O diyarın sakinleri,

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
O DİYARIN SAKİNLERİ, seven ve sevilen kimselerdi. Birbirlerini imanın gereği olarak severler ve yapmacık olan her şeyden kaçınırlardı. Din kardeşlerine imanları ne ise yüz hatları, mimik hareketlerin de aynı olurdu. Kardeşlerine dıştan bir türlü, içten başka türlü katiyyen davranmazlar ve bunu nifak alameti sayarlardı.

O DİYARIN SAKİNLERİ, şakadan da olsa din kardeşlerini telaşa düşürmezlerdi. Müslüman bir kardeşi telaşa düşürmenin kötü bir amel olduğunu kabul ederler, latife cinsinden de olsa telaşa kapılacak hareketlerden uzak dururlardı. Kardeşlerini hakir ve küçük görmezlerdi. Daima karşısındaki kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederlerdi. Kardeşlerinin üzerinde yara bere görseler, onunla ilgilenirler, yarasını temizlerlerdi. O zümre gerçekten Allah’a iman etmişlerdi.

O DİYARIN SAKİNLERİ, Müslüman kardeşlerine lanet okumazlardı.

O DİYARIN SAKİNLERİ, Müslüman kardeşlerinin aleyhinde konuşmazlardı. Çünkü biliyorlardı ki, birisi başka bir kardeşi aleyhine konuşursa, konuşanın şahitliği artık kabul edilmez. Ne ağır bir durum. Onların yanlarına gelen biri, şayet başka birinin aleyhine konuşsa, konuşanın ağzının payını verirler ve konuşmasına mani olurlardı. Yine bilirlerdi ki, bir kimse laf getirirse, karşı tarafa da laf götürür. Müslümanın şahsiyetini alaşağı edecek bu kınanmış ahlaktan şiddetle kaçınırlardı.

O DİYARIN SAKİNLERİ, eğer kardeşlerinin birinin kalbini kırmışsa onunla barışıp, helallaşmadıkça gözlerine uyku girmez, sanki sema altında en ağır günahı işleyenin kendileri olduğunu zannederlerdi.

O DİYARIN SAKİNLERİ, iste böyleydi. Çünkü cidden iman etmişlerdi. Bizler hiç böyle miyiz acaba? Birbirimize küskünlüğümüzün sebeplerine hiç eğildik mi? Birbirimize taşıdığımız buğz, kin, nefret gibi Müslümanda bulunması caiz olmayan bütün hasletleri Allah’ımıza nasıl izah edeceğiz?düşündünüz mü hiç? Hayatınız boyunca Allah için bir kimseye buğz ettiniz mi? Hayır, hayır... Nefisler için belki evet, fakat Allah için hayır. Allah için buğz edenler istisnadır.

O DİYARIN SAKİNLERİ, birbirlerinin gizli hallerini araştırmazlardı. Hep kendileri ile meşgul olurlar ve “ Ey hataları örten Allah, bizim hatalarımızı ört. “ diye Allah’a dua ederlerdi. Sonra şu hususa da imanları tamdı. Yüce Allah bir kuluna ihsanda bulunursa, kendi, kusurları ve hataları ile meşgul eder ve başkalarını unutturur. Yok bir kuluna bu iyiliği murad etmez ise kendi hata ve kusurlarını unutturup, başkaları ile meşgul ettirirdi. Düşünüyoruz da, bizlerin çoğu ikinci sınıfa giriyoruz. Hep başkalarının ayıp ve hataları ile meşgul oluyoruz da kendimizi unutuyoruz.

O DİYARIN SAKİNLERİ, günah işleyene değil, günaha buğz ederlerdi. Öyle ya, günah işleyen birine buğz edilse o adamı kaybetmek olur. Kendisine değil de işlediği günaha buğz edilirse, adam kurtarılmış olur. Şöyle bir düşünelim, adamın birisi, uçuruma düşse yardıma çağırsa, adamı kurtarmak için acele ederiz. Aynen bunun gibi, günah çukuruna yuvarlanmış birine, şahsına buğz ettiğimiz zaman adamı ebediyyen kaybederiz. Fakat ameline, günahına buğz edersek adamı kurtarma ihtimali çoğalır. Suşlu, işlediği suçu bıraktığı zaman yine kardeşimizdir. Onun için o diyarın sakinleri günah işleyenlere değil, işlenilen günaha buğz ederlerdi.

O DİYARIN SAKİNLERİ, herkes ile iyi geçinir ve tatlı dille konuşurlardı. Tatlı dil, yumuşak söz, bütün Peygamberlerin müşterek hususiyetleridir. Bir Mü’minin, din kardeşine en büyük hediyesi ve onu tatmin edecek bahşişi, güler yüz ve tatlı dildir. İşte o diyarın sakinleri, bu hediye ve bahşişleri birbirlerine çok çok sunarlardı. Biliyorlardı ki, dünyada kimse kalmayacak, herkes ölüp diğer alemde buluşacaklar.

O DİYARIN SAKİNLERİ, bizler için bir aynadır, bir misaldir, ölçüdür. Herkes kendisini onlara bakarak düzeltsin, tartsın. Hep beraber haklarında hiçbir ihtilaf olmayan bu altın zincirin takipçisi olalım. Çünkü onların hayatı sahih bilgilerle, Kur’an ayetleri ile tespit edilmiş ve Allah onlardan razı olmuştur.

“ HAYAT BİR UYKUDUR, ÖLÜNCE UYANIR İNSAN; SEN ERKEN DAVRAN ÖLMEDEN ÖNCE UYAN..! ”

Abdullah Büyük
 
Son düzenleme:

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi

Niçin O Diyarın Sakinleri?



O DİYARIN SAKİNLERİ, Kur'an'ın nasıl yaşanacağını, hayatlarıyla ortaya koymuş has müslümanlardır. Onların dindeki yeri çok önemlidir. Ayrıca nice nice meselelerin çözümünde hep kaynak olmuşlardır onlar. O diyarın sakinlerinin peşine takılanların hiç birisi Allah'ın izniyle âhirette pişman olmaz. Allah ve Resûlüne karşı mahcup olmazlar.



O DİYARIN SAKİNLERİ dinin tamamını yaşamışlardır. Hayat tarzları dinleri olmuştur. Tabirimiz hoş karşılanırsa onlar "Orijinal" müslümanlardır. Yeter ki bazılarına takılıp, bazıları ihmal edilmesin. Bu dinin sadece Ebû Zerr'i yoktur. Bu dinin aynı zamanda Abdurrahman İbn Avfıda vardır (Allah her ikisinden de razı olsun).

Hz. Ebû Zerr (r.a.)'i öne koyduğumuz zaman, zihinlere öyle bir iktisadi kimlik çiziliyor ki, mal ve mülk sahipleri sanki kapitalistmiş gibi değerlendiriliyor. Bunun aksi olarak sadece Hz. Osman'ı ele aldığımızda, zihinlere öyle bir şey yerleştiriliyor ki zengin olmak sanki farzmış gibi bir mantık geliştiriliyor. Bunların her ikisi de İslâm ümmetinin istifadesine sunulmuş birer kimliktir. Sahabeyi bir bütün olarak ele alırsak, hayatımızın tamamı doldurulmuş olur.



O DİYARIN SAKİNLERİ'ni birbirinden ayrı olarak değil, birbirlerinin içine girmiş zincir halkası olarak görmeye çalışalım. "İslâm bir bütündür parçalanamaz" dediğimiz gibi "Sahabe bir bütündür parçalanamaz" sözünün üzerinde de duralım. "Allah onlardan, onlarda Allah'tan razı olmuş" bir İslâm toplumu vardır ortada. Onlar da işte O diyarın sakinleridir.



O DİYARIN SAKİNLERİ'ni devamlı olarak gündemde tutarsak, gözümüz, kulağımız başka yerlere kaymaz. Müslümanlığımızı kıyasladığımız kimseler, onlar olmalıdır. Ancak bugün çoklarımız etrafımızdaki bazı zevat-ı kirâma göre müslümanlığını ölçüp, tartmaya başlıyor. Bu da dinde yeni bir anlayış, yeni bir kapı açıyor. Mezhep imamlarımızdan Ahmed İbn Hanbel der ki "Biz öyle kimseleri biliyoruz ki şefaatlarını umarız. Ancak bazı söz ve tavırları yanlış olduğu için reddederiz" Doğrulara evet, yanlışlara hayır demek için Ashabın toplu olarak İslâm'a olan hizmetlerini bilmeliyiz. Bizim inandığımız dinimizin yaşayış seviyesini etrafımızdaki insanlara göre değerlendirecek olursak, büyük bir yanılgıya düşmüş oluruz.

Bilhassa İslâm'ın devlet olmadığı, cahiliyyenin kol gezdiği, tağutun dediklerinin olduğu bir toplumda durum daha da nazikleşir. Çünkü herkes aynı hayatın içinde yaşıyor. Adeta dinin yaşanışı bir nevi izne bağlı olmuş bir ortamda, dinin tamamının yaşandığı bir ortam ve dini tamamen yaşayan ve hem de vahyin sıcaklığını hissederek yaşayan bir nesil... O da o diyarın sakinleridir.



O DİYARIN SAKİNLERİ'ni ortaya korken etrafımızdaki alimleri, salih kulları devre dışı bırakalım demiyoruz. Eğer bugün kalbimizi ve gönlümüzü kaptırdığımız kimseyi her yönü ile tanıyor da, ana kaynakların ikincisi olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'i gerçek yönü ile tanımıyorsak, bunun izahını nasıl yapabiliriz? Üstelik Nakşi tarikatının otoriter isimlerinden olan ve dini bir takım hurâfe ve bid'atlerden temizleyerek "Mektubat" isimli bir eseri ümmete hediye eden İmanı Rabbani der ki:
"Ahirette müslümanlar tarikattan değil, şeriattan hesaba çekileceklerdir." Yine şu husus da önem arzeder ki bir şeyi yerli yerine koymak adalet, layık olmadığı yere koymak ise zulümdür. Bir veliyi, bir alimi, bir salih kulu layık olduğu yere koyarak değerlendirmek adalet, hak etmediği yerlere kaydırmak ise zulümdür.

Müslümanın değeri, Kur'an'a ve Sünnete verdiği değer nispetindedir. Yine müslümanın şerefi Kur'an' la olan irtibatı nispetindedir. Kaf suresinin başında Rabbimiz şerefi çok büyük olan Kur'an'ına yemin etmektedir. Üzerine yemin edilen Kur'an'dan ne kadar istifade ediyorsak, işte şerefimiz o kadardır.
Onlar, Kur'an'dan hayata geçiş yapan, yani yaşayan Kur'an'ı temsil eden şerefle dolu bir nesildir. Onlar, bizim gibi hayatlarını üç-beş ayet, dokuz on hadisle kapatarak Hakka kavuşmamışlardır.



O DİYARIN SAKİNLERİ bugünün İslâm toplumlarına nereden bakarsak bakalım bazen rehber, bazen numune (örnek) bazen kaynak ve bazen de ibret levhasıdır. Onlar öyle fedakar insanlardır ki canları pahasına da olsa dinin nasıl yaşanacağını, kıyamete kadar gelecek müslümanlara göstermişlerdir. Kimisi recmedilmiş, kimisine kırbaç vurulmuş, kimisi sürgün edilmiş, kimisine had cezası vurulmuştur. Ancak bunların hepsi büyük bir şerefle Allah'a kavuşmuş ve hayırla yadedilmişlerdir.


O DİYARIN SAKİNLERİ'nin bütünlük arzeden kimlikleri böyledir. Yani erkek ve kadın olarak değil, her iki cinsi insan olarak ele alıp, bu bütünlüğü bozmamak gerekir.


O DİYARIN SAKİNLERİ'in bir başka yönü, Peygamberleri ile olan münasebetleridir. Günümüzde Cemaat ve İmam (Emir ve Cemaat) anlayışının rehberliğini o diyarın sakinlerine vermek lazımdır. Bir takım yanlış anlayışlara ve yanlış uygulamalara meydan vermemek için bu şarttır.
Günümüzde öyle bir itaat ve bağlılık anlayışı ve uygulaması vardır ki bunu Kur'an ve Sünnet ölçülerine vurmak hayli zordur. Bir şeyin eğri veya doğruluğunda aslolan ayet ve hadistir. Ancak "Vardır bir hikmeti" anlayışı, bu gerçeğe gölge olmuştur. Durum öyle noktalara gelmiştir ki, batılın ihyasına yönelik teklifler hem kabul görmüş ve hem de hikmet aranmıştır. "Üstten geldi vardır bir hikmeti" anlayışı bunu ne de güzel izah eder.
Akıl ve fikirlerini bir başkasının cebine koyanlar veya başkalarının fikirlerini ipotek altına almak isteyenler, lütfen o diyarın sakinlerinin, gerçek bir rehberle olan münasebetlerine baksınlar. Resûl ve Ashab ilişkisi ile bugün şeyh ve mürid ilişkisi, emir ve cemaat ilişkisi arasında farklılıklar söz konusu ise, bunun faturasını kime yükleyeceğiz? İslâm'a mı? Cemaate mi? Yoksa sürüler güdenlere mi?

Yine İslam Rabbani'nin şu sözü konuya bir daha dikkat çekmede müessirdir: "Cahil müridin dinimize yaptığı tahribatı kafir yapmamıştır."
Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
İmza Attıkları Bu Din, Belalı Bir Dindi



"Ben de, kesip yok edilen bir ağaç olmayı kuvvetle arzu ettim". (Tirmizi: 2414)

Dağların yüklenmekten çekindikleri ilahî emaneti insanoğlu üzerine almıştı. Takdir edilen bir ömür, ilahî ölçüler istikametinde tüketilecek, yaşanan hayat bütün yönleri ve bölümleriyle tek yaratıcı olan Hz. Allah'a sunulacaktı.
Zerre miktarı şer ve hayırdan hesaba çekilecek olan müslüman insan, meseleyi enine boyuna düşünmüş, baskı altında olmaksızın ilahi yapı olan İslâm dinini yaşanacak hayat tarzı kabul etmişti.
İnandığı İslâm'ın şartlan sanki mukavele niteliğindeydi. Yaratan ve yaratılan arasında gerçekleşen bir mukavele... İslâm'ın yaşanması ile vazife bitmiyordu müslüman insan için... Bir başka ciddi vazifesi de yaşatma mücadelesi vermekti. Yani Allah'ın emrettiği bir hayatı ölüm paha.sına yaşamak ve yaşatmak...
Dünyaya gelişi yaratılış sebebi buydu. Yani tek kelimeyle 0'na kul olmak. İmza attığı dinin tamamının yaşanması için mücadele vermek... Yasak savar kabilinden yaşanacak bir din değildi İslâm... Ve bir kısmı yaşanınca, diğer kısımlarının sakıt olunacağı bir din de değildi İslâm... Ya hep, ya hiç... imzayı atan bu inançla atmıştı imzasını... Önceden düşünmeliydi. İmzaladığı İslâm'ın belalı-kazalı bir din olduğunu bilerek imzalamalıydı... Heyecana kapılarak maddi menfaatlere kafayı takarak, her hangi bir rica ve tehdit zemini altında tutulmaksızın karar verilmesi icap eden bir din olduğunu bilmeliydi.
Mevzunun mücerretlikten kurtulması için, şimdi o diyarın sakinlerine bir göz atmamız gerekiyor. Dağların yüklenmekten kaçındığı bu ilahî emaneti yüklenenlerin taşıdığı ve taşıması gerekli olan mesuliyeti anlamamız için, o diyarın sakinlerinin yaşadığı hayata bir göz atmamız icap etmektedir.




O DİYARIN SAKİNLERİ îmanları uğruna her şeyi göze almışlardı. Onlar için önemli olan kendi varlıklarının kalınası veya ölmesi değildi. Önemli olan inandıkları îmanın, İslâm'ın varlığı-yokluğu mücadelesiydi. İslâm adına kurtulmak ve kurtarmak onların inancının özüydü. Tevhidin tebliğinde bu hususa önem verirlerdi.




O DİYARIN SAKİNLERİ'nden bir genç tevhit uğruna girdiği savaşta esir alınmıştı yemesi ve içmesi dayak, yatması ve uyuması dayak olan bu genç tüm baskı ve işkencelere rağmen imanından dönmemişti. Neticede hıristiyan mahkemesi idamına karar vermişti. Halk, müslüman birinin idam edileceğini duyunca yollara dökülmüş, heyecanla gencin gelmesini bekliyordu. Hapishaneden çıkan ve elleri-ayakları bağlı genç idam edileceği meydana götürülüyordu. Çok sevinçliydi. Yürümekte zorlansa bile vakarlı adımlarla ilerlemesi, herkesi hayrete düşürmüştü. Kiliseden hadiseyi seyreden bir papaz koşa koşa gelmiş ve gencin kulaklarına eğilerek:
- "Anlıyorum, dirençli bir îman anlayışın var. Ama seni idam edecekler. Eğer hıristiyanlık dinine girersen, hemen mahkeme heyetine gidip infazı durduracağım. Sana beş dakika müsaade. İyi düşün ve kararını ver" demişti.
Müslüman genç, papazı dinledikten sonra:
- "Bana beş dakika müsaade verdiğin için sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Çünkü bu beş dakika içinde, hak din olan İslâm'ı sana öğretir ve müslüman olmana sebep olursam, ölsem dahi gam yemem."



O DİYARIN SAKİNLERİ'nden zayıf ve fakir olan tevhit erlerinden bazılarını yakalıyorlar, bir kısmının boynuna ip takarak şehrin azgın gençlerine teslim ediyorlardı. O genç ve çocuklar, bu mazlum insanları cadde cadde, sokak sokak gezdiriyorlardı. Sokaklarda dolaştırılan bu insanların anne ve babaları hâdiseyi seyrediyor, içlerinden bir kısım anneler yerlerde sürünen çocuklarına hakaret ediyor, bazen tekmeliyorlar ve bazen da küfrediyorlardı. Hak davada ısrarlı olarak taviz vermiyorlar, kendilerine bu işkenceyi yapanların hidayetleri için dua ediyorlardı.


O DİYARIN SAKİNLERİ'nden bazılarını bu hâliyle gören büyük rehber, mertebesine erişilemez olan büyük insan, faziletli Nebî, onlara sadece cenneti vadediyordu. Dünyalıklarına yönelik bir vaadde bulunmaksızın Allah davasına davet eden yüce İnsan, işkence altında onlara âhiret mükafaatını vaadediyordu. Ancak devlet olunca, belli bir kuvvete erişince, İslâınî kıyafetine müdahale edilen müslüman bir hanım için savaş îlan edecekti. Bu haşmetli, mütevazi, olgun ve dolgun Nebî, çok zaman mescidden evine geldiğinde sabah kahvaltısı için bir şeyler ister, ancak kendisine verilen cevap:
- "Bir şey bulup hazırlayamadık" denince, hiç kızmadan, darılmadan:
- "Ben de bu gün oruçluyum" buyururlardı.



O DİYARIN SAKİNLERİ'nin rehberi, tüm Nebî ve Resûllerin çektiği sıkıntıyı, eziyeti fazlasıyla çekmişti. Tevhidi tebliğ ederken, azgın bir takım ayak takımı, o güzel insanın nurlu yüzüne tükürür, bir kısmı toprak atar, bazısı da küfrederdi. Kâbe'nin bir köşesine çekilerek Rabbine ibadet ederken, azgın bir kâfir gelmiş ve gömleğini O yüce Resûlün boynuna dolayarak sıkmıştı. Cennet ve cehennemin onun hürmetine yaratıldığı büyük insan, dayanamıyor ve diz üstü düşüyordu. Bu sefer de işkence sahipleri öldü zannederek Peygamberimizi bırakıyorlardı. Ayılan, kendisine gelen ve ayağa kalkacak gücü kendisinde bulan nurlu Nebi, tekrar müşriklerin yanına gidiyor, sıkılan boğazım gösteriyor ve kâinatı dolduracak sözü îlan ediyordu:

"Allah'a yemin ederim ki, sizi hizaya getirecek bir din ile geldim..."



