Risale-i Nur'da Hz. Muhammed (s.a.v.) Bahisleri

Huseyni

Müdavim
O biçare, şu dehşet içinde meyusane düşünürken, sağ cihetinde Hızır gibi bir hayırhah, nuranî bir zât peyda olur, ona der:

“Meyus olma. Sana iki tılsım verip öğreteceğim. Güzelce istimal etsen, o arslan, sana musahhar bir at olur. Hem o darağacı, sana keyif ve tenezzüh için hoş bir salıncağa döner. Hem sana iki ilâç vereceğim. Güzelce istimal etsen, o iki müteaffin yaraların, iki güzel kokulu gül-ü muhammedî (a.s.m.) denilen latîf çiçeğe inkılâb ederler. Hem sana bir bilet vereceğim. Onunla, uçar gibi, bir senelik bir yolu bir günde kesersin. İşte, eğer inanmıyorsan, bir parça tecrübe et; ta doğru olduğunu anlayasın.”


Sözler-s.58


 

Huseyni

Müdavim
Allahım, bizi saadet, selâmet, Kur’ân ve iman ehlinden eyle Âmin. Allahım, Efendimiz Muhammed’e ve âline ve ashâbına, Kur’ân’ın ilk indiği günden kıyametin kopmasına kadar onu okuyan herbir okuyucunun okuduğu herbir kelimenin hava dalgalarının aynalarında Rahmân’ın izniyle yansıyan bütün kelimelerinin bütün harfleri sayısınca salât ve selâm et. Ve bunlar adedince, bize, anne ve babamıza, erkek ve kadın bütün mü’minlere rahmetinle merhamet et, ey merhamet edenlerin en merhametlisi. Âmin. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.


Sözler-s.68


 

Huseyni

Müdavim
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlar ve ancak Ondan yardım dileriz. Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Efendimiz Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile âline ve ashâbına ise salât ve selâm olsun.


Sözler-s.27
 

Huseyni

Müdavim
...sonra teşehhüd edip, oturup, bütün mahlûkatın tahiyyât-ı mübarekelerini ve salâvât-ı tayyibelerini kendi hesabına o Cemîl-i Lemyezel ve Celîl-i Lâyezâle hediye edip ve Resul-i Ekremine selâm etmekle biatını tecdid ve evamirine itaatini izhar edip ve imanını tecdid ile tenvir etmek için şu kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmânesini müşahede edip Sâni-i Zülcelâlin vahdâniyetine şehadet etmek;

hem saltanat-ı Rububiyetin dellâlı
ve mübelliğ-i marziyâtı


ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın

risaletine şehadet etmek demek olan mağrib namazını kılmak


ne kadar latîf, nazif bir vazife,

ne kadar aziz, leziz bir hizmet,

ne kadar hoş ve güzel bir ubûdiyet,

ne kadar ciddî bir hakikat

ve bu fâni misafirhanede bâkiyâne bir sohbet

ve dâimâne bir saadet olduğunu anlamayan adam, nasıl adam olabilir.



Sözler-s.77
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
BEŞİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı Şefkat ve Ubûdiyet-i Muhammediyedir (aleyhissalâtü vesselâm). İsm-i Mücîb ve Rahîmin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir haceti en ednâ bir mahlûkundan görüp kemâl-i şefkatle, ummadığı yerden is’âf eden ve en gizli bir sesi en gizli bir mahlûkundan işitip imdad eden, lisan-ı hâl ve kal ile istenilen herşeye icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab, en büyük bir abdinden, [SUP][SUP]HAŞİYE[/SUP] [/SUP]en sevgili bir mahlûkundan, en büyük hacetini görüp bitirmesin, is’âf etmesin, en yüksek duayı işitip kabul etmesin?


