Eskişehir hayatı

mihrimah

Well-known member
Eskişehir hayatı tarihçe-i hayat-B-

(Orjinal Sayfa:225)
Elbette, mahkeme-i adâlet, böyle asılsız bu evham ve isnadatları def'edip, hakkımızda ihkak-ı hak edecektir. Gerçi, kanunları bilmemek eksere göre bir mâzeret teşkil etmez. Fakat haksız olarak, hücra bir köyde, tarassud altında, yabancı bir yerde, şiddetle dünyadan küstürüp, nefiy ile ikame ettirip, mütemadiyen tarassud ile ta'ciz edilen bir adamın kanunları bilmemesi; elbette ehl-i insafın nazarında bir özür teşkil eder.
İşte ben o adamım. Ve beni yanlış bir vehim ile muaheze ettikleri mevadd-ı kanuniyenin hiç birini bilmezdim. Hattâ yeni hurufla imzamı atamazdım. Bazan hizmetçimden başka, on günde bir adam ile görüşmedim. Herkes bana muavenetten kaçar. Avukat tutmaya iktidarım yok. Bütün hayatımda "En menfaatli ve en iyi hile, hilesizlik olduğu" düstur olduğundan, bütün müdafaatımda hak ve hakikat ve sıdk ve doğruluk esasını takib ettim. Bu hakikata binaen, müdafaatımda veyahut bazan nadiren bir-iki risalelerimde, zamân-ı hâzırın kanunlarına ve resmî merasimlerine tevafuk etmeyen ifâdâtıma nazar-ı müsamaha ile bakmak adâletin mukteziyat ve îcâbâtındandır. Benim müdâfaâtımda mücmel kalan noktalar, iddianameye karşı yazdığım itiraznamemde vardır ve itiraznamemde mücmel kalan noktaların, müdâfaâtımda izahatı vardır; birbirini tekmil eder. 163'üncü Madde-i Kanuniyenin tazammun ettiği -manen- kuyud-u ihtiraziye ile beraber ve vâzı-ı kanunun irade ettiği maksad, asayişin ihlâline medar olmamak olduğuna binaen; ihlâl-i asayişe işaret ve delâlet edecek hiçbir emare ve tereşşuhat, benim ve risalelerim yüzünde görülmediği ve zabtınıza geçen müdafaatımda yirmi defa kat'î bir surette bu kanunun mes'elemizle alâkası olmadığını ve kat'iyen cezayı müstelzim bir cihet bulunmadığını isbat ettiğim halde; her nasılsa, bidayetteki evhamın te'siratıyla, o madde-i kanuniye ile bizi muaheze etmek için mezkûr maddeyi ileri sürmek hiçbir vecihle şân-ı adâlete yakışmayacağından, beraetimi taleb eyleyerek, en son sözüm:
حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ { فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ


(Orjinal Sayfa:226)
İDDİANAMEYE KARŞI İTİRAZNÂMEM
Ey hey'et-i hâkime ve ey müddeiumumi! Bu iddianamede sebeb-i ittihamım herbir maddeye karşı, istintak dairesinde zabtınıza geçen müdafaatımda cevabları vardır. Hususan "Son Müdafaâtım" nâmındaki otuzbeş sahifelik bir müdâfaânameyi, itiraz yerine, size takdim ediyorum. Bu noktaya nazar-ı adâlet ve insafı çevirmek için derim ki:
On seneden beri Isparta Vilâyetinde, mazlum bir surette, tazyik altında asayiş-i dahiliye ve emniyet-i umumiyeye zarar verecek hiçbir emare, hiçbir tereşşuhat olmadığı halde, emniyet-i dahiliyeyi ihlâl etmek teşebbüsü ile ittiham edilmekliğime hangi insaf, hangi vicdan müsaade


eder? Eğer 163'üncü madde-i kanuniye mânâsı bizim hakkımızda da vech-i tatbiki gibi mana verilse, o vakit başta Diyanet Riyaseti, bütün imamlar, hatibler ve vaizlere teşmil etmek lâzım
gelir. Çünki, hayat-ı diniyeyi telkin etmekte onlarla beraberiz. Eğer telkinât-ı diniyye, emniyet-i dahiliyeyi, mutlaka ihlâl etmek gibi mânâsız bir fikir ileri sürülse, umûma şâmil olur. Evet benim, onların fevkinde bir cihet var ki; o da kat'iyyetle, şübhesiz şeksiz hakaik-i imaniyeyi izah etmektir. Bu ise; farz-ı muhal olarak, umum ehl-i dine bir itiraz gelse, bu hal bizi itirazdan kurtarmağa vesile olur. Benim hakkımda bu kadar tahkikatla beraber daha tesbit edilmeyen ve tesbit edilse de, adâlet-i hakikiye noktasında bir suç teşkil etmeyen ve bir suç teşkil etse de, yalnız beni mes'ul eden bir madde yüzünden, yirmi kadar masum ve bîgünah kimseleri; çoluk çocuğundan, işinden alıkoyup hapiste perişan etmek, elbette adliyenin nazar-ı adaletine uygun gelmez. Benim ile ednâ bir teması bulunan çok bîçare masumlar, tevkif ile mühim zararlara dûçar oldular.
Şark hâdisesi münasebetiyle nefyedilmem, iddiânâmede iştiraki ihsas ettiği cihetle cevab veriyorum ki: Hükûmetin dosyalarında, benim künyem altında hiçbir meşruhat yoktur; sırf ihtiyat yüzünden nefyedildiğim, hükûmetçe sabit olmuştur. Ben, o zaman da, şimdiki gibi münzevi yaşıyordum. Bir dağın mağarasında, bir hizmetçi ile yalnız otururken; beni tutup, on sene bilâ-sebeb, müracaat etmediğim için, dokuz sene bir köyde, bir sene de Isparta'da ikamete mahkûm edip, ahirinde bu musibete giriftar ettiler.


(Orjinal Sayfa:227)
Üçüncü İddiânâme
"Barlada iken te'sis-i münasebet edildiği, uzağında ve yakınında bulunan bu eşhasın maddî ve manevî yardımlarını te'min ederek faaliyete giriştiği ve hey'et-i umumiyesine Risale-i Nur adını verdiği ve kısım kısım yazdırdığı bu eserlerini muhtelif vasıtalarla gizli gizli çoğalttırarak Antalya, Aydın, Milas, Eğirdir, Dinar ve Van gibi mıntıkalarda, adamlarının delâletiyle neşr ve tamim ettirdiği, bu eserlerden devletin emniyet-i dahiliyesini ihlâl edebilecek olanlarına mahrem ve yarım mahrem diyerek işaretler koyduğu ve bu suretle istihdaf ettiği gayesini kendisinin de kabul ve izhar etmiş bulunduğu" hakkındaki fıkraya karşı, şu kat'î ve izahlı cevabın, sizin evvelce zabtınıza geçen "Son Müdafaa" namındaki otuzbeş sahifelik müdafaatımı itirazname olarak takdim ile beraber derim ki:
Yüzbin defa hâşâ!.. İman ilmini rıza-yı İlâhiden başka bir şeye âlet etmemişim ve edemiyorum ve kimsenin de hakkı yoktur ki edebilsin. Ve Risale-i Nur namı altındaki yüz yirmi beş risale, yirmi sene zarfında te'lif edilmiş.
Mahrem dediğimiz risaleler ise, üç tanesi bize gurur ve riyaya medar olmamak için mahrem demişim. Şimdi ise, o setr-i mahremin bir köşesini fâşetmeye mecbur olarak derim ki: O mahremlerden birisi, Keramet-i Gavsiye; ikinci, Keramet-i Aleviyye; üçüncü, sırr-ı ihlasa ait risalelerdir ki; o iki keramet, benim haddimden yüz derece fazla ve hizmet-i Kur'aniyemi takdir suretinde, Hazret-i Ali ile Hazret-i Gavs'ın işaretleridir. Ve riyadan, gururdan, enaniyetten kurtaracak sırr-ı ihlâsa dair risaleye, en has kardeşlerime mahsus olarak, mahrem denmiştir. Asayiş-i dahiliye ile bunların ne münasebeti var ki, onlar medar-ı itham oluyorlar! İkinci kısım mahremler ise; "Darül-Hikmet" de ve dokuz sene evvel Avrupa itirazatına ve Doktor Abdullah Cevdet'in dinsizce hücumlarına karşı yazdığım bir-iki risale, ve bazı me'murların bana insafsızcasına ve gaddarane tecavüzlerine karşı şekva suretinde yazdığım iki küçük risaledir ki; son müdafaatımda bahsetmişim. Bu dört risalenin te'lifinden bir zaman sonra, serbestî kanunlarına ve hükûmetin işine hiçbir cihette temas etmemek için, onların neşrini men'edip, "Mahremdir" demişim; en has bir-iki kardeşime mahsus kalmıştır. Delilim de şudur ki: Bu kadar taharriyatınızda, o mahrem denilen risalelerin hiçbir yerde

