Isparta hayatı

mihrimah

Well-known member
Sekizinci Kısım

Isparta Hayatı


(1950'den Sonra)



Üstad Said Nursî, Afyon Hapishanesinden 1949da, bir Eylül sabahı tahliye edildi. İki komiser arasında faytonla bir eve geldi. Yanında hizmetine bakan talebeleri de vardı. Üstadın Afyon hapsinden sonraki hayatında ve hizmet-i Nuriyesinde şu surette bir inkişaf görünür. Bu tarihe kadar Üstad, evinde, geceleri hiç kimseyi bulundurmazdı. Akşamdan ta kuşluk vaktine kadar kapısı kilitli olarak kalırdı. Afyon hapsinden sonra ise, sâdık talebelerinden bazıları hususi hizmetinde kaldı. Üstadın odası daima ayrı idi. Ancak bir hizmet olduğu vakit yanına gelinebilirdi.

Afyon hapsinden sonra Üstad -kendi tabirince- bir nevi Üçüncü Said olarak görünüyordu. Çünki, bundan sonra hizmet-i Nuriyye başka safhalarda tezahür edecekti; külli bir inkişaf olacaktı. Üstadın hizmetine koşan ve Nur hizmeti için yanına gelenler bilhassa mektebli gençlerdendi. Rahmet-i İlâhiye Afyon hapis musibetini çok cihetlerle rahmete çevirmişti.

Bir vech-i rahmet şu idi: Mahkeme günlerinde muhtelif vilâyet ve kazalardan gelen Nur talebeleri birbiriyle tanışarak; hem Üstad, hem Risale-i Nur, hem hizmet-i Nuriyye hususunda malûmat sahibi olurlar; ve uhrevî ve imanî olan ve rıza-yı İlâhî uğrundaki Nurdan kopup gelen samimî bir uhuvvet ile bir kuvve-i maneviyye elde ederlerdi. Mahkeme günleri, Üstad ve talebelerinin kahramanlar kafilesi olarak saf halinde mahkemeye gelişleri, müminlerin kalblerinde Allah için sonsuz bir muhabbet ve yakınlığa vesile oluyordu. Bu mahkemeler, iman ve İslâm davasına hizmet için medar-ı teşvik hükmüne geçiyordu. Din düşmanlarının rağmına olarak bu musibet, Risale-i Nur hizmet-i îmaniyyesini deruhde edecek ve onunla gaye-i hayat edecek fedakârları, kahramanları netice verdi. Yeni ve münevver Nur Talebeleri meydana çıktılar. Hapisten tahliyeden sonra, Üstadın evinin kapısı önünde bir-iki polis daimî nöbet bekler ve yanına kimseyi sokmazlardı. Zaten hapis müddetince halka dehşet verecek şekilde yalan-yanlış propagandalarla, Bediüzzamanın imha edileceği gibi haberler etrafa yaydırılmıştı.



sh: » (T: 587)

Üstad, Afyon'da iki ay kadar ikametten sonra Emirdağı'na geldi. Emirdağında bir çok Risale-i Nur talebeleri vardı. Oradaki hizmet-i Nuriyyeyi bu talebeler ifa ettiler.



AFYON HAPSİNDEN SONRA HİZMET-İ NURİYE

NASIL CEREYAN ETTİ?

Isparta'da, teksir makinesiyle Nur Mecmualarının neşrine devam ediliyordu. Üstad, yine âdeti vechile tashihat ile meşguldü. Yalnız hapisten sonra hizmet-i Nuriyye birkaç kısma inkısam etmişti; yalnız teksir ile ve el yazısı ile neşre münhasır olmuyordu. Bu zamanlardaki hizmet safhaları şu suretle ifade olunabilir:

1- Muhtelif vilâyet, kasaba ve köylerdeki Nur Talebeleri, bulundukları muhitlerinde Nurları okumak, yazmak, okutmak ve neşrine çalışmak..