O DİYARIN SAKİNLERİ'nden biri vardı. Ayağı topaldı. Yürürken aksak yürürdü. Tevhidin tebliğine vesile olan savaşlara katılmaya can atıyordu. Ne var ki evlatları babalarına müsaade etmiyordu. O da Peygamberimize gidiyor ve evlatlarını şikayet ediyor, savaş için izin istiyordu. Tek önder, büyük insan, meşru mazereti sebebiyle savaşa katılmamasını istiyordu. Cihad aşkı kalbine kıvılcım olarak düşen topal insan:
- "Ya Resûlallah, savaşır ve şehit düşersem cennete girerken bu topal bacağım düzeltilecek mi?" diye bir soru yöneltti. Kendisine "Evet" cevabı verilince savaş sevdalısı gidiyor ve şehit düşüyordu. Ufkun derinliklerine bakan yüce Resûl müjdeyi vermişti:
- "Kardeşinizi yürür halde cennete girerken gördüm..." Her zaman söyledik, yine diyoruz ki o diyarın sakinleri, İslâmî bir rehberimizdir. Her biri semayı donatmış birer yıldız gibidir. 20. asırda yaşayıp, içini çekerek:
- "Keşke O diyarın sakinlerinin zamanında yaşasaydı" diyenlere sadece şu kadarcık bir sual yöneltiyoruz:
- "Sizleri Allah'ın yaşatmadığı bir zamanda yaşamak istemeye sevk eden sebep nedir? O devirde yaşamış olsaydınız, Resûlullah'a karşı tavrınızın ne olacağını biliyor muydunuz? Halbuki, Resûlullah'ı gördüğü ve O'nun zamanında yaşadığı halde nice nice insanlar, yüzükoyun cehenneme atılmıştır."



BU DİYARIN SAKİNLERİ başlarını aynı hedefe çevirdiği, aynı fikir ve harekette ittifak ettiği müddetçe, o diyarın sakinleriyle aynı asırda yaşamış gibi değer bulurlar. Ebû Zerr (r.a.)'in rivâyet ettiği bir hadis şöyledir:
- Bir gün Peygamberimiz "Kardeşlerimi ne kadar görmek istiyorum" buyurdu. Ashab:
- "Biz senin kardeşlerin değil miyiz, Ya Resûlullah?" dediler. O da;
- "Siz benim arkadaşlarımsınız, ashabımsınız, kardeşlerim, benden sonra gelip beni görmedikleri halde îman edenlerdir..."
Sonra kıbleye yöneldi ve "Allah'ım onların nuru ile gözümü aydınlat."... buyurdular.
Bu diyarm sakinlerinden, o diyarm sakinlerine selâm olsun...
Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
İslam'ı Bütünüyle Yaşıyorlardı




O DİYARIN SAKİNLERİ Allah için, Allah adına ve Allah diyerek yaşıyorlardı. Kâbe'yi dolduran yüzlerce putları ellerinin tersiyle iteklemişler, putlarıyla geçirdikleri zaman kaybından dolayı Allah (c.c.)'a tövbe ederek dönmüşler ve yeni hayatlarına başlarım koyarak yaşamaya başlamışlardır.


O DİYARIN SAKİNLERİ severek ve sevilerek yaşıyorlardı. Onurluydular, sevimliydiler, cesaretliydiler... Bir taraftan Allah'ın (c.c.) rızasını almak için yaşarlarken, beri tarafta Allah'tan razı olduklarını yaşayışlarıyla gösteriyorlardı.


O DİYARIN SAKİNLERİ İslâm'ı gecesiyle ve gündüzüyle yaşıyorlardı. Gece hayatı, onların hayatında göz yaşı, zikir ve istiğfarla dopdoluydu. Gecenin kendileri için istirahat zamanı olarak verildiğini biliyorlar ve uzun bir geceyi yatarak geçirmeyi düşünmüyorlardı. Çocuklarını severken, evlerine yiyecek alırlarken, hanımlarıyla şakalaşırlarken, savaşa giderken, ganimet toplarken... Bütün bunları bir ibadet inancı içerisinde yapıyor ve kul olmalarının feyzini tadıyorlardı.


O DİYARIN SAKİNLERİ yaşayışları sırat-ı müstakim üzerinde sürdürüyorlardı. Doğru ve temiz yol olan bu yoldan uzak kalmayı değil, bu yoldan insanı uzaklaştıran sebeplere çok dikkat ediyorlardı. Biliyorlardı ki, bir insan üç sebepten dolayı sırat-ı müstakimden çıkmış olur;

1- Allah'ın (kitabın) rehberliğine aldırmamak ve kendi arzularının kölesi olmak.
2- Aileyi, toplum, gelenek ve töreleri Allah'tan önde tutmak.
3- Allah ve Resûlünün bildirdiklerini önemsemeyerek sözde önemli kişilerin ardından gitmek...
Eski dinlerinden çıkıp, yeni ve geçerli dinlerine girenler, girdikleri hayata bir daha dönüp bakmıyorlar, sadece ibret alıyorlardı. Cahili hayatın tüm yaşayışlarım geldikleri hayatın sınırları içine bırakarak gelmişlerdi.



O DİYARIN SAKİNLERİ'nin hayatı, oraya buraya dağılmış, birbirleri ile aralarında irtibatı kalmamış, parçalara bölünmüş bir hayat değildi. Hem Allah'ın yolunda saf saf olmuşlardı, hem de namaz kılarken... Hem savaşlarda saf saf olmuşlardı, hem de ailevi yaşayışlarında... Hem Kâbe'de saf saf olmuşlardı hem de doğru sözde, adaletli muamelelerde, komşuluk haklarında, yolda, bahçede, mescitte saf saf olmuşlardı. Bir mahallenin müslüman yalan konuşup, diğer mahallenin müslüman gıybet yapmazdı. Allah'ın emirlerini, Allah'ın yolunda ve saflar halinde yaşıyorlardı.


O DİYARIN SAKİNLERİ'nin, doğruluklarının ömrü uzundu. Helal ticaretinin ömrü uzundu... Kelime-i tevhid okurken, bir inancın belli bir zamana ait olduğu fikirleri olmadığı gibi, îmanın gerekli kıldığı amellerin de muvakkatlik gibi vasıfları yoktu... Birbirleri arasında doğru sözlü olup, evlerinde yalan konuşan, mescitte ihlasla namaz kılıp, yalnız kalınca da laubali olup namaz kılan halleri mevcut değildi. Senenin belli aylarında iyi müslüman, belli aylarında da bozuk müslüman gibi ayırımları yoktu.


O DİYARIN SAKİNLERİ birbirlerinin yokluğuna dayanamazlardı. Bir boşluk hissederlerdi. İnsan beyninin, elle, kulakla, ayakla, mide ile bağlantısı olduğu gibi İslâm toplumu da, vücudun uzuvları gibi birbirine bağlı olmalıydı. İşte onlar bu bağlılıklarını yaşadıkları için, içlerinden birisi görülmese, hemen gözler arardı. Tâ ki o aranan insan bulununcaya kadar boşluk devam ederdi. Birbirlerinin yokluğuna tahammülü olmayan o insanlar, İslâm'ın bazı kısımlarını alıp, bazı kısımlarını atabilirler miydi? Namazı, orucu, haccı olan bir dinin, siyasetini, hukukunu, iktisadını gömemezlikten gelmek, müslüman bir insana yakışır mıydı?
Ama bu diyarın sakinleri birbirlerimizin yokluğuna alışmışızdır. Bir gün değil, haftalarca, aylarca göremesek, bile rahatsız olmayız. Ta ki ölünceye kadar. İçimizden birisi ölürse, sağlığında sorulup, aranmayan nice nice insanımız, vefat ettikten sonra aranır ve son vazife diye kabir başına kadar gidilir. Peki ilk vazifeleri nereye koyacağız. Son vazifemiz, ölen kardeşimizi, kabre defnetmekti. Ya ilk sırada bekleyen vazifeleri kime yaptıracağız?

Biz müslümanlar birbirlerimizin yokluğuna alıştığımız için, İslâm'ın temel hususlarına karşı alışkanlığımız normal hale gelmiştir. Üç günlüğüne camiler kapatılsa, minarelere müezzinler çıkartılmasa, sanki yer yerinden oynar. Niçin, farz olan namaza yasak konamaz diye,.. Öyle de, farz olan hukuk yapımıza, farz olan ekonomik yapımıza, farz olan âile siyasi yapımıza yaklaşık 70 senedir yasak konmuş da onlar için niye kılımız kıpırdamaz? Çünkü onların yokluğuna alışmışız veya alıştırılmışız... Türkiyeli müslümanın ömrünün tükeneceği üç temel saha ve alanı iyi seçmişler: Ev-Cami-İşyeri, 60-70 yıllık ömür umumiyetle bu üç yerde geçer. Bu üç yerin dışındaki alanlara ait olan vazifeler ve bu vazifelere lâzım olan malzeme ve ölçü pek dikkate alınmaz... Sırtını Kâbe'ye dönüp, önüne Roma'yı alanların horon tepmesi boşuna değil tabi...



O DİYARIN SAKİNLERİ arasında söz ve yaşayış vardı. Adeta söz müslümanlar arası, yaşayış ise milletler arası gövde gösterisi niteliğinde idi. Yaşayış, sözden etkili olduğu için, ağırlık uygulamaya verildi. Dış millet ve kabilelerin topluca İslâm'a girmelerinin sebebi, o diyarın sakinlerinin topluca İslâm'ı yaşamaları sebebiyleydi... Topluca yaşanan İslâm, devlet varlığını gösterir. İslâm'ın devletinin ekonomisi, üretimi, tüketimi, ahlakı devletin yapısı, ihracatı, ticareti... Bütün bunlar, diğer milletlere füli mesajlar veriyordu...

Bir ülke ki, müslümanın birisi zemzem içer, diğeri viski... Birisi içkiyi ağzına almaz, diğeri bayiliğini yapar. Birisi nikâh der, diğeri flört der... 70 senedir uygulanan ve yaşanan hayat acaba hangi Gayr-i müslimlerin İslâm'a gelmesine sebep olabilir? Üstelik, İslâm'a gelmesi şöyle dursun, İslâm'dan uzaklaşan bir nesil ortaya çıkar. Devletin Diyanet İşleri Başkanı konuşa dursun İslâm ve laikliği sentez yapmaya devam etsin... Bakalım fatura kime ödenecek?



O DİYARIN SAKİNLERİ kendilerine sunulan İslâm'ı, olduğu gibi kabul ediyor ve olduğu gibi yaşamaya çalışıyorlardı. Kendi kafalarınca herhangi bir yoruma baş vurmadan acaba, neden, nasıl, niçin gibi suallere ihtiyaç hissetmeden din olarak inandıkları İslâm'a harfiyyen uyuyorlardı.

Günümüzde çok acı bir hadise ile karşıkarşıyayız. Allah'ın gönderdiği İslâmiyet'e uymak gerekirken, çoğu insan kendi kafasınca yorumladığı bir İslâm'a inanmaya başlamıştı. Helak olan Yahudi ve Hıristiyanlar, kendi dinlerini, kendi fikir ve yaşayışlarına göre yorumladıkları için lanetlenmişlerdi.

Bu diyarın sakinleri olarak diyoruz ki, yaşayışımızın bütün bölümlerine İslâm'ın damgası, İslâm'ın imzası atılmalıdır. Tehlike hissedilen bir yazıyı devlet memuru bile imzalamaz. Hayatımızın bütün yönleri, bölümleri İslâm'ın yaşayışı ile ihya edilmelidir. Hayatımızda cahiliyyenin izlerini silmek ve sökmek, müslümana yakışan bir tavırdır. Mevcut hayatı İslâmlaştırma yönünü tercih etmeliyiz. Müslümanın üzerine düşen görevi, müslümanlardan başkası yapamaz. Allah'ın emirleri kim için ise, o şahıs, o cemaat, o ümmet mükelleftir. İslâm'ın emirleri başkalarına havale edilerek yapılamaz. Namaz kılan müslümanların, namaz kılmayan zihniyetten medet ummaları çok acı bir bekleyiştir. Tesettürlü müslümanların, tesettüre düşman olan zihniyetten bir şey ummaları afedersiniz aptallıktır...
Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Gördükleri Eziyetlere Karşı Sabır ve Tahammül Ederlerdi



O DİYARIN SAKİNLERİ'nin ölçüleri Kitap ve Sünnet idi. Kitap ve Sünnet ile ölçüp tartmadıkça hiçbir iş yapmazlar ve hiç bir söz söylemezlerdi. Onlar her hangi bir iş hususunda insanların öyle yapmakta ve söylemekte olduklarını görmekle yetinmez, bu işin veya sözün Kitap ve Sünnetin kabul etmeyeceği bid'atlerden olması ihtimali üzerinde dururlardı. Onlar piştarlarının dizleri dibinde otururken onun fem-i saadetlerinden şunu duymuşlardı; "Sünnet bid'at telakki edilmedikçe kıyamet kopmayacaktır." Zamanla bid'atlere öyle ısınılacak ki, bir bid'at terk edildiği zaman, insanlar: "Sünnet terk edildi" diyecekler. İmamlarının bu tehdidi ile tirtir titrerler ve ne yapacaklar, ne söyleyeceklerse onu önce Allah'ın Kitabı ve Resûlünün Sünnetine ve bunları en iyi bilen ulemaya havale etmeden yapmaz ve söylemezlerdi.



O DİYARIN SAKİNLERİ, devlet kapılarını aşındıranlara yakınlık göstermezlerdi. Dini bir zaruret marufu emretmek veya münkerden nehyetmek için bir maslahat olmadığı halde devlet kapılarını aşındıranlara yakınlık göstermezlerdi. Onlar Efendilerinin çevresine oturmuş O'nun Lal-ü Güher gibi ağzından dökülen şu hakikati duymuşlar ve doymuşlardı: "Cehennem de "Hephep" denilen bir vadi vardır. Allah bu vadiyi zalimler ve zalim hükümdarların meclisine girip de onlara kavuk sallayan, dalkavukluk yapan âlimler için yaratmıştır" Onlar o kapılara giderken menfaat için değil, zalimin zulmüne yardımcı olmak için değil, ancak onları ikaz etmek, zulümlerine mani olmak için giderlerdi.



O DİYARIN SAKİNLERİ'nden her biri, kendilerini insanların en günahkarı bilirlerdi. "Duası makbul" kullar meyanında görmezlerdi kendilerini. Bu yüzden yağmur duasına çıkmazlar, veba salgınının defi için duada öne geçmeden haya ederlerdi. Kendilerini sıkıştıranlara: "Korkarım ki, benim yüzümden başınıza taş yağar!" derler ve tirtir titrerlerdi. Bütün günahlarından tövbe etmedikçe kendilerini itham ederlerdi. "Allah'ım! bütün bunlar benim günahlarım yüzünden mi?" diye her bela karşısında kendilerini mesul tutarlardı.



O DİYARIN SAKİNLERİ, zevcelerinden gördükleri eziyetlere karşı sabır ve tahammül gösterirlerdi. Onlar eşlerinden gördükleri her muhalefeti, her serkeşliği, kendilerinin Cenab-ı Hakk'a karşı olan kusurlarının bir neticesi olarak kabul ederlerdi. Onlardan biri, her ne zaman Allah'a karşı bir kusur işlerse zevcesinden kendisine karşı bir muhalefet ve itaatsizlikle karşılaşırdı. "Biz Allah'a karşı bir günah işledik ki bu başımıza geldi" derler ve kusurlarını gidermeye azmederlerdi.



O DİYARIN SAKİNLERİ, hizmet mevzu bahis olduğu zaman en önde, makam-mevki, ganimet-devşirme söz konusu olduğu zaman da en arkada durmayı düşünürlerdi. Hizmet anında etrafındakilere "Sen dur ben gideyim, şimdi sen dur hele ben harcayayım, şimdi sen dur hele benim ev kullanılsın, şimdi sen dur hele benim arabam" derlerdi. Onlardan birini insanlar başa getirmek istediği veya mühim bir makama getirmek istedikleri zaman, hemen bunu kabul etmezlerdi. "Ben bu işe ehil değilim, falan, falan bu işe daha layıktır, siz ona gidin" derlerdi. Çünkü onlar başlarındaki başlar başının ağzından "Biz onu isteyene vermeyiz, onu layık olana veririz" fermanını duymuşlardı.



O DİYARIN SAKİNLERİ, kalpleri yufka, gözleri yaşlı idi. Cenab-ı Hakk'ın haklarına riayette kusur ettikleri zaman, esirgenmeleri için çok yalvarıp ağlarlardı. Gözlerinde, yüzlerinde, gözyaşlarından dolayı iki had vardı. Evlerine girdiklerinde, sofralarına oturduklarında, insanların arasında hep ağlarlardı. "Cehennem benim içindir" diye çoğu zaman bayılırlardı. Onlar için iyilerin alameti; rengin sarılığı, gözlerin yaşlılığı, dudakların solgunluğuydu. onlar için günahın büyüğü küçüğü yoktu. Günahın kimin huzurunda ve kime karşı işlendiği önemliydi. Onlar en küçük günahı bile başına düşmekte olan bir kaya parçası gibi görür ve ona bulaşmaktansa ateşe girmeyi yeğ tutarlardı.



O DİYARIN SAKİNLERİ, ev yapmak hususunda itina göstermezlerdi. Zaruret ve ihtiyacı giderecek kadarı ile iktifa ederlerdi. Nakış, süs ve ihtişamdan şiddetle kaçınırlardı. Meskenlerine girdiğin zaman başlan tavanlarına değerdi. Çünkü onlar uzun .emeller peşinde değildi. Ebedi kalacaklarmış gibi davranmıyorlardı. Su ve çamurla uğraşacak fazla zamanları yoktu. En kıymetli zamanlarım bu muzahrafatla heba etmek onlar için cinnet mevzuu idi. Çünkü onlar Nebîlerinden şunu duymuşlardı: "Tûl'i emel sahibi olmayın! Vallahi ben yürürken kabzolunacağımı sanıyorum. Gözümü açıp yumuncaya veya ağzıma aldığım bir lokmayı yutuncaya kadar yaşayacağımı zannetmiş değilim!"


O DİYARIN SAKİNLERİ, ölümü hiç unutmazlar, gördükleri her ölüm vakasından ibret alırlardı. Bir cenaze gördükleri zaman "Sen yürü Allah'a! yakında arkadan biz de geliyoruz" derlerdi. Onlar ölümü düşündükleri zaman, son nefeste kötü bir sonuçla gitme tehlikesinden dolayı çok büyük hüzün çekerlerdi. Bu yüzdendir ki onlar kimseye zulmetmezler, ibadetlere koşarlar, dünyaya gönüllerini kaptırmazlardı.



O DİYARIN SAKİNLERİ, başkalarının ayıplarıyla değil kendi ayıplarıyla uğraşırlardı. Onlar kesinlikle biliyorlardı ki, başkalarının ayıpları ile uğraşanlar kendi ayıplarına zaman bulamaz ve Allah'ın rahmetinden uzak olurlar. Onlar Nebîlerinin şu hadisine muttali olmuşlardı; "Ne mutlu o kimseye ki kendi ayıpları ile uğraşmak onu başkalarının ayıpları ile uğraşmaktan alıkoymuştur."
Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Beyatsız Yaşamazlardı


"Onların içlerinde biri vardı. Onun ismi Cündü İbn Demre (r.a.) idi. Müslümanlar Mekke'den Medine'ye Hicret edince kendiside Hicrete talip oldu. Fakat, hem hasta hem de çok yaşlı idi. Çocuklarını çağırdı ve Hicret edeceğini söyledi. Gitmemesi için ısrar ettiler fakat nafile:

- "Beni yükletiniz. Çünkü ben ne müstezaafınden ne de yolu bilmeyenlerdenim. Vallahi bu gece Mekke'de yatmam" diyordu. Oğulları, bir sedyeye koydular ve Medine'ye doğru yola çıktılar. Medine'ye yaklaştığında iyice ağırlaştı. İhtiyar şahabı anladı ki, ölüm ile burun buruna geldi. Sağ elini sol elinin üzerine koydu ve:
- "Allah'ım, şu senin, şu da Resûlünün, Resûlün sana ne ile beyat ettiyse ben de öyle beyat ediyorum..." dedi ve ruhunu teslim etti.
Medine'ye Resûlullah'a kavuşamadan vefat eden sahabenin ölüm haberi Medine'ye ulaşınca, Cündüb İbn Demre (r.a.)'in Hicret sevabından mahrum kaldığı sahabeler arasında konuşulmaya başlandı. Fakat Hz. Allah, o ihtiyar kulunun durumunu şöyle açıklıyordu:
"Kim Allah'a ve Resûlüne itaatle Hicret ederek evinden çıkarda sonra kendisine ölüm yetişirse onun ecri (Mükafatı) gerçekten Allah'a düşmüştür. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir." (Nisa/100)
Hicreti tamamlayamadan yolda ölen sahabenin beyatı böylece Hakk katında kabul ediliyordu. İşte onlar böyle idi.



O DİYARIN SAKİNLERİ, beyatsız bir anını dahi geçirmezlerdi. Çünkü inanmışlardı ki, Beyatsız yaşamak, gömleğin baştan çıkarıldığı gibi îmanın tehlikeye düşmesi demekti. Onlarm tamamı, müslümanlık üzerine Beyatlaşmışlardı. Mesela kısa olarak O DİYARIN SAKİNLERİ'nin beyatlaşmış olduğu bazı maddeleri zikredelim:

1- Allah'a şirk (ortak) koşmamak,
2- Hırsızlık etmemek,
3- Zina etmemek,
4- Çocukları öldürmemek,
5- Kimseye iftira etmemek,
6- Emirlere isyan etmemek,
7- Beş vakit namazı vaktinde kılmak,
8- Farz olan zekatı vermek,
9- Ramazan ayında bir ay oruç tutmak,
10- Allah rızası için cihad etmek,
11- Zenginse hacca gitmek,
12- Müslümanlara nasihat etmek,
13- Kocalarının mallarını habersiz başkalarına yedirmemek,
14- Toplanıp, ölen bir kimse için ağıt yakmamak,
15- Cahiliyye süsleri ile sokağa çıkmamak,
16- Gizli çocuk öldürmemek... vs.