(Orjinal Sayfa:228)
bulunmamasıdır. Yalnız umumunun fihristesi elinize geçmiş, o fihristeye göre bu noktalardan istizaha lüzum görülmüş; ben de cevab vermişim, o cevab da zabtınıza geçmiştir.
İddiânâmede, müteaddid mıntıkalar ve Risale-i Nur'un neşr ve tamimine adamlar vasıtasıyla çalıştığım beyan ediliyor. Cevaben derim ki:
Ben bir köyde, gurbette, kimsesiz, hüsn-ü hattım yok iken; tarassud altında, herkes benim muavenetimden çekinirken; yalnız gayet mahdud dört-beş ahbabıma bir yâdigâr olarak hâtırât-ı îmaniyeyi gönderdiğime "Neşr ve tamime çalışıyor" demek, ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu elbette takdir edersiniz. Benim gibi haddinden çok fazla teveccüh-ü âmmeye mazhar bir insanın, onbeş sene Van'da tedris ile meşgul olduğum halde, bir tek dostuma bir-iki îmanî risalelerimi göndermekle buna nasıl neşriyat denilir? Benim matbaam yok, kâtiblerim yok, hüsn-ü hattım yok, elbette neşriyat yapamadım. Demek Risale-i Nur; câzibedardır, kendi kendine intişar ediyor. Yalnız bu kadar var ki; "Onuncu Söz" namında haşre dair olan risaleyi, daha yeni harfler çıkmadan evvel tab'ettirdik. Hükûmetin büyük me'murlarının ve meb'uslarının ve vâlilerinin ellerine geçti, kimse itiraz etmedi. Ondan, sekizyüz nüsha intişar etti. Onun intişarı münasebetiyle, onun gibi sırf uhrevî ve îmanî bir kısım risaleler, kendi kendine bir kısım insanların eline geçti. Elbette ihtiyarsız, kendi kendine bu intişar benim hoşuma gitmiş. Ben de bazı hususi mektublarımda, bu takdirimi teşvik tarzında yazmışım. Bu üç aydır, bu kadar taharriyat-ı amîka neticesinde, koca bir memlekette, onbeş-yirmi adamın ellerinde kitablarımı bulmuşlar. Benim gibi otuz sene te'lifat ve tedrisatla ömrü geçen bir adamın, yirmi hususi dostunda bazı hususî risaleleri bulunması, ne suretle neşriyat olur? "O neşriyat ile nasıl bir hedefi takib edebilir?" denilir.
Efendiler! Eğer ben dünyevî veyahud siyasî bir maksadı takib etseydim, bu on sene zarfında, onbeş-yirmi değil, yüzbin adamlar ile alâkadarlığım tezahür edecekti. Her ne ise, bu noktaya dair son müdafaatımda daha fazla izahat ve tafsilât vardır.
.............................................................................................
لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ { َفِلاُمِّهِ السُّدُسُ

(Orjinal Sayfa:229)
Ayetlerinin eskiden beri medeniyetin itirazına karşı bütün tefsirlerde bulunan bir hakikat ve gayet kat'i ve şübhesiz bir cevab-ı ilmî, iddiânâmede benim aleyhimde nasıl istimâl edilebilir?
İddiânâmede, yine fihristeden naklen, Huruf-u Kur'aniye ve zikriyenin tercümeleri yerlerini tutmadıklarından medar-ı tenkid beyan ediliyor. Bu mes'ele, sekiz sene mukaddem olmuş bir mes'eledir ve hiçbir itiraz kabul etmez bir hakikat-ı ilmiyedir. Ondan hayli zaman sonra, bu zamanın bazı mukteziyatına göre tercüme edilmesinin hükûmetçe kabûlü ne suretle o hakikat-ı ilmiyeyi aleyhime çevirir.
Mescidimizin kapanması münasebetiyle, dört noktadan ibaret, bana vahşiyane zulmeden Nahiye Müdürüyle birkaç arkadaşı ve Kaza Kaymakamının, şahıslarına ve memuriyetlerinin sû'-i istimallerine karşı bir şekvanamedir ki; o risaleyi kimseye vermedim. Çünki, hiç kimsede bulunmamıştır.
.........................................................................
Onuncu Sözün tevafukatındandır ki; Onuncu Sözün satırları hem te'lif tarihine, hem dini dünyadan tefrik eden lâdinî cumhuriyetin ilânına tevafuk ediyor ki, haşrin inkârına bir emaredir. Yani o fıkranın meali budur: "Madem cumhuriyet dine, dinsizliğe ilişmiyor, prensibiyle bîtarafane kalıyor; ehl-i dalâlet ve ilhad, cumhuriyetin bu bîtaraflığından istifade etmekle, haşrin inkârını izhar etmeleri muhtemeldir." demektir. Yoksa hükûmete bir taarruz değildir; belki hükûmetin bîtarafane vaziyetine işarettir. Elhak, bundan dokuz sene evvel, Onuncu Söz, sekizyüz nüsha yayılmasıyla, ehl-i dalâletin kalblerindeki inkâr-ı haşri sıkıştırdı; lisanlarına getirmelerine meydan vermedi, ağızlarını tıkadı. Onuncu Sözün harika bürhanlarını gözlerine soktu.
Evet Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azim, imanın etrafında çelikten bir sur oldu ve ehl-i dalâleti susturdu. Elbette Hükûmet-i Cumhuriye bundan memnun oldu ki, meclisteki meb'usanın ve valilerin ve büyük memurların ellerinde kemal-i serbestî ile gezdi.
.................................................................................
Avrupa medeniyet ve felsefesi namına ve belki İngilizlerin ifsad-ı siyaseti hesabına "Tesettür Âyeti"ne ettikleri itiraza karşı, gayet kuvvetli ve müskit bir cevab-ı ilmîdir. Böyle bir cevab-ı ilmî,

