojik hadiselerin altında yatan gizli gerçeklerin kapılarını açan büyüleyici bir anahtar, şahadet âleminin görünen yüzünün arka planında yer alan gerçekleri beyan eden mucizevî bir lisandır.

Kur’an: Şu görünen şahadet âleminin perdesi arkasında yer alan o görünmez/gaip âleminin güzergâhını takip ederek -Rahman ve Rahim olan Allah’ın ebedîyete kadar uzanan bir iltifatı ve ezelî bir hitabı olarak- bize gelen semavî lütuflar hazinesidir.

Kur’an: İslam âleminin manevî şahsiyetinin güneşi, temeli, hendesesi, âhiret ülkesinin mukaddes haritası, Allah’ın Zat, isim, sıfat ve şuunatı hakkındaaçıklamalarda bulunan, onların kusursuzluğunu ve kutsallığını beyan eden kuvvetli bir şerhi, açıklayıcı bir tefsiri, kesin bir burhanı ve parlak bir tercümanıdır.

Kur’an: İnsanlık camiasını eğiten, terbiye eden bir muallim, gerçek ve en büyük insanlık olan İslam’ın hakikat çekirdeklerinin suyu ve ışığıdır. İnsanların dünya ve ahiret saadetinin yolunu gösteren gerçek bir hikmet, bir irşat ve bir hidayet rehberidir.

Kur’an: Sosyal hayatın ahlakî ve hukukî prensiplerini vazeden bir şeriat kitabı,insanların Rablerine nasıl yalvarıp yakaracağını öğreten bir dua kitabı, hayatın hayatı olan dinin hikmet dolu talimatlarını ders veren bir hikmet kitabı, Allah’a karşı kulluğun nasıl yapılacağını belirten bir ubudiyet/kulluk kitabı, Allah’ın emir ve tavsiyelerini ihtiva eden bir çağrı/bir davet kitabıdır.

Kur’an: Allah’ı dille, gönülle, akılla, zikr etmeyi, fikr etmeyi emreden, her şeyde onun marifetine baktıran bir pencere açan, onun huzuruna çıkaran bir manevî asansör tesis eden, mahlukatın nefis ve nefesleri sayısınca onun dergâhına giden yolları keşfeden bir zikir ve fikir kitabıdır.

Kur’an: İnsanların bütün kesimlerine hitap eden, herkese kabiliyetine, meslek ve meşrebine göre ders verip akıl, kalp ve hissiyatını tatmin eden, manevî bütün ihtiyaçlarına cevap veren, kusurdan âzâde, noksanlıktan beri, her türlü yanlışlık şaibesinden uzak pek çok kitapları ihtiva eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semavîdir.

Kur’an: Nur isminin cilvelerini yansıtan, kevnî ayetleriyle yer ve göklerin üstünde parlayan İlahî hikmetleri açıklayarak evreni aydınlatan, ders verdiği iman güneşinin ışıklarıyla insanların akıl ve gönüllerini nurlandıran, basiret gözü kör olmayanlara enfusî ve âfakî delillerle donattığı manevî projektörle berzah âleminin öteki yamacında inşa edilen cennet saraylarını aydınlatan, içi nur, dışı nur, özü nur nuranî bir kitab-ı mukaddestir.

Kur’an: Altı ciheti de parlak ve şüphelerin şaibesinden uzaktır. Hiçbir yönden yanlış ve batıl kendisine yaklaşamamıştır: Çünkü Kur’an’ın arkası/istinat noktası kuvvetlidir; semavî bir vahiy olarak sırtını Allah’a dayamıştır. Önü açıktır, güçlü bir zırhla korunmuştur. Çünkü, hedefinde ebedi saadet vardır. Bu saadeti söz veren her şeye gücü yeten ve asla sözünü yemeye tenezzül etmeyen Allah’tır. İçinde barındırdığı mesajlar berrak birer hidayettir. Üstünde parıltıları görülen güneş ise, imandır. Altında delil ve burhan sütunları vardır. Sağ tarafında durup kendisine boyun eğen kalp ve vicdandır. Solunda el pençe duran akıl ve izandır.Meyvesi ise, Allah’ın sonsuz rahmeti ve cennettir.

Kur'ân: Bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah'ın kelâmıdır. Onun için yediden yetmişe herkesi kamet-i kıymeti nispetinde terbiye eden ilahî mesajları ihtiva etmektedir.