O DİYARIN SAKİNLERİ'ni görüyoruz ki, kimisi iyi amellere, kimisi cihad'a kimisi hicrete, kimisi Allah yolunda ölmeye Beyat ediyor. Çünkü İslâm'ın emirlerinin yaşanmasında Beyatın tırnak-et olması söz konusudur.


O DİYARIN SAKINLERİ'nin beyatlaşmış olduğu mevzuların başında Allah'a şirk koşmamak gelirdi. İdare ve hükümde, yaratma ve hakimiyette Allah'tan başkalarına yönelmemek, onlara söz hakkı ve yetki tanımamak... Beyatın temelini bunlar teşkil ederdi. Bu ciddi ve îman bakımından hayatiyet arzeden meselelerde Allah'a değil de, kullara müracaat müslüman da iman namına bir şey bırakmazdı. Ya o, ya bu! Kurt koyun karışımı bir hayat olamazdı. Hem Ebu Cehil, hem Hz. Muhammed (s.a.v.) hem Dar'un-Nedve, hem Daru'1 Erkam... ikisini birlikte yürütmek mü'minin işi değildi.



O DİYARIN SAKİNLERİ beyatla İslâmi hayata adım atarlardı. Daima ağırbaşlı ve vakarlı idiler, çünkü beyatları vardı. Daima müslümanlar hakkında iyi düşünürlerdi, çünkü beyatları vardı. Cihadsız ne günleri, ne aylan geçerdi, çünkü beyatları vardı. Takvadan ayrılmazlardı, bir hata yaparlarsa, ardından hemen bir iyilik yaparlardı. Çünkü beyatları vardı, dinin hiçbir emrinde gevşeklik göstermezler, Allah'a itaatsizliği akıllarından geçirmezlerdi, çünkü beyatları vardı.
Aç kalırlar, susuz kalırlar, karınlarına taş üstüne taş bağlarlardı. Bütün bu zorluklara rağmen İslâm'ın önünde verdikleri mücadeleden gevşeklik göstermezlerdi. Çünkü beyat etmişlerdi.



O DİYARIN SAKİNLERİ'nin kadınları da aynı idi. Yani beyat etmişlerdi. Çocuklarım öldürmezler, iftira ve dedikodu yapmazlar, kocalarına hiyanet etmezler, kocalarının haberi olmadan evlerinden bir şey tasadduk etmezlerdi. Çünkü beyat etmişlerdi.


O DİYARIN SAKİNLERİ'nin kadınları beyatlaşmak için ellerini uzattıkların da "ben kadınların ellerine dokunmam" cevabını alırlar, böylece beyatlaşmaları tahakkuk ederdi. Zamanımızın da bazı din simsarlarının yaptığı, kadınlarla tokalaşma hadisesi İslâm'ın cevaz verdiği bir amel değildir.
Böylece şu hakikati kavramış oluyoruz:
Müslümanlık, Allah'ı ve Resûlü'nü tasdikten ibaret olmakla beraber, bu tasdik keyfiyeti sonradan bir anlaşma ile teyit edilmiş oluyor. Müslümanın başıboş bırakılması kendine göre yaşaması mümkün değildir. Müslümanlık cemaat dinidir. Elbette bu cemaatın bir de imamı olacaktır. Cemaatin, imamın başkanlığında vereceği mücadele Hakk düsturlarının hayata hakim olmasını temin etmektir. Fertlerin böyle bir cemaatın halkalarından bir halka olmamaları beyatsız yaşamayı intac eder. Damla, deryanın içerisine karışırsa değer bulur. Bir deryaya karşı deryadan ayrılan damlanın fonksiyonu olamaz.

Islahatlanmız ile canlanan bir hayat vardır. Beyat ıslahatımız da onlardan biri veya başıdır. Halkı müslim olan ülkelerdeki tüm kıyamların altında yatan gerçek, kullara kul olmaktan kurtulup, Allah'a kul olmaktır. Beyatla kula kul olma devri bitmekte, işler Allah adına yapılmaktadır. Böylece insanlar insanlara hükmetme yetkisini beyatla kaybetmektedirler. Onun için hayata canlılık veren kelimelerimiz, müslümanlardan gizli tutulmuş, öğrenmeleri istenmemiştir. Beyatlı günler dünya müslümanlarını ihata etmeye hamiledir...

Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
İnsanları Allah'a ve Resûlüne Çağırırlardı



"Ey Mü'minler, Peygamber, size hayat verecek olan şeriat emirlerine, sizi davet ettiği zaman,
Allah'a ve Rasûllüne icabet edin..."(Enfal Suresi: 24)


O DİYARIN SAKİNLERİ, Allah'a, âhiret gününe gerçekten inandıkları için tam müslümanlardı, iki yüzlülük yoktu. Sadece inandıkları ve amel ettikleri şeylere insanları davet ederlerdi. Mum gibi etrafını ışıtıp, sonra da tükenmezlerdi. İman gibi yıkılmaz bir devlete sahiptiler. Onun için fanilere değil, bakî olan Hz. Allah'a ve O'nun sevgili Resûlünün ölümsüz sözlerine davet ederlerdi.


O DİYARIN SAKİNLERİ başlarında bulunan Peygamberleri bir beşer olarak, insan olarak görürlerdi. Fakat; Taşlar içindeki bir yakut gibi elmas gibi görürlerdi. Onun için taşkınlıkları olmazdı. Peygamberlerinden neyi görmüşlerse onu alırlardı. Çünkü Peygamber (s.a.v.) insanlık için kurtuluşlarına bir sebep idi. O'na müracaat yapılmadan âhiret ve dünya saadetine kavuşmak mümkün değildi.


O DİYARIN SAKİNLERİ insanlara maddi ve manevı hayat veren esaslara davet ederlerdi. Onların telkininde, sohbetinde bulunan bir insan pasif olamazdı, korkak olamazdı, batılı tasvip edemezdi, fanilere sırtını dayamazdı, tağutu hiçbir yönüyle sevemezdi. Çünkü gerçek davetçiler onlar idi. Eğitim ve öğretim düzenlerini Allah'm Resûlü kurmuş ve çobanından valisine kadar herkes bu eğitimden geçmişti.


O DİYARIN SAKİNLERİ bir insanın müslümanca yetiştirilmesi için önce akidesinden başlarlar, sonra akidelerinin gerekli kıldığı amele sevk ederler ve sonra da onları cihada hazırlarlar idi. Cihadı unutmuş ve terk etmiş bir kavmin helak olacağını biliyorlardı. Bile bile bu tehlikeye, cihadsızlığa düşmek akıllarına bile gelmezdi.


O DİYARIN SAKİNLERİ tüm insanlığı bitmez ve tükenmez bir sistem olan İslâm'a çağırırlar, kullara kul olma putçuluğunu temelden yıkarlardı. Davet ettikleri insanlar müslümanların safına geçince yerini hemen tespit ederler ve bir vazifede istihdam ederlerdi. Böylece cemaati teşkil eden fertler başıboşluktan kurtulurlardı. Şunu biliyorlardı ki, müslümanın ömür boyu fert olarak yaşaması mümkün değildi. Çünkü İslâm, cemaat dinidir. Fert bu cemaatin içinde kalırsa değer taşır; ayrılırsa kıymetten düşer ve şirke, küfre düşme ihtimali belirir. İşte O DİYARIN SAKİNLERİ canlı bir hayatın mimarları oluyorlardı.


O DİYARIN SAKİNLERİ tevhidi tebliğ ederlerken onun kalplerde mücerret olarak kalan, kalplerde mahkum olan bir duygu olamayacağını, uğruna mücadele verilmeyen bir inancın îmanı temsil edemeyeceğini haykırıyorlardı. Davetlerinde devamlılık vardı. Bir defa girip sonra da alakalarını kesmiyorlardı. Ücretini Hz. Allah'tan alacağına inanmış bir kimsenin zaten bundan başka da bir tavrı olamaz. "Kulların kalbi, Rahman olan Allah'ın kudret elinde olduğuna göre bize düşen tebliğdir" diyorlardı. Bu tebliğlerinin devamında her şeyi göze almayı ihmal etmiyorlardı. Sonu ölüm de olsa, bu ölüme seve seve gitmeyi arzu ediyorlardı:


BU DİYARIN SAKİNLERİ ise, davette tam tersinden başlıyorlar. İnsanları Allah'a ve Resûlüne değil de kendi cinslerinden olan insanlara davet ediyorlar. Böylece bazı fani varlıkları putlaştırmaya alet oluyorlardı. Halbuki dava olarak İslâm'ı kabullenip, insanları İslâm'a davet etmek temel prensibimiz olması gerekirken tam bunun aksi yapılmaktadır.


BU DİYARIN SAKİNLERİ, sanki ücretlerini Hz. Allah (c.c.)'tan almayacakmış gibi davranıyorlar. Hatalı da olsa müslümanlar arasında sık sık tekrarlanan küsme, darılma, kopma hep
bu sebeplere dayanmaktadır. İslâm'da iş Allah için yapılır. Okunan besmelenin gerçek yüzü de budur. Meşru olan her işin başlangıcında besmele okunması esastır. Davetçi, tebliğci, hizmetine başlarken besmele çekiyorsa, artık davetini Hakk için yapacak demektir. Hakk için ortaya çıkanlar ise çıtkırıldım olmazlar.


BU DİYARIN SAKINLERİ fiilden ziyade failler ile meşgul oluyorlar.


BU DİYARIN SAKİNLERİ, piyasa haberlerine fazla iltifat ederler. Aslını araştırmadan fasık haberler ile iktifa ederler. Bir de yaşadığı yerin fıkhî görüntüsünü hala belirleyememişse, neyin iyi neyin kötü olduğu çığırdan çıkmış demektir. O zaman fıkhın da bir kıymeti kalmaz. Çünkü fıkhın tarifi: "Kişinin leh ve aleyhinde olanı bilmesidir" olarak yapılmıştır. Şimdi bir müslüman içinde yaşamış olduğu şu zamanda neyin iyi neyin kötü olduğuna dair elinde şer'i ölçüler yok ise nasıl yaşayacaktır? Netice de hak olanlar batıl, batıl olanlar hak safına geçecek ve ilahî ölçülerden mahrum olan bu kimse bir gün küfre, şirke, fıska "evet" diyecektir.


BU DİYARIN SAKİNLERİ İslâm'ı bir bütün olarak anlatmanın yerine, bütünden parçalar kopararak, parçayı da bütün yerine koyarak anlatmaya çalışıyorlar. Halbuki İslâm namazı ile, cihadı ile zikri ve ticareti ile, siyaseti ve hükmü ile bir bütündür parçalanamaz. Kim parçalamaya yeltenir, buna gücü yetmediği gibi, kendisi de helak olur. Onun için İslâm bir bütün olarak kabullenilmeli ve insanları bu bütüne davet etmeliyiz.


BU DİYARIN SAKİNLERİ, yapmadıklarını daha çok söylüyorlar. Ayeti kerimenin tam zıttı olan bir tavra bürünüyorlar. Lafı çok olanın ameli az olur. İş yapıp az konuşanlar mü'min, laf yapıp işi bırakanlar münafık sıfatında olanlardır. İnsanlara sık sık "yapınız, veriniz, okuyunuz..." diyenlerin biraz da kendilerine bu emirleri ayırmalarını tavsiye edeceğiz. Nefislerinde denesinler, sonra aileleri, çocukları ve mesul oldukları kişilere açılsınlar, bakalım durum nasıl olacak. Bir insanın işin başında kendisine faydası yoksa başkalarına nasıl faydası dokunabilir?


BU DİYARIN SAKİNLERİ, her hususta o diyarın sakinlerini takip etmeleri gerekir. Konuşurken, dinlerken, yatarken, kalkarken... Çünkü misal alınması icap eden nesil ancak onlardı. Zamanımızda yaşayıp da İslâm'da yol katetmiş ve bu arada güzel yaşayışı ile örnek olmuş zevata da hürmetimizle beraber, yanıldıkları noktalarda ikazcı olmak şiarımızdır. Şefaatlarını ümit edeceğimiz öyle kimseler olabilir ki, bazı görüş ve tavırlarında hata yapmışlar ise hatalarını kabullenemeyiz. Fakat kendilerini de saf dışı etmeyiz. Bizler için duacı olmalarını talep ederken, vefat etmiş olanların da şefaatini ümit ederiz...
Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Başları Boş Yaşamazlardı


"Ey Îman edenler. Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan ulü'l emre de itaat edin." (Nisa: 59)

O DİYARIN SAKİNLERİ hayatları boyunca İslâm'ı cemaat olarak yaşamışlardır. Kendi kendilerine bir buyruk olmazlar, salih amellerin ifasında Hakk düsturlarına ve Hakk ölçülerine itibar ederlerdi. Namaz kılmalarından cihatlarına varıncaya kadar hep cemaat halinde ve imamların riyasetinde yaşarlardı.


O DİYARIN SAKİNLERİ bir yolculuğa çıksalar derhal içlerinden birini başkan seçerlerdi. Çünkü bu hususta Peygamberleri onları başıboş bırakmamış ve "üç kişi bir yolculuğa çıktıkları vakit, aralarından birini kendilerine başkan yapsınlar" sözü ile yapılacak işi tarif etmiştir. Yolculuklarında bile başları boş değil, dolu idi.


O DİYARIN SAKİNLERİ başlarına geçecek başkanlarda öncelikle ilim ararlardı. Genç veya ihtiyar olmaları değil, ilme olan bağlılıkları ve ilimde aldıkları mesafe onlara o başkanlığı kazandırırdı. Hatta bir ordu teşkilinde Peygamberimiz başkan tayin etmiş değildi. Askerlere Kur'an okuttu. Kim ne kadar biliyorsa onu okudu. İçlerinde yaş itibarı ile en genç olan bir sahabe Kur'an okudu ve diğerlerinden fazla miktarda sure ezberlemiş olduğu, ortaya çıkınca. Peygamberimiz (s.a.v.): "Git birliğin başı sensin" buyurdu.


O DİYARIN SAKİNLERİ başkanlık hususunda ihtiraslı değildi. Hiç biri "ben başkan olayım" diye öne çıkmazdı. Verilirse alırlardı. Hatta Hz. Ebubekir (r.a.) Bedir savaşma iştirak edenlere başkanlık vermez ve kendisine niçin böyle yapıyorsun diyenlere: "Ben onları dünya ile kirletmek istemiyorum" cevabını verdi.


O DİYARIN SAKİNLERİ başkanlarını seçerken çok titiz davranırlar, ehil olmayanlara bu kapıyı açtırmazlardı. Çünkü bilirlerdi ki ehil olmayanlara ümmetin işlerini havale etmek, ümmete hakaret ve haklarına tecavüzdür. İçlerinden biri bu hususta şöyle demiştir. "Ben vazife verecek öyle bir adam arıyorum ki, amir olduğu zaman cemiyetin bir ferdi imiş gibi ve amir olmadığı zamanda da amir imiş gibi davranır."


O DİYARIN SAKİNLERİ üzerinde bulunduğu hizmetin manevi mesuliyetini düşünür ve: "Halifeliği benden alan yok mu?" diyenler olurdu. Bunu duyan biri ise: "Görevini başkasına devrettiğin takdirde eğer o başkası âdil ve hakkâniyetle hareket etmezse sen yine vebalden kurtulamazsın" derdi.


O DİYARIN SAKİNLERİ hizmetlerin ve mü'minlerin başına geçmedeki bu hassasiyeti şu hadisin gereği olarak düşünürlerdi:
"Devlet hizmetinde olan kimse Allah'ın koruduğu kimseler hariç daima tehlikenin eşiğindedir.
Kıyamet günü sorgusu en uzun süren ve azabı çetin olanlar, âmirlik yapanlar olacaktır. Etrafında ne kadar çok insan varsa, o şahsın mesuliyet-i o nispette fazladır."

Hayatlarının her tarafı İslâmla şekillenmiş o diyarın sakinleri, başkanlık-emirlik hususuna âzâmî titizliği gösterirlerdi. Çünkü onlar âhiret gününe inanmışlardı. O günde zerre miktarı iyiliğin ve zerre miktar kötülüğün karşılığı bulunacak hakikatına teslim olmuşlardı. Bunun için, boynuzsuz koçun boynuzlu koçtan hakkını isteyeceği ilave edilse, o diyarın sakinlerini elbette ki hali bir haşyet, korku ihata edecekti. Ve öylede oldu.


BU DİYARIN SAKİNLERİ'nin başlarının boş olduğu bir zaman geçmemiştir. Çünkü içlerinden birisi ölse ilk sözleri şu olur; Başımız sağolsun.. Şimdi soralım bu diyarın sakinlerine, başımızdan maksadınız nedir? Kimin ve kimlerin ömürlerinin uzun olması isteğinizin farkında mısınız?


BU DİYARIN SAKİNLERİ başkanlığa karşı umursamazlığın içindedir. Çünkü beş vaktin beşinde imamların başkanlığında kılınan namazlar o boşluğu doldurmuştur sanki. Ayrıca kendilerini tatmin eden ve doğru ise meşru gösteren bir sözleri daha vardır bu diyarın sakinlerinin: "Başımız evvel Allah sonra hükümete bağlıdır..." İşte böyle inanır ve işte böyle


BU DİYARIN SAKİNLERİ' başkanlık hususunda çok hırslıdırlar. Öyle bir başkanlık ki o başkanlığın ifasında zemin ve şartlar çok önemlidir. Şayet cahilî bir hayat varsa ve o hayatın içinde bulunanlar, müslümanlardan birine başkanlık teklif ederek, kendi inisiyatifleri istikametinde başkanlık edeceğini ileri sürerler de bizim müslümanlar da bu başkanlığa soyunursa durum ne olacak? Mekke oligarşi zihniyetinin Peygamberimize yaptığı başkanlık teklifinin, Peygamberimiz tarafından şiddetle reddedilmesini nereye koyacağız? Fakat bir insanın gözünü başkanlık hırsı bürürse, İslâm'ın şeref levhalarını okusa bile görmez, görmek istemez olur.


BU DİYARIN SAKİNLERİ çoğunluk esasına dayanan görüşler ile meseleye bakmakta inandıkları İslâm'ın meseleye bakış şekline iltifat etmemekteler. Bilmezler ki kendilerini tuvalette bile kendi hallerine terk etmeyen İslâmiyet başkanlık konusunda hiç mi hiç başıboş bırakmaz. Elbette ki bu esasını samimiyetle kendisine bağlanmış müslümanlardan ister ve bekler, heva ve arzularını kaynak kabul etmiş kimselere İslâm'ın vereceği bir şey yoktur, beklediği bir şey de yoktur.



BU DİYARIN SAKİNLERİ çoğulculuk esasına dayanan hayata alıştıkları için, kayıtlı, ölçülü olarak yaşamayı istemezler. İstediği gazeteyi okumak, istediği programı takip etmek, istediği plajlarda güneş banyosu almak, istediği gibi alıp-satmak, evet bütün bunlar bu diyarın sakinleri için çok hem de çok normaldir.

İç güdüleriyle hareket ederek bir defacık yaratılışlarına ters düşecek bir şey yapmayan hayvanlar kadar bile olmayan bazı hayvanlaşmış insanların (Esad Bin Ali-Necibullah ve, ve, ve...) hakimiyet ve kontrolleri altında yaşamaya alışmış insanlar, başlarını hep boş bırakırlar.

Çoğulculuk esasını kabul edenlerin elbette böyle bir derdi olamaz. Çünkü onlardan biri ölürse, başlarının sağ olmasını dua ederek isteyen insanlar vardır. Onlâr hayatlarının sadece namaz, hac, zekat, kurban bölümlerinde Allah'a müdahale etme yetkisi verip, sosyal hayatta Allah'a yetki ve söz verdirme hasleti körelmiş kimselerdir. Rabbimiz cümlemizi böyle anlayıştan, böyle inançtan kurtarsın. Ve o diyarın sakinlerinin yoluna döndürsün. Amin.

Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
İyiliği Teşvik Kötülükleri Menederlerdi


O DİYARIN SAKİNLERİ "la ilahe illallah..."ın ne mana taşıdığını, bu cümlenin mahiyetini, ele aldığı mevzuları gösterdiği hedefi temelden kavramışlardı. Bunun alameti olan Mekke hayatları, müstekbir kafirler tarafından baskıya alınmıştı. Cihata ve hükümlere ait ayet gelmemiş olmasına rağmen, okudukları tevhid Mekke müşriklerini rahatsız etmekteydi. Bu sebeple de iyiliği teşvik ederken Allah'ın nizamını ve hakimiyetini ilan ediyorlar, kötülükten men ederlerken de Allah'ın hayat sistemi ve hakimiyetini tanımayanları reddediyorlardı.


O DİYARIN SAKİNLERİ iyiliği teşvik ve kötülüğü mende Hz. Peygamberi ölçü ve kaynak kabul etmişlerdi. Ondan gördükleri her şeyi yaşamaya çalışırlardı. Neyi emrederse tereddütsüz kabul ederler, neden yasaklarsa, tereddütsüz ondan uzaklaşırlardı. Bazen de Peygamberimize sorarlardı:
"Ya Resûlüllah, İsrailoğullarının başına gelen şey ne idi?" Peygamberimiz Cevap verirlerdi:
"Ne zaman iyileriniz kötülerinize göz yumar, kötüleriniz din bilginleri olur ve küçükleriniz iş başına geçerse o zaman fitne sizi yakalayacak, birbirinize düşman kesilip, hücum ve saldırıya geçeceksiniz" (Ha. Sahabe: 3/279)


O DİYARIN SAKİNLERİ iyiliği teşvik olsun, kötülüğü men olsun. Üç silahlan ile mücadele ederlerdi. El-Dil-Gönül. Bu üç uzvunu silahlaştırmayanların cihat edemeyeceğine inanırlardı. El ve dil silah olmaktan çıkarsa geriye sadece kalp silahının kaldığını binlere bir ölçü koymuşlardır. Şayet her iki hususu gerçekleştiremeyecek olur karşı nefret duymazsa, baş aşağı edilen tulumun içinde bir şeyin kalmadığı gibi, böyle bir kalpte de iman ve iyilik namına bir şeyin kalmayacağını beyan ederlerdi..:


O DIYARIN SAKİNLERİ kötü kimselerle elleri ile savaşırlardı. Münafıklarla delil ve bürhan getirerek savaşırlardı. Şayet her iki hususu gerçekleştiremeyecek olurlarsa, onlar için bir çare ileri sürerlerdi; Hiç olmazsa o kötülüğü işleyenlere karşı surat asınız. Kötü her şeye kalben nefret duyunuz.


O DİYARIN SAKİNLERİ kendileri bazen iyilik yapmazsa bile başkalarını yapmaya teşvik ederlerdi. İyiliği teşvik ve kötülüğü men etmede başkalarına yardımcı olanlar Allah'tan ücret alma hususunda eşittirler. Kenara çekilip "Nemelazımcılık" hastalığı onların semtine uğramamıştır. Onların yaptıkları dedikleri olmuştur. Dudaklarında çıkan söz, kalplerinde bulunanlar olmuştur. Kalp ve dil ihtilafı kopukluğu onların hayatında görülmemiştir.


O DİYARIN SAKİNLERİ âhiret günü inancını her an yaşamışlardır. Bu iman onları ne zulme meylettirmiş ne de zulme uğratmıştır. Her hak sahibinin hakkını Ahirette alacağına imanları tam olduğu için, iyiliği teşvik ve kötülüğü men etmede haddi aşmamışlardır. Yapılması icap edeni yapmışlardır. İfrad ve tefrid onlarla bağlantı kuramamıştır.
O DİYARIN SAKİNLERİ Yüce Allah'tan gelen emirleri, iyilik, yasakları kötülük kabul etmişlerdir. İyiliği yaşamış ve yaşatmaya gayret sarf etmişler; kötülüğü hayatlarından kovarak, diğerlerinden uzaklaştırmaya çalışmışlardır.


BU DİYARIN SAKİNLERİ temelde iyilik ve kötülük ıstılahlarının mahiyetini yeterince kavrayamamışlardır. Ölçü olarak da İslâm, ölçü kabul edilmeyince iyilikler ve kötülükler nerede ise yer değiştirmiştir. Bu acı gerçek öyle bir ağır fatura ödettirmiştir ki, kötülerin iyiliği imha etmesinde bu diyarın sakinleri onların safında bulunmuştur. Belki de farkında olmadan. Böylece kötülerin ekmeğine yağ sürülmüş ve onların gayr-ı meşru hayatı meşru imiş gibi anlaşılmıştır.


BU DİYARIN SAKİNLERİ kendi tutundukları dalı kesercesine müslüman kardeşleri ile kıyasıya mücadele etmenin vazife olduğuna inandırılmıştır. Bir araya gelindiğinde müslüman kimselerin, derneklerin, teşkilatların aleyhinde konuşmak sohbetlerin sanki şiarı olmuştur. Yüzlerce iman ve İslâm düşmanları varken, kıymetli zamanlar hep müslümanların aleyhine harcanmıştır.


BU DİYARIN SAKİNLERİ en büyük iyilik olan Allah'ın hayat nizamını ve hakimiyetini tanımanın birinci vazife olduğu inancını nerede ise zayıflatmışlardır. Farz ameller için bir nevi lokomotif diyebileceğimiz bu iyilik diğer iyilik ve farzları peşinden sürüklemesi gerekirken, bu diyarın sakinleri arasında bu tarz, askıya alınmışçasına araştırma mevzusu yerine konulmuştur. Aynen bunun gibi tüm kötülüklerin başı ve lokomotifi durumunda olan Allah'ın sistemini sistem kabul etmemek kötülüğü gömemezlikten gelmek kıyıda köşede kalmış birkaç kötülüğü teşhir etmekle vazifenin biteceğini zehabına kapılmak hatasına düşülmüştür. Heyhat, ne kadar uzak...


BU DİYARIN SAKİNLERİ unutulmuş olan sünnetleri ihya etme durumunda olanlarla da kıyasıya mücadeleye girmişlerdir. Fitneyi tariften aciz olan bazıları, Resûlullah'ın yolunda olanları her zaman fitnecilikle suçlamışlardır ve hâlâ bu gafletlerini devam ettirmektedirler. Hem de "Âhiret Gününe de inandım" dedikleri halde mesela, milyonlarca insan camiden ve bayram namazından uzak kaldığı halde bunlar göze batmamış, hilâle göre bayram namazına çeki düzen vermek isteyenler acımasızca ve müslümana yakışmayacak üslûplarla hakarete maruz bırakılmıştır. Yine bunun gibi binlerce insan oruç ibadeti ile alay ettiği halde onlara ses çıkartılmamış, Resûlullah'ın oruç hakkındaki sünnetine müracaat edenler merhametsizce tenkit edilmiştir.
Bu tipteki olan kimselere diyoruz ki, İslâm'dan anladığınız cami, minare, ezan, hac, kurban, zekat gibi esaslar ilavesiz olarak sizin hayatınızı kuşatmış ve diğerlerine başvuracak bir iman yapısına sahip olmadığınız müddetçe sizleri muhatap kabul etmiyoruz ve etmeyeceğiz de... Bir Filistin meselesini, bir Afganistan cihatım, bir Hürmüz Boğazını gömemezlikten gelen basiretsizlerle uğraşacak vaktimiz yoktur. Onların benimsediği hayatı hayat kabul etmediğimiz gibi, onlarla teşrik-i mesaî kurmanın zaman israfı olacağına inanıyoruz.


BU DİYARIN SAKİNLERİ o diyarın sakinlerinin peşine takılmalıdır. örnek ve kaynak ancak onlardır. Onlardan gelen her şey başımızın tacıdır. O diyarın sakinlerinin peşine takılanları, bu diyarın sakinlerinden olup da tenkit edenler, fitnecilikle itham edenler tövbe ve istiğfar etsinler. Eğer örnek ve ölçü o diyarın sakinleri olarak kabul edilmiyorsa, bu sefer oturup yeniden iman etsinler.

Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Cihadı ve Edebi Beraber Yaşarlardı



O DİYARIN SAKİNLERİ bütünü ile Allah'ın emirlerine boyun eğerlerdi. İbadetlerinde, sadakalarında, oruç tutmalarında, cihad etmelerinde, Allah'ı (c.c.) zikr etmelerinde Rabbimiz'in emirlerinde aynını yapmazlardı. Neyin nerede, nasıl kullanılacağı gereği hepsinin bilgisinde idi.


O DİYARIN SAKİNLERİ cihad etmede birinci sırayı aldıkları gibi, Resûlullah'ın yanında edeple ve seslerini hafif çıkararak konuşmalarında bile ön sırayı alırlardı. Hiç bir hususta Peygamberimizin önüne geçmezlerdi. Eğer görseler ki peygamberlerinin giymiş olduğu hırkasının bir düğmesi çözülmüş, hepsi birden hırkalarının düğmesini çözerlerdi. Neden, niçin, nasıl? onlar için aranmazdı. Teslimiyetlerin gereği de zaten bu idi. Allah ve Resûlüne teslim olmak...


O DİYARIN SAKİNLERİ her işlerinde Peygamberimizi aralarında görmek isterlerdi. Yani mübarek vücudunun olmadığı yerde sünnetini kendisinin yerine koyarlardı. Böylece Peygamberleri vücudu ile, hadisi ile, sünneti ile onları ihata etmişti. Böyle bir nesle azap olmayacağını ise Hz. Allah (c.c.) haber vermişti.


O DİYARIN SAKİNLERİ yemek yemelerinde, giyinişlerinde, yatışlarında daha açık bir ifade ile Peygamberimizin hususi hayatlarında yaptığı ne kadar işler, vazifeler varsa duydukları ile, öğrendikleri ile gördükleri ile O'nu takip ederlerdi. Hiç bir itirazları yoktu. Aralarında güven ve itimat vardı. Birbirlerini aldatmak hayallerinden bile geçmezdi. Onlar için hayat ya hep, ya hiçti.


O DİYARIN SAKİNLERİ sevgili annelerimizden aile hayatını öğrenir, öğrendikleri ile de amel ederlerdi. Hatta içlerinden öyleleri vardı ki Hz. Aişe validemizden Resûlullah Efendimiz ile aralarında geçen ailevi bazı meseleleri sorarlar, öğrenirler ve aynısı ile amel etmeye çalışırlardı. Böylece Peygamberimizin üzerinde bulunan tüm hasletler, güzellikler, onlar arasında yayılmıştı. Onlarda bulunan bu meziyetleri bir araya toplamış olsak, işte Peygamberimizi tarif etmiş oluyoruz. Bir peygamberin hususiyetleri kavmi tarafından paylaşılıyor. İşte gerçek bir ümmet.



O DİYARIN SAKİNLERİ öyle inanmışlardı ki Peygamberleri ve bizim de Peygamberimiz olan Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.), her birini aynı ölçüde seviyor... Birini diğerine tercih etmiyordu. Bir büyük zatın en büyük edeplerindendir bu. Kendisini sevenlerin arasında haset hastalığını yok eden bir hususiyet. İçlerinden belirli bir kişiye veya zümreye ayrıcalık tanımıyor, tanısa bile hadise öyle bir şekilde tanıtılıyor ki herkes onda ittifak ediyor. Onlardan her biri, kendisinin Peygamberimiz tarafından daha çok sevildiği inancında. Bu sevgi ve muhabbet inceliğinin tabiri caiz ise sevgi adaletini tebasına uygulamayanlar müslümanlar arasında ki muhabbete yönelik fena fil müslim veya fena fil ihvan sırrına yanaşamayacaklar ve bu bilgiler sadece kitapların sahifelerinde kalacaktır.


O DİYARIN SAKİNLERİ İslâm'ın tamamını kabul etmiş ve yaşamıştır. Bazı fikir hokkabazlarının dediği gibi İslâm kısmen yaşanmamıştır. Olduğu gibi, tamamı yaşanmıştır. O diyarın sakinleri bu meziyetleri ile yanımızda, aramızdadır. Gözümüzün gördüğü bu nesildir. Diğerleri mukayyeddir. İslâm açısından lehimize olanlar için "evet", aleyhimize olanlar için "hayır". Fakat o diyarın sakinlerinin her şeyine, yaşadığı her şeylerine evet, evet, evet...


BU DİYARIN SAKİNLERİ cihad mefhumunu fikirlerden, bedenlerine indirmek istemiyorlar. Nazariyede halledilmesi gereken mesele gibi ele alıyorlar. Buyurunuz konuştuklarımızı tatbik sahasına koyalım deyince, ortada kimse kalmıyor.


BU DİYARIN SAKİNLERİ cedelleşmeye, tenkide gıybete, zanna verdiği önem kadar, kardeşliğe, sevgiye, muhabbete önem vermiyor. Sadece tenkit hastalığı ile hastaları iyi etmeye çalışıyor. Kıbleye karşı tükürmeyi edepsizlik sayan fukahanın tam zıttına, sigara tüttürürken hadis okuyor. Kur'an yolu durumunda olan ağzında, ayet ve hadis hürmet görmüyor. Bu hareketlerin güya İslâm'dan kaynaklandığı imajını vermeye çalışıyor, terbiyesizliği edep sayıyor.


BU DİYARIN SAKİNLERİ mesaisini hep cami cemaatına, tekke cemaatına (cemaat mecazi manadadır) ayırıyor. Bir türlü sınırı aşamıyor. Kahvehanelerde, kumarhanelerde ömrünü tüketen kimselere değil de alnı secdeli müslümanlara yükleniyor. Madem böyle, arızalı insanları bırakınız, gidiniz hammadde kabul ettiğiniz namazsız, abdestsiz kişilerle uğraşınız, İslâm'ı onlara anlatınız. O zaman ihlaslı olduğumuz ortaya çıksın. Bu diyarın sakinleri yapmak değil, yıkmayı istiyorlar.


BU DİYARIN SAKİNLERİ senliği benliği bırakmalıdır. Saadet asrı özlemi içinde mücadelesini sürdürmelidir. Dereyi görmeden paçayı sıvamamalıdır. Her türlü aşırılıktan uzak kalmalıdır. İşlerin hayırlısının orta-vasat-dengeli olanı olduğunu bilmelidir. Başkasını tenkide yeltenirken kendisinin ne durumda olduğunu idrak etmelidir. Kulaktan duyma haberlere iltifat etmemelidir. Müslüman bir kimseyi "hatasından dolayı" yahudi uşağı, düzen uşağı gibi sıfatlarla anlatmamalıdır. İthamlar ile, zan ve iftiralar ile, bir yere varılamayacağı gözden uzak tutulmamalıdır.


BU DİYARIN SAKİNLERİ kaş yapayım derken göz çıkarmamalıdır. Peygamber metodundayız diyerek bilmeden nefislerin metodu uygulanmamalıdır. Peygamber metodunda haşa yalan olmaz, hile olmaz, kibir, gurur, sahtekarlık, aldatmak, kaş göz işareti ile alay etmek olmaz. Bu metotta fedakarlık vardır, vefakarlık vardır. Ücreti Hz. Allah'tan almak niyeti vardır. Fısk haberleri tahkik etmeden inanmamak vardır. Şahsi kanaatler ile, indî görüşler ile İslâm'ı anlatmamak vardır. Kur'an ve Sünnet emirleri önünde baş eğmek vardır. Büyüklere hürmet, küçüklere merhamet etmek vardır. İslâm'ın derdi ile dertlenmek vardır. Evli bulunduğumuz hanımlar ile iyi geçinmek vardır. Çocukların terbiye ve talimi ile ilgilenmek vardır. Tağutu bütün veçhesi ile terk etmek reddetmek vardır. Hülasa müslümanca yaşamak ve müslümanca ölmek vardır. İşte Peygamber metodundan kısaca anladığımız mana budur.


BU DİYARIN SAKİNLERİ o diyarın sakinlerini adım adım takip etmelidir. Kaynak onlar, rehber onlardır. Yolumuz onların yoludur. Rehberimiz onların rehberidir. Nizamımız onların nizamıdır. Onlardan farklı olan taraflarımız varsa o nefsimizdendir. Onlarsız bir hayatın bizleri temsil edemeyeceğine dair imamınız tamdır. Ne mutlu o diyarın sakinlerinin yolunda olanlara. Veyl olsun o diyarın sakinlerinin yoluna çağ dışı diyenlere...

Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
"Haydin Cihada" Davetini Heran Beklerlerdi


Onların içinde bir genç vardı. Çiçeği burnunda olan bir genç. Silah kullanmasını yeni öğrenmiş olan bir genç. Sakalı, bıyığı yeni bitmiş bir genç. Onunda evlenme vakti gelmiş ve Allah'ın emri gereği müslüman bir kız ile evlenmişti. Akşam zifafa varmışlar, sabah ise cihad daveti ile ayrılmışlardı. cihad daveti kulağına gelince Hanzala (r.a.) ok gibi yatağından fırlamış ve duvarda asılı ok ve yayım, kılıcını kuşanmıştı. Bir günlük hanımı da kalkmış efendisine yardıma koyulmuştu. Genç sahabi evinden tam ayrılırken hanımı:
- "O halinle mi gidiyorsun? Yıkanmayacak mısın?" demişti. O ise:
- "Baksana duymadın mı cihad daveti geldi, nasıl gevşek davranabilirim. Fırsat bulduğum anda yıkanırım" diyerek hanımına veda etmişti.
Hz. Hanzala (r.a.) cihada iştirak etmiş ve arzuladığı neticeyi de almıştı. Şehit olmuştu. Bir günlük evli olan genç şehit düşmüştü.
Sahabeler müslüman şehitleri toplarlarken sıra Hanzale (r.a.)'e gelmişti. Çöl ve kum üzerinde yatan bir ceset, fakat sırıl sıklam su olmuş ve kum üzerine vücudundan su akan bir cesetti. Meseleyi olduğu gibi Peygamberimize getirdiler. O yüce Resûl mübarek başım kaldırdı, ufkun derinliklerine baktı ve şöyle buyurdu: "Ben o gencin gökte melekler tarafından guslettirildiğini gördüm."


O DİYARIN SAKİNLERİ işte böyle idi. Dünyalıkları ile, ev ve hanımları ile irtibat ve bağlılıkları bu kadar hafif idi. Çünkü yarın ölecekmiş gibi âhiret hazırlıkları tamdı. Azrail'in her an gelebileceğini hesaba katarlardı. İslâm'ın hakim kılınması için Rabbani emirler, Resûlullahın çizdiği metot aynısı ile uygulanırdı.


O DİYARIN SAKİNLERİ cihad için sadece bedenlerini ortaya koymazlardı. Bunların başında malları gelirdi. Başlarına kapattıkları bir baş örtüsünden, sofraya koydukları bir kaç hurmaya varıncaya kadar hepsi cihad uğruna harcanmak için hazır beklerdi. Mal Allah'ın olduğu için İlahî emir gereği değerlendirilirdi. İmansızlığa, Kur'an'ın hakim olmadığı bir hayata katiyen tahammülleri yoktu. Birisi hepsi, hepsi birisi için hareket ederlerdi.


O DİYARIN SAKİNLERİ cihad davetine büyük aşk ve iştiyakla gider artık bu gidişini son gidiş olarak düşünürler, dualarını geri dönmemek ve şehit olmak için yaparlardı. Şayet gittikleri seferde şehitlik şerbetini içmezler ise kendi nefislerini kınarlardı. "Allah'ın Cennetine layık olsaydın şehit olurdun, demek ki daha layık olmadın." derlerdi.


O DİYARIN SAKİNLERİ aniden cihada katıldıklarında aile efradına son kez şöyle derlerdi: "Sizin hepinizi Allah'a emanet ediyorum." Cihada giden oğlunun arkasından hanımı veya annesi ise: "Seni göreyim, kafirlere gereken dersi ver ve bizlere şahadet müjdesini gönder." Hatta annelerden biraz daha fazla istekte bulunanlar olur ve onlar: "Eğer bu canını Allah yolunda vermez ve şehit olmaz isen emzirdiğim sütlerim sana haram olsun" derlerdi.