(Orjinal Sayfa:230)
değil bundan onbeş sene evvel, her zaman takdir ile karşılanır. Bu hürriyet-i ilmiyeyi, elbette hürriyet-perver bir Hükûmet-i Cumhuriye tahdid etmez.
....................................................................................
Ey hey'et-i hâkime! Risale-i Nur'un hedefi dünya olsaydı veya bir maksad-ı dünyevi, içinde niyet edilseydi yüzyirmi risale içinde, nazarınızda onbinler medar-ı tenkid noktalar bulunacaktı. Böyle yüzyirmi bin tatlı meyveler içinde, sizce sulfato gibi acı gelmiş yalnız onbeş meyveler bulunmasıyla, o mübarek bahçeyi yasak etmek ve bahçe sahibini mes'ul etmek caiz olabilir mi? Adalet-perver olan vicdanınıza havale ediyorum. Ben, son müdafaatımda beyan etmişim ki; otuz senedir, Avrupa feylesoflarına ve Avrupa feylesofları hesabına dahilde ecnebi dolabları hesabına çalışan mülhidlere karşı muaraza ederek cevab vermişim ve veriyorum. Muhatabım, ekseriya nefsimden sonra onlar olduğunu, risalelerimi takib eden anlar. Şimdi ben sizlerden soruyorum: Böyle Avrupa feylesoflarının başına ve ecnebi entrikaları hesabına çalışan dinsiz her bir mülhidin yüzüne indirdiğim kuvvetli ilmî bir tokat, hangi suretle hükûmet hesabına geçiyor? Böylelere ait olan tokadı, hükûmet hesabına almak bizim havsalamız almıyor ve ihtimal de vermiyoruz. Hükûmet namına ve kanun hesabına bu haklı ilmî tokatları medar-ı mes'ul tutmak değil, belki Hükûmet-i Cumhuriyenin hürriyet-perverliği, bu tokatları alkışlar.
İTİZAR
(Üç gün müddetle tebliğ edilen iddianameye karşı itiraznâme yazmak)
Birinci günü geç geldiği için, akşama kadar ancak okundu. İkinci gün, kısm-ı âzamı tercüme edildi. Ancak beş-altı saat fırsat bulup, acele bu uzun itiraznameyi yazdım. Evvelki müdafaatımda dediğim gibi: Kanunları, hususan şimdiki resmî işleri bilmediğimden; çoktan beri
ihtilâttan memnu' olduğumdan ve dört-beş saatta yazılan uzun itiraznâme, elbette çok müşevveş ve noksan olacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmanızı temenni ederim.

* * *
(Orjinal Sayfa:231)
CEZA HÂKİMİNE SON MÜDAFAA
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Altmış küsûr sahifeden ibaret olan ithamkârane kararnâmedeki -oniki sahife- şahsıma ait kısmına karşı müdafaamdır:
Kararnâmede aleyhimizde zikredilen maddelere karşı, mahkemenin zabtına geçen müdafaatımda kat'î cevabları vardır. Bu kararnâme namındaki asılsız ve vehimli ithamnâmeye karşı, ondokuz sahifeden ibaret itiraznâmemi ve yirmidokuz sahifeden ibaret son müdafaatımı ibraz ediyorum. Bu iki müdafaa, sorgu hâkimlerinin kararnâmelerinin bütün muaheze noktalarını ve esas ithamlarını kat'i bir surette reddile çürütüyor, asılsız olduğunu gösteriyor. Yalnız burada, bu kararnâmenin istinad ettiği ve itham edenlerin nereden aldandıklarını, bu asılsız muahazeyi nereden iktibas ettiklerini gösterir "Beş Umde" olarak söylişyeceğim.
Birincisi: Risale-i Nur'un, yüzyirmi parçasından iki-üç-dört parçasında onbeş fıkrayı bahane tutup, beni ve Risale-i Nur'u hükûmetin prensiplerine muhalif ve rejimine karşı muarız ve emniyet-i dahiliyeyi ihlâle teşebbüs ithamı ile gayet asılsız bir davaya elcevab:
Ben de derim: Acaba umum Avrupa'nın mâl-ı müşterekesi olan medeniyet ve yalnız bu zaman ilcaatına binaen Hükûmet-i Cumhuriyenin o medeniyetin bir kısım kanunlarını kabul etmesiyle, o medeniyetin menfaatli değil, belki kusurlu kısmına, hakaik-i Kur'aniye hesabına olan müdafaat-ı ilmiyeme hangi suretle "Hükûmetin prensibine ve hükûmetin rejimine muhalif" ve "Hükûmetin inkılâbı aleyhine hareket" namı veriliyor? Acaba bu Hükûmet-i Cumhuriye, Avrupa medeniyetinin kusurlu kısmının dâva vekilliğine tenezzül eder mi? O kusurlu medeniyetin İslâmiyete muhalif kanunları, eski zamandan beri hükûmetin hedefi midir? Hükûmete muarız vaziyet almak nerede; bu bir kısım kusurlu medeniyet kanunlarına karşı hakaik-i Kur'aniyeyi ilmî bir surette müdafaa etmek nerede? Kur'an-ı Hakîmin Âyat-ı kat'iyesiyle, binüçyüz seneden beri, milyonlar tefsirlerinde ve halen kütübhanelerde dolu tefsirlerde

(Orjinal Sayfa:232)
لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ { َفِلاُمِّهِ السُّدُسُ { يَا اَيُّهَا النّبِىُّ قُلْ ِلاَزْوَاجِكَ { فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ ilaahir gibi Âyetlerin hakaik-i kudsiyelerini Avrupa feylesoflarının itiraz ve tecavüzatına karşı otuz seneden beri yazdığım müdafaat-ı ilmiyemi "Hükûmetin inkılabına, prensibine ve rejimine muhalif kasdı var" diye beni itham etmek, öyle bir zâhir garaz ve öyle bir esassız vehimdir ki; buradaki mahkeme-i âdileye taallûk etmeseydi, müdafaa ve cevab vermeyi lâyık görmezdim.
Hem acaba eskiden beri bu vatan ve millete zarar niyetiyle, Avrupanın dinsiz komiteleri hesabına ve Rum, Ermeniler cemiyeti vasıtasıyla dinsizlik ve ihtilâf ve fesad tohumlarını saçan mülhidlere karşı müdafaat-ı ilmiyem, hangi suretle hükûmet aleyhine alınıyor? Ve hangi sebeble hükûmete bir taarruz manası veriliyor? Hangi insafla böyle dinsizliği hükûmete mâledip ittiham ediliyor? Hükûmet-i Cumhuriyenin kuvvetli esasları böyle dinsizlerin aleyhinde olduğu halde; dinsizliği, hükûmetin bazı prensiplerine mâledip, benim, vatan ve millet ve hükûmet hesabına öyle müfsidlere karşı yirmi seneden beri galibane müdafaat-ı ilmiyeme "Dini siyasete âlet ve hükûmet aleyhine teşvik" manasını vermek, hangi insaf kabul eder ve hangi vicdan razı olur?
Evet, değil bu mahkemeye, belki bütün dünyaya ilân ediyorum: Ben, hakaik-i kudsiye-i imaniyeyi, Avrupa feylesoflarına ve bilhassa dinsiz feylesoflara ve bilhassa siyaseti dinsizliğe âlet edenlere ve asayişi manen ihlâl edenlere karşı müdafaa etmişim ve ediyorum.
Ben, Hükûmet-i Cumhuriyeyi, ilcaat-ı zamana göre bir kısım Kanun-u Medenîyi kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir Hükûmet-i İslâmiye biliyorum. Kararname namındaki ithamnâmede, vazifesini yapan müstantıklara değil, belki müstantıkların istinad ettiği mülhid zalimlerin evham ve entrikalarına karşı derim:
Siz beni: "Dini siyasete âlet etmek" ile itham ediyorsunuz. Ve o itham, zâhir bir iftira olduğu ve esassız, çürük bulunduğunu, yüz delil-i kat'i ile isbat etmekle beraber; bu ağır iftiranıza mukabil, ben de sizi, siyaseti dinsizliğe âlet etmek istiyorsunuz diye itham ediyorum!