2- Isparta ve İnebolu'da, teksir makinesiyle Nur Risalelerinin mecmualar halinde teksiri ve etrafa neşri..

3- Ankara ve İstanbul'da, muhtelif halk tabakaları arasında, hususan üniversite ve diğer mekteb talebeleri, gençler, memurlar ve hanımlar arasında Nurların yayılması, okunması, Risale-i Nur davasına çokların yakın manevî alâkaları. Bunlardan halis fedakârlar ve îman hâdimlerinin çıkması. Nur-u imanın, bu iki büyük merkezde hararetle inkişafı..

4- Kitabların iadesi ve yeniden bazı yerlerde Nurlara ve talebelerine ilişmek, dolayısıyla resmî makamlarla münasebet: Risale-i Nurun, vatan ve milletin, nesl-i âtinin saadetine vesîlesi cihetinin duyurulması.. isbat edilmesi.. yeni Türk Hükûmetinin, Kur'anın bu yeni ve ekmel Nuruna takdirle bakması. En modern neşir vasıtasıyla hem Anadoluya, hem Âlem-i İslâma ve insaniyete duyurulmasının temini..

5- Şark Vilâyetlerinde Risale-i Nurun intişarı..

İşte, Said Nursî, Afyon Hapsinden tahliye edilip Emirdağı'na geldiği zaman, nazarındaki hizmet safhaları bu surette idi ve merkez-i hükûmetle de hizmet itibariyle alâkadardı. Bu zamana kadar Nur hizmeti, ancak risalelerin yazılıp çoğaltılmasına münhasırdı. Üstad, ta Barladan beri daima has talebeleriyle, Nurların neşrine çalışanlarla görüşmüş, onların hizmetlerinden dolayı tebrik ve teşci etmişti. Bu tarihten sonra mektebliler ve memurlar Nurlara müteveccih oldular. Nur hizmetini hayatlarının gayesi addeden ve bu



sh: » (T: 588)

hizmetle vatan, millet ve İslâmiyete en büyük faydayı temin eden talebeler meydana çıkarak hizmete başladılar.

* * *

Afyon Mahkemesinin Risale-i Nuru müsadere kararını, Mahkeme-i Temyiz esastan bozdu. Bozma kararında ileri sürdüğü sebeblerden birisi: Kararnamede suç unsuru gösterilen risalelerin, Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde beraet eden eserlerden olup olmadığının zikredilmediği; şayet beraet edip iade edilen eserlerden ise, kararın yanlış olacağı; hem Temyizin tasdikinden geçip kaziyye-i muhkeme haline gelen bir davanın yeniden taht-ı muhakemeye alınışının kanuna uygunsuz olduğudur.

Temyizin bozma kararından sonra, Afyonda tekrar duruşma başladı. Bu şekilde mahkeme devam ederken iktidarı ele alan Demokrat Parti Hükûmeti, umumi af ilân etti. Afyon Mahkemesi de af kanununun daire-i şümulüne girdiği için dosya ortadan kaldırıldı. (Hâşiye)

***

Afyon hâdisesi başlamadan evvel Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi, Said Nursî'den iki takım Risale-i Nur eserlerini; bir takımını Diyanet İşleri Kütübhanesine koymak, bir takımını da şahsına alıkoymak için istemişti. Fakat hapis hâdisesi çıktı, gönderilemedi. Üstad, hapisten sonra Emirdağ'a geldiği vakit, evvelce hazırlanan iki takımı tashih ederek Ahmed Hamdi'ye gönderdi ve aşağıdaki mektubu kendisine yazdı:

Muhterem Ahmed Hamdi Efendi!