[SUP]HAŞİYE[/SUP] :

Evet,

*bin üç yüz elli sene saltanat süren
*ve saltanatı devam eden
*ve ekser zamanda üç yüz elli milyondan ziyade raiyeti bulunan
*ve hergün bütün raiyeti onunla tecdid-i biat eden
*ve onun kemâlâtına şehadet eden
*ve kemâl-i itaatle evamirine inkıyad eden;
*ve arzın nısfı ve nev-i beşerin humsu, o zâtın sıbğı ile sıbğalansa, yani mânevî rengiyle renklense
*ve o zât onların mahbub-u kulûbu ve mürebbî-i ervahı olsa,
*elbette o zât, şu kâinatta tasarruf eden Rabbin en büyük abdidir.
*Hem ekser envâ-ı kâinat o zâtın birer meyve-i mucizesini taşımak suretiyle
*onun vazifesini ve memuriyetini alkışlasa,
*elbette o zât, şu kâinat Hâlıkının en sevgili mahlûkudur.

*Hem bütün insaniyet, bütün istidadıyla istediği bekà gibi bir haceti ki,
*o hacet ise, insanı esfel-i sâfilînden âlâ-yı illiyyîne çıkarıyor;
*elbette o hacet, en büyük bir hacettir
*ve en büyük bir abd, umumun namına onu Kàdıyu’l-Hâcâttan isteyecek.


|Sözler-s.109|
 

Huseyni

Müdavim
Evet, meselâ hayvanatın zayıflarının ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lûtuf ve suhuleti gösteriyor ki, şu kâinatın Mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rububiyet eder. Rububiyetinde bu derece rahîmâne bir şefkat, hiç kabil midir ki, mahlûkatın en efdalinin en güzel duasını kabul etmesin? Bu hakikati On Dokuzuncu Sözde izah ettiğim vech ile, şurada dahi mükerreren şöyle beyan edelim:

Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş! Hikâye-i temsiliyede demiştik: “Bir adada bir içtima var. Bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor.” Onun işaret ettiği hakikat şöyledir ki:

Gel, bu zamandan tecerrüt edip, fikren Asr-ı Saadete ve hayalen Ceziretü’l-Araba gidiyoruz. Ta ki, Resul-i Ekremi (aleyhissalâtü vesselâm) vazife başında ve ubûdiyet içinde görüp ziyaret ederiz.

Bak:

O zât nasıl ki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür.
Onun gibi, ubûdiyetiyle ve duasıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve Cennetin vesile-i icadıdır.

İşte, bak:

O zât öyle bir salât-ı kübrâda, bir ibadet-i ulyâda saadet-i ebediye için dua ediyor ki;
güya bu cezire, belki bütün arz onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.
Çünkü, ubûdiyeti ise, ona ittiba eden ümmetin ubûdiyetini tazammun ettiği gibi,
muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın sırr-ı ubûdiyetini tazammun eder.


|Sözler - s.110|
 

Huseyni

Müdavim
Hem o salât-ı kübrâyı öyle bir cemaat-i uzmâda kılar, niyaz ediyor ki, güya benî Âdemin Hazret-i Âdem’den asrımıza, belki kıyamete kadar bütün nuranî ve kâmil insanlar ona tebaiyetle iktida edip duasına âmin derler. [SUP]HAŞİYE


[SUP]HAŞİYE[/SUP] :

[/SUP][SUP]Evet, münacat-ı Ahmediye (a.s.m.) zamanından şimdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtları ve salâvatları onun duasına bir âmin-i daimî ve bir iştirak-i umumîdir. Hattâ ona getirilen herbir salâvat dahi, onun duasına birer âmindir. Ve ümmetinin herbir ferdi, herbir namazın içinde ona salât ve selâm getirmek ve kametten sonra Şafiîlerin ona dua etmesi, onun saadet-i ebediye hususundaki duasına gayet kuvvetli ve umumî bir âmindir. İşte, bütün beşerin fıtrat-ı insaniyet lisan-ı hâliyle, bütün kuvvetiyle istediği bekà ve saadet-i ebediyeyi, o nev-i beşer namına [/SUP][SUP]zât-ı Ahmediye (a.s.m.) istiyor[/SUP][SUP] ve beşerin nuranî kısmı, onun arkasında âmin diyorlar. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu dua kabule karîn olmasın?


|Sözler - s.111|
[/SUP]
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
Bak:

Hem öyle bekà gibi bir hacet-i amme için dua ediyor ki,
değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât,
belki bütün mevcudat niyazına iştirak edip lisan-ı hâl ile
“Oh, evet, yâ Rabbenâ! Ver, duasını kabul et, biz de istiyoruz” diyorlar.