(Orjinal Sayfa:233)
Bir zaman, cerbezeli bir padişah, adalet niyetiyle çok zulüm ediyormuş. Bir muhakkik âlim ona demiş: "Ey hâkim! Sen raiyetine adalet namıyla zulüm ediyorsun. Çünki tenkidkârane cerbezeli nazarın, zamanen müteferrik kusûratı birden toplar; bir zamanda tasavvur edip, sahibini şiddetli bir cezaya çarpıyorsun. Hem bir kavmin müteferrik efradından vücuda gelen kusûratı o tenkidkâr cerbezeli nazarında topluyorsun. Sonra o perde ile, o taifenin herbir ferdine karşı bir nefret, bir hiddet size gelir; haksız olarak onlara vurursun. Evet, senin bir sene zarfında attığın tükürük, bir günde senden çıkmış bulunsa, içinde boğulacaksın. Müteferrik zamanda istimâl ettiğin sulfato gibi acı ilâçları, bir günde birkaç kişi istimal etse, hepsini de öldürebilir. İşte aynı bunun gibi; mehasinin ortalarında bulunmasıyla, arasıra kusuratı setretmek lâzım gelirken; sen raiyetine karşı kusuratı izale eden mehasini düşünmeden, cerbezeli nazarınla müteferrik kusuratı toplayıp, ağır ceza veriyorsun." İşte o padişah, o muhakkik âlimin ikazatıyla, adalet namına yaptığı zulümden kurtuldu.
.......................................................................................
Gizli bir kuvvet, bil'iltizam beni mahkûm etmek istiyor. Ve her bahaneyi bulup, bin dereden su getirmek gibi her bir çareye müracaat edip, kurdun keçiye bahanesinden daha garib bahanelerle beni itham altına almak ve mahkûm ettirilmek istenildiğimi hissediyorum. Meselâ, üç aydır bu kelimeyi tekrar ediyorlar: "Said-i Kürdî, dini siyasete âlet ediyor!" Ben de bütün mukaddesata yemin ediyorum ki: Bin siyasetim olsa, hakaik-i imaniyeye feda ediyorum. Ben, nasıl hakaik-i imaniyeyi dünya siyasetine âlet edebilirim? Ben, yüz yerde bu ithamı çürüttüğüm halde, yine mânâsız nakarat gibi tekrar edip ileri sürüyorlar. Demek bil'iltizam ve herhalde beni

mes'ul etmek arzusunda bulunuyorlar. Ben de, aleyhimizdeki mülhid zâlimleri, siyaseti dinsizliğe âlet etmeleri ile itham ediyorum. Ve onların medar-ı ittihamı olan bu müdhiş manayı bildirmemek için bana isnad ettikleri: "Said, dini siyasete âlet ediyor" cümlesiyle setre çalışıyorlar. Madem öyledir, her halde beni mahkûm etmek istiyorlar. Ben de ehl-i dünyaya derim: Bu ihtiyarlıktaki bir-iki senelik ömür için lüzumsuz tezellüle tenezzül etmem.
............................................................................................
(Orjinal Sayfa:234)
Beşinci Umde: "Dört Nokta"dır.
Birinci Nokta: Kararnamede, kelimeler üzerinde oynanılıyor. Bir kelimenin, kasdî olmadığı halde, bir manasında târiz çıkarıyorlar. Halbuki, Risale-i Nur'da hedef bütün bütün ayrı olduğundan, kelimatındaki kasda makrun olmayan târizler değil, belki tasrihler de bulunsa şayan-ı afv ve müsamahadır. Bu noktayı izah eden bu misal, mikyastır. Meselâ:
Ben bir maksadımı hedef ederek yoluma koşup gidiyorum. İhtiyarsız, yolumda koşarken büyük bir adama çarpıp, o adam yere düşse. Desem: "Efendim, affet! Ben, maksadıma gidiyordum. Bilmeyerek çarpıldım." Elbette affeder ve gücenmez. Eğer kasdî olarak bir parmağı o adama taciz suretinde kulağına iliştirsem, hakaret telâkki edecek ve benden gücenecek.
............................................................................................
Risale-i Nur'un hedefi iman ve ahiret olduğundan, harekât-ı ilmiye ve fikriyesinde ehl-i dünyanın siyasetine çarpsa ve şiddetli kelimat bulunsa, şayan-ı afv ve müsamahadır. Maksadımız size ilişmek değildir, hedefimizde yürüyoruz.
............................................................................................
Dünyada hiç misli görülmemiş bir haksızlığa maruz kaldım. Şöyle ki:
Son müdafaatım ve üç itiraznamem ile, yirmi cihetle kat'i delillerle 163'üncü maddenin bana temas etmediğini ve yirmi senede yazılan 120 risalemin içinde, kendilerince medar-ı tenkid yirmi kelimeden aşağı mahdud birkaç nokta bulunmasıyla, ayrı ayrı zamanda yazılmış kıymetdar ve menfaatli ve uhrevî ve Avrupa feylesoflarının dinsiz ve mülhid şakirdlerine karşı, -Darül-Hikmetil-İslâmiyenin azalığı münasebetiyle- hakiki ve ilmî müdafaatım; çok zaman sonra ilcaat-ı zamana göre kabul edilen Kanun-u Medeninin bazı maddelerine, yüzbin kelimat içinde on-onbeş kelimenin muvafık gelmemesi sebebiyle hem benim mahkûmiyetim taleb edilmiş; hem mühim keşfiyat-ı maneviyeyi havi yüzyirmi kitab olan Risale-i Nur'un elde bulunan nüshaları müsadere edilmiş ve indelmuhakeme bütün ilmî ve mantıkî ve kanunî iddia ve müdafaatım esbab-ı mucibe gösterilmeksizin sebebsiz ve kanunsuz reddedilmiştir. 163'üncü madde-i kanuniye asayişi ihlâl edebilecek hissiyat-ı diniyeyi tahrik edenler mealinde bulunan şu kanunun, elbette bu hadsiz genişlik içinde