Bu hâdise-i ruhiyyemi size beyan ediyorum:

Çok zaman evvel, zâtınız ve sizin mesleğinizdeki hocaların, zarurete binaen, ruhsata tâbi ve azimet-i şer'iyyeyi bırakan fikirlerine benim fikirlerim muvafık gelmiyordu. Ben; hem onlara, hem

___________________________

(Hâşiye): Fakat mahkeme hey'eti, Risale-i Nur eserlerinin beraetine karar vermedi, müsaderesine karar verdi. Bu karar 1956 tarihine kadar devam etti. Mahkeme iki, defa Nur Risalelerine müsadere kararı verdi. Temyiz Mahkemesi bu iki kararı da bozdu. Afyon Mahkemesi Temyizin kararına uyarak Nurların beraetine karar verdi. Bu sefer Temyiz, usulde noksanlık yüzünden bozdu ve eserlerin Diyanet İşlerince tedkikini istedi. Diyanet İşleri Müşavere Kurulunca bütün eserler tedkik ettirildi. Neticede, Nurların hakikatını bir derece belirten bir rapor verildi.

Ehl-i vukufun mezkûr raporuna istinaden Afyon Mahkemesi, Haziran 1956 tarihinde, ittifakla Nurların beraetine ve serbestiyetine karar verdi. Karar kat'ileşti. Artık bu tarihten sonra, merkez-i hükûmette, Risale-i Nur mecmuaları matbaalarda tab edilmeye başladı.





sh:» (T: 589)

sana hiddet ederdim. «Neden azimeti terkedip ruhsata tâbi oluyorlar?» diye Risale-i Nuru doğrudan doğruya sizlere göndermezdim. Üç-dört sene evvel kalbime, size karşı tenkidkârane bir teessüf geldi. Birden ihtar edildi ki: «Bu senin eski medrese arkadaşların olan başta Ahmed Hamdi gibi zâtlar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı «Ehvenüşşer» düsturiyle, bir kısım vazife-i ilmiyyeyi, mukaddesatın muhafazasına sarfedip tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı ruhsatlarına ve kusurlarına İnşâallah kefaret olur» diye kalbime şiddetle ihtar edildi. Ben dahi sizleri ve sizin gibilerini, o vakittenberi yine eski medrese kardeşlerim ve ders arkadaşlarım diye hakikî uhuvvet nazariyle bakmağa başladım. Onun için benim bu şiddetli tesemmüm hastalığım vefatımla neticelenmesi düşüncesiyle, Nurlara, benim bedelime hakikî sahib ve hâmi ve muhafız olacağınızı düşünerek ve üç sene evvel sizin ısrarla bir takım Risale-i Nur'u istemenize binaen vermek niyet etmiştim. Şimdi, -hem mükemmel değil, hem tamamı değil- Nur şâkirdlerinden üç zâtın on beş sene evvel yazdıkları bir takımı, sizin için, şiddetli hastalığım içinde bir derece tashih ettim. Bu üç zâtın kaleminin, benim yanımda on takım kadar kıymeti var. Senden başka bu takımı kimseye vermeyecektim. Buna mukabil onun mânevî fiatı üç şeydir.



Birincisi: Siz, -mümkün olduğu kadar- Diyanet Riyasetinin şubelerine, mümkünse eski harf, değilse yeni harf ile ve has arkadaşlarımdan tashihe yardım için birisi başta bulunmak şartiyle memleketteki Diyanet Riyasetinin şubelerine yirmi otuz tane teksir ederek göndermektir. Çünkü, haricî dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek Diyanet Riyasetinin vazifesidir.



İkincisi: Madem Nur Risaleleri medrese malıdır. Siz de medreselerin hem esası, hem başları, hem şâkirdlerisiniz; Onlar, sizin hakikî malınızdır.



Üçüncüsü: Tevafuklu Kur'ânımız -mümkünse- fotoğraf matbaasiyle tâbedilsin ki, tevafuktaki lem'a-i i'caziyye görünsün.