Hem bak,

*öyle hazinâne,
*öyle mahbubâne,
*öyle müştakane,
*öyle tazarrukârâne saadet-i bakiye istiyor ki,
*bütün kâinatı ağlattırıp duasına iştirak ettiriyor.


[SUP]
|Sözler - s.111|
[/SUP]
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
Bak:

Hem öyle bir maksat,
öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki,
insanı ve bütün mahlûkatı

esfel-i sâfilîn olan

*fena-yı mutlaka sukuttan,
*kıymetsizlikten,
*faidesizlikten,
*abesiyetten,

âlâ-yı illiyyîn olan

*kıymete,
*bekàya,
*ulvî vazifeye,
*mektubât-ı Samedâniye olması derecesine çıkarıyor.


[SUP]
|Sözler - s.111|
[/SUP]
 

Huseyni

Müdavim
Bak:

Hem öyle yüksek bir fizâr-ı istimdatkârâne ile istiyor
ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile yalvarıyor ki,

*güya bütün mevcudata,
*semâvâta,
*Arşa işittirip,
*vecde getirip,
*duasına “Âmin, Allahümme âmin” dedirtiyor. [SUP]HAŞİYE[/SUP]


[SUP][SUP]HAŞİYE[/SUP]:
Evet, şu âlemin Mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşahede

*şuurâne,
*alîmâne,
*hakîmâne olduğu halde,

*hiçbir cihetle mümkün değildir ki, o Mutasarrıf,
*kendi masnuatı içinde en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılaı bulunmasın.

*Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki, o Mutasarrıf-ı Alîm,
*o ferd-i mümtazın harekâtına ve daavâtına (dualarına) ıttılaı bulunduğu halde,
*ona karşı lâkayt kalsın, ehemmiyet vermesin.

*Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki, o Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm,
*onun dualarına lâkayt kalmadığı halde, o duaları kabul etmesin.

Evet, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) nuruyla âlemin şekli değişti.
İnsan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti.

Ve göründü ki, şu kâinatın mevcudatı, esmâ-i İlâhiyeyi okutan

*birer mektubât-ı Samedâniye,
*birer muvazzaf memur
*ve bekàya mazhar kıymettar ve mânidar birer mevcutturlar.

Eğer o nur olmasaydı,

*mevcudat fena-yı mutlaka mahkûm
*ve kıymetsiz,
*mânâsız,
*faydasız,
*abes,
*karma karışık,
*tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı.

İşte, şu sırdandır ki, insanlar zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) duasına âmin dedikleri gibi,
Arş ve ferş ve serâdan Süreyyaya kadar bütün mevcudat,
onun nuruyla iftihar edip alâkadarlık gösteriyorlar.

*Zaten ubûdiyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) ruhu, duadır.
*Belki kâinatın harekâtı ve hidemâtı, bir nevi duadır.
*Meselâ, bir çekirdeğin hareketi, Hâlıkından, bir ağaç olmasına bir nevi duadır.


|Sözler - s.111|[/SUP]
 

Huseyni

Müdavim
[SUP]Bak:

Hem öyle Semî’ ve Kerîm bir Kadîrden,
öyle Basîr ve Rahîm bir Alîmden saadet ve bekàyı istiyor ki,
bilmüşahede en gizli bir zîhayatın

*en gizli bir arzusunu,
*en hafi bir niyazını görür,
*işitir,
*kabul eder,
*merhamet eder,
*lisan-ı hâl ile de olsa icabet eder.

Öyle suret-i hakîmâne,
basîrâne,
rahîmânede verir ve icabet eder ki,
şüphe bırakmaz,
o terbiye ve tedbir öyle Semî’ ve Basîre mahsus,
öyle bir Kerîm ve Rahîme hastır.
[/SUP]
[SUP]


|Sözler - s.112|[/SUP]
 

Huseyni

Müdavim
Acaba,

bütün benî Âdemi arkasına alıp,
şu arz üstünde durup,
Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp,
nev-i beşerin hülâsa-ı ubûdiyetini cami’ hakikat-i ubûdiyet-i Ahmediye (a.s.m.) içinde dua eden
şu şeref-i nev-i insan
ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat
ne istiyor, dinleyelim.