(Orjinal Sayfa:235)
bir tefsiri var. Elbette kuyud-u ihtiraziyesi bulunacak. Yoksa; bu madde, bu geniş mânâ ile beni mahkûm ettiği gibi, bütün ehl-i diyaneti ve başta Diyanet Riyaseti olarak, bütün vaizlere ve bütün imamlara, bana teşmil edildiği gibi teşmil edilebilir. Çünki; yüz sahifeden fazla müdafaat-ı kat'iyye ve hakikiyem ile beraber; bana temas ettirilebilecek bir mana veriliyor ki o mânâ her nasihat eden kimseye ve hatta bir dostunu iyiliğe sevketmek için irşad eden herkesi daire-i hükmü altına alabilir. Bu madde-i kanuniyenin mânâsı şu olmak gerektir ki; taassub perdesi altında muhalif bir siyaseti takib ve terakkiyat-ı medeniyeye sed çekenlere sed çekmek içindir. Bu maddenin bu mânâda çok kat'î delillerle isbat etmişiz ki, bize bir cihet-i temâsı yoktur.
Evet bu madde, bu mânâda, tefsirsiz ve kuyud-u ihtiraziyesiz ve garazkâr, istediği adamları onunla çarpmasına müsaid hududsuz bir manada olamaz. Evet ben on sene nezaret ve dikkat altında ve yirmi senede te'lif ettiğim yüzyirmi risale ile bu kadar hakkımdaki tedkikat-ı amîka neticesinde cüz'i bir derece asayişi ihlâl etmiş bir emare, ne bende ve ne de o risaleleri okuyanlarda bulunmadığı halde yirmi vechile isbat ettiğim ve beni yakından tanıyan zatların şehadetiyle, onüç seneden beri şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçtığımı ve hükûmetin işine karışmadığımı ve tahammül-ü beşer fevkinde işkencelere tahammül edip dünyaya karışmadığım ve iman hizmetini bu dünyada en büyük maksad telâkki ettiğim halde; "Said dini siyasete âlet edip, asayişi ihlâle teşebbüse niyet ediyor" diye, beni 163'üncü maddeye temas ettirmek, mahkûm etmek bütün rûy-i zemindeki adliye ve mahkemelerin haysiyetine ilişecek ve nazar-ı dikkati celbedecek hiç görülmemiş bir hâdise-i adliyedir kanaatindeyim.
İşte, cihangir hükümdarların ve kahraman kumandanların küçük mahkemelerde diz çöküp kemal-i inkıyad ile mutavaat göstermeleri, mahkemenin, hiçbir cihet ile zedelenmeyecek bir haysiyet ve şerefinin mevcudiyetini isbat eder. İşte mahkemelerin bu yüksek ve manevî haysiyetine dayanıp, hukukumu, hürriyetle müdafaa ediyorum. Bir makale içindeki zararlı görülen dört-beş kelime sansür edildikten sonra mütebakisinin neşrine izin verilirken; yüzyirmi kitabın, birbirinden ayrı ve ayrı ayrı zamanlarda te'lif edildiği halde, yalnız bir-iki risalede şimdiki nazarlara zararlı tevehhüm edilen onbeş kelime yüzünden, yüzonbeş masum ve menfaatdar
(Orjinal Sayfa:236)
ve mühim bir kısmı Ankara Kütübhanesinde mevcud olup iftiharla kabul edilen kitabların ele geçenlerini müsadere ile mahkûm edilmesi, rûy-i zemindeki adliyenin şerefine elbette ilişecek mahiyettedir. Elbette Mahkeme-i Temyiz bu haysiyet ve şerefi sıyanet eder.
En ziyade tenkid edilen ve umum kitablarımı muahazeye sebebiyet veren beş-on mes'ele içinde en mühimmi, gelecek bu iki mes'eledir: لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ { َفِلاُمِّهِ السُّدُسُ Âyetleridir. İşte benim ve kitablarımın mahkûmiyeti beş-altı mes'eleden, en birinci bu iki mes'eledir. Ben hakikî, menfaatli medeniyete karşı değil, belki kusurlu ve zararlı "mimsiz" tabir ettiğim medeniyete karşı otuz-kırk seneden beri i'caz-ı Kur'anı esas tutup, o medeniyetin muhalif noktalarını aşağı düşürüp, medeniyetin aczi ile i'caz-ı Kur'anı isbat etmek esası üzerine matbu ve gayr-ı matbu, Arabça ve Türkçe çok kitablar yazdım. İrsiyet hakkındaki kanun-u medeninin, Kur'anın bu iki Âyetine muhalif maddelerini vaktiyle müvazene etmişim. Onların muannid feylesoflarını da ilzam edecek deliller göstermişim. Hükûmet-i Cumhuriyenin ilcaat-ı zamana göre kabul ettiği bir kısım kanun-u medenînin bir kısım maddelerini kabulden evvel, bu mes'eleleri, medeniyete ve feylesoflara karşı yazmışım ve müdafaa etmişim. Kurun-u Ulâ ve Vustâdaki zayi olan kadınlık hukukunu, Kur'an-ı Hakîm gayet ehemmiyetle muhafaza ettiğini beyan etmişim. Şimdi, bu iki mes'eledeki beyanatım, Hükûmet-i Cumhuriyenin kanununa muhaliftir diye, 163'üncü madde ile muaheze edildim. Ben de adliyenin en yüksek mahkemesine derim ki:
Bin üçyüz elli senede ve her asırda, üçyüz elli milyon insanların hayat-ı içtimaiyesinde en kudsi ve hakikî ve hakikatlı bir düstur-u İlahînin üçyüz elli bin tefsirlerin tasdikine ve aynen hükümlerine istinaden, ve bütün ecdadımızın ruhlarına hürmeten, i'caz-ı Kur'anı Avrupa mülhidlerine karşı göstermek için, iki nass-ı Âyeti, onbeş sene evvel ve on sene evvel ve dokuz sene evvel üç kitabımda zikretmekliğim, beni şimdiki şerait dahilinde ve ahvâl-i sıhhiyem noktasında yaşayamıyacağım bir mahpusiyete mahkûm edip ve dolayısıyla, bir cihette âdeta idamıma hükmeden ve yüz onbeş risalemi bunun gibi bir-iki mes'ele yüzünden mahkûm eden haksız bir kararı; elbette rûy-i zeminde adalet varsa, bu kararı red ve bu hükmü nakzedecektir.
(Orjinal Sayfa:237)
En ziyade bizi gayet hayretle, nihayet bir me'yusiyete düşüren şudur ki: Isparta'da habbeyi kubbe yapıp, hiçbir hakikata istinad etmeyen evham ve ihbarata binaen hakkımda verdikleri karara karşı, mezhebimizde yalana hiçbir cihetle cevaz verilmediğinden, aleyhimde de olsa, hak ve doğru söylemek mecburiyetiyle, yüz yirmi sahife kuvvetli ve mantıki delillerle kendimi müdafaa ettiğim ve bu kanunla hiçbir cihetle temasım olmadığını isbat ettiğim halde; bu müdafaatımı ve isbatımı hiç nazara almayarak, te'lif tarihiyle istinsah tarihlerini, hatta bir şahsa irsal eylediğim tarihleri dahi birbirine mağlâta ile karıştırıp ve yirmi senelik işi, bir sene zarfında olmuş gibi görerek nakarat gibi, Isparta'daki evhamlı kararı; hem sorgu hâkimlerinin kararnamesinde, hem makam-ı iddianın iddianamesinde, hem bizi mahkûm eden mahkemenin son kararında aynen, haklı müdafaatımız nazara alınmadan tekrar edilmiş ve bizi mahkûm etmişlerdir. Ehl-i hak ve hakikatı titreten bu haksızlığın bir an evvel ref'i ve Risale-i Nur'un masumiyetinin ilânını, şiddetle adliyenin en yüksek makamı olan mahkemeden beklerim. Eğer pek haklı ve kuvvetli bu feryadımı -farz-ı muhal olarak- adliyenin yüksek makamı işitip dinlemezse, şiddet-i me'yusiyetimden diyeceğim:
Ey beni bu belaya sevkedip, bu hâdiseyi icad eden mülhid zalimler!.. Madem ve her halde, manen ve maddeten beni idam etmeye niyet etmiştiniz, neden umum mazlumların ve biçarelerin hukuklarını muhafaza eden adliyenin çok ehemmiyetli haysiyetini rahnedar edecek entrikalarla, dolaplarla adliyenin eliyle yürüdünüz? Doğrudan doğruya karşımda merdane çıkıp, "Senin vücudunu bu dünyada istemiyoruz" demeli idiniz.
Sorgu hâkimlerinin dört aya yakın bir zamanda -Yüzonyedi adamın isticvabı ve tahkikatıyla- meşgul olduğu bir mes'eleyi bir buçuk günde Ağır Ceza Mahkemesi gayet sathi bir nazarla bakıp, onların içindeki noksan ve hataları görmiyerek ve bilhassa Akademi Heyeti müvacehesinde izah ve isbat edeceğimi iddia ettiğim Risale-i Nur'daki mühim keşfiyat-ı maneviyeye ait ilmî müdafaatım, esbab-ı mucibe ile red ve cerhedilmeksizin, sathi bir nazarla hükümde istical ettiklerinden, hakperest ve adaletperver olmalarına, bu sathi nazar sebebiyle, pek yanlış olan bu kararın isabet-i kanuniyesi olmadığından, mucib-i tedkik ve nakzdır.



(Orjinal Sayfa:238)
NETİCE: Bu babda duruşma evrakının ve bilhassa müsadere edilen matbu ve gayr-ı matbu risalelerimin tedkik ve mütalâasından anlaşılacağı üzere, ilmî ve mantıkî ve kanunî bütün itirazat ve müdafaatım nazar-ı teemmüle alınmamış. Gerek Sorgu Hâkimliğince ve gerek mahkemece esbab-ı mucibe gösterilmeksizin, delilsiz ve kanunsuz, indî mütalâalarla açıktan reddedilmiş ve bu sebeble, otuz senedir Avrupa feylesoflarına ve medeniyetin sefih kısmına karşı Türk-İslâm hukukunu müdafaa eden ve tılsım-ı kâinatın muammasını açan ve manevî keşfiyatı hâvi risalelerim müsadere olunduktan başka; ahvâl-i sıhhıyem noktasında tahammül edemeyeceğim cismânî ceza ile mahkûm edilmiş olduğumdan, gerek yukarıda serdedilen sebebler ve gerekse iddianameye karşı verdiğim itiraznamem ve son celse-i muhakemede esasa dair beş umdeyi hâvi tahrirî takdim ettiğim ikinci itiraznamem ve son müdafaatımda tafsilen izahata ve ilmî ve kanunî sebeblere ve indettedkik tesadüf buyurulacak nevakıs-ı kanuniyeye binaen, pek açık ve sarih bir surette mağduriyetimi istilzam eden bu hükmünüzün nakzıyla, adaletin izharını hey'etinizden beklerim. وَاُفَوِّضُ اَمْرِى اِلَى اللّهِ اِنَّ اللّهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ der, ve tevekkül ile Cenab-ı Hakk'a iltica eylerim.
Sâbık yüz küsur sahifeden ibaret yedi safha müdafaatım müteaddid defa mahkemede okunmakla beraber; müteaddid mahkemenin defterlerinde zabta geçmiş bu gelecek tashih lâyihası ise, daha temyiz evrakımız gelmediğinden okunmamış ve zabta geçmemiştir; elbette yakında o da zabta geçer.
* * *
Mahkeme-i Temyizin dâvâmızı nakzetmeyip tasdiki takdirinde, tashih-i dâvâ için Hey'et-i Vekileye yazılmış bir arzuhaldir.