SAİD NURSÎ



* * *



sh: » (T: 590)

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ'NİN VE TALEBELERİNİN

1950'DEN SONRA YAZDIĞI MEKTUBLARDAN BAZILARI



بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Âlem-i İslâm Merkezlerindeki Mübarek Müslüman Kardeşlere,

Sizleri, bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Eserleriyle fuhul-i ülemanın ve fuhul-i müfessirînin en yükseği olan Bediüzzaman Hazretlerine, kıymettar ve mübarek bir mücahid âlim tarafından yazılmış olan bir tebriki takdim etmiştik.



Bediüzzaman Hazretlerinin bizlere yazdığı cevabî mektublarında, o kıymettar, bînazîr Üstad Bediüzzaman Hazretleri, sizleri binlerle tebrik etmiş ve Anadolu'da Kur'ân îman kahramanlarının halefleri olan Nurcularla, Arabistan'daki hakikat-ı Kur'âniyeye müteveccih İslâmları, iki kardeş olarak hizbül-Kur'ânın dairesi içinde çok saflardan iki muvafık ve iki müterafık saf teşkil ettiklerini müjdelemiş. Ve o mü'min kardeşlerimizin Risale-i Nur'la ciddî alâkalarıyle beraber, bir kısmını Arabçaya tercüme edip neşretmek niyetlerinizden fevkalâde memnun olduklarını ve mübarek İslâm cemaatlerinin Urfa'daki Nur şâkirdleriyle ve Nur eczalarıyle himayetkârâne alâkadar olmasını yazmaklığımızı bizlere emretmiş bulunuyorlar.



sh: » (T: 591)

Ey aziz ve necib kavm-i Arabın nûranî âzaları! Tarihin a'makına gömülen ve mâziden istikbale atlayan ecdadlarımıza, bu millet-i İslâmı parçalamak için bin dörtyüz seneden beri hücum eden küffar orduları, en nihayet Birinci Harb-i Umumî'de emellerine muvaffak oldular. Türk ve Arab iki hakikî Müslüman kardeşin bin senelik sarsılmayan muhabbetlerini pek çok desiselerle, yalanlarla söndürdüler. Ehl-i İslâmın ve nev-i beşerin medar-ı fahri ve bütün mevcudatın sebeb-i hilkati ve bütün Füyuzat-ı İlâhiyenin mazharı o âlî Peygamberin Ravza-i Mutahharasına yüzler sürmek için pek büyük bir iştiyakı kalblerinde yaşattıklarına tahammül edemediler. O âlî Peygamber-i Zîşanın küçücük bir iltifatına mazhar olmak için, ruhlarına varıncaya kadar her şeylerini feda ettiklerini hazmedemediler. Bin dörtyüz seneden beri zeminin yüzünde, zamanın sahifeleri üzerinde ve şehidlerin ve gazilerin beyaz kılınç kalemleriyle kırmızı mürekkebleriyle yazıp tarihe emanet bıraktıkları medar-ı iftiharları muhteşem yazılarını, Müslümanlara unutturmak istediler. Bu azimle yürüyen o amansız düşmanlar, pek acı işkenceler altında ezdikleri Türk ve Arab bu iki kardeşi, bir daha ittihad etmemek için en müdhiş muahedelerin zincirleriyle bağladılar. Çelik zincirler altında senelerle inlettirdiler. Her türlü şenaati Müslümanlığa icra ettiler.

Heyhat! İnayet-i İlâhiyenin tekrar yâr olacağını, Risale-i Nur gibi pek büyük ve pek hârika bir tefsir-i Kur'anla ve onun âlî müellifi Bediüzzaman'la, Müslümanlığın büyük zaferini bilemediler ve göremediler. O eserler ki, vahdaniyyet-i İlâhiyye ile Risalet-i Muhammediyyeyi

(A.S.M.) ve hakikat-ı haşriyyeyi o kadar kuvvetli ve hakikatli bürhanlarla o kadar parlak bir surette isbat ediyor ki; şimdiye kadar hiçbir feylesof, hiçbir âlim karşısına çıkıp itiraz edememiş.