O DİYARIN SAKİNLERİ daha Mekke döneminde cihad ruhu ile işlenmişlerdi. Hor ve hakir görülseler bile yüce mürşidleri onlara İslâm'ın getirdiği izzeti tattırmıştı. Zilletle yaşamak onların imanına ters geliyordu. Çünkü onların îmam gerçek bir îmandı. Amelleri ihlaslı idi. Allah'ı görüyormuş gibi hareket ederlerdi. cihad yapmaksızın alıp verdiği nefeslerden Allah'a sığınırlardı. Kısacası o diyarın sakinleri hakikaten inanmışlardı. İnandıkları için de üstünlük onlarda idi. Allah (c.c.) onların hürmetine bizi affetsin. Ve onların gitmiş olduğu yolda bizleri de istihdam eylesin.
Yemame savaşı bütün şiddeti ile devam ediyordu. Yalancı peygamber olan Müseyleme için müslüman sahabiler şanlı kıyamlarını başlatmışlardı. Onların içinde bir genç vardı, daha taze idi, çiçeği burnunda olan bir gençti. Adı Ebu Akil idi. Hz. Ömer (r.a.)'in oğlu Hz. Abdullah anlatıyor:
"Ebu Akil'i devamlı kontrol ediyordum, bir ara kafir darbesi ile yere yıkıldı. Kan kaybediyordu. Çadırıma götürdüm, kanını sildim. Sanki ölmüş gibiydi. Bu ara tekrar hücuma geçildi. "Ey ensar gösterin yiğitliğinizi" nidası Ebu Akil'in kulağına gelince hemen yerinden fırladı ve gözden kayboldu. Onu araya araya buldum gördüm ki kollarını bile kaybetmiş ve yere yuvarlanmıştı. Ölmek üzere idi. Fakat dudakları ile bir şeyler söylemek istiyordu. Kulağımı ağzına iyice dayadım ve:
- "Ey Ebu Akil ne diyorsun?" dedim. Ebu Akil kendisini topladı ve şöyle dedi:
- "Zafer hangi tarafın?" (Yemame ovasında dalgalanan sancak Resûlullahın mı yoksa Müseylemenin mi?)
Ben: - "Müjde, müslümanlar kazandı ve sancak Resûlullahın olarak dalgalanıyor" dedim. Baktım ki Ebu Akil gülüyor. Güldü ve bu tebessüm ile ruhunu teslim ederek şahadet şerbetini içti."


BU DİYARIN SAKİNLERİ yukarıdaki hadiseyi okuduktan sonra kendi nefislerine aynı suali sorsalar: Zafer hangi tarafta? diye acaba vicdanları ne cevap verecekti. Uzağa değil bizzat kendimize aynı soruları sorsak cevabımız ne olacaktır? Eve geldiğimizde annemiz, babamız, ailemiz ve kızımız: "Zafer hangi tarafın?" deseler ne cevap vereceğiz? Sadece sükut ve başlarımızı eğik olarak tutmak. Bu da bir meziyet sayılır. Allah göstermesin böyle değil de: "ne yapalım dünyanın sonuna geldik, zaten bunlar olacaktı, bugün yerimize de şükür" ... diyenlerden olsa idik durumumuz ne olurdu?


BU DİYARIN SAKİNLERİ ümitsizlik içinde büyütüldü. İbn Haldun'un söylemiş olduğu gibi mağlup olanlar her zaman galip gelenleri taklide özenir..." Bir müslümanlarda aşağılık duygusu hastalığı oldu. İzzet ve şerefi kaybettik. cihad ruhundan mahrum büyütüldüğümüz için korkak olduk, ödlek olduk.


BU DİYARIN SAKİNLERİ'ni iyi bir şekilde tasvir eden Mehmed Akif'in şu manalı şiirini buyurunuz hep birlikte okuyalım:
Daha mektepte çocuktuk, bizi yıldırdı hayat, Oysa hiç korku nedir bilmiyorduk hey hât Neslim ürkekmiş evet, yoktu ki ürkütmeyeni "Yürü oğlum" diye teşvik edecek yerde beni, Diktiler karşıma bir kapkara müstakbel ki Öyle korkunç olamaz hortlasa devler belki Bana dünyaya çıkarken "batacaksın" dediler, Çıkmadan batmayı öğren ne kadar saçma bir hüner Yeisi ezber bilirim, azmi yüzünden tanımam, Doğduk "yaşamak yok size" derlerdi beşikte Dünyayı mezarlık bilerek indik eşikten
Ne hisli vadileridir bizim kadınlarımız Yazık ki onları tasvir eden birer umacı Beş-on romancı, sıkılmaz beş-on da maksatçı Yeisi tekfir eden imamına olsun ki yemin, Bize telkin-i müti etmediler yoksa bu din Yine dünyalara yaymıştı yeşil gölgesini, Yine Hakk'ın sesi boğmuştu dalâlet sesini...


BU DİYARIN SAKİNLERİ için bu kadarcık kafi. Sur'da bir gedik açıldığım hisseden müslüman gençlik bu gedikten içeri girmenin hesabı ve planı içerisindedir. Çünkü akıbet muttakilerindir...

Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Amellerinin Her Çeşitinde Vahyin İmzası Vardı


O DİYARIN SAKİNLERİ amellerin büyüklüğüne, küçüklüğüne bakmaz, kim için yapıldığına dikkat ederlerdi. Mü'min bir kardeşinin görülünü almak veya cihada çıkıp kılıç sallamak. Bu iki ameli yaparlarken ihlaslarına ve kim için yaptıklarına itina gösterirlerdi. Çünkü imanları böyle inanmayı istiyordu. Günlük yaşayışlarının raporunu kitaplardan tespit edersen böyle olduklarını ' görmekteyiz.


O DİYARIN SAKİNLERİ batıl ehline karşı onurlu mü'minlere karşı merhametliydiler. Bir ara batıl ehlinden bir grup gelmiş, Peygamberin (sav) etrafında garip; güçsüz ve yoksul kimseleri görmüşlerdi. Yüce Resûle şu soruyu sordular:
- "Ya Muhammed, senin hafsaları bunları nasıl kabul ediyor? Bunlar senin arkadaşların iken biz nasıl sana tabi olacağız? Bunları yanından kov" dediler. Yoksul ve düşkünlere elini ve bağrını uzatmış, açmış yüce Peygamber, bu mü'minlere bakarak:
- "Şunu bilin ki, ben yaşadığım sürece aranızda yaşayacağım ve öldüğüm zaman aranızda öleceğim" buyurdu.


O DİYARIN SAKİLERİ imkan buldukça birbirlerine uğrar, dertleşir, hal-hatır sorarlardı. Bir mü'min diğer bir mü'min kardeşinin halinden üç gün habersiz kalmazdı. Arar, sorar, bulur ve îmanının gereği halini araştırırdı. Hatta onlardan öyleleri vardı ki, yaya olarak Medine şehrinden tâ Şama kadar gelir ve müslüman kardeşini ziyaret eder, halini-durumunu sorar öğrenir, yapılması icap edeni yapar sonra da geri dönerlerdi.


O DİYARIN SAKİNLERİ sohbet toplantıları yaparlar, birbirlerini ziyaret ederler ve ikramda bulunurlardı. Bu gibi ameller birbirleri ile olan irtibatlarını kuvvetlendirir, sevgi ve muhabbetin fedaileri olurlardı. Bu hususta onlardan bir ilim ehli şöyle demişti: "Ara sıra sohbet toplantıları yapıyor, birbirlerinizi Hakk rızası için ziyaret ediyorsanız, siz bunu yaptığınız müddetçe iyilik, bolluk ve mutluluk içinde yaşayacaksınız."


O DİYARIN SAKİNLERİ, mü'min kardeşlerinin işlerini görmek, takip etmek hususunda sanki birbirleri ile yarışırlardı. İlim beldesinin kapısı niteliğinde bulunan Hz. Ali (r.a.) diyor ki:
"İki nimet vardır; bilmem ki hangisi beni daha çok sevindirir. Biri, herhangi bir müslümanın beni derdine derman kabul edip de bana başvurmasıdır. Biri de o kimsenin derdini, Cenab-ı Allah'ın benim elimle halletmesidir. Allah'a yemin ederim ki, herhangi bir müslümanın bir derdini halletmek, benim için yeryüzü dolusu kadar altın ve gümüşe sahip olmaktan daha çok sevindiricidir."


O DİYARIN SAKİNLERİ cemaatın başında bulunan büyüklerine saygı gösterir ve değer verirlerdi. "bir toplumun büyüğü yanınıza geldiği zaman ona değer verin" hadisi o diyarın sakinlerinin şiârı olmuştu. Allah'ın kullarına değer verene, Allah da değer verir. Kendilerine gelen ziyaretçilerin altlarına minder ikram ederler, eğer evlerinde minder yok ise sırtlarına giymiş oldukları hırka veya cübbeyi yere sererek misafirlerini oturturlardı.


BU DİYARIN SAKİNLERİ ise, o diyarın sakinlerinin amel ve ahlakına aykırı işlerle ömür tüketirler âdeta. Bir defacık olsun, görmediği, tanımadığı mü'min kardeşi hakkında, aleyhine rahatlıkla konuşur, kabaran nefsini böylece teskin ederler.


BU DİYARIN SAKİNI,ERİ mü'min kardeşlerine dünyalığı nispetinde değer ve kıymet verirler. Hatta selam veren kişide maddi fakirlik varsa, selamım ona göre alırlar. Onlarla beraber olup sohbet etmezler, birlikte sokak ve caddelerde dolaşmazlar, ölüm haberi kulaklarına gelse çevre tesiri ile giderler, İslâm'ın dışındaki görüş ve ideolojilerin; "insan ekonomik bir varlıktır" tezine sanki bu gibi insanlar da katılmışlardır. İnsanı maddesi ile ölçmek isteyenler kapitalist ve dünyevî çıkarları istikametinde yaşayan insanlardan sayılır.


BU DİYARIN SAKİNLERİ ziyaretleri adet haline getirmiştir. Amelden maksat, bir vazifeyi ifa etmek ve Allah'ın rızasını kazanmaktır. Allah rızası gaye edinilmeyen amellerin hiç değeri olmaz. Ziyaretler Allah için yapılmalı ve bir iş, amel ortaya konulmalıdır. Sırtındaki cübbesini misafirine minder diye seren gerçek müslümanların peşinde yürüdüğünü söyleyenler, cepteki ve kasalarındaki fazlalıkları bekletmeden yerlerine teslim etmelidir:


BU DİYARIN SAKİNLERİ toplumun ileri gelen şahısları aleyhine kampanya başlatmayı vazife addederler. Onların aleyhinde bulunmanın dini bir tebliğ olduğu görüşünü savunurlar. Taraftar tutmak için en kestirme yolun bu olduğunu zannederler. Allah'tan korkmadan rahat rahat aleyhte konuşurlar, dinleyenler de zevk duyar. Çünkü şeytan konuşanın ağzına, dinleyenin kulağına badem yağı sürmüştür. Konuştukça coşarlar, coştukça konuşurlar.


BU DİYARIN SAKİNLERİ; şekle ve sûrete önem verirler. Eğer kendisi kravatlı, kıyafeti düzgün biri ise yanma gelen başında takke, boynunda yakasız gömlek bulunan kişiden uzak kalmanın yollarını araştırırlar. Halbuki bu iki kıyafet sahibi cuma namazında veya başka bir namazda yanyana aynı safta namaz kılmışlardır. Fakat çevrenin ve suretin, şeklin verdiği tesir, yoksul giyimli müslümanı, hor ve hakir tanıtmıştır.


BU DİYARIN SAKİNLERİ batıl ehline karşı yağcı, dalkavuk, mütevazı, garip müslümanlara karşı ise kibirli, onurlu ve gururludur. Bunu görmek isterseniz adım başı hadiselere şahit olabilirsiniz. Bir gafil ve zengin müslümanın bankaya gidip, banka müdüründen teminat mektubu isteme şekline. baksanız, gözlerinize inanamazsınız. Halbuki bu adam camide Allah'ına karşı rükûya eğilip, secde ediyordu. Demek ki, kendisine göre namaz kılışı varmış adamın!.
İşte orada iki grup gözüküyor. Her mü'min safını öğrenmek istiyorsa yaşayışı ile onların yaşayışım kıyaslasın. Hangi grubun yaşayışına kendi yaşayışı benziyorsa o da onlardandır. Bu sadece müslüman kardeşleri ile irtibatının birkaç bölümü.
Burada şu hususu belirtelim ki, o diyarın sakinleri gibi olmak için çalışanlar, mücadele edenler, yorulanlar ve kısmen de olsa onlar gibi olanlarda vardır. İstisnalar kaideyi bozmayacağı için biz umumi olarak meseleleri ele alıyoruz. Yüce Allah bizleri o diyarın sakinlerinin peşinden ayırmasın. Amin.

Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
O Diyarın Sakinlerinde İhsan Sırrı Tecelli Etmişti


O DİYARIN SAKİNLERİ, âhiretlerini mamur etmişlerdi. Zaten garib olarak bulundukları fenadan bekaya hicret için sabırsızlıkla bekliyorlardı. Öyle ki fenadaki mallarını mülklerini sarf edip bekadaki mülklerine aktarıyorlardı. Hz. Ebu'd-Derda (r.a.)'ya sorduklarında: "Evinizin eşyaları nerededir?" cevabı şu oluyordu: "Bizim yolumuzun üzerinde bir yokuş var ve o yokuşun öbür tarafında bir köşkümüz var, yokuşta eşyaları taşımak zor olacağından şimdiden yavaş yavaş köşkümüze aktarıyoruz." Köşkten kasıt - da Hakk Teala'nın emirlerine teslimiyete karşılık verilecek olan cennet köşkü idi elbette. O zat-ı muhterem İslâm'a teslim olmakta biraz gecikmişti ama teslimiyeti tam olmuştu. Bizler ise o diyarın sakinleri gibi âhirete tam manasıyla iman etmemiş olduğumuz için Rahman'dan gerçek manasıyla korkamıyor ve yine âhiret ahvalini gerçek manasıyla bilmediğimiz, tanıyıp öğrenmediğimiz için âhireti arzulamıyor, dünyaya bağlanıyoruz. Gerçekten bizler âhireti tamsa idik yolumuzda kabir suali, kabir sıkması, haşr, hesap, mizan sırat gibi yokuşların mevcudiyetini anlayacak ve bu yokuşlarda zorlanmamak için şimdiden eşyalarımızı köşkümüze taşımaya başlayacaktık. Ama ne yazık ki bizler bizi altında ezecek malları biriktirmekle meşgulüz. Allah Teala bu bataklıktan tüm Ümmet-i Muhammed'i kurtarsın.


O DİYARIN SAKİNLERİ inandıkları davayı önce öğrenmişlerdi, sonrâ da tanımışlardı. Tanıdıkları bu davayı ellerinden bırakmamak için her fedakarlığa, katlanmışlardı. Onlar cihad anında imanı tanıdılar, îman ettiler, şehidliği tanıdılar hemen cihada koşarak bir rekat namaz bile kılmadan şehid oldular. Namazı tanıdılar, cemaati hiçbir zaman terk etmediler. Hatta bilerek namaza geç gitmek istediklerinde îmanları buna müsaade etmedi ve okun yaydan fırladığı gibi mescide koştular, çünkü ruhu cendere ile sıkılıyor gibi oluyordu o zatların eğer cemaatten uzak kalırlarsa. Bir sefer dahi olsa, çok mühim işleri dahi olsa, cemaatten uzak kalmak istemiyorlardı. Çünkü cemaatten uzak kalmak demek vahiyden uzak kalmak demekti, nurdan uzak kalmak demekti, rahmetten uzak kalmak demekti. Bu diyarın sakinlerinin ise cemaatten uzak kalmak için mazeret ve bahaneleri çok, ya işi gereği, ya da mesleği gereği müsait olamadığını iddia ediyor. Müsait olsa caminin uzaklığını bahane ediyor, mescid yakın olsa imanın şuursuzluğunu öne sürüyor. Ayrıca bizler davayı daha öğrenemedik tanımak şurada dursun. Öğrenenler olduysa onların da bir kısmı tanıyamadı. Tanıyamadığımız için o nimete sahip çıkamadık. Peki bu nimete sahip çıkamayan başkasına neyi verebilir ki. Eğer namazı tanısaydık ona tembel tembel kalkmazdık. Eğer haccı tanımış olsaydık Kâbe'yi tavaf ederken satın aldığımız eşyaları gümrükten nasıl geçireceğimizi düşünmezdik. Eğer cihadı tammış olsaydık ne yapar eder, bir yolunu bulur Bosna'ya giderdik. Keşmir'e, Tacikistan'a yada fiili cihadın mevcut olduğu başka yerlere koşardık.


O DİYARIN SAKİNLERİ'NDE öyle bir aile merhumu vardı ki, bugün bizler onu ,tarif etmekten aciziz. Yabancı bir erkeğe ne bakarlardı ne de kendilerini gösterirlerdi onlar. Eğer yüzü, gerdanlığı açıları bir kadına hata ile bakınışsa gusül abdesti alırlardı. Bu bakışların muhatabı olan kadın ise bu bakışın hamile kaldığı çocuğunun ahlakına tesir edeceğini bilirdi. Onlar, Peygamberimizden duymuşlardı ki şehvetle bakmak, şeytanın oklarından bir oktur. O ok bir insana saplansa durumu ne olurdu. Onların kızları büyüyüp ergenlik çağma gelince göğüsleri düz bir bez parçası ile bağlarlar, belli etmezlerdi. Çünkü onlar tam inanıyorlardı, bu inanç da tam teslimiyeti gerektirdiğinden onların her işleri tam oluyordu. İnançları da tam oluyor, amelleri de, ahlakları da.



O DİYARIN SAKİNLERİ'NDE ihsan sırrı tecelli etmiştiYani Allah'ı görüyormuş gibi ibadet ederlerdi onlar ve yine öyle ölürlerdi. Namaz kılarken bir türlü, alış-veriş yaparken bir türlü hareketin içine girmezlerdi. Seccade üzerinde. mescid de nasıl iseler arz üzerinde de gezip dolaşırken öyle idiler. İnsanına göre eğrilip büğrülmez, değişmezlerdi. Olduğu gibi olmayı îmanın bir gereği kabul ederlerdi.
Allah'ın kesin emirleri karşısında hemen tavırlarını ortaya koyarlardı. Allah'ın her an kendileri ile beraber olduğuna inanır ve ona göre yaşarlardı: Çünkü Allah Teala:

"Nerede olursanız olun (Allah) sizinle beraberdir. Ne yaparsanız hakkıyla görücüdür." (Hadid; 4)
"Dilediğinizi yapın, çünkü hareketlerinizi Allah görecektir." (Tevbe: 105)

"Allah onların gizleyeceklerini de, açığa vuracaklarını da biliyor. Çünkü sinelerin ta özünü bilendir." (Ra'd: 10) buyurmakta idi.
Şu hadis-i şerifte onları çepeçevre sarmış ve kuşatmıştı: "Îmanın en faziletlisi, her hal ve harekette Allah'ın seninle beraber olduğunu bilmendir." (İbn-i Kesir 4/304)


O DİYARIN SAKİNLERİ
samimi idi. Her şeyleri sade ve tabii idi. Yapmacık hareketlerden şiddetle kaçınırlar ve riyakârlık yapmazlardı. Okudukları Kelime-i Tevhid'inı içinde bulunan Allah'ın Resûlünü bütünü ile kabul etmişlerdi. O mümtaz şahsiyet kendileri için her şeylerine imanıydı. Hem namazlarında, hem sohbetlerinde, hem çarşılarında, hem cihadlarında hem aile hayatlarında imanıydı. Onlar bizler gibi sadece ibadetlerinde, evradlarında, birtakım işlerinde Hz. Peygamberi imam kabul etmemişler her alan da o yüce Resûlün imamlığına tabi olmuşlardı.



O DİYARIN SAKİNLERİ, dilin afetlerini gayet iyi bilirler az konuşurlar öz konuşurlardı. Konuşulmaması gereken yeri iyi tespit eder, konuşulması gereken yerde de susmazlardı. Ağızlarından çıkan sözleri kalpleri de tasdik ederdi. Ne söylemişlerse onları yaparlar yapmayacağı bir şeye de söz vermezlerdi. Çünkü Peygamberleri böyle istiyor ve Yüce Allah böyle emrediyordu. Davaları uğruna canla başla çalışırlar, Yüce Resûle olan sevgi bağlılıkları ve evlat, aile mal ve mülk sevgisinden çok çok üstündü. Resûlullah'ı, adım adım takip ederlerdi. O kadar zeki olmalarına rağmen akla gereğinden fazla önem vermezler vahye ve sünnete teslim olurlardı. Aklı Allah Teala'nın yüce bir nimeti kabul ederler vahyin ve sünnetin emrine teslim ederlerdi.