Bak:

*Kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor.
*Bekà istiyor.
*Cennet istiyor.
*Hem, mevcudat âyinelerinde cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor.
*O esmâdan şefaat talep ediyor, görüyorsun.

Eğer âhiretin hesapsız esbab-ı mucibesi, delâil-i vücudu olmasaydı, yalnız şu zâtın tek duası,
baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîmin kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti. [SUP][SUP]HAŞİYE[/SUP]



[SUP]HAŞİYE[/SUP] : Evet, âhirete nisbeten gayet dar bir sahife hükmünde olan rû-yi zeminde
had ve hesaba gelmeyen harika san’at nümunelerini ve haşir ve kıyametin misallerini göstermek
ve üç yüz bin kitap hükmünde olan muntazam envâ-ı masnuatı
o tek sahifede kemâl-i intizamla yazıp derc etmek;
elbette geniş olan âlem-i âhirette lâtif ve muntazam Cennetin binasından ve icadından daha müşküldür.

Evet, Cennet bahardan ne kadar yüksek ise, o derece bahar bahçelerinin hilkati,
o Cennetten daha müşküldür ve hayretfezâdır denilebilir.


|Sözler - s.112-113|
[/SUP]
 

Huseyni

Müdavim
[SUP]Evet, baharımızda yeryüzünü bir mahşer eden, yüz bin haşir nümunelerini icad eden Kadîr-i Mutlaka, Cennetin icadı nasıl ağır olabilir?

Demek, nasıl ki onun risaleti şu dar-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, لَوْلاٰكَ لَوْلاٰكَ لَمٰا خَلَقْتُ اْلاَفْلاٰكَ [SUP][SUP]1[/SUP] [/SUP]sırrına mazhar oldu. Onun gibi, ubûdiyeti dahi, öteki dar-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi.

Acaba hiç mümkün müdür ki,

bütün akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem ve geniş rahmet içinde

*kusursuz hüsn-ü san’at,
*misilsiz cemâl-i rububiyet,

o duaya icabet etmemekle

*böyle bir çirkinliği,
*böyle bir merhametsizliği,
*böyle bir intizamsızlığı kabul etsin?

Yani, en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifa etsin, yerine getirsin;
en ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın?

Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ!
Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul edip çirkin olamaz. [SUP][SUP]HAŞİYE[/SUP] [/SUP]

Demek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,

risaletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi,
ubûdiyetiyle de âhiretin kapısını açar.

[/SUP]
عَلَيْهِ صَلَوَاتُ الرَّحْمٰنِ مِلْءَ الدُّنْياٰ وَدَارِ الْجِنَانِ - اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى عَبْدِكَ وَرَسُولِكَ ذٰلِكَ الْحَبِيبِ الَّذِى هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَفَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَحَيَاةُ الدّٰارَيْنِ وَوَسِيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَذُو الْجَنَاحَيْنِ وَرَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ وَعَلٰى اِخْوٰانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ اٰمِينَ [SUP][SUP]1[/SUP] [/SUP][SUP]

[SUP]
HAŞİYE[/SUP] :

Evet, inkılâb-ı hakaik ittifaken muhaldir.
Ve inkılâb-ı hakaik içinde muhal ender muhal, bir zıt kendi zıddına inkılâbıdır.
Ve bu inkılâb-ı ezdad içinde, bilbedahe bin derece muhal şudur ki,
zıt, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun.

Meselâ, nihayetsiz bir cemâl, hakikî cemâl iken, hakikî çirkinlik olsun.

İşte, şu misalimizde meşhud ve kat’iyyü’l-vücud olan bir cemâl i Rububiyet,
cemâl-i Rububiyet mahiyetinde daim iken, ayn-ı çirkinlik olsun.

İşte, dünyada muhal ve bâtıl misallerin en acibidir.