Hem bütün mevcudatın İlâhı unvanıyla Allah'ın fermanıdır. Bu sebepledir ki, bu ferman-ı azimüşşanda Allah’ın ibadete layık yegâne ilah, yegâne mabud olduğu, insanların –diğer bütün varlıklar gibi- Allah’a ibadet etmek için yaratıldığı vurgulanmış, kâinat çapında tarrakalarıyla Allah’a tesbih ve tahmidde bulunduklarını ilan eden varlıkların bu muhteşem manevî armonisine katılmaları emredilmiştir.

Hem bütün semâvat ve arzın yaratıcısı adına gönderilen bir kitaptır.Bu sebepledir ki, Kur’an’da –sık, sık- göklerde ve yerde görünen harika sanat levhaları aklın nazarına sunulmuş, sonsuz ilim ve kudrete sahip bir yaratıcının edasıyla konulara yaklaşan bir üslup takip edilmiştir.

Kur’an: Tarih sahnelerinde meydana gelen olayları harika bir tasvir metoduyla canlandırarak gözler önüne seren büyüleyici bir üslupla değerlendiren, bu cümleden olarak maddî güç bakımından genellikle zayıf bir konumda olmalarına rağmen peygamberler ve onlara uyan müminlerin -Allah’ın yardımıyla- elde ettikleri galibiyetleri, maddî güç açısından çok kuvvetli olmalarına rağmen inkârcıların -Allah’ın kahrıyla- uğradıkları hezimetleri dikkatlere sunan, tarihin tekerrür eden sosyolojik bir vakıa olduğu gerçeğinden hareketle, gelecek nesillere eskiden olmuş zafer ve hezimetlerin gerekçelerini hatırlatarak, Allah’a itaat eden iyi insanları kuvvetle müjdeleyen, ona isyan eden kötü insanları şiddetle uyaransemavî bir inzar ve tebşir kitabıdır.

Hulasa: Allah’a kul, Hz. Peygamber(a.s.m)’e ümmet olmak isteyen kimselerin aldanmaz ve aldatmaz mürşidi Kur’andır.

Sosyolojik olarak ferdî, ailevî ve içtimaî hayatta huzurlu, psikolojik olarak -ikilemden uzak- uyumlu bir kişiliğe sahip olmak, bozguncu aşırılıklardan uzak, sırat-ı müstakim denilen orta yolda yürümek isteyenlerin şaşmaz ve şaşırtmaz yegâne rehberi Kur’an’dır.

Nefs-i emarenin ve firavunlaşmış nefislerin şerrinden, şeytanın sinsi tuzaklarından korunmak isteyenlerin en güçlü kalesi ve en kuvvetli sığınağı Kur’an’dır ve Kur’an’ın hakikî tefsiri olan Hz. Peygamber(a.s.m)’in sünnet-i seniyyesidir.

Allah’ım! Kur’an’ı -bizim için- dünyada arkadaş, kabirde yoldaş, kıyamet gününde şefaatçi, sırat köprüsünde nur, cennet yolunda refakatçi, ateşten koruyan zırh ve bütün hayır işlerinde rehber ve imam kıl! Bunu o sonsuz rahmetinle bize lütfet! Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbimiz!

İlave bilgi için:


Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
[/BILGI]
 

faris

Well-known member
Cennetteki ödüllerin çok kısıtlı olması?

[DIKKAT]
-cennetteki ödüllerin çok kısıtlı olması (yiyecek-içecek, seks. başka?)
[/DIKKAT]


[BILGI]

Ahirete imanın, ahiretin saadetine dair kısmını Üstad Kur'an'a havale etmiş. Geniş bir şekilde izah eder misiniz?


Sekizinci Meselenin başında, ahiret saadeti veya uhrevi saadet kısmının izahı konusunda şu ifadeler yer almaktadır:
“Saadet-i uhreviyeye ait kısmı, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın izahatı daha hiç bir beyana ihtiyaç bırakmamış. Onu ona havale ederek…”(1)

Öyle ise biz de bu konuda doğrudan Kur’an-ı Kerim’e müracaat edeceğiz. Ahirete imanın ahiretin saadetine ait kısmı Kur’an-ı Kerim'de cennetle ilgili ayetlerde çok detaylı bir şekilde izah ediliyor. Bu ayetleri tahkik edersek, ahirette nasıl bir saadeti kazanacağımızı görürüz. Ayrıca Risale-i Nur'da cennet bahsi olarak geçen Yirmi Sekizinci Söz de bu sorunuzun cevabı niteliğindedir.