O DİYARIN SAKİNLERİ, Peygamberlerine tabi olmadan, O'nu sevmeden imanın geçerli olmayacağını bilirler-ve öyle inanırlardı. Resûlullah'tan duydukları ikazları kabulden kaçınmazlar, O'nu bir beşer kabul etseler bile muhabbetlerinden ne yapacaklarını bilemezlerdi. Savaşlarda O'na bir zararın dokunmaması için kimisi kolunu, kimisi dişini, kimisi başını, kimisi de gövdesini siper edinirdi. Vücut uzuvlarını ve bedenlerini Yüce Resûl uğrunda kaybetmekten çekinmezlerdi. Kimisinin gözü çıkar, kimisinin kolu kopar, kimisinin vücudu yere yıkılırdı. Bu hallerinde bile Resulullah'ı, ararlar, O'nu sorarlardı. Dünyaya veda ederlerken dahi fütüvvet şuurundan ayrılmazlardı. Seferde de hazar da da kerdeşlerini kendi nefislerine tercih ederlerdi. Çünkü onlar kendilerine çok yüce bir önder edinmişler ve yine O yüce öndere her hususta tabi olmak üzere, itaat etmek üzere çok yüce bir ahid vermişlerdi:


"LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESÛLULLAH"

Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Hayatının Tamamı Güzel ve Mânâ Doluydu




O DİYARIN SAKİNLERİ'NDEN yiğit bir kadındı. Hendek savaşı için sayıca on bin dolaylarında küfür ordusu Medine'ye gelmişti. Yüce Resûl tedbir açısından şehirdeki kadın ve çocuklar emin bir yere toplatmış ve başlarına da erkek bir sahabe vermişti. Fırsatı kollayan müslüman gözüken münafıklar ellerine kılıçlar alarak, toplanmış kadın ve çocukları imha edeceklerdi. İçlerinden birini öncü göndererek, kadınların başlarında erkek muhafızlar olup olmadığını anlamak istediler. Yahudi gözcü kadınların bulunduğu yere doğru gelirken Safiyye isimli yiğit bir kadın adamı gördü ve niyetini anladı. Başlarındaki muhafıza giderek, o adamın başının kesilerek kendisine getirilmesini söyledi. Ancak muhafız çekindi ve biraz korkak davrandı. Hz. Safiyye bir çadır direğini sökerek eline aldı ve gitti yahudinin başına vurarak öldürdü. Sonra başını kesti ve gözcü Yahudiyi bekleyenlerin üzerine fırlattı. Yahudi münafıklar anladı ki kadınların başında erkek muhafızlar var. Hemen geri çekildi ve evlerine dağıldılar.
Elbette ki bu hadise ile dantelli bacılarımıza küçük çaplı bir uyarı olur. Göz nurlarını ipliklere, oyalara mahkum eden kardeşlerimizin de fikir dünyalarına küçük bir neşterdir. Bu diyarın sakinleri İslâmî hareket dediğimiz salih amelin içerisine müslüman erkek ile müslüman kadını da katmalıdır. Hem de ölçüsünü, sırrını inandığı dinden öğrenerek. Bacılarımız da bu .konuda cahiliye ile anlaşmaya varmayan ve varması mümkün olmayan erkek kocalarını, babalarını, kardeşlerini ve din kardeşlerini desteklemelidirler.



O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ. Adı Ümmü Süleymdi. Ebu Talha ile evlenmiş ve bu izdivaçtan Ebu Umeyr isimli bir çocuk dünyaya gelmişti. Küçük çocuk hastalanmış ve hastalığı artmıştı. İşi sebebiyle evinden ayrıları babası bir daha çocuğunu sağ olarak göremeyecekti. O işine gider gitmez çocuk vefat etmiş, annesi ise büyük bir soğukkanlılıkla çocuğunu yıkamış, kefenlemiş ve evinin münasip bir yerine koymuştu. Oruçlu olarak evden ayrılan kocasının geliş saatinin yaklaştığında kokulanmış ve evde mevcut olan nimetlerle zengin bir sofra hazırlamıştı.
Ebu Talha eve dönmüş, hazır sofraya oturarak iftarını açmış ve çocuğunu sormuştu. Ümmü Şüleym, çocuğun sükûnet içinde yattığını, gayet iyi olduğunu söylemişti. Ebu Talha bundan memnun kalmış ve huzur içinde yatmıştı. Gece olunca, hanımı nefsini efendisine arzetmiş ve kocasını bu yönden memnun etmişti. Sabah olunca, kocasına şöyle diyordu:
- "Birşey sormak istiyorum. Bir kimse birine emanet bir şey verse, zamanı gelince geri istese vermek gerekir mi, gerekmez mi?" Kocası:
- "Elbet geri vermek gerekir. Ne hakla onu tutabilir ki?" Ümmü Süleym:
- "Oğlun Allah'ın bize emaneti idi. Allah emanetini geri aldı."
Ebu Talha çok üzüldü. Daha önce haber vermediği için hanımına sitem etti.
İşte hadisenin püf noktasını burada yakalıyor ve bu diyarın sakinlerine takdim etmek istiyoruz. Öyle ya, çocuğu ölen kadın acaba çok mu merhametsizdi. Akşamdan sabaha kadar niçin söylememişti? Sebebini yine ondan dinleyelim:
- "Kocam oruçluydu. Eğer çocuğumun ölüm haberini akşamdan verseydim; buna çok üzülecek yemek yiyemiyecek ve perişan olacaktı. Buna gönlüm razı olmazdı."
İşte bu diyarın sakinlerine kalıcı ve ibretlerle dolu bir mesaj. Cennetlik hatunların, kocalarının üzülmelerine bile tahammülleri yoktur. Bu diyarın sakinleri: "Bize bu kadar niçin yükleniyorsunuz? öyle kadınların, öyle kocalan vardı" gibi bizlere
O Diyarın Sakinleri 61 sitem etmesinler. Sadece şu hususa bir göz atsınlar; Cihad, edeb, takva yönleriyle destekçi oluyorlar mı olmuyorlar mı?



O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ. Kendisi güzel ve zengin, evleneceği erkek ise îman safının dışında kalmıştı. Erkek, bu evlilikte ısrar ediyor, kadın ise onun îman etmesinde direniyordu. Allah'ın hidayeti imdadına yetişmiş ve erkek de mü'minlerden olmuştu. Kadın bunu duyunca hemen haber göndermiş:
- "Şimdi evlenebiliriz. Senin getirdiğin bu şehadet kelimesi benim mehrim olsun. başka bir şey istemem" demişti. Bu diyarın sakinleri olan müslüman kızlarımız şimdi düşünmeliler. İslâm'ın sunduğu mehri almaya haklarının olduğunu bilerek düşünsünler:
- Sizi istemeye gelen müslüman bir gencin, tağutu reddetmiş olması, namuslu ve iffetli yaşaması, cihad etmek için can atmış olması, uçkurunu yasak yerlere açmaması acaba sizin evlilik hayatınıza manevi bir mehir olma mahiyetini taşımıyor mu? Altın gerdanlıklar, bilezikler, burmaların hangisi size namuslu ve cihad ehli bir genci satın alabilir?



O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ. Yüce Resûlümüzün hem baldızı ve hem de yengesi idi. Bazen yüce Resûlümüzün saçını tarama şerefine bile erişirdi. Bir gün Peygamberimizin bir görevini yapmış ve sonra gözlerinden yaşlar akmıştı. Kendisine sebebi sorulunca, şu cevabı vermişti:
- "Ey Allah'ın Resûlü, düşünüyorum da Allah şeni bir gün aramızdan alacaktır. İşte o zaman yönetenler mi olacağız, yönetilenler mi?"
Bu diyarın sakinleri bacılarımıza Ağrı dağından büyük bir malzeme. Yönetecekmisiniz, yönetilecek misiniz? Dünyanın yönetimini Rabbimiz kullarına verdiğine göre, huzura hangi delil ve hangi yüzle çıkacağız?
Yönetenler, dünyayı ve insanlığı îmanla Kur'anla, İslâmla yönetmeyeceğine göre, kalblerinde iman, ellerinde Kur'an, hayatlarında İslâm olmayanların Ümmeti yönetmesi kara bir leke olarak, büyük bir münker olarak bizlere kafi gelmiyor mu acaba?



O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ. Resûlullah'ı daha altı yaşında iken bağrına basmış, hizmetine koşmuş ve yanından ayrılmamıştı. Belki de Ebu Talip'ten sonra kendisini koruyan ikinci insan yengesi olan bu kadındı.
Ölüm saatine kavuşan bu kadın, öbür aleme uğurlanırken Peygamberimiz ağlamış, kendi gömleğini kefen olarak ona giydirmiş ve mezara bizzat kendi elleriyle indirmişti. Hadiseyi garip karşılayanlara karşı:
- "O benim annem gibiydi. Beni o büyüttü. Çocuklarına yedirmez beni doyururdu, onları ihmal eder, beni süsler, beni avuturdu. Gömleğimi ona giydirmemdeki maksat, kabir azabından uzak tutulsun, cennet elbiselerine kavuşsun niyetiyle oldu." buyurmuştu.
Bu diyarın sakinlerinden nice nice bacılarımız da aynı yolun yolcusu olmaktalar. Uyanışları biz erkeklerden daha süratli oldu. Bizler 50-60 senede zor uyandık, kendileri ise beş-on senede gaflet uykularından silkinerek kalktılar. Bu kalkışları burçlara sancağı dikene kadar sürer kanaatindeyiz.
Anılarla dolu bir diyarı tekrar "Anadolu" yapmanın gayreti içerisine giren bacılarımıza selam olsun.

Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Günlük Hayatlarıyla O Diyarın Sakinleri



O DİYARIN SAKİNLERİ camileri cennet bahçeleri yerine kor, o bahçenin çiçeklerini demet yapar ve manen gönülleri doldururlardı. Hatta onlardan biri; "Rabbim beni cami ile cennet arasına girmede muhayyer bıraksa, ben camiyi tercih ederdim. Çünkü cennette zevk ve safa, camide ise ibadet vardır" demişti. Onların camideki manevi gıdaların, manevi yemeklerin başında şu tesbih vardı "Sübhanallahi velhamdülillahi ve la ilahe illallahü vallahü ekber Vela havle vela kuvvete illa billah."


O DIYARIN SAKİNLERİ "Keşke", "eğer" gibi kelimeleri pek hoş karşılamazlar, bu ıstılahları kaza ve kadere ait hususlarda ağzına bile almazlardı. Yani:
"Eğer şöyle gidilseydi, böyle olmazdı."
"Eğer zamanında gelseydi başına bu iş gelmezdi." gibi Hatta "Falan kimse olmasaydı, falan adam beni öldürecekti" diyen bir kimseyi Allah'a şirk koşmuş biri olarak görürlerdi.



O DİYARIN SAKİNLERİ meziyetlerini, kabiliyetlerini dünyada iken İslâm için, müslüman din kardeşleri için kulları ırlardı. Sağlıklarında birbirlerinin kadr-u kıymetini bilirlerdi. Günümüz dünyasında olduğu gibi, öldükten sonra tabirlerini takdir etmezler; daha sağlıklarında bu hali yaşarlardı.
"Rüyamda bana bir bardak süt verildi içtim, içtim. Kristalleşmiş şeklinin parmaklarımın ucundan adeta aktığını gördüm. Arta kalanını Ömer'e verdim"
"Ne ile yorumladınız ey Allah'ın Resûlü" diyenlere;
- "İlim ile yordum (Allah Ömer'e bu kadar ilim vermiş) buyurdu: (Buhari)

"Yine rüyamda insanlar bana bölük bölüm arz olundu. Üstlerinde gömlekler vardı. Bir kısmı göbeğine kadar, bir kısmı boğazına kadar kapanmıştı. Ömer'i gördüğümde hepsinden daha aşkın ve taşkındı. Ne ile yorumladınız, ya Resûlullah?"
- "Din ile (imar ile)" buyurdu. (Buhari)

Bütün bu sözler, değerlendirmeler bir cemaatin önünde, huzurunda yapılıyordu. Peygamberimizin vefatından sonra da, bu üstün meziyet sahipleri ümmetin başına baş oluyordu:
Bize gelince;
Bizim halimiz acaba yavrusunu yiyen kediye mi benziyor? Bu arada küçük bir hatıramı anlatmak istiyorum. 1987 senesinde Afganistan'dan Gulbettin Hikmetyar'ın hususi temsilcisi Türkiye'ye gelmişti. Küçük bir topluluk içinde kısa bir sohbet yaptı. Ve sonra şöyle dedi:

- "Türkiye'ye gelip gitmelerimde dikkatimi bir şey çekiyor. Burada müslümanlar birbirlerinin kadrini bilmiyorlar. Çok ucuz değerlendiriliyor. Afganistan'da Hikmetyar bir mühendisti. Kıyama kalkınca müslümanlar etrafına toplandı, sözünü dinledi, emir ve talimatlara uydu. Ve bugün dünyanın tanıdığı bir lider oldu. Türkiye'de Hikmetyar'dan ilim bakımından nice kıymetli insanlarımız var, fakat kıymet bilinmediği gibi, hep harcanıyor. Cemaatler, birbirlerinin liderlerinin aleyhin de, hatta küfür dahi ediyorlar."

Bu hatıramızın yorumunu sizlere bırakıyorum. Peygamberimiz (sav): "Sultanlara söğmeyiniz. Eğer mutlaka onlar hakkında bir şey söylemeniz gerekirse "Allahım, bize reva gördüklerini sen de onlara reva gör deyiniz" buyurur. Müslüman liderleri şöyle bırakalım, müslümanlar küfrün liderlerine dahi söğmezler, onların hayatlarını inkar ederler, sistemlerini reddederler. Fakat söğmezler. Bugün müslümanlar için "dinsel terör" iftirasını yapan zavallılara biz söğmeyiz. Peki ne yaparız, ne deriz?

"Ya Rabb! Harflerimize, kıyafetlerimize, metre ve kilomuza, hukukumuza, siyasetimize, iktisadımıza, eğitimimize, tesettürümüze zulmen ve haksız olarak müdahele edenleri sana ısınarlıyoruz. Sen de onların düzenlerini., yaşayış ve hayatlarını başlarına geçir!"

Biz Türkiyeli müslümanlar, elemanlarımızı, güzel insanlarımızı, alimlerimizi hep öldükten sonra hayırla yadederiz.

- Devrimlerin yapıldığı; binlerce müslümanın darağacına çekildiği bir dönemde yiğit müslüman alim Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri yanlış ve noksan olarak tanıtılmıştır. Son yıllarda müslüman basın bu büyük alime vefat yıldönümlerinde hak ettiği değeri vermeye çalışmaktadır.

- Bediüzzaman Hazretleri için aynı şeyi söyleyebiliriz. Allah gecinden versin, bir gün Sadrettin Yüksel Hocamız, Fethullah Gülen hocamız, Ekrem Doğanay hocamız, Ali Bulaç, A. Dilipak, Hüsnü Aktaş; Mahmut Efendi, A. Rıza Demircan, Mahmut Toptaş ve daha isimlerini saymakla bitiremiyeceğimiz tevhid erleri hayata gözlerini yumsalar, şuna ,eminim ki, günlerce haftalarca üzüntülerimiz devam edecek, müslüman. medya ilk sahifelerinde cömert davranacaktır. Madem ölümlerinde öyle yapıyoruz, hayatlarında niçin kıymetlerini bilmiyoruz? Niçin gıyablarında hayırla konuşmuyor, hataları varsa yanlarına gidip derdimizi dökmüyoruz? Bu hatadan dönmek mecburiyetindeyiz. Hem de karşılıklı konuşup; anlaşarak.
Bu yazımızı Kur'anın Fetih suresinin son ayeti ile bitirmek istiyoruz:
"Muhammed Allah'ın Resûludür. O'nunla beraber olanlar:
- İnkarcılara karşı çok çetin.
- Kendi aralarında çok merhametlidirler.
- Sen onları rüku eder, secdeye kapanır halde görürsün. - Allah'tan bir lütuf ve hoşnutluk ister dururlar.
- Görünüşlerine gelince yüzlerinde secde izleri vardır."


BU ONLARIN TEVRATTAKİ HUSUSİYETLERİDİR. İNCİLDEKİ NİTELİKLERİ İSE ŞÖYLEDİR:


- "Tıpkı bir ekin gibi. Filizini çıkarmış, o filizi kuvvetlendirmiş".

Filiz kalınlaşmış, gövdesi üzerinde dikilmiştir. (Bu hal) ziraatcileri imrendirir.

"Allah böyle yapar ki, onlarla inkar edenleri öfkelendirsin. Allah onlardan iman edip barışa yönelik işler yapanlara bir bağışlama ve büyük bir mükafat vaadetmiştir" (Fetih Suresi: 29)

Müslüman, tıpkı bir ekin gibidir. Ziraatcısı, ekicisi Hz. Peygamber (sav)'dir.

İman ve ahlakıyla kendi ayağı üzerinde duran bir güvene sahiptir. O ekin ki başağında 30-40-50 küsur adet buğday bulunur. Tarlasını eken ektiğini yetiştiren ve tarlasının başına geçerek bu manzarayı seyredip sevinen bir ekici, tarla ve içindeki binlerce ekin ve binlerce başaktaki buğday Ve bir nesil. Îman nesli. Bu nesli milli şef döneminde mahvetmeye başladılar. Tarlaları ve ekinleri yakıp yıkan düşman askerleri gibi bir nesli mahvettiler. Şimdi yeni bir îman-ahlak nesli yine geldi. Bu neslin ekicileri, ziraatçileri, mürebbileri üstazlarımız, alimlerimiz, liderlerimiz ve mürşidlerimizdir. Hak yolda sırat-ı müstakımde, Kur'anın ve Hadisin gölgesinde yaşama mücadelesi veren ekinciler ve ekinler. Verimli ekinlere bakıp kin ve buğzu kabaran tağutlar. ekinlerini korumaya çalışan ziraatcılar.

Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Dünya ile Ahiretin Arasını Açmışlardı



"Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme, mal ve evlatta çoğalmadır. Bu tıpkı bir yağmura benzer ki, bittiği o yeşil bitki, ekincilerin hoşuna gider. Fakat sonra o kurur da sen onu sararmış halde görürsün, sonra da o çöp olur" (Hadid suresi: 20)
"Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet AMMA DÜNYADAN DA NASİBİNİ UNUTMA. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Süphesiz Allah bozgunculara sevmez" (Kasas: 77)



O DİYARIN SAKİNLERİNDEN madde ile mana, akıl ile kalb, ceset ile ruh ne ise, dünya ve âhiret de o idi. Onların hayatında âhiretten kopmuş bir dünya olmadığı gibi, dünyadan kopuk bir âhiret de yoktu. Dünya da onlarındı, âhiret de. Onlar bir avuç çamuru, ruhi nefesten; ve ruhi nefesi bir avuç çamurdan ayırmama inancına sahiptiler.




O DİYARIN SAKİNLERİ, insanın dünya dediğimiz arzda yaratıldığını ve halife seçildiğini; ruhlar aleminde "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sualine "Bilakis Rabbimizsin" cevabını verdiğini, Allah'ın emirlerini yerine getirmek için, alemin kendisinin emrine verildiğini ve imtihan alanında mücadele edeceğini biliyorlar ve ona göre hareket ediyorlardı.



O DİYARIN SAKİNLERİ hayatı dengelemişlerdi. Çünkü dengeli, ölçülü bir ümmet olma vasfına haiz idiler. Dünya ve âhiret dengesini bozan Yahudi ve Hıristiyanlardan sonra, bu görevin İslâm ümmetine verildiğine inanırlardı.




O DİYARIN SAKİNLERİNİN inancı şöyleydi:
- Allah (cc) hem dünyanın Rabbidir, hem de âhiretin.
Hz. Peygamber (sav) Yüce İslâm dinini, dünyada yaşayan insanlar için getirmiş ve nasıl yaşanacağını göstermiştir.
- Müslüman, bugün bir ilahın, yarın da başka bir ilahın emrine giremez.
- Yine müslümanın aklı bir tarafta, cesedi bir tarafta, ruhu da bir başka tarafta olamaz. Bu husus muvahhidlik vasfına terstir.
- Müslümanın hayatında parçalanma olamaz. İbadetleri de dağınık olamaz.




O DİYARIN SAKİNLERİ dünyada yapmış oldukları her şeyi âhiret yatırımı kabul ederler ve onları ibadet inancı içerisinde yaparlardı. Namaz, cihad, evlenmek, ticaret yapmak ilim tahsil etmek, dünyayı imar etmek. evet bütün bunların hepsi dünyada yapılıyordu ve her biri bir ibadet hüviyetine sahipti.



O DİYARIN SAKİNLERİ işe giderken, çalışırken, seyahate çıkarken: "Şimdi dünya için çalışıyorum"; camiye giderken de "Şimdi âhiret için çalışıyorum" gibi yarılış bir inanca sahip değildi. Çünkü yüce Allah (cc) hem camideki, hem de cami dışındaki hayatın Rabbi ve düzenleyicisidir.



O DİYARIN SAKİNLERİ, önlerindeki Peygamberlerinin dünya hayatına da şahit oluyorlardı. O yüce Resûl hem devlet başkanı hem ordu komutam, hem hakim, hem arabulucu idi. Öyle ise müslümâna düşen vazife, dünyayı füzeleştirip, öbür aleme yani öbür dünyaya aktarmasıdır. "kişi (âhirette) iki elinin gönderdiği şeyle karşılaşır" buyruğu ne güzel meseleye parmak basıyor.



O DİYARIN SAKİNLERİ'nin hayatı, yemesi ve içmesi, tartısı ve ölçüsü; alış-verişi, namazı, cihadı ve barışı, iktisadı ve ziyareti, dünyası ve âhireti tek bir dinin (İslâmın) yönetimine girmişti. Dünyaya hakim olah Allah kıyamet günü insanları hesaba çekecek olan aynı Allah'tı (cc).