Biz Türkler, seyyidleri, kesretle içinde bulunan ve necib kavm-i Arab olan sizlere ve sizin ecdadlarınız olan Sahabe-i Güzin'e, Allah namına, Peygamber-i zîşan hesabına sonsuz bir sevgiyi ve nihayetsiz bir hürmeti daima kalbimizde, ruhumuzda besliyoruz ve yaşatıyoruz. O âlî Peygamber-i zîşan için ve Onun âlî dini için, başta ruhumuz ve her şeyimizi fedaya hazırız.

Cenab-ı Hakkın lûtf u kereminden büyük bir ümid ile yalvarıp istiyoruz ki; sevgili Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin

sh: » (T: 592)

verdikleri hayr-ı beşaretle, Türk ve Arab iki hakikî kardeş millet, İnşâallah yakın bir âtide ittihad edecek. Ve o ittihad sayesinde, o müdhiş düşmanların Müslümanlar içine saçtıkları fesad tohumları kendi yüzlerine atılacak. Ve zincirler altında inleyen dörtyüz milyon Müslümanlık, yeniden hayat-ı kudsiyye-i İslâmiyye ile, nev-i beşerin başına geçip, sulh ve müsalemet-i umumîyeyi temin edecek, İnşâallah.

Risale-i Nurun Âciz bir şakirdi

HÜSREV

* * *



Risale-i Nur'un Vatana, Millete ve İslâmiyete Büyük Hizmetini

Kabul ve Takdir Eden Başvekil Adnan Menderese Üstad'ın

Yazdığı Bir Mektup,



بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ





Ben, çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm Kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için; o surî konuşmak yerine, bu mektub benim bedelime konuşsun diye yazdım.



Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyetin bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum.



Birincisi: İslâmiyetin pek çok kanun-u esasîsinden birisi وَلاَ تَزِرُ وَازَةٌ وِزْرَ اُخْرَى Âyet-i Kerîmesinin hakikatıdır ki; birisinin cinayetiyle, başkaları akraba ve dostları mes'ul olamaz. Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığı ile, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içitimaîyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmala-

sh:» (T: 593)

rına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır'daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat, onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. -Allah etmesin- bu hal bizde olsa, pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lazımdır.

Hem emniyetin ve âsayişin temel taşı, yine bu kanun-u esasîden geliyor. Meselâ: Bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve âsayiş düstur-u esasîsi ile, o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım; tâ ki mâsum çıkıncaya kadar.

İşte bu kanun-u esasî-i Kur'ânî hükmünce, asayiş ve emniyet-i dahiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak gazab-ı İlâhiyyenin celbine vesile olur. Madem Cenab-ı Hak bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış, Kur'ân-ı Hakîmin bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini zaman ihtar ediyor.

İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi şu Hadîs-i Şeriftir: سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ hakikatiyle memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubûdiyetin za'fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti, hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve müstebidane bir tahakküm ve mütekebbirane bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi; adalet olmaz esasiyle de bozulur ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, Hukukullah hükmüne geçemiyor ki hak olabilsin; belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.



Şimdi, Adnan Menderes gibi, İslâmiyetin ve dinin icablarını yerine getireceğiz diye ve mezkûr iki kanun-u esasîyeye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvet ile halkları aldatmak ve ecnebilerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.



sh:» (T: 594)

Birisi, Birinci Kanun-u Esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş; bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyet-perverlere hücum ediliyor.