Biz imanın karşılığı olan ahiretin saadetine, numune olarak bazı ayetleri takdim edelim:

"İman edip salih amellerde bulunanları müjdele. Gerçekten onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine rızık olarak bu ürünlerden her yedirildiğinde: "Bu daha önce de rızıklandığımızdır." derler. Bu onlara (dünyadakine) benzer olarak sunulmuştur. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve onlar orada süresiz kalacaklardır." (Bakar, 2/25)

"De ki: "Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin katında içinde temelli kalacakları altından ırmaklar akan cennetler tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Allah kulları hakkıyla görendir." (Al-i İmran, 3/15)

"İşte bunların karşılığı Rablerinden bağışlanma ve içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetlerdir. (Böyle) Yapıp-edenlere ne güzel bir karşılık (ecir var.)" (Al-i İmran, 3/136)

"Ama Rablerinden korkup-sakınanlar; onlar için Allah katında -bir şölen olarak- altlarından ırmaklar akan -içinde ebedi kalacakları- cennetler vardır. İyilik yapanlar için Allah'ın katında olanlar daha hayırlıdır." (Al-i İmran, 3/198)

"İman edip salih amellerde bulunanları, altından ırmaklar akan içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Onda onlar için tertemiz kılınmış eşler vardır. Ve onları ‘ne sıcak-ne soğuk tam kararında gölgeliğe' sokacağız." (Nisa, 4/57)

"İman edip salih amellerde bulunanlar biz onları altından ırmaklar akan içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Bu Allah'ın gerçek olan va'didir. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır?" (Nisa, 4/122)

"Böylelikle Allah dediklerine karşılık olarak içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetler verdi. Bu iyilik yapanların karşılığıdır." (Maide, 5/85)

"Allah dedi ki: "Bu doğrulara doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür. Onlar için içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk' budur." (Maide, 5/119)

"İman edenler ve salih amellerde bulunanlar -ki biz hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz- onlar da cennetin ashabı (halkı)dırlar. Onda sonsuz olarak kalacaklardır." (A'raf, 7/42)

"Biz onların göğüslerinde kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki: "Bizi buna ulaştıran Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bize hidayet vermeseydi biz doğruya ermeyecektik. Andolsun Rabbimizin elçileri hak ile geldiler." Onlara: "İşte bu yaptıklarınıza karşılık olarak mirasçı kılındığınız cennettir." diye seslenilecek." (A'raf, 7/43)

"Kendilerine Allah'ın bir rahmet eriştirmeyeceğine yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı? (Cennettekilere de) Girin cennete. Sizin için korku yoktur ve mahzun olmayacaksınız." (A'raf, 7/49)

"İşte gerçek mü'minler bunlardır. Rableri katında onlar için dereceler, bağışlanma ve üstün bir rızık vardır." (Enfal, 8/4)

"Rableri onlara katından bir rahmeti bir hoşnutluğu ve onlar için kendisine sürekli bir nimet bulunan cennetleri müjdeler. Onda ebedi kalıcıdırlar. Şüphesiz Allah büyük mükafaat katında olandır." (Tevbe, 9/21, 22)

"Allah mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara içinde ebedi kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur."(Tevbe, 9/72)

"Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk' budur." (Tevbe, 9/100)

"İman edenler ve salih amellerde bulunanlar da Rableri onları imanları dolayısıyla altından ırmaklar akan nimetlerle donatılmış cennetlere yöneltip-iletir (hidayet eder). Oradaki duaları: "Allah'ım Sen ne yücesin."dir ve oradaki dirlik temennileri: "Selam"dır; dualarının sonu da: "Gerçekten hamd alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Yunus, 10/9, 10)
"İman edip salih amellerde bulunanlar ve ‘Rablerine kalbleri tatmin bulmuş olarak bağlananlar' işte bunlar da cennetin halkıdırlar. Onda süresiz kalacaklardır." (Hud, 11/23)

"Mutlu olanlar da, artık onlar cennettedirler. Rabbinin dilemesi dışında gökler ve yer sürüp gittikçe orada süresiz kalacaklardır. (Bu) kesintisi olmayan bir ihsandır." (Hud, 11/108)

"Onlar Adn cennetlerine girerler. Babalarından eşlerinden ve soylarından ‘salih davranışlarda' bulunanlar da (Adn cennetlerine girer). Melekler onlara her bir kapıdan girip (şöyle derler:) Sabrettiğinize karşılık selam size. (Dünya) Yurdun(un) sonu ne güzel." (Ra'd, 13/23, 24)

"Takva sahiplerine vadedilen cennet; onun altından ırmaklar akar yemişleri ve gölgelikleri süreklidir. Bu korkup-sakınanların (mutlu) sonudur, inkâr edenlerin sonu ise ateştir." (Ra'd, 13/35)

"İman edip salih amellerde bulunanlar Rablerinin izniyle altından ırmaklar akan içinde ebedi kalacakları cennetlere konulmuşlardır. Orada birbirlerine olan dirlik temennileri: "Selam"dır." (İbrahim, 14/23)