O DİYARIN SAKİNLERİ dünyaya ait bazı ayetleri ve hadisleri ki bunlar dünyanın zemmine yani kınanmasına, ayıplanmasına ait kelamları çok iyi anlamışlardı. Dünyayı ayıplayan ayet ve hadisler, tıpkı yol kenarındaki insanları heyelan bölgesine karşı uyaran trafik işaretlerine benzetmişlerdi. Bu işaretler trafiği engellemiyor, üstelik rahat bir yolculuğu temin ediyordu. Yoksa, elleri kolları bağlı, ondan bundan dilenen, dünyayı başkalarına kaptırıp, âhiret bize yeter,. inancında değillerdi. Çünkü müslümanın, dünyasını kaybetmesi, başkalarına kaptırması, âhiretini de kaybetmesine sebep olurdu.



O DİYARIN SAKİNLERİ dünyada hakim oldukları için, yeryüzü tertemizdi. Yeryüzünün üzerinde yaşanan hayat, Allah adına yaşanan bir hayat olmuştu. Kirletilmemişti yeryüzü. Bozulmamıştı kara ve deniz. Islah etmişlerdi dünyayı. Cahili hayatı ayaklarının altına almışlardı. Yeryüzünde olan ve olacak olan her şey, Allah'ın ve Resûlünün dedikleriydi.



O DİYARIN SAKİNLERİNİN dünyayı ellerinde tutmuş olmaları ile gerek materyalistler (maddeciler) ve gerekse zalimler tesirsiz hale getirilmişlerdi. Dünya sınıfsız bir topluma şahit olmuştu. Ezen ve ezilenlerin olmadığı bir hayata dünya şahit olmuştu. Yahudinin tekelinde olan piyasa hakimiyetini, müslümanlar geri almışlardı. Fakat despotvari olarak değil, onları kılıç zoru ile piyasadan sürerek değil. İslâmın ticaretini uygulayarak piyasaya hakim olmuşlardı. "


O DİYARIN SAKİNLERİ dünyayı sevmemişler, dünyalık varlıkları Allah yolunda harcamakla sevinmişlerdi. Gün gelmiş bindikleri kıymetli develerini keserek misafirlerine ikram etmişler, gün gelmiş bindikleri aynı develerini komşusuna hediye etmişlerdi.


O DIYARIN SAKİNLERİ tabiri hoş karşılanırsa şayet, onların elleri kârda, gönülleri yârda idi. İşte denge ancak bu şekilde sağlanabilirdi. Dünyayı da kazandılar, âhireti de kazandılar. Rablerine iki dünyayı sa'y ve çalışmakla imar etmiş oldukları halde dostlarına kavuştular.
Bu diyarın sakinleri, dünya ve âhiret dengesinin sağlanmasında o diyarın sakinlerinin hal ve hareketlerine bakıp, bir mukayese yaparak, fikir dünyalarını düşünmeye davet etmelidirler.

Abdullah
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Aile Hayatlarından İbret Levhaları



O DİYARIN SAKİNLERİ erkeği ile kadını ile Allah'a ve Allah'ın emirlerine, Resûlün talimatlarına teslim olmuşlardı. Allah ve Resûlü ne derse söz onlarındı. Allah ve Resûlünün önüne geçmezler, ayet ve hadislerin peşi sıra giderlerdi.


O DİYARIN SAKİNLERİNDEN bir aile vardı. Birbirlerine muhabbeti çok olan bu aile her nedense acı bir hadise yaşadı. Ailenin reisi, hanımına bir tokat attı. Kadın, durumu olduğu gibi babasına iletmişti. Babası, kızını yanına alarak doğru Peygamberimizin yanma gitti ve hadiseyi anlattı. Peygamberimiz ferman buyurdu: "Kısas gerekir" Yani kızınız kendisine tokat atan kocasına aynı şekilde bir tokat indirecektir. Baba ile kız kısas cezasını vermek için giderlerken. Peygamberimiz geri çağırdı ve
- "Durun gitmeyin. İşte bu Cebraildir. Şimdi bana geldi ve şu ayeti getirdi "Erkekler, kadınları üzerine koruyucu ve işlerini yürütücü üstünlüktedirler. "Peygamberimiz devam etti:
- "Biz bir hüküm vermek istedik. Allah'da bir hüküm vermeyi murad etti. Allah'ın irade ettiği çok hayırlıdır." (Es.babü'1 Nuzül/Nisaburi).



O DİYARIN SAKİNLERİ ve onların öncüleri, kılavuzları bir hayatın, bir hareketin içerisindeydiler. Rehberlerinin hayatı gün ışığı gibi açıktı. Gizli, kapalı tarafı yoktu. Aile içi hayatları da öyleydi.
Aişe validemiz (r.a), birgün Peygamberimizle tatsız bir an yaşadı. Ortada bir geçimsizlik vardı. Aralarını düzeltmek için Hz. Ebubekir hakem kabul edildi. Peygamberimiz Hz. Aişeye hitaben:
- "Sen mi konuşacaksın, yoksa ben mi konuşayım? Dedi. Hz. Aişe:
- "Sen konuş, fakat doğru söyle" dedi.
Hz. Ebubekir (r.a.) kızının bu tarz konuşmasından öyle bir öfkelendi ki, tuttu Hz. Aişe'ye bir tokat attı. Ağzı kan içinde olan kızına:
- "Hz. Peygamber hakikaten başka ne söyler?" dedi. Tokattan cam yanan Hz. Aişe, korkusundan Peygamberimizin arkasına sığındı: Peygamberimiz Hz. Ebubekir'e hitaben:
- "Biz seni bunun için davet etmedik ve senden bunu beklemedik" buyurdu.
Şu hadiseye bakalım. Yüce Resûl, hanımı ile bir geçimsizlik halini yaşamaya başlayınca aralarını bulmak için bir hakem buluyor. Sonra da dargın olan hanımına tokat atılınca, hanımının safına geçiyor ve tokat atan tarafı kınıyor.



O DİYARIN SAKİNLERİ Allah'a ve Allah'tan gelen her şeye inanmışlardı. Bu inancın hangi seviyede olduğunu öğrenmek, meseleye açıklık getirecektir:
Hz. Ömer zamanında geçimsiz bir aile vardı. Bu ailenin arasını düzeltmek için adamın birini görevlendirdi. Adam gitti ve geri geldi. Bu geçimsiz ailenin arasını düzeltemediğini Hz. Ömer'e söyledi. Hz. Ömer bu sefer adamı kamçı ile dövüyor ve geri gön, dererek şöyle diyordu:
- Allah Teâlâ "Eğer bunlar (hakemler) barıştırmak isterlerse, Allah aralarında onları (uyuşmaya) muvaffak kılar" (Nisa 35), buyurduğu halde sen "Aralarını bulamadım" diyorsun. Bu ne demek? Derhal git ve aralarını düzelt ve öyle gel" dedi. Dayağı yiyen şahıs işe ciddiyet ve samimiyetle başladı ve bu geçimsiz ailenin arası düzelmiş oldu.



O DİYARIN SAKİNLERİNİN evlilikleri sevgiye, İslâmî kaygılar üzerine kuruluyordu. Aileler arasında anlayış, sevgi ve saygı vardı.
Yine bir gün onlardan bir kadın kocasına kızmış ve kendisine sevmediğini yüzüne karşı söylemişti. Erkeğin çok zoruna giden bu husus canını sıkmış ve meseleyi Hz. Ömer'e götürmeye sebep olmuştu. Halife Hz. Ömer kadını çağırmış ve:
- "Sen kocana, kendisini sevmediğini mi söyledin?" diye sorunca, kadın:
- "Evet ya Ömer, duyduğun doğrudur. Yalan mı söylemeliydim?" deyince, Hz. Ömer can alıcı bir noktaya parmak basarak buyurur ki:
- "Evet yalan söyle. Sizden biri sevmese dahi, eşine sevmediğini söylemesin. Şüphesiz sevgi temelleri üzerine kuruları çok az aile vardır. Ancak insanlar, İslâmi kaygıları ve çeşitli hesaplardan dolayı beraberliklerini sürdürüyorlar."
İslâmiyet insanların arasım düzeltmek için yalan konuşmayı caiz sayan bir dindir. Burada Hz. Ömer'in kadına "Evet yalan söyle" sözü yanlış anlaşılmamalıdır. Karı-kocanın arasını açmak haram, ulaştırmak için yalan konuşmak ise caizdir, konuyu böyle kavramalıyız.



O DİYARIN SAKİNLERİ ciddi müslümanlardı. Şakalarında bile ciddiyet vardı. Hayatlarında boşluk yoktu. Ağızlarından çıkan her sözden hesaba çekilecekleri inancını tüm sıcaklığı ile hissediyorlardı.
Sahabeden Abdullah b. Ömer (r.a.) vefat etmek üzereydi. Rabbine kavuşacağı an yaklaşmıştı Etrafında bulunan insanlara şöyle dedi:
"Falan adam bana gelerek, kızıma talip oldu. Ona söz verir gibi oldum. Allah'a yemin ederim ki münafıklığın üçte biri olan sözünde durmamak sıfatı ile Allah'ın huzuruna varmak istemem. Şahit olun ki kızımı o kişi ile nikahladım." Ve kızı söz verilen şahsa nikahlandı.



O DİYARIN SAKİNLERİ evlilikleri ile müstakil birer yuva kuruyorlardı. Pişmiş aşlarına soğuk su katma hadisesi nadirattandı. Evliliği gerçekleştiren insanlar, yakın akrabalarının takviyelerini alırlardı. Onların hayatında kaynana, kaynata; tam bir destekçi, barışçı, düzenleyici ve düzeltici özelliklerine sahipti.
Kızı Hz. Fatıma'nın, damadı Hz. Ali ile atıştığını, Hz. Fatımanın sert çıkışına üzülen Hz. Ali'nin evi terkettiğini tarihler yazıyor. Hadiseden haberi olan Hz. Peygamber (sav) damadını aramaya çıkar. Onu mescidin içinde bulur. Toprağı yastık yapmış ve yüzü gözü toz toprak olmuş olduğu halde uyuduğunu gören Hz. Peygamber, damadının baş ucuna varır "Kalk ey toprak babası", diye uyandırır. Gönlünü âlır, tozunu toprağım siler ve hanımının yanma gönderir.
Kızının haksızlığını bildiği halde, damatlarını karşısına alan kaynata ve kaynanalar. Kızımın geçimini rahatlıkda, konforda arayan anne ve babalar. Vereceği kızın şartını İslâm süzgecinden geçirmeyen insanlar.
"Kızım sabahları ne yersiniz? Sana iyi davranırlar mı? Yatmana kalkmana karışırlar mı? Canın sıkılınca çık gel." gibi sığ ve basit sözlerle evlendirdiği kız ve damadının hayatını zehir yapan kadın ve erkekler.
"Damat efendi eve bir televizyon al, benim kızım sessizliği sevmez Onu evde yalnız bırakma. Akşamları eve geç geliyormuşsun, bırak şu sohbetleri, toplantıları. Bayram yaklaşıyor kanepeleri değiştirin" diyen ve elini, dilini bir türlü kızları üzerinden çekmeyen ham insanlar.
Bizler bu sünnet dışı, Kur'an dışı hayat ve hareketlerimizle bir adım ilerleyemeyiz. Bu ilerlememiz Allah'a kavuşmak ve cenneti hak etmek manasındadır. O diyarın sakinleri ile aramızda korkunç uçurumlar, telafisi zor boşluklar vardır. Her geçen günde bu boşluk ve uçurum had safhaya yaklaşmaktadır. Ümmeti olduğumuzla iftihar ettiğimiz Yüce Peygamberin yaşadığı ve anlattığı Islâmı hayatımıza düstûr edinmek, bu işin halledilmesi demektir. Bizler o diyarın sakinlerini kılavuz yapmadığımız, nümune olarak almadığımız müddetçe, kargalar gibi başımız yukarı doğrulmayacaktır.
Bu meselenin istisnası olan ailelere selam ve sevgiler.

Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Şehidlik Şerbetini İçerek Dostlarına
Kavuşmak İstiyorlardı



O DİYARIN SAKİNLERİ'nin küçüğü, büyüğü, kadını erkeği şehadete göz dikmişlerdi. Dualarında, tavırlarında ve savaş hazırlıklarında bunu görmek mümkündü. Fiili duaları bile isbat için yeterliydi. Ölümü olmayan bir ölümle Allah'a kavuşmak basit bir konu olamazdı. Savaşlardan dönerken çoklarının yüzünde üzüntü vardı: "Rabbim bu seferimde de münasip görmemiş" diyerek içini çekerlerdi. Halbuki kendilerini çocukları, hanımları, eş-dostları beklediği halde, onlar şehadete kavuşamamanın verdiği üzüntü ile dönerlerdi.



O DİYARIN SAKİNLERİ'nden biri vardı. Son anlarına gelmiş, ölümle arası iyice yaklaşmıştı. Ziyaretçileri de sıklaşmıştı. Ölüm döşeğindeki hasta teganni ediyordu (Bir nevi şarkıya benzer bir şey söylüyordu). Ziyaretçiler hayret ettiler ve:
- "Ey , Berra, bu ne haldir? Seni şarkı söylüyor görüyoruz." Berra (r.a.):
- "Şehitlik şerbetini içerek Rabbime kavuşamadığıma canım çok sıkıldı kederlendim. Şimdi kederimi dağıtmak için teganni ediyorum" dedi. Üzerine kapattığı şilteyi açtı ve vücuduna isabet etmiş ok ve mızrak yaralarını gösterdi. Sağlam bir tarafı kalmamıştı.


O DİYARIN SAKİNLERİ'nden bir başkasının hali daha farklıydı. Savaşa gitmiş ve ağır bir yara almıştı. Peygamberimiz (sav) adamının birini ona göndermiş ve "Selamımı söyle hali nasıl, git öğren" demişti. Giden adam son nefesini vermek üzere olan Sad'ı bulmuş ve:
- "Resûlullah'ın sana selam var. Kendini nasıl buluyorsun? diye soruyor" demişti. Hz. Sad:
- "Sen de benden Resûlullah'a selam söyle ve deki, ben cennet kokusunu duyuyorum. Ensara da de ki: İçinizde gözkapaklarını kapatıp açan tek kişi kaldıkça Allah'ın Peygamberine bir şeyler olursa Allah katında mazur sayılamazsınız" dedi. Ve gözlerini bir başka aleme açmak için yumdu.



O DİYARIN SAKİNLERİNDEN bıyığı yeni terlemiş bir genç vardı. Yemame savaşına iştirak etmiş ve ağır darbeler almıştı. Düşmanın sağ omuzuna indirdiği kılıçla, kolu köprücük kemiğinden ayrılmak üzereydi. Kendisine zararı oluyor diye aşağı eğilmiş ve parmaklarını ayağının altına almış ve çekerek kolunu koparmıştı. Kılıcım diğer eline almış, o da kopunca yere yuvarlanmıştı. Kendisini kucaklıyarak çadıra götüren Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, onu yatırmış, yüzünü gözünü silmeye başlamıştı. Genç mücahid ise ölmek üzereydi. Fakat bir şeyler konuşmak istiyor lakin konuşamıyordu. Abdullah kulağını ağzına iyice dayadı ve "Söyle Ey Ebu Akil, ne demek istiyorsun?" Ebu Akil konuşuyordu:
- "Zafer hangi tarafta? Müjde dedim. Zafer Peygamber tarafındadır. Baktım Ebu Akil güldü ve son nefesini verdi." Gençliğinin baharındaydı Ebu Akil, amma tek derdi vardı:
İslâm İslâmın sevdalısıydı. Aşkı gönlüne düşmüştü. Yemame ovasında hangi sancağın dalgalandığını öğrenmek istiyordu. Müslümanların zafer haberini duyunca uçarak Rabbine kavuşmuştu.



O DİYARIN SAKİNLERİNDEN bir baba ve bir. de oğul vardı. Cihad hazırlığı yapılırken baba-oğul ile ihtilafa düşmüştü. İçlerinden birinin evde kalması gerekiyordu. Baba mı, oğul mu? Neticeyi almak için aralarında kura çektiler. Neticeye göre baba evde kalacak, oğul savaşa gidecekti. Edebini koruyan oğul:
- "Ey baba, eğer bu iş cennetten başka bir menfaat işi olsaydı, seni mutlaka kendime tercih ederdim, fakat bu gidişimle şehit düşeceğimi umarım, dedi.
Böylece gitti. Oradan da Rabbine kavuştu. Kendisini bekleyen babası, oğlunun şehadet haberini alıyordu.
Yorum yapmıyoruz. Sadece düşünmeye davet ediyoruz. Baba-oğul karşı karşıya kadeh tokuşturanlar. Baba oğul hizmet ve sohbete mani olmaya yönelik itişmeler ve kakışınalar. "benim oğul gülmeyi unuttu" diyen ve Allah yolunda yürüyen oğullarını fitne çıkarmakla suçlayan ebeveynler.




O DİYARIN SAKİNLERİNDEN biri vardı. Fiziki olarak göze hordu. Birgün Peygamberimizin huzuruna çıkageldi ve:
- "Ey Allah'ın Resûlü' Ben, rengi siyah, yüzü çirkin ve fakir bir kimseyim. Acaba şu düşmanla savaşıp şehit düşersem, cennete girebilir miyim?' dedi. Peygamberimiz "Evet şehit düşersen, cennete girersin" buyurdu
Bu sahabi savaşa katıldı ve şehit düşünceye kadar çarpıştı ve şehit düştü. Onun ölü cesedini Peygamberimizin huzuruna getirdiler. Peygamberimizin:
- "Yemin olsun ki, Allah senin yüzünü nurları dırdı, senin kokunu güzelleştirdi ve seni zengin kıldı. Yemin olsun ki, şimdi ben, onun hurilerden olan iki eşinin birisi: "kucağına ben oturacağım" diğeri: "hayır ben oturacağım" diye birbiriyle çekiştiklerini görüyorum buyurdu.



O DİYARIN SAKİNLERİNDEN bir de çoban vardı. Adı Esved'di. Hayberde bir yahudinin koyun çobanlığını yapardı. Hayber savaşında koyunları otlatırken savaş yapıları yere gelmiş, olup bitenleri görmüş ve sorarak öğrenmişti. Daha sonra sürüsünü götürmüş sahabinin ağılına kapatmış ve koşa koşa gelerek Hz. Peygamberimizden bir kılıç istemişti. Kılıcım eline alan Esved bir anda gözden kayboldu. Savaş bitmiş ve şehitler tek tek toparlanıyordu. Peygamberimiz şehid düşen Esved'in yanına yaklaşırken parmaklarının ucuna basarak geliyordu ve soranlara: "Esved'in etrafına o kadar melek gelmiş ki basacak yer bulamıyorum" buyurmuştu. Bir namaz vaktine kavuşup namaz kılamadan Allah'a kavuşan Esved'in yanına Peygamberimiz gelince birden başını çevirmişti. "Niçin böyle yaptın?" diyenlere:

- Esved şu anda cennette hurisi ile şakalaşıyor, utanmasınlar diye başımı çevirdim, diyordu.

Ey Allah'ın razı olduğu ve insanlığa nizam kıldığı yüce İslâm, sen ne büyük bir dinsin ki bir saat evvel Yahudi olan birine, seni kabul ettikten sonra bir saat geçmeden en büyük mükafatı vermeye vesile oluyorsun.



O DİYARIN SAKİNLERİNİN hayatı hep böyle geçti. Ağlayarak dünyaya geldiler ve gülerek dünyadan ayrılıp Hakka kavuştular,. Hayatları şerefliydi, 6lümleri de şerefli oldu. Vücutları kıymetliydi, cesetleri de kıymete büründü. Allah'a itaat ederek yaşadılar, kainat onlara itaat etti. Vererek yaşadılar, Rabbimiz âhireti de onlara verdi. Boyun eğmediler. Allah (cc) da onlara dünyayı boyun eğdirtti. Ömürlerinden bir an dahi cahiliyyenin hükmüne muhatap olmadı. Zilletle yaşamayı değil, izzetle ölmeyi öne aldılar. Sevdiler ve sevildiler. Birbirlerinin haklarını korudular, Allah da onları korudu. Birbirlerine merhamet ettiler, Allah da onlara merhamet etti. Birbirlerine yardım ettiler. Yüce Mevla da onlara yardım etti.
Onlar şehit olmayı gaye edinmediler: Sadece Allah'ın hakimiyetini hakim kılmak istediler. Allah da onlara en güzel buluşma sebebini yarattı.
"Karıncanın insanı ısırdığında ne kadar acı duyduysa, bir insan şehit olurken o acıyı duyar" (Nesei-Sünen: 6/36 ibn Mace: Sünen/2/937)
Yukarıda okuduğumuz hadisi şerif, ölümsüzlüğü tadan şehitlerin kavuştukları ikramı izah etmeye yeter ve artar bile.:. Bu ikram ölmek anında yaşayan bir hali gösterir. Geriye kalan ikramları gözler görmedi ve kulaklar duymadı. Şehitlik müslümana yakışan bir hayattır.
Mevzuyu bitirirken o diyarın sakinlerinden bir sahabinin sözü ile sizi baş başa bırakıyoruz: "Şehid, Allah yolunda ölmeyi isteyendir."

Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Onlar Her Zaman Kur'an'a Davet Ediyorlardı



O DİYARIN SAKİNLERİNİN rehberi olan Hz. Peygamber (s.a.v.) yetiştirdiği ashabına Kur'an-ı Kerimi muhatap kılmıştı. O diyarın sakinlerine "Kur'andan İslâma geçen nesil" desek yeri vardır. Kur'anın tamamına iman etmiş olan bu nesil, öyle bir seviyeye gelmişlerdi ki, Peygamberlerinin yüzlerine utançlarından dolayı fazla bakamazlardı. Başlarını kaşıyacak olsalar, Peygamberimizden bir şey duymuşlar veya ondan bir şey görmüşlerse ona göre kaşımak isterlerdi.
İşte böyle bir nesil için Yüce Resûlümüzün hassaten tavsiyede bulundukları bazı Kur'an sureleri üzerinde durarak, tavsiye edilen bu sureleri çok kısa olarak sizlere arzetmek istiyoruz.



O DİYARIN SAKİNLERİNE TAVSİYE EDİLEN SURELERDEN OLAN MÜLK SURESI
Peygamberimiz (s.a.v.) buyururlar :
"Kur'anda otuz ayetten ibaret olan bir sure, bir ad ama şefaat etti. Neticede o adamın günahları bağışlandı. Bu sure "Mülk suresidir" . (Tirmizi)
Hz. Peygamberin ashabından biri, çadırını bir kabrin üzerine kurdu ve kendisi orasının kabir olduğunu zannetmiyordu. Birden Mülk suresini okuyan bir insan çıktı. Mülk suresini sonuna kadar okudu. Bunun üzerine o çadırı kuran adam, Hz. Peygambere gelerek:
- "Ey Allah'ın Resûlü. Çadırımı kurdum ve orasının kabir olduğunu aklımdan geçirmiyordum. Birden orada Mülk suresini . okuyan bir insan belirdi ve bu sureyi sonuna okudu." Peygamberimiz buyurdular ki:
-"Bu sure, önleyici ve kurtarıcıdır. Onu kabir azabından kurtarır." (Tirmizi)
Sevgili Peygamberimizin Mülk suresini okumadan uyumadığı rivayetler arasındadır. (Tac)
Mülk suresi hakkındaki bir başka hadis, çok dikkat çekicidir:
İbn Abbas, adamın birine şöyle diyor : "Sana bir hadis müjdesi vereyim ki onunla sevinesin. O Tebareke suresidir. Tebareke (Mülk) suresini oku, onu ailene, bütün çocuklarına ve komşunun çocuklarına öğret. Çünkü o sure kurtaran ve tartışandır. Kıyamet günü Allah'ın huzurunda onu okuyan kişiyi müdafaa eder, tartışır ve okuyan kişinin Cehennem azabından kurtarılmasını ister. Peygamberimiz (s.a.v.) : Mülk suresinin ümmetimden her kişinin ezberinde olmasını isterdim, buyurur." (İbn Kesir Tefsiri. Mülk suresinin tefsiri kısını)
Tenbih: Mülk suresini sadece okumak veya ezberlemekle yetinmemeli, asıl olan onun taşıdığı manayı ve mesajı kavramalıdır.
Mülk suresi üzerinde dikkat çekici bir başka habere kulak veriyoruz : "
Mülk suresi Yüce Rabbimizin huzuruna çıkar ve şöyle der : "Ey Rabbim. Falanca kulun kitabının arasından bana tutundu, beni öğrendi ve beni okudu. Ben onun içindeyken sen kendisini ateşe atar, yakar ve azaba düçar eder misin? Eğer bunu yapacaksan, beni kitabından sil at. Rabbimiz buyurur :
- "Git. Ben onu bağışladım ve seni onun için şefaatçi kıldım."
İbn Abbas diyor ki: Resûlullah bu hadisi söyleyince küçük büyük, efendi köle herkes bu sureyi öğrendi ve Resûlullah bu sureye "kurtarıcı" adını verdi. (İbn Kesir Tefsiri. Mülk Suresi.)
Öyle bir ağız ki Mülk suresini okur, anlar ve anlatır. Öyle bir göğüs ki Mülk suresini içinde saklar. Üyle bir ayak ki Mülk suresiyle ayağa kalkar ve gerekeni yerine getirir. Ve öyle bir müslüman ki Mülk suresinin mesajını aldıktan sonra, onun için
Abdullah Büyük 0 Diyarın Sakinleri
Allah uğrunda cihad etmeden rahat edemez.
Müslüman halkımızın ezberlediği ve bir türlü mana ve mesajını kavramak istemediği, sadece kabirlere mahkum edildiğini zannettiği bir başka sure ise Yasin suresidir.
Bir insanın kalbi ne ise, Yasin suresinin Kur'an'daki yeri odur.

"Her şeyin bir kalbi vardır ve Kur'anın kalbi de Yasin'dir. Her kim Yasin suresini okursa, Allah ona, bu sureyi okuması sebebiyle Kur'anı on kere okumuş kadar sevap yazar." (Tirmizi)

Tensih: Kelime-i Tevhidin kazanılması kelimeleri okumak değil, o kelimelerin ne manaya geldiğini kavramak ve inanmaktır. Kur'anımızı da aynen böyle okumalıyız. Okumak, anlamak ve yaşamak. Eğer biz müslümanlar sadece ve sadece namazlarımızda okuduğumuz kısa surelerin emrettiği bir hayata adım atsak yine üstün gelecek olan bizleriz. Namazlarımızda Rabbimize söz verir, namaz dışı hayatımızda Rabbimize karşı geliriz nedense.

Mesela, Fatiha suresinde de günde 40 defa "Bizi yahudileştirme, hıristiyanlaştırma" diye Rabbimize niyaz ederiz, namazdan çıktıktan sonra Yahudi ve Hristiyanın ortaya koyduğu hayatı hayat kabul ederiz. Eğer namaz kıları bir insan Fatihadaki isteğinde samimi olsaydı, A.T.'den, I.M.F'den medet ummayacaktı.

Eğer her yatsı sonu kıldığımız Vitir namazındaki Kunut dualarının şuurunda olsaydık, facirlerin, fasıkların peşinden gitmiyecektik. Her akşam Rabbimize Kunut duasında deriz ki : Ve netrukü menyefcürük : Fasıkları, facirleri terkederiz. Sabahleyin ise terkettiğimiz insanların sürdükleri lokomotife vagon oluruz:

İşte gerek Mülk suresini ve gerekse Yasin suresini de sadece okumakla değil, ortaya- koyduğu hakikatlara kulak vererek, manasını çözerek, bizlere hangi sahada hangi kulluk görevi veriliyorsa onu anlayarak okumalıyız.

Bunu söylerkende Kur'an tilavetinin müstakil olarak sevapsız kalacağını demek istemiyoruz. Ölülerimize faydasının olmayacağını da iddia etmiyoruz. Gerek Ahmed bin Hanbelin Müsnedinde ve gerekse Beyhakînin Süneninde yer alan "Onu (Yasin Suresini) ölülerinize okuyun" hadisini de burada hatırlatmak istiyoruz.

Dudaklarımız ayetleri okurken, kalblerimizde onu idrak etsin, zihnimiz manalarını anlasın demek istiyoruz. Namaza duruyor ve sure okuyoruz. Dudaklarımız sure okumakla meşgul, aklımız, zihnimiz ise dünya ile meşgul. Zamlar geliyor, çekler ödenmiyor : Allahu Ekber. Senet protesto edildi, akaryakıta zam geldi, semiallahulimen hamideh. Oğlan büyüdü, kıza harçlık yetmiyor :

Allahu ekber,

İşte manayı mesajı anlamadan, Kur'anla bütünleşmeden kılınan namazlarımızın kısaca kimliği maalesef böyledir. Şimdi düşünelim bu şekilde eda edilen namazlarımız bizi kötülüklerden men edebilir mi? Böyle kıldığımız namazlarımız, rüku ve secdelerimiz bizi fuhşiyattan uzaklaştırabilirler mi?

Düşünelim ve ibret alalım ey akıl sahibi müslüman kardeşlerim. '

Son olarak tavsiye edeceğimiz üçüncü sure ise Fatiha suresidir. Yani Kur'anımızın özeti olan fatiha suresi. Ne Tevrat'da, ne İncil'de, ne Zebur'da ne de Kur'anımızın (Diğer kısımlarında) bir benzeri indirilmemiş olan sure fatiha suresidir.
Bu sure öyle bir suredir ki hangi niyetle okunursa ona şifadır. Sihri bozmak için okunursa onu bozar ve sihre yakalanmış olanlara şifadır.
Yani fatiha suresinin ele almadığı bir mesele yoktur. Çünkü yukarıda da söylemiş olduğumuz gibi Fatiha suresi Kur'anımızın özetidir.


O DİYARIN SAKİNLERİ, Kur'an'dan İslâma geçen nesildir demiştik. Gözlerini Kur'ana açtılar, hayatlarını İslâm'a göre tanzim ettiler.
Akidelerimizin sağlam olmasını istiyorsak, Kur'an okuyalım.
İmanlarımızın kuvvetlenmesini istiyorsak, Kur'an okuyalım.
Yahudilerle olan savaşta başarılı olmak istiyorsak Kur'an okuyalım.
Tağutun velayetini reddetmek istiyorsak Kur'an okuyalım. Her türlü hastalıktan kurtulmak istiyorsak, Kur'an okuyalım.
İktisadi hayatımızda bolluğa erişmek istiyorsak Kur'an okuyalım.
Ancak, Kur'anı, Peygamber ve ashabı nasıl okumuş ve nasıl anlamış ve nasıl yaşamışsa, öyle okumaya çalışalım. Hiç birimiz Peygamberimizin kıldığı gibi namaz kılamayız, Peygamberimizin okuduğu gibi Kur'an okuyamayız. Fakat onun bizlere göstermiş olduğu usule riayet edersek, bizler de Kur'an'ımızdan en üst seviyede istifade etmiş oluruz.
Yeter ki Kitabımızı kadavra haline sokmayalım. Ağzı burnu kapalı bir doktorun cenazeyi tetkik etmiş olduğu gibi, Kur'anımıza yaklaşmıyalım. Görüş ve kanaatlarımızın doğruluğunu Kur'ana tasdik ettirmiyelim. Kur'an bizim kulluk kitabımızdır. Okuyalım, anlayalım, anlatalım, yaşayalım ve yaşatalım.

Abdullah Büyük
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
O Diyarın Sakinlerinden Olan Müslüman Hanımlar




İnsan olarak erkek ile kadın adasında hiç bir fark yoktur.Erkek de insandır, kadın da. Fark sadece cinsiyet açısından yaratılmış ve fıtrattan gelen bir takım farklı hizmetlerde söz konusudur.
Asr-ı saadetde imanın yaşanmasında olsun, yine İslâmın yeryüzündeki tüm insanlığa tebliğ edilmesinde olsun, erkek ve kadın arasında bir ayırım söz konusu olmamıştır.
Hayatın tüm boşluklarım ilahi ölçülere göre doldurmada faal görev yapan müslüman erkeğin yanıbaşında, müslüman kadınını görmemek, en büyük yanılgı ve hata olur.


O DİYARIN SAKİNLERİNDEN olan müslüman kadınların hangisinden başlayalım? Hz. Osman`m İslâm dinini kabul , etmesine büyük yardımı dokunan Hz. Sa'da binti Kureyz'den mi?

İslâmın Mekke'de yayılmasında büyük emeği geçen ev ev, kapı kapı dolaşarak bir çok Mekkeli kadının müslüman olmasına sebep olan Ümmü Şerik isimli sahabi kadından mı? Annelerimiz olan Peygamberimizin hanımlarına yazı yazmayı öğreten Hz. Şifa'dan mı? Kocasıyla beraber Habeşistan'a hicret edip, sonra kocası dinden çıktığında, onun safını reddederek geri Mekke'ye dönen, bu iman anlayışının mükafaatı olarak Hz: Peygamberin nikahına giren Hz. Ümmü Habibe'den mi? İslâmın ilk kadın şehidi ünvanını alan , Ebu Cehlin mızrakları altında cennete giren Hz. Sümeyye'den mi? Müşriklerin yalnız bıraktığı dövdüğü, Mekke'den çıkardığı zamanda tüm olumsuzluklara karşı "ben varım ya Muhammed" diyerek hayatını ortaya koyan Hz. Hatice'den mi? İslâm ümmetine 2210 Hadis kazandıran, dinin öğrenilmesinde Hz. Peygamber tarafından kaynak gösterilen, büyük şair ve fıkıh otoritesi Hz. Aişeden mi? Evet hangisinden başlayalım?
İsterseniz, isim vereyim yine. Sadece o diyarın sakinlerindendi, diyerek başlıyalım. İsim verecek olursak, her birini zikrederek ortaya koynıak gerek. Buna da gücümüz yetmiyeceğine göre, yine biz "O diyarın sakinlerindendi" diyerek başlıyor ve hayırlara vesile olmasını yüce Allah'tan niyaz ediyoruz.




O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ, cariye idi. Bazı hakları kısıtlanmıştı. Bir gün sahibi tarafından azad edildi. Yani hürriyetine kavuştu. Bugün özgür olduğunu söyleyen dünya insanının hasret kaldığı hürriyete kavuşmuştu. Önce kocasını boşadı. Hürriyetine kavuşan müslüman kadının böyle bir salahiyeti vardı. Köle olan kocası ise hanımdan boşanmak istemiyordu. Doğruca şevkat ve savaş Peygamberine baş vurdu. Karısının kendisine dönmesi için rica etmesini istedi. Hz. Peygamber hürriyetine kavuşan bu İslâm hanımını çağırdı ve kocasına dönmesini istedi. Peygamberin (sav) her emrine boyun eğen kadın:
- "Ey Allah'ın Resûlü; bu bir emir midir yoksa tavsiye mi?" diye sordu.
- "Hayır, sadece aranızı bulmak ve aracılık yapmak istiyorum" buyurunca;
- "Kusura bakına Ya Resûlallah; dönemiyeceğim" demişti. Bu hadiseye ne Peygamberimiz gücendi ve ne de o diyarın sakinleri olan müslüman erkekler. Islâmın bir kadına tanıdığı hakkı, hangi güç elinden alabilirdi ki?
Çağdaş köleler, İslâm kadınına asırlardır salyalarını akıtan feministler, sekreterlerini para. karşılığında susturup, vücutlarını satın alan kapitalistler, kadın hakları diye diye kadının insan olma özelliğini dahi korumaktan aciz kalan kemalistler yukarıdaki hadisenin acaba semtine uğramaya güçleri yeter mi?




O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ. Hz. Peygamberimizle sanki çekiştiği için hakkında müstakil bir sure inmiş "Çekişen kadın" manasında olan Mücadele suresi nazil olmuştu. Materyalist mantığın kabul edemiyeceği bir husus vardı Islâmda.
Zihar; bir erkeğin, hanımına "Senin sırtın tıpkı annemin sırtı gibidir" v.s. gibi söz söylemesine verilen addır. O diyarın sakinlerinden müslüman bir erkek, tutmuş karısına böyle bir söz söylemişti. Bunun cezası ise ayrılmayı gerektiriyordu. Yaşları hayli ilerlemiş 7-8 çocuk sahibi olan anne ağlayarak Hz. Peygambere gelmişti. Durumu anlatınca, Peygamberimiz ayrılmalarını istedi Kadın ısrar etti: "Kurbanın olayım Ya ' Resülullah ben bu yaşımda nereye gideyim? Çocukları kime bırakayım?" dediysede Peygamberimiz aynı şeyi söyledi. Araya Hz. Aişe'yi koymak istedi olmadı. Yüce Resûlün huzurundan çıkmak üzereydi ki, içi yanan kadın kıbleye yöneldi ve şikayetini Hz. Allah'a sundu. İki gözü iki çeşme idi. Tam kapıdan çıkıyordu ki Cebrail ayetleri getirmişti. Peygamberimizin yüzü gülüyordu. Mücadele suresi nazil olmuştu. Yüce Rabbimiz kadının şikayetini haklı buluyor ve katından hükmünü açıklıyordu.
"Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir." (Mücadele suresi: 1) Ayetin devamında işlenen bu suçun keffaretle telafı edileceği açıkları ıyor, birinci olarak köle azad edilmesi, güç yetmiyorsa, ardarda iki ay oruç tutulması veya 60 fakirin doyurulması isteniyordu.
Kadın hakları savunucuları ne diyecek şimdi? Peygamberle tartışmaya giden onunla saatlerce ceddelleşen ve isteği yerine gelmeyince bağrım yaratıcısına açarak, hıçkırıklarla çözüm isteyen ve Hakk'ın sunduğu çare ile kan-koca hayatını devam ettirme hakkını elde eden bu kadını laikler nasıl yorumlayacaktır.




O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ, Önceleri köle iken sonradan hürriyetine kavuşmuş hem şehid kansı ve hem de şehid annesi olma yüceliğini elde etmişti. Hz. Peygamberimizin "ikinci annem" diye vasıflandırdığı mübarek kadın.
Gün gelecek bu mübarek kadının torunlarından birisi, Medineli bir gençle tartışacaktır. Medineli olan genç, tartıştığı gence ağır bir hakarette bulunacak ve Peygamberimizin "annem" dediği kadının torununa uygun olmayan bir isimle alay edecektir. Zamanın Medine kadısı (Şer'i mahkeme başkam), Hz. Peygamberin "annem" diye hitap ettiği bir kadının torununa yapılan bu hakareti cezasız bırakmayacak ve hakaret eden gence 70 kırbaç ceza verecektir.
Kadın. İslâmın hakkını verdiği ve ayaklarının altına cennetini serdiği mübarek varlık. Selçuklu'da muallime, Osmanlı'da Sultan olup, Cumhuriyette hangi vasfı vereceğimize karar veremediğimiz kadın.
İslâm'ın zuhurundan sonra tam 12 asırdır Avrupa tarafından ve Avrupaya kuyruk olanlar tarafından zulmedilen kadın. Asırlarca insan yerine koyulmayan Cennetin has gülü kadın.
Avrupa'nın sanayi devriminden sonra işçi yapılan , çalışmaya zorlanan o annelik, zevcelik yönleri tahrib edilen kadın. Birinci cihan harbinden sonra ölen on milyon erkeğin Avrupa ve Amerika'daki kıskaç hayata havale ettiği, kocası öldüğü için karın tokluğuna kendisine her şeyin yaptırıldığı kadın. İşverenlerin, patronların, çalıştırdığı kadının sadece çalışan elinden memnun olmadığını, vücudundaki mahrem alanlarının da çalışması gerektiği şartıda ilave edecek olursak, cidden kadına kadın demek çok zordur.
Avrupa'ya kuyruk olmayı çağdaşlık sananlar ve kadın haklarını savunanlara, başı örtülü müslüman kadınlara zulüm yapanlara küçük bir hatırlatma yapıyoruz: A.B.D.'de kendisini satarak para kazanan kadınların %26'sı yüksek okul mezunudur.
Ahlaksızların başım çeken Freud, Markos, Durkheim gibi sapıklar:
- Cinsi hayat başlı başına biyolojik bir faaliyettir. Ahlakla bu işin bir alakası yoktur, dediler.
Daha sonra kadınlığını satarak para kazanma devri sanki altın çağını yaşamaya başladı. Nikahsız yaşamayı çağdaşlık kabul ederek Ankara sokaklarını aşındıran Feministler bunun son canlı örneğiydi.
Adı bizden, konuşması bizden, kıyafeti, dili bize benzeyen; ancak kafası, fikri, ruhu Avrupa'dan olan aydınlar, feministler, ateistler, devrimciler bir asra yakındır koro halindeki söylediği iftirayı bugün yine devam ettiriyorlar:
- İslâm kadını geri bırakmıştır.
Ruh yapılarıyla hayvanlardan daha aşağı yaratık olan bu fikrin sahiplerini Rabbimiz Müddessir suresinin 50-51. ayetlerinde arslanlardan kaçan yaban eşeklerine benzetir. Kur'an'ın, nasihatını, emirlerini çağ dışı ilan edenlerin gerçek kimlikleri budur işte.
Bu diyarın sakinlerinden olan Müslüman hanımların kılavuzu, rehberi yine O diyarın sakinlerinden olan müslüman hanımlardır. Bunu yaşâyışlarıyla ve hatta hayatlarıyla isbatlayacaklarına karşı tereddütümüz yoktur.

Abdullah Büyük
 
Üst