İkinci hücum da, İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp -evvelki gibi- bir câni yüzünden yüz mâsumun hakkını çiğneyebilen, zâhiren bir milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damariyle, hem hürriyetperver, dindar Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine, hem biçare Türkler aleyhine, hem Demokratın takip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak, bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli faideden bin defa daha ziyade hakikî kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acîb tehlikeyi, o sarhoşluğuyla hissedemiyor. Meselâ: İslâmiyet milliyeti ile dörtyüz milyon hakikî kardeşin, her gün



اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ



dua-yı umumîsi ile mânevî yardım görmek yerine, ırkçılık dört yüz milyon mübarek kardeşleri, dörtyüz serseriye ve lâübalilere yalnız dünyevî ve pek cüz'î bir menfaati için terkettiriyor. Bu tehlike; hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir. Necib Türkler, böyle hatâdan çekinirler. Bu iki taife her şeyden istifadeye çalışıp, dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırdıkları, meydandaki âsar ile tahakkuk ediyor. Bu acîb tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı, kırk Sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin dörtyüz sene zarfında ve her asırda üçyüz, dörtyüz milyon şâkirdi bulunan hakikat-ı Kur'âniyyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saadet-i ebediyenin zevklerine o câzibedar hakikatla beraber nokta-i istinad yapmak, o mezkûr muarızlarınıza ve hem dahil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çare-i yegânedir. Yoksa, o insafsız dahilî ve haricî düşmanlarınız, sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eski-





sh:» (T: 595)



lerin de cinayetlerini ilâve ederek, başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükleyecekler. Hem size, hem vatana, hem millete telâfi edilmiyecek bir tehlike olur. Cenab-ı Hak, sizleri, İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye, ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikatı kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz.



Üçüncüsü: İslâmiyetin hayat-ı içtimaîyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi bu Hadîs-i Şerifin



اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبَنَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهَ بَعْضًا



hakikatıdır. Yâni; hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dahildeki adaveti unutmak ve tam tesanüd etmektir. Hattâ, en bedevî taifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki; hariçteki bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde; o dahildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman defoluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki; benlikten, hodfürûşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dahildeki tarafgirâne fikriyle kendi tarafına şeytan yardım etse, rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hâdisatlar görünüyor. Hattâ bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm ve şeytandan kaçar gibi, otuzbeş senedenberi siyaseti terk ettim.



Hem şimdi birisi; hem Ramazan-ı Şerife, hem Şeair-i İslâmiyeye, hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit, muhaliflerinin, onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Halbuki, küfre rıza küfür olduğu gibi, dalâlete, fıska, zulme rıza da, fıskdır, zulümdür, dalâlettir.



Bu acîb halin sırrını gördüm ki; kendilerini, millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mâzur göstermek damariyle, muhaliflerini, kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve göstermek istiyorlar.



sh:» (T: 596)



İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî ahlâkı da zîr ü zeber edip, bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir suikasd hükmündedir.

Daha yazacaktım, fakat bu üç nokta-i esasiyeyi şimdilik dindar hürriyetperverlere beyan etmekle iktifa ediyorum.

SAİD NURSÎ



Adnan Menderes'e gönderilmek niyetiyle evvelce yazılan içtimaî hayatımıza ait bir hakikatın hâşiyesini takdim ediyoruz:

Hâşiye: Eskilerin lüzumsuz keyfi kanunları ve suistimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticani mes'elesini dindar Demokratlara yüklememek ve Âlem-i İslâmın nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: Ezan-ı Muhammedinin (A.S.M.) neşriyle, Demokratlar, on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofyayı, beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve halen İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran yirmisekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nurun resmen serbestisini dindar Demokratlar ilân etmeli ve bu yaraya bir nevi merhem vurmalıdırlar. O vakit Âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının, zâlimane kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, Hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuzbeş senedenberi tekrkettiğim siyasete bir-iki saat baktım ve bunu yazdım.