[SUP]1[/SUP] : Dünya ve Cennetler dolusu Rahmân’ın rahmeti onun üzerine olsun.

Allahım!

Kulun ve resulün olan,
iki cihanın efendisi
ve iki âlemin medar-ı iftiharı
ve iki dünyanın hayatı
ve iki cihan saadetinin vesilesi
ve zülcenâheyn
ve cin ve insin peygamberi olan şu Habîbine, bütün âl ve ashabına
ve nebî ve resul kardeşlerine salât ve selâm et.

Âmin.


|Sözler - s.113-114|
[/SUP]
 

Huseyni

Müdavim
Hikâyede bir yâver-i ekremden bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes onun nişanlarını görmekle anlar ki, o zât padişahın emriyle hareket eder ve onun has bendesidir. İşte o yâver-i ekrem, Resul-i Ekremdir (aleyhissalâtü vesselâm).

Evet, şöyle müzeyyen bir kâinatın öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünkü nasıl güneş ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de, Ulûhiyet de peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.

Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemâlde olan bir cemâl, gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin?

Hem mümkün olur mu ki, gayet cemâlde bir kemâl-i san’at, onun üzerine enzar-ı dikkati celb eden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki, bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi, kesret ve cüz’iyat tabakatında vahdâniyet ve samedâniyetini, zülcenâheyn bir meb’us vasıtasıyla ilânını istemesin? Yani, o zât, ubûdiyet-i külliye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlâhîye elçisi olduğu gibi, kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlâhînin kesret tabakatına memurudur.

Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemâlinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin? Yani, bir habib resul vasıtasıyla-ki hem habibdir, ubûdiyetiyle kendini Ona sevdirir, âyinedarlık eder; hem resuldür, Onu mahlûkatına sevdirir, cemâl-i esmâsını gösterir.

Hem hiç mümkün olur mu ki, acip mucizelerle, garip ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir tarif edici ve vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzar-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemâlâtını beyan etmek irade etmesin ve istemesin?

Hem mümkün olur mu ki, bu kâinatı bütün esmâsının kemâlâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garip ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki, bu kâinatın Sahibi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gaye ne olacağını müş’ir tılsım-ı muğlâkını, hem mevcudatın “Nereden? Nereye? Necisin?” üç sual-i müşkülün muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın?

Hem hiç mümkün olur mu ki, bu güzel masnuat ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni-i Zülcelâl, onun mukabilinde zîşuurdan marziyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete müptelâ, istidatça ubûdiyet-i külliyeye müheyya suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin?

Daha bunlar gibi çok vezaif-i nübüvvet var ki, herbiri bir burhan-ı kat’îdir ki, Ulûhiyet risaletsiz olamaz.

Şimdi, acaba âlemde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan beyan olunan evsâf ve vezaife daha ehil ve daha cami’ kim zuhur etmiş? Ve rütbe-i risalete ve vazife-i tebliğe ondan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiş midir?

Hayır, asla ve kat’a!

Belki o,


*bütün resullerin seyyididir,
*bütün enbiyanın imamıdır,
*bütün asfiyanın serveridir,
*bütün mukarrebînin akrebidir,
*bütün mahlûkatın ekmelidir,
*bütün mürşidlerin sultanıdır.

Evet, ehl-i tahkikatın ittifakıyla, şakk-ı kamer ve parmaklarından su akması gibi bine bâliğ mucizâtından, had ve hesaba gelmez delâil-i nübüvvetinden başka, Kur’ân-ı Azîmüşşan gibi bir bahr-i hakaik ve kırk vech ile mucize olan mucize-i kübrâ, güneş gibi risaletini göstermeye kâfidir. Başka risalelerde ve bilhassa Yirmi Beşinci Sözde Kur’ân’ın kırka karib vücuh-u i’câzından bahsettiğimizden, burada kısa kesiyoruz.


|Sözler - s.97..99|
 

Huseyni

Müdavim
*Allah’a,
*meleklerine,
*kitaplarına,
*peygamberlerine,
*âhiret gününe,
*kadere,
*hayır ve şerrin Allah Teâlâdan geldiğine,
*ölümden sonra dirilişin hak olduğuna,
*Cennetin hak olduğuna,
*Cehennem ateşinin hak olduğuna,
*şefaatin hak olduğuna,
*Münker ve Nekir’in hak olduğuna,
*Allah’ın kabirlerdeki ölüleri tekrar dirilteceğine iman ettim.