"Gerçekten takva sahibi olanlar cennetlerde ve pınar başlarındadır. Oraya esenlikle ve güvenlikle girin. Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar. Orda onlara hiçbir yorgunluk dokunmaz ve onlar ordan çıkarılacak değildirler." (Hicr, 15/45-48)

"Adn cennetleri; ona girerler onun altından ırmaklar akar içinde onların her diledikleri şey vardır. İşte Allah takva sahiplerini böyle ödüllendirir. Ki melekler güzellikle canlarını aldıklarında: "Selam size" derler. "Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin." (Nahl, 16/31, 32)

"Onlar; altından ırmaklar akan Adn cennetleri onlarındır, orada altın bileziklerle süslenirler, hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler giyerler ve tahtlar üzerinde kurulup-dayanırlar. (Bu) Ne güzel sevap ve ne güzel destek." (Kehf, 18/31)

"İman edip salih amellerde bulunanlar... Firdevs cennetleri onlar için bir ‘konaklama yeridir.' Onda ebedi olarak kalıcıdırlar ondan ayrılmak istemezler." (Kehf, 18/107, 108)

"Ancak tevbe eden iman eden ve salih amellerde bulunanlar (onların dışındadır); işte bunlar cennete girecekler ve hiçbir şeyle zulme uğratılmayacaklar. Adn cennetleri (onlarındır) ki Rahman (olan Allah onu) kendi kullarına gaybtan vadetmiştir. Şüphesiz O'nun va'di yerine gelecektir. Onda ‘boş bir söz' işitmezler; sadece selam (ı işitirler). Sabah akşam onların rızıkları orda (bulunmakta)dır. O cennet; biz kullarımızdan takva sahibi olanları (ona) varisçi kılacağız." (Meryem, 19/60-63)

"Hiç şüphesiz Allah iman edenleri ve salih amellerde bulunanları altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada altından bileziklerle ve incilerle süslenirler; ordaki elbiseleri ipek(ten)dir. Onlar sözün en güzeline iletilmişlerdir ve övülen doğru yola iletilmişlerdir."(Hac, 22/23-24)

"De ki: "Bu mu daha hayırlı yoksa takva sahiplerine va'dedilen ebedi cennet mi? Ki onlar için bir mükafat ve son duraktır. İçinde ebedi kalıcılar olarak orada her istedikleri onlarındır; bu Rabbinin üzerine aldığı istenen bir vaaddir." (Furkan, 25/15-16)

"İşte onlar sabretmelerine karşılık (cennetin en gözde yerinde) odalarla ödüllendirilirler ve orda esenlik dileği ve selamla karşılanırlar. Orda ebedi olarak kalıcıdırlar; o ne güzel bir karargah ve ne güzel bir konaklama yeridir." (Furkan, 25/75, 76)

"İman edip salih amellerde bulunanlar; onları içinde ebedi kalıcılar olarak altından ırmaklar akan cennetin yüksek köşklerine muhakkak yerleştireceğiz. (Salih) Amellerde bulunanların ecri ne güzeldir." (Ankebut, 29/58)
"Böylece iman edip salih amellerde bulunanlar; artık onlar ‘bir cennet bahçesinde' ‘sevinç içinde ağırlanırlar." (Rum, 30/15)

"İman eden ve salih amellerde bulunanlar ise, artık onlar için yaptıklarına karşılık olmak üzere bir ağırlanma konağı olarak barınma cennetleri vardır." (Secde, 32/19)

"Adn cennetleri (onlarındır); oraya girerler orada altından bileziklerle ve incilerle süslenirler. Ve orada onların elbiseleri ipek(ten)dir. Derler ki: "Bizden hüznü giderip yok eden Allah'a hamdolsun; şüphesiz Rabbimiz gerçekten bağışlayandır şükrü kabul edendir. Ki O bizi kendi fazlından (ebedi olarak) kalınacak bir yurda yerleştirdi; burada bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da dokunmaz." (Fatır, 35/33-35)

"Gerçek şu ki bugün cennet halkı ‘sevinç ve mutluluk dolu' bir meşguliyet içindedirler. Kendileri ve eşleri gölgeliklerde tahtlar üzerinde yaslanmışlardır. Orada taptaze-meyveler onların ve istek duydukları her şey onlarındır. Çok esirgeyen Rabb'dan onlara bir de sözlü "Selam" (vardır)." (Yasin, 36/55-58)