SAİD NURSÎ



Ankara'daki Nur Talebelerinin Bir Mektubu

Aziz Sıddık Kardeşlerimiz,

Mektubunuzdan, İslâm güneşinin bir ziyasını sezer gibi olduk. Yüzlerce seneden beri insaniyet aleyhine, İslâmiyet zararına mütecaviz fikir neşreden ehl-i küfrün tahriblerini tamir için ortaya



sh: » (T: 597)

atılan Risale-i Nurun -sizlerin mektubunuzdan- gençlerin arasına yayıldığını sezdik. Ebedî hayat yolunun hakperest yolcuları, hayâlî boş lafları terkedip, Risale-i Nurla küfür tohumlarını eriteceklerdir. Nur'un talebeleri, ehl-i kalb ve imanın hakikî kardeşleridirler. Siz kardeşlerimizin mektubları, bizlere hız veriyor ve verecek. Kur'ânın tefsîri olan Risale-i Nur, bize dalâlette kalmanın ve küfürle mücadele etmemenin bu zamanda büyük ahmaklık olduğunu bildiriyor. Komünistliğin, anarşistliğin, masonluğun kuvvet kazandığı bir devirde en mühim bir vazife, Nur'a hizmet etmek ve rıza-yı İlâhîyi tahsil için onu isteyene vermektir. Bu en baş ve en ehemmiyetli, en kıymetli ve mübarek vazifemizden bizi döndürmek isteyen en ağır hücumlar dahi, bizlerin hızını arttıracaktır. Risale-i Nur bize öğretiyor ve isbat ediyor ki: Bu dünya, bir misafirhanedir. Ebedî hayatı isteyenler, misafirhanedeki vazifelerine dikkat gösterdikleri nisbette memnun edilirler. Demek ki şimdi en esaslı vazifemiz bataklıktan kurtulmak isteyen ehl-i dinin; karanlıktan usanmış, gıdasız kalmış kalblerin yardımına koşmak, kendimizden başlayarak Nur'un dellâllığını yapmaktır. Bilhassa ve bilhassa şurası çok ehemmiyetli ve pek mühimdir ki, en başta ve en evvel Risale-i Nur'u dikkat ve tefekkürle devamlı olarak okumak ve o muazzam eser külliyatındaki Kur'ân ve iman hakikatleriyle kendimizi teçhiz etmek ve bu esas ve şartlarla, o hârika eser külliyatını bir an evvel ikmal etmektir. İşte bu nimet-i uzmâya nail olan her genç ve herkes, bire yüz, bin kuvvetinde, kendine, vatan ve milletine faideli olur. Vatan, millet, gençlik ve Âlem-i İslâm çapında hizmet edebilecek bir vaziyete gelebilir. Bunun için, başta Hazret-i Üstadımız Bediüzzaman ve onun hakikî ve ihlâslı talebeleri olmaya lâyık sizlerden dua istirham ediyoruz ki, Risale-i Nur'un mecmualarını bir an evvel temin edelim, arayalım, bulalım, dikkat, tefekkür ve ihlâsla okuyalım. Kur'ân ve îman hizmetine bu vaziyette koşalım. Risale-i Nur'un bu asırdaki makbuliyetine işaret eden deliller fazlasıyla mevcud olduğuna göre, insaf sahibi her mü'min kardeşimiz, onun tabiî bir yardımcısıdır.

Hem madem, Risale-i Nur bu asra has hususiyetler taşıyor, hem madem, binlerce âlimlerin takdirleriyle karşılanıyor; hem madem, Kur'ânın dellâllığını yapan kahraman Üstad, eşine rastlanmayacak bir mükemmeliyetle, dürüst adımlarla, hakikî pren-

sh: » (T: 598)