(Orada zâhiren görülecek şekva ise, hükûmete şekva etmektir, ve tenkidler, hükûmeti iğfale çalışan entrikacıları tenkid etmektir.)

Ey ehl-i hâl ve akd! Dünyada emsali nâdir bulunan bir haksızlığa giriftar edildim. Bu haksızlığa karşı sükût etmek hakka karşı bir hürmetsizlik olduğundan, bilmecburiye gâyet ehemmiyetli bir hakikatı fâşetmeye mecburum. Diyorum ki:


(Orjinal Sayfa:239)
Ya benim idamımı ve yüzbir sene cezayı istilzam edecek kusurumu kanun dairesinde gösteriniz; veyahud bütün bütün divane olduğumu isbat ediniz; veyahud benim ve risalelerimin ve dostlarımın tam serbestiyetimizi verip, zarar ve ziyanımızı müsebbiblerinden alınız. (Hâşiye).
Evet, her bir hükûmetin bir kanunu, bir usulü var, o kanuna göre ceza verilir. Hükûmet-i Cumhuriyetin kanunlariyle beni ve dostlarımı en ağır bir cezaya müstehak edecek esbab bulunmazsa; elbette takdir ve mükâfat ve tarziye ile beraber, tam hürriyetimizi vermek lâzım gelir. Çünki meydandaki gayet ehemmiyetli hizmet-i Kur'aniyem eğer hükûmetin aleyhinde olsa, böyle bir senelik bana ceza, birkaç dostuma altışar ay mahkûmiyetle olamaz. Belki yüzbir sene ve idam gibi ceza bana ve en ağır cezaları da benim ile ciddi hizmetime irtibat edenlere vermek lâzım gelir. Eğer hizmetimiz hükûmetin aleyhinde olmazsa; o vakit değil ceza, hapis, ittiham; belki takdir, mükâfatla karşılanmak lâzım gelir. Çünki, bir hizmet ki, yüzyirmi risale, o hizmetin tercümanları olmuş. Ve o hizmetle, koca Avrupa feylesoflarına meydan okuyup, esasları zîr ü zeber edilmiş. Elbette o tesirli hizmet ya dahilde gayet müdhiş bir netice verir, veyahud gayet nâfi ve yüksek ve ilmî bir semere verecek. Onun için, göz boyamak nevinde ve efkâr-ı âmmeyi aldatmak tarzında ve hakkımızda zalimlerin entrikalarını, yalanlarını setretmek suretinde, çocuk oyuncağı gibi bana bir sene ceza verilmez. Benim emsalim, ya idam olur, darağacına müftehirane çıkarlar, veyahud lâyık olduğu makamda serbest kalırlar.
Evet, binler lira kıymetinde elmasları çalabilen mâhir bir hırsız, on kuruşluk bir cam parçasına hırsızlık etmekle elmas çalmış gibi aynı cezaya kendini mahkûm etmek; dünyada hiçbir hırsızın, belki hiçbir zîşuurun kârı değildir. Böyle bir hırsız kurnaz olur. Böyle nihayet derecede eblehane hareket etmez.
Ey efendiler! Haydi, vehminiz gibi ben o hırsız gibi oldum. Ben Isparta nahiyelerinde perişan, bir köyde dokuz sene inzivada bu-
____________________
(Hâşiye): Mahkeme-i Temyizden dâvâmızı nakz yerine tasdik geldiği takdirde, Heyet-i Vekileye ve hem Meclis-i Meb'usana, hem Dâhiliye Vekâletine ve hem Adliye Nezaretine vermek üzere, dâvâmızı tashih münasebetiyle yazılmış bir lâyihadır. Eğer bu haklı derdimi ve ehemmiyetli hakkımı bu mercilere dinlettiremezsem, bu hayata veda etmek bana vâcib olur. Çünki, sükûtumla şahsi bir hakkımla beraber, binler muhterem hukuk zâyi olur.
 

mihrimah

Well-known member
şimdi benimle beraber gayet hafif bir cezaya mahkûm olan safdil beş-on biçarelerin fikirlerini hükûmet aleyhine çevirmekle, kendini ve gaye-i hayatı olan risalelerini tehlikeye atmaktan ise; eski zamanda olduğu gibi, Ankara'da veya İstanbul'da büyüt bir me'muriyette oturup, binler adamı takip ettiğim maksada çevirebilirdim. O vakit, böyle zelilâne mahkûmiyet değil, belki mesleğime ve hizmetime münasip bir izzetle dünyaya karışabilirdim. Evet, fahr ve temeddüh niyetiyle değil, belki mecburiyet ve mahcubiyetle, hodfüruşane eski bir kısım riyakârlığımı hatırlatmakla; beni ehemmiyetsiz, vücudundan istifade edilmez, âdi mertebeye sukut ettirmek isteyenlerin yanlışlarını göstermek için derim:

«İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi» namındaki matbu eski müdafaatımı görenlerin tasdikiyle, Otuz Bir Mart Hâdisesinde bir nutuk ile, isyan etmiş sekiz taburu itaate getiren ve bir zaman gazetelerin yazdıkları gibi, İstiklâl Harbinde «Hutuvat-ı Sitte» nâmında bir makale ile, İstanbul'daki efkâr-ı ûlemayı İngiliz aleyhine çevirip, harekât-ı milliye lehinde ehemmiyetli hizmet eden ve Ayasofya'da binler adama nutkunu dinlettiren ve Ankara'daki Meclis-i Meb'usanın şiddetli alkışlamasiyle karşılanan; ve yüz elli bin banknot, yüz altmış üç meb'usun imzasıyle Medrese ve Darül-Fünuna tahsisatı kabul ettiren; ve Reisicumhurun hiddetine karşı, divan-ı riyasette (Hâşiye) kemal-i metanetle fütur getirmeyerek mukabele edip, namaza davet eden; ve Darül-Hikmetil-İslâmiyede, hükûmet-i ittihadiyenin ittifakiyle, hikmet-i İslâmiyeyi Avrupa hükemasına tesirli bir suretde kabul ettirmek vazifesine lâyık görünen; ve cephe-i harbde yazdığı ve şimdi müsadere edilen «İşârâtül-İ'caz» o zamanın baş kumandanı olan Enver Paşaya o derece kıymetdar görünmüş ki; kimseye yapmadığı bir hürmetle, istikbaline koştuğu o yadigâr-ı harbin hayrına, şerefine hissedar olmak fikriyle, İşârâtül-İ'cazın tab'ı için kâğıdını vererek, müellifinin harbdeki mücâhedâtı tak-
___________________________
(Hâşiye): Eski Said söz istiyor, diyor ki: "Onüç senedir beni konuşturmadınız. Şimdi, madem beni nazara alıp, sizi ittiham altına alıyorlar ve sizden korkuyorlar; elbette benim onlarla konuşmam lâzım geliyor. Gerçi benlik, enaniyet çirkindir; fakat mağrur ve muannid enaniyetlilere karşı, haklı bir surette ve sırf kendisini müdafaa ve muhafaza etmek için benlik göstermek lâzım geliyor. Onun için, Yeni Said gibi; mahviyetle, mülâyimane konuşamıyacağım." Ben de ona söz verdim. Fakat enaniyetlerine, temeddühlerine iştirak etmiyorum.