*Allah’tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh bulunmadığına
*ve Muhammed’in Allah resulü olduğuna şehadet ederim.

Allahım!

Tûbâ-i rahmetinin

*en lâtif,
*en şerif,
*en mükemmel
*ve en güzel meyvesi olan,
*âlemlere rahmet olarak

ve Cennet demek olan dâr-ı âhireti gösteren şu tûbâ ağacının

*en süslü,
*en güzel,
*en parlak
*ve en âli semerelerine

vesile-i vusulümüz olarak gönderdiğin zâta salât ve selâm et.

Allahım,

*bizi ve anne ve babamızı ateşten koru.
*Bizi ve anne ve babamızı, ebrâr ile beraber,
*Seçkin Peygamberinin hürmetine Cennete dahil et.

Âmin.


|Sözler - s.141|

 

Huseyni

Müdavim
Hazret-i muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletine delâlet eden

*bütün mucizeleri
*ve bütün delâil-i nübüvveti
*ve hakkaniyetinin bütün burhanları,

birden hakikat-ı haşriyenin tahakkukuna şehadet ederek ispat ederler.

Çünkü; bu zâtın

*bütün hayatında
*bütün dâvaları,

vahdâniyetten sonra haşirde temerküz ediyor.


|Sözler - s.147|

 

Huseyni

Müdavim
Ey Rabb-i Rahîmim!

Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur’ân-ı Hakîmin dersiyle anladım ki:

Başta Kur’ân ve Resûl-i Ekremin olarak,
bütün mukaddes kitaplar ve peygamberler
bu dünyada ve her tarafta nümuneleri görülen celâllî ve cemâllî isimlerinin tecellileri
daha parlak bir sûrette ebedü’l-âbâdda devam edeceğine
ve bu fâni âlemde rahîmâne cilveleri,
nümuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şa’şaalı bir tarzda
dar-ı saadette istimrarına ve bekàsına
ve bu kısa hayat-ı dünyeviyede onları zevk ile gören
ve muhabbet ile refakat eden müştakların,
ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına
icma’ ve ittifak ile şehadet ve delâlet ve işaret ederler.

Hem, yüzer mu’cizat-ı bâhirelerine ve âyât-ı kàtıalarına istinaden,

*başta Resûl-i Ekrem ve Kur’ân-ı Hakîmin olarak
*bütün nuranî ruhların sahipleri olan peygamberler
*ve bütün münevver kalblerin kutupları olan veliler
*ve bütün keskin ve nurlu akılların mâdenleri olan sıddıkînler,
*bütün suhuf-u Semâviyede ve kütüb ü mukaddesede

senin çok tekrar ile ettiğin binler vaadlerine ve tehditlerine istinaden, hem senin kudret ve rahmet ve inâyet ve hikmet ve celâl ve cemâl gibi âhireti iktiza eden kudsî sıfatlarına ve şe’nlerine ve senin izzet-i celâline ve saltanat-ı rubûbiyetine itimaden, hem âhiretin izlerini ve tereşşuhatını bildiren hadsiz keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve ilmelyakîn ve aynelyakîn derecesinde bulunan itikadlarına ve imanlarına binaen saadet-i ebediyeyi insanlara müjdeliyorlar.

Ehl-i dalâlet için cehennem ve ehl-i hidâyet için cennet bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar, kuvvetli iman edip şehadet ediyorlar.



|Sözler - s.150|
 

Huseyni

Müdavim
Ve madem, nasıl ki Kâinatın Sahibi, kâinattan zemini ve zeminden nev-i insanı intihap edip gayet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermiş. Öyle de, nev-i insandan dahi makàsıd-ı rububiyetine tevafuk eden ve kendilerini iman ve teslim ile Ona sevdiren hakikî insanlar olan enbiya ve evliya ve asfiyayı intihap edip kendine dost ve muhatap ederek onları mucizeler ve tevfiklerle ikram ve düşmanlarını semavî tokatlarla tazip ediyor.