sipleriyle, bütün hayatını îman ve İslâmiyete vakfetmiş, dünyevî hiçbir menfaat aramadan sırf Allah rızası uğruna çalışmıştır; hem mâdem, bütün kuvvetiyle Nur talebeleri de, îman ve İslâmiyete Ehl-i Sünnet dairesinde hizmet için hayatlarını dahi çekinmeden veriyor ve süflî menfaat peşinde değildirler ve madem yüz binlerce Nur talebeleri bütün tazyik ve tehdidlere rağmen bu hakikati fiilen isbat etmişler; hem her talebe, bugün cereyan eden bâtıl felsefenin akidelerine, hakikî, mantıkî cevablar vermek üzere yetişmişler ve yetişiyorlar; hem her ihtiyacımıza Kur'ân cevab veriyor, onda lâzım olan her hakikat sarih olarak vardır ve madem Kur'ân, en güzel şekilde ders veren Allahın hediyesi, bir nuru ve rahmetidir... öyle ise, bu hazine-i rahmeti ve menba-ı hakikatı ders veren ve hakikî surette gençliğin ve âvamın anlayabileceği bir şekilde bildiren Risale-i Nur'u, dikkat ve tefekkürle ve devamlı olarak müsaid vakitlerimizi boşa gidermeden okumak ve yazmak en büyük ibadet ve zevk kaynağıdır. Hal ve istikbalin ve biz gençlerin, çok leziz ve iştiyakla alacağı gayet nâfi ve vâfi bir ilâç ve bir tiryaktır, bir mânevî kurtarıcıdır. Bu kat'î hakikatlar meydanda iken, ona bütün kuvvetimizle sarılmamak, baştan aşağı Risale-i Nur'u tedkik etmemek, alâkadar olmamak, ancak gafletin eseri olabilir.

Hem, kim hakikat peşinde koşuyorsa, Risale-i Nur'dan ders alması lâzımdır. Ve Nur yolunda giden her münevver, hakikî saadete kavuşacak ve yeryüzünün mahiyetini derkedecektir diye, biz Ankara Nur talebeleri dahi ittifak ediyoruz. Ebedî hayat hazinesini gösteren Kur'ân-ı Hakîm'in nuru olan Risale-i Nur, elbette bir zaman dünyayı çınlatan nurlu sesini yükseltecektir.

Madem İslâm âlimleri -Hadîs-i Şerife göre- dünya ikbal ve heveslerinin peşinde koşmadıkça, peygamberlerin en emin vârisleridirler. Biz de Risale-i Nur'u, onun tam vârisi biliyoruz. Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsi, hakikî vâris olmanın esasını yaşamış ve yaşıyor. Onun karşısına çıkan körler ve sağırlar ve hissiz gafiller küçüleceklerdir. Böyle muazzam bir olgunluğa sahib olan Risale-i Nur, elbette bütün feylesofları, dünya ilim ve hak erbabını çağıracak ve her akl-ı selim ve kalb-i kerim olan mübarek insanları talebesi yapacak. Bu da inşâallah uzakta değil, yakında tahakkuk edecektir. Dünya, ekserî feylesofların ve âlimlerin dediği gibi, yepyeni bir oluşun eşiğindedir. Dünya, nurunu arıyor. Hakikat



sh: » (T: 599)

şairi Mehmed Âkif:

O nuru gönder İlâhî asırlar oldu yeter!

Bunaldı milletin âfakı bir sabah ister.

diye işte bu nura işaret ettiği, bugün bizce bir hakikattır.

Aziz Kardeşlerimiz,

Risale-i Nur'a lâyık olacak şekilde çalışmamız için bize de dua ediniz ki, Ankara muhiti, bizi içine alıp eritmesin. Nur, her ne kadar karanlığı gideriyorsa da, yine onu görecek göz, anlayacak kafa lâzım. Böyle bir muhitte, gözlerimize perde inmesin. Biz biçarelere dua ediniz. Allah hepimizi Risale-i Nur'a sarılmakla aziz din-i mübinimize hizmet edenlerden eylesin; Âmin...

Bir kardeşimiz dedi ki: Bugün, sabah namazından sonra şu mısralar mülhem oldu, kardeşlerimize bildirelim.

Dinim İslâm, kitabım Kur'an, İmanım haktır.

Bu uğurda can vermek, ebedî yaşamaktır.

Sizleri Çok Seven

Ankara Üniversitesi Nur Talebeleri

 
Üst