(Orjinal Sayfa:241)
dirkârâne yâdedilen bir adam; böyle âdi bir beygir hırsızı veyahud kız kaçırıcı ve bir yankesici gibi en aşağı bir cinayetle kendini bulaştırıp, izzet-i ilmiyesini ve kudsiyet-i hizmetini ve kıymetdar binler dostlarını rezil edip sukut edemez ki; siz onu bir senelik ceza ile mahkûm edip, âdi bir keçi, koyun hırsızı gibi muamele edesiniz... Ve sebepsiz, on sene sıkıntılı bir tarassudla ta'zib ettikten sonra; şimdi de bir sene hapis ile beraber, bir sene de nezaret altında tutmak suretiyle (padişahın tahakkümünü kaldıramadığı halde) garazkâr bir hafiyenin veya âdi bir polisin tahakkümü altında azab vermekten ise, idam edilmesini daha evlâ görür. Eğer böyle bir adam dünyaya karışsaydı ve karışmaya arzusu olsaydı ve hizmet-i kudsiyesi müsaade etseydi, Menemen Hâdisesinin ve Şeyh Said vâkıasının onar misli olacak bir tarzda karışırdı. Dünyaya işittirecek bir top sadasına, bir sinek sadası inmiyecekdi.

Evet, Hükûmet-i Cumhuriyenin nazar-ı dikkatine arzediyorum ki; beni bu belâya sevkeden gizli komitenin yaptığı tedabir ve ettiği propaganda ve entrikalar bu hali gösteriyor. Çünki, hiç bir hâdisede görülmemiş bir tarzda umumî bir propaganda, bir entrika ve bir dehşet aleyhimize döndüğüne delil şudur ki: Altı aydır, yüzbin dostum varken, hiç biri bana bir mektub yazamadı, bir selâm gönderemedi; hükûmeti iğfale çalışan entrikacıların ihbârâtiyle Vilâyât-ı Şarkiyeden, ta Vilâyât-ı Garbiyeye kadar her yerde istintaklar, taharriyatlar devam ettiğidir. İşte, entrikacıların çevirdikleri plân, benim gibi binler adamı en ağır cezaya çarpacak bir hâdiseye göre tertip edilmiş; halbuki en âdi bir adamın, en âdi bir hırsızlığı gibi bir hâdiseyi andıracak bir ceza vaziyetini netice verdi. Yüzonbeş adamdan, onbeş masumlara beş altı ay ceza verildi.

Acaba dünyada hiçbir zîakıl, elinde gayet keskin elmas kılınç bulunsa, müdhiş bir arslanın veya ejderhanın kuyruğuna hafifçe iliştirip, kendine musallat eder mi? Eğer maksadı tahaffuz veya döğüşmek ise, kılıncı başka yere havale eder. İşte sizin nazarınızda ve vehminizde beni o adam gibi telâkki etmişsiniz ki; beni bu tarzda cezaya, mahkûmiyete çarptınız. Eğer bu derece hilâf-ı şuur ve muhalif-i akıl hareket ediyorsam, koca memlekete dehşet verip propaganda ile efkâr-ı âmmeyi aleyhime çevirmek değil, belki âdi bir divane gibi tımarhaneye gönderilmem lâzım gelir. Eğer verdiğiniz ehemmiyete mukabil bir adam isem, elbette arslanı kendine



(Orjinal Sayfa:242)
saldırtmak ve ejderhayı kendine hücum ettirmek için, o keskin kılıncı onların kuyruklarına uzatmaz; belki mümkün olduğu kadar kendini muhafaza edecek... Nasıl ki on sene ihtiyarî bir inzivayı ihtiyar edip, tâkat-ı beşerin fevkinde sıkıntılara tahammül ederek, hükûmetin işine hiçbir cihetle karışmadım ve karışmak arzu etmedim. Çünki hizmet-i kudsiyem beni menediyor.

Ey ehl-i hall ve akd! Acaba hiç mümkün müdür ki, yirmi sene evvel gazetelerin yazdığı gibi, bir makale ile otuzbin adamı kendi fikrine çeviren; ve koca Hareket Ordusunun nazar-ı dikkatini kendine çeviren ve İngiliz Baş Papazının, altıyüz kelime ile istediği suallerine altı kelime ile cevab veren ve bidayet-i hürriyette en meşhur bir diplomat gibi nutuk söyliyen bir adamın yüzyirmi risalesinde dünyaya, siyasete bakacak yalnız onbeş kelime mi bulunur? Hiçbir akıl kabul eder mi ki bu adam siyaseti takib ediyor ve maksadı dünyadır ve hükûmete ilişmektir? Eğer fikri, siyaset ve hükûmete ilişmek olsaydı, böyle bir adam, bir tek risalesinde sarihan, işareten yüz yerde maksadını ihsas edecekti. Acaba o adamın maksadı siyasetçe tenkid olsa idi, yalnız tesettür ve irsiyete dair eski zamandanberi cârî bir-iki düsturdan başka medar-ı tenkid bulamaz mı idi? Evet, koca bir inkılâbı yapan bir hükûmetin rejimine muhalif bir fikr-i siyaseti takib eden bir adam, bir-iki malûm maddeler değil, yüzbinler madde-i tenkid bulabilirdi. Güya Hükûmet-i Cumhuriyenin -yalnız- inkılâbı, bir-iki küçük mes'elesidir. Ben de, onu hiçbir tenkid maksadım olmadığı halde, eski yazdığım bir-iki kitabımda zikrettiğim bir-iki kelime varmış diye, hükûmetin rejimine ve inkılâbına hücum ediyor denilmiş. İşte, ben de soruyorum: Böyle en edna bir cezaya medar olamayan ilmî bir maddeye, koca bir memleketi meşgul edip endişe verecek bir şekil verilir mi?...

İşte, beni ve beş-on dostlarımı bu âdi, ehemmiyetsiz cezaya çarpmak; umum memlekette aleyhimize bir şiddetli propaganda ve milleti korkutup bizden nefret ettirmek ve Dahiliye Nâzırını, mühim bir kuvvetle -Isparta'da bir tek neferin göreceği işi görmek için- Isparta'ya celbedilmesi ve Hey'et-i Vekile Reisi İsmet Vilâyât-ı Şarkiyeye o münasebetle gitmesi ve iki ay benim hapisde bütün bütün konuşmaktan menedilmem ve bu gurbette, kimsesizlikte, hiç kimse hâlimi sormak ve selâm göndermeye meydan verilmemek gösteriyor ki; dağ gibi bir ağaçda, nohut gibi bir tek


(Orjinal Sayfa:243)

meyve bulundurup; mânâsız, hikmetsiz, kanunsuz bir vaziyettir ki, değil Hükûmet-i Cumhuriye gibi en ziyade kanunperest ve kanunî bir hükûmet, belki hikmetle iş görmek manasiyle hükûmet namı verilen dünyada hiçbir hükûmetin işi olamaz. Ben hukukumu, kanun dairesinde istiyorum. Kanun namına kanunsuzluk edenleri, cinayetle ittiham ediyorum. Böyle cânilerin keyiflerini, elbette Hükûmet-i Cumhuriyenin kanunları reddeder ve hukukumu iade eder ümidindeyim.

