Kelime Analizi 91: Tevağğul

kenz-i mahfi

Sorumlu
TEVAĞĞUL (Arapça) (توغل)
“Çok uğraşmak, meşgul olmak, bir işin çok ilerisine varmak” manalarına gelmektedir.
Arapça “veğale” وغل mastarından türetilmiştir. “Veğale” وغل kelimesi “derine batmak/gitmek, davetsiz girmek/gelmek” manalarındadır. Bu kelimeden türetilen “vâğil” واغل kelimesi “davetsiz misafir,tufeyli, asalak” demektir. Yine bu kelimeden türetilen “mûğil” موغل kelimesi “kökü derinlerde, köklü” demektir.
“Tevağğul" توغل kelimesi aynı zamanda askeri bir terim olup “ordu birliklerinin bir araziye veya ülkeye girmesi ilerlemesi yani akın etmesi” manasına gelmektedir.Arapça’da bu manada kullanımı bir hayli fazladır.

Siyaset dünya işlerine ait politika üretme ve idare etme sanatıdır. Siyasetçi dünyayı imar etmeye çalışır. Aklı, fikri, dünyası, hayatı dünya işleri olur. Elbette bir işte fazla tevaggul eden diğer işlerde gabileşir. Siyasette daima tevaggul eden uhrevi işlerde gabileşir. Namazı erteler, belki bir vakit sonra kazaya, bir vakit sonra Cum'adan Cum'aya kılar. Hususan ucu ecnebide olan şu deccalist siyasette tevaggul eden çok şeyleri feda etmek mecbur olacak.
Aynı hususiyet maddi ilimler ile meşguliyette de vardır. Maddi ilimler ile ziyade meşgul olan ya manevi ilimlere vakit bulamaz, vakit bulsa da maddi bir

Yoksa Üstad siyasetçinin dindar olanı müreccahtır demiyor. Elbette siyasette de ehil olan ve mahir olan müreccahtır.

Nasıl ki, ehil olduğumuz mesleği icra etmek tebei olmalıdır. Asıl gaye uhrevidir. Eğer mesleğimiz ile fazla tevaggul etsek, aklımız, fikirimiz ve gayemiz o meslek ile dünyamızı kurtarmak olsa dinde gabileşiriz, ibadetlerimizi erteleriz, aynı tehlike -fazlası ile- siyasette var. Çünkü parlak ve şaşaalıdır. Hem sıradan dünyevi mesleklerden çok daha fazla fedakarlık ve çok daha fazla vakitimizi ona ayırmamız gerekir. Hem şu asrın siyasetinin ucu ve ipleri ecnebidedir, dinden çok fedakarlık etmek lazımdır. Hadisin dediği gibi -mana olarak- ahiret ile dünya iki düşman kardeş gibidir. Birini memnun etsen öteki küsecek.

Evet, her dünyevi mesleklerde salahat değil meharet müreccahtır. Üstad hiç bir yerde aksini destekler bir ifade kullanmamıştır.

Ayrıca, dünya işlerine ait şeriat kaidelerini terk etmekte ceza dünyada verilir. Mesela, sen iş verirken maharet yerinde salahatı tercih etsen, zararın dünyevi olur. İşin bozuk olur ve hakeza. Yoksa başlı başına uhrevi bir cezayı gerektirecek bir kaide değildir.

"Tevağğul" توغل kelimesinin Ebced Değeri şeddeli "ğayın" harfi tek sayılmak şartıyla 1436 etmektedir. Bu tarih ise Miladi olarak içinde bulunduğumuz 2014 senesine denk gelmektedir. Demek bu tarihte maddiyat ile bilhassa siyaset ile fazla meşgul olunacaktır.
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Risale-i Nur Külliyatı’nda “tevaggul” kelimesi 7 yerde, bu kelimeden türetilen “mütevaggil” kelimesi ise 1 yerde geçmektedir.
Risale-i Nur’da geçen cümleler:
SÖZLER:
“İşte, sen ey dünyayı unutmayan ve maddiyata tevaggul eden ve nefsi kesafet peyda eden arkadaş!” (24. Söz, sayfa 338)
“Amma onun naziri, şu zamanda çünki zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış, elbette fünun-u hazırada tevaggulu derecesinde istidadı içtihad-ı şer’i kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden geri kalmıştır.” (27.Söz, sayfa 481)
“Hem meslek-i felsefenin esasa-ı fasidesindendir ki: Ene, kendi zatında hava gibi zaif bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarı ile mana-yı ismi cihetiyle baktığı için; güya buhar-misal o ene temeyyu edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallub ediyor.” (30.Söz, sayfa 543)

MEKTUBAT:
“Yoksa esbab içinde dalmış ise, maddiyata mütevaggil ise, vahdet-ül vücud demesi, kainat hesabına Allah’ın inkâr etmeye kadar çıkar.” (18.Mektup, sayfa 83)
“Hem maarif-i İlahiye ve hakaik-i kevniyede tevaggul eden tabakaya karşı, Kur’andaki hakaik-i kudsiye-i İlahiyedeik i’cazı gösterir veya i’cazın vücudunu ihsaseder.” (19.Mektup, sayfa 181)