Ve bu kıymetli ve sevimli dostlarından dahi,
onların imamı ve mefhari olan
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı
intihap ederek,
ehemmiyetli küre-i arzın yarısını
ve ehemmiyetli nev-i insanın beşten birisini
uzun asırlarda onun nuruyla tenvir ediyor.

Âdetâ bu kâinat onun için yaratılmış gibi,
bütün gayeleri onunla ve Onun diniyle ve Kur’ân’ı ile tezahür ediyor.

Ve o pek çok kıymettar ve milyonlar sene yaşayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini
hadsiz bir zamanda almaya müstehak ve lâyık iken,
gayet meşakkatler ve mücahedeler içinde,
altmış üç sene gibi kısacık bir ömür verilmiş.

Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkânı,
hiçbir ihtimali,
hiçbir kabiliyeti var mı ki,
o zât, bütün emsâli ve dostlarıyla beraber dirilmesin?

Ve şimdi de ruhen diri ve hayy olmasın, idam-ı ebedî ile mahvolsunlar?

Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ!

Evet, bütün kâinat ve hakikat-i âlem onun dirilmesini dâvâ eder ve hayatını Sahib-i Kâinattan talep ediyor.



|Sözler - s.155|
 

Huseyni

Müdavim
Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir surette Hayy-ı Ezelînin vücûb-u vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi; o hayat-ı Ezeliyenin şuââtı, celevâtı, münâsebâtı olan “irsâl-i rusül” ve “inzâl-i kütüb” rükünlerine bakar, remzen ispat eder. Ve bilhassa risalet-i Muhammediye (a.s.m.) ve vahy-i Kur’ânî hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir.

Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır.
Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır.
Ve akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır.
Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır.

Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi,
hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü’l-hülâsadır

ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.) dahi,
kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır.

Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi
âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır.

Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.),
şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur.

Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.

Evet, evet, evet!
Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek.
Eğer Kur’ân gitse,[SUP] [/SUP]kâinat divâne olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.



|Sözler - s.164|
 

Muvahhid1

Well-known member
O zât (a.s.m.) öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubûdiyet ve bir dua ve bir davet ve bir imanla meydana çıkmış ki, onların ne misli var ne de olur.Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmî bir zâtta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, âdilâne ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez.

Hem, ümmî bir zâtın (a.s.m.) ef’âl ve akvâl ve ahvâlinden çıkan İslâmiyet, her asırda, üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffîsi ve nefislerinin mürebbîsi ve müzekkîsi ve ruhlarının medâr-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış.

Hem, dininde bulunan bütün ibâdâtın bütün envâında en ileri olması; ve herkesten ziyade takvâda bulunması ve Allah’tan korkması; ve fevkalâde daimî mücahedat ve dağdağalar içinde tam tamına ubûdiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi; ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam mânâsıyla ve müptediyâne fakat en mükemmel olarak, hem iptidâ ve intihâyı birleştirerek yapması, elbette misli görülmez ve görünmemiş.

Hem binler dua ve münâcâtlarından Cevşenü’l-Kebîr ile, öyle bir marifet-i Rabbâniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkârla beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münâcâtın başında Cevşenü’l-Kebîr’in doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir meâlinin beyan edildiği yere bakan adam, “Cevşen’in dahi misli yoktur” diyecek.

Hem, tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telâş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.

Hem, imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve harika bir yakîn ve mu’cizâne bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvî itikad taşımış ki, o zamanın hükümranı olan bütün efkârı ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde onun ne yakînine, ne itikadına, ne itimadına, ne itminanına hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi ve mâneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta Sahabeler ve bütün ehl-i velâyet, onun, her vakit, mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları, bilbedahe gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir.

İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve harika bir ubûdiyet ve fevkalâde bir dua ve cihan-pesendâne bir dâvet ve mu’cizâne bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.

Şualar-Âyetü'l-Kübra

Bediüzzaman Said Nursi

 
Üst