"İşte onlar; onlar için bilinen bir rızık vardır. Çeşitli-meyveler. Onlar ikram görenlerdir. Nimetlerle donatılmış (naim) cennetlerde. Birbirlerine karşı tahtlar üzerinde (otururlar). Kaynaktan (doldurulmuş) kadehlerle çevrelerinde dolaşılır. Bembeyaz; içenlere lezzet (veren bir içki). Onda ne bir gaile vardır ne de kendilerinden geçip akılları çelinir. Ve yanlarında bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş iri gözlü kadınlar vardır. Sanki onlar saklı bir yumurta gibi (çarpıcı ve pürüzsüz). Böyleyken kimi kimine yönelmiş olarak birbirlerine soruyorlar: Bir sözcü der ki: "Benim bir yakınım vardı." Derdi ki: Sen de gerçekten (dirilişi) doğrulayanlardan mısın? Bizler öldüğümüz toprak ve kemikler olduğumuzda mı gerçekten biz mi (yeniden diriltilip sonra da) sorguya çekilecekmişiz? (Konuşan yanındakilere) Der ki: "Sizler (onun şimdi ne durumda olduğunu) biliyor musunuz?" Derken bakıverdi onu ‘çılgınca yanan ateşin' tam ortasında gördü. Dedi ki: "Andolsun Allah'a neredeyse beni de (şu bulunduğun yere) düşürecektin." Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı muhakkak ben de (azab yerine getirilip) hazır bulundurulanlardan olacaktım." (Saffat, 37/41-57)

"Adn cennetleri; kapılar onlara açılmıştır. İçinde yaslanıp-dayanmışlardır; orda birçok meyve ve şarap istemektedirler. Ve yanlarında bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş yaşıt kadınlar vardır. İşte hesap günü size va'dedilen budur. Şüphesiz bu, bizim rızkımızdır, bitip tükenmesi de yok." (Sad, 38/50- 54)

"Ancak Rablerinden korkup-sakınanlar ise; onlara yüksek köşkler vardır, onların üstünde de yüksek köşkler bina edilmiştir. Onların altında ırmaklar akmaktadır. (Bu) Allah'ın va'didir. Allah va'dinden dönmez." (Zümer, 39/20)

"Rablerinden korkup-sakınanlar da cennete bölük bölük sevkedildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman kapıları açıldı ve onlara (cennetin) bekçileri dedi ki: "Selam üzerinizde olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedi kalıcılar olarak ona girin." (Onlar da) Dediler ki: "Bize olan va'dinde sadık kalan ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamd olsun ki cennetten dilediğimiz yerde konaklayabiliriz. (Salih) Amellerde bulunanların ecri ne güzeldir." (Zümer, 39/73, 74)

"Takva sahiplerine va'dedilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan sudan ırmaklar tadı değişmeyen sütten ırmaklar içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve orda onlar için meyvelerin her türlüsünden ve Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç (böyle mükafaatlanan bir kişi) ateşin içinde ebedi olarak kalan ve bağırsaklarını ‘parça parça koparan' kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu?" (Muhammed, 47/15)

"O gün, mü'min erkekler ile mü'min kadınları nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün. Bugün sizin müjdeniz içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz) altından ırmaklar akan cennetlerdir. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk' budur." (Hadid, 57/12)

"Sizi, toplanma günü için bir arada toplayacağı gün; işte bu aldanma (teğabün) günüdür. Kim Allah'a iman edip salih bir amelde bulunursa (Allah) onun kötülüklerini örter ve içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük ‘mutluluk ve kurtuluş (fevz)' budur." (Teğabün, 64/9)

"İman edip salih amellerde bulunanları, karanlıklardan nura çıkarması için Allah'ın apaçık ayetlerini size okuyan bir elçi de (gönderdik). Kim iman edip salih bir amelde bulunursa (Allah) onu içinde süresiz kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Allah gerçekten ona ne güzel bir rızık vermiştir." (Talak, 65/11)

"İman edip salih amellerde bulunanlar ise; işte onlar da yaratılmışların en hayırlılarıdır. Rableri katında onların ödülleri, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razı olmuştur, kendileri de O'ndan razı (hoşnut memnun) kalmışlardır. İşte bu Rabbinden ‘içi titreyerek korku duyan kimse' içindir." (Beyyine, 98/7, 8)

(...)


Konuyla ilgili daha yüzlerce ayet vardır. Biz bu kadarıyla iktifa ediyoruz...


İlave bilgi için:


Nasıl ki Cennet, bütün vücut âlemlerinin mahsulâtını taşıyor ve dünyanın yetiştirdiği tohumları bâkiyâne sümbüllendiriyor.
[h=2]Nasılki Cennet bütün vücud âlemlerinin mahsulâtını taşıyor [/h]


[/BILGI]
 
Üst