MESNEVİ-İ NURİYE:
“Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da, ulûm-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek manevi olan hastalıklar insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye mübtela olur.” (Katre Risalesi, sayfa 69)
“Binaenaleyh Avrupa feylesofları maddiyatta şiddet-i tevaggulden dolayı iman, İslam ve Kur’an’ın hakaikından pek mesafede kalmışlardır” (Şule Risalesi, sayfa 239)

ŞUALAR:
“Mesela; büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabib kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan tebaüd eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.” (7.Şua, sayfa 102)
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
“Arkadaş! Kalp ile ruhun hastalığı nispetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulum-i akliyeye tevaggul etmek nispetindedir. Demek manevî hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden; emraz-ı kalbiyeye müptelâ olur!" (Mesnevi-i Nuriye)
İnsan aklıyla, kalbiyle, ruhuyla, sırrıyla, hayaliyle, duygularıyla komple bir bütündür. Hakikat arayıcısı insan bütünün bütün parçalarını besler. Yalnız parçanın birini besleyip diğer parçaları ihmal etmez. İhmal ederse kâmil bir iş yapmış olmaz.
Nasıl ki midesini türlü yemeklerle doyuran insan kanının su ihtiyacını yok sayamaz, akciğerinin temiz hava ihtiyacını görmezden gelemez. Eğer bunlardan birini veya bir kaçını yok sayarsa veya görmezden gelirse, bu, hayatının sonu demek olur. Orada hayatı biter!
Akıl, insana hakkı ve hakikati gösterir. Fakat akıl tek başına bir hakikat rehberi değildir.Akıl ancak diğer duyguların kontrolünde hakikate ulaşabilir. Yoksa eğer diğer duygular yok sayılıp, akıl putlaştırılırsa, böyle akıl insana hakikat rehberi olamaz, insanı dalâlete atar, eğriliğe götürür, yanlış sonuca götürür. İnsana doğru yol göstermez.
İşin vahim tarafı; böyle akıl, şaşkınlığının ve yanlışının farkında olmaz. Yanlışı doğru diye alır, başına geçirir. Çünkü aklın tek başına putlaştırılması veya yüceltilmesi, kalpte hastalık sebebidir. Kalbin hastalıklarına akıl şifa bulamaz. Nitekim riya, gösteriş, kin, nefret, kendini beğenmişlik, haset, kibir, bencillik... vs. gibi kalbî hastalıkları akıl göremediği gibi, akıl bunlara çare olamaz, bilâkis kalınlaştırır. Kalbin hastalıklarının tedavisi için duyguların terbiye edilmesi, yani ahlâk terbiyesi, yani dînî terbiye şarttır.
Dînî terbiyenin esas ve unsurları ise vahiyle bildirilmiştir. Kalp buna teslim olmalı, akıl tasdik etmelidir. Fen ve felsefe ilimleri aklı doyurur. Fakat kalbi aç bırakır. Çünkü fen ve felsefe bilgileri kalbin hastalıklarına devâ değildir. Bundandır ki, insan yalnız fen ve felsefe ile yetinmemeli, kalbini doyuracak mânevî bilgileri de elde etmelidir. Kalbini dînin terbiyesine bırakmalıdır. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bunu veciz bir şekilde şöyle beyan etmiştir: “Vicdanın ziyâsı ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru funûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakîkat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hîle ve şüphe tevellüd eder.” Yani vicdanın ışığı ve rehberi din ilimleridir. Aklın ışığı ve rehberi de medeniyet fenleridir, yani fen ve felsefedir. İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Hakikate uçmak isteyen öğrenci iki kanadı da ihmal etmemelidir.
Çünkü ikisi birbirinden ayrılacak olsa, yalnız akıl ilimlerinden, yani yalnız fen ve felsefeden hîle ve şüphecilik doğar. Yalnız din ilimlerinden de taassup doğar.
Şüphesiz, Üstad Bedîüzzaman Hazretleri felsefeyi ikiye ayırıyor:
Birinci Kısım Felsefe: Sosyal hayata, güzel ahlâka, insanın olgunlaşmasına ve medenîleşmesine hizmet eden, san'atın ve fennin ilerlemesine yardımcı olan felsefedir ki, bu felsefe Kur’ân ile barışıktır. Akıl bu noktada Kur’ân’dan istifade eder. Kur’ân’ın hakikatleri üzerine tefekkür yürütür. Bu tefekkür Kur’ân’da da teşvik edilmiştir. Tefekkür, kalbe hastalık vermez. Kalbi dışlamadığından kalp ile kol kola yürür. Tefekkür, hem kalpten istifade eder, hem kalbi besler.
İkinci Kısım Felsefe ise, kalbi dışladığı ve vahye itimad etmediği için tefekküre değil, dalâlete götürür. İlhad, inkâr, aşırı şüphecilik, dinsizlik ve tabiat bataklığı bu felsefenin ürünüdür. Bu felsefe aslında sâlim aklın da yüz karasıdır.
Salim akıl sahibi, ikinci kısım felsefeyi birincisinden ayırt edebilmeli, aklını kalbi ile barışık şekilde kullanabilmelidir. Yoksa insan sırf aklî ilimleri merak edip, imanî, mânevî ilimleri, dînî ve ahlâkî terbiyeyi ihmal ederse kalbi şifâ bulmaz, hastalık bulur.
 
Üst