Eskişehir hapsinde
tecrid-i mutlakda

Mevkuf
Said Nursî

[ Resim ]

Bediüzzaman Said Nursî hazretleri Dar-ül-Hikmet-ül-İslamiye a'zası iken Hicrî 22- zilkade- 1326- Miladî 1907 tarihinde Osmanlı Hilafet Makamınca en yüksek ilmî derece olan (MAHREC) payesinin kendisine tevcih edildiğine dair Şeyhül İslam tarafından tebliği edilen vesika.

(Orjinal Sayfa:244)

Onaltıncı Mektub

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
اَلَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَانًا وَ قَالُوا حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ


Şu mektub فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا sırrına mazhar olmuş, şiddetli yazılmamış.

Çoklar tarafından sarihan ve mânen gelen bir suale cevaptır.
Şu cevabı vermek benim için hoş değil, arzu etmiyorum. Her şeyimi, Cenab-ı Hakk'ın tevekkülüne bağlamıştım. Fakat ben kendi hâlimde ve âlemimde rahat bırakılmadığım ve yüzümü dünyaya çevirdikleri için, Yeni Said değil, bilmecburiye Eski Said lisaniyle, şahsım için değil, belki dostlarımı ve sözlerimi ehl-i dünyanın evham ve eziyetinden kurtarmak için hakikat-ı hali, hem dostlarıma, hem ehl-i dünyaya ve ehl-i hükme beyan etmek için «BEŞ NOKTA» yı beyan ediyorum.

BİRİNCİ NOKTA

Denilmiş: Ne için siyasetten çekildin? Hiç yanaşmıyorsun?
Elcevap: Dokuz-on sene evveldeki Eski Said, bir mikdar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasiyle dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu ve gördü ki: O yol meşkûk ve müşkilâtlı ve bana nisbeten fuzuliyâne, hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmakğına âlet olmak ihtimali var. Hem siyasete giren, ya muvâfık olur veya muhalif olur. Eğer muvâfık olur. Eğer muvâfık olsam, ma'dem memur ve meb'us değilim, o halde siyasetçilik bana fuzulî ve mâlâyani bir şeydir. Bana ihtiyaç yok ki, beyhude karışayım. Eğer muhalif siyasete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer fikirle olsa, bana ihtiyaç yok. Çünki mesâil tavazzuh etmiş, herkes benim gibi bilir. Beyhude çene çalmak mânâsızdır. Eğer kuvvet ile ve hâdise çıkarmak ile muhalefet etsem, husulü meşkûk bir maksad için, binler günaha girmek ihtimali var. Birinin yüzün-

(Orjinal Sayfa:245)
den çoklar belâya düşer. Hem on ihtimalden bir-iki ihtimale binaen günahlara girmek, mâsumları günaha atmak, vicdanım kabul etmiyor diye Eski Said, sigara ile beraber gazeteleri ve siyaseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi terketti. Buna kat'î şâhid, o vakittenberi sekiz senedir bir tek gazete ne okudum ve ne dinledim. Okuduğumu ve dinlediğimi, biri çıksın söylesin. Halbuki sekiz sene evvel, günde belki sekiz gazete Eski Said okuyordu. Hem beş senedir bütün dikkat ile benim hâlime nezaret ediliyor.. Siyaset-vâri bir tereşşuh gören söylesin. Halbuki benim gibi asabî ve
اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ düsturiyle, en büyük hîleyi hilesizlikte bulan pervasız, alâkasız bir insanın, değil sekiz sene, sekiz gün bir fikri gizli kalmaz. Siyasete iştihası ve arzusu olsaydı; tetkikata, taharriyata lüzum bırakmıyarak top güllesi gibi sada verecekti!...

İKİNCİ NOKTA

Yeni Said ne için bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor?

Elcevap: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını, meşkûk bir-iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette karışma ile feda etmemek için, hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatli olan hizmet-i îman ve Kur'an için, şiddetle siyasetten kaçıyor. Çünki diyor: Ben ihtiyar oluyorum.. bundan sonra kaç sene yaşayacağımı bilmiyorum.. öyle ise, bana en mühim iş, hayat-ı ebediyeye çalışmak lâzım geliyor.. Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı îmandır; ona çalışmak lâzım geliyor. Fakat ilim itibariyle insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için, şer'an hizmete mükellef olduğumdan hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak; o ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam edilmez. Onun için o ciheti bırakıp en mühim en lüzumlu hizmet en selâmetli olan îmana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tercübe ettiğim mânevî ilâçları, sâir insanların eline geçmek için o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenab-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma kefaret yapar. Bu hizmete karşı şeytan-ı racîmden başka hiç kimsenin, -mü'min olsun kâfir olsun, sıddık olsun, zın-


(Orjinal Sayfa:246)
dık olsun- karşı gelmeye hakkı yoktur. Çünki îmansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskda, kebâirde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat îmansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir; zulmet içinde zulmettir; azab içinde azaptır. İşte böyle hadsiz bir hayat-ı ebediyeye çalışmayı ve îman gibi kudsî bir nura hizmeti bırakmak, ihtiyarlık zamanda lüzumsuz tehlikeli siyaset oyuncaklarına atılmak, benim gibi alâkasız ve yalnız ve eski günahlarına kefaret aramağa mecbur bir adamda ne kadar hilâf-ı akıldır, ne kadar hilâf-ı hikmettir, ne derece bir divaneliktir divaneler de anlayabilirler.

Amma Kur'an ve îmanın hizmeti ne için beni menediyor dersen; ben de derim ki: Hakaik-i îmaniye ve Kur'aniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile âlûde olsa idim, elimdeki o elmaslar iğfal olunabilen avam tarafından «Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?» diye düşünürler. O elmaslara, âdi şişeler nazariyle bakabilirler. O halde ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer. İşte ey ehl-i dünya! Neden benim ile uğraşıyorusunuz? Beni kendi halimde bırakmıyorsunuz?

Eğer derseniz: Şeyhler bazen işimize karışıyorlar. Sana da bazen şeyh derler!....

Ben de derim: Hey efendiler! Ben şeyh değilim.. ben hocayım... Buna delil, dört senedir buradayım; bir tek adama tarikat verseydim şüpheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim: Îman lâzım, İslâmiyet lâzım, tarikat zamanı değil.
Eğer derseniz: Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyet-perverlik fikri var; o işimize gelmiyor.

Ben de derim: Hey efendiler! Eski Said ve Yeni Saidin yazdıkları meydanda. Şâhid gösteriyorum ki: Ben
َاْلاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ ferman-ı kat'îsiyle eski zamandanberî, menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe, Avrupa'nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazariyle bakmışım. Ve Avrupa o firenk illetini İslâm içine atmış, tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun, diye düşünür. O firenk illetine karşı, eskidenberi tedaviye çalıştığımı talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar. Madem böyledir; hey efendiler; herbir hâdiseyi bahane tutup, bana sıkıntı vermiye sebeb nedir

(Orjinal Sayfa:247)
acaba? Şarkta bir nefer hata etse, garbta bir nefere askerlik münasebetiyle zahmet ve ceza vermek.. veya İstanbul'da bir esnafın cinayetiyle, Bağdat'ta bir dükkâncıyı esnaflık münasebetiyle mahkûm etmek nev'inden, her hâdise-i dünyeviyede bana sıkıntı vermek, hangi usul iledir? Hangi vicdan hükmeder? Hangi maslahat iktiza eder?

ÜÇÜNCÜ NOKTA
Halimi, istirahatımı düşünen ve her musîbete karşı sabr ile sükûtumu istiğrab eden dostlarımın şöyle bir sualleri var ki:
Sana gelen zahmetlere sıkıntılara nasıl tahammül ediyorsun? Halbuki eskiden çok hiddetli ve izzetli idin, edna bir tahkire tahammül edemezdin?
Elcevap: İki küçük hâdiseyi ve hikâyeyi dinleyiniz, cevabını alınız.
Birinci Hikâye: İki sene evvel, benim hakkımda, bir müdür; sebepsiz, gıyabımda tezyifkârane hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damariyle müteessir oldum. Sonra Cenab-ı Hakkın Rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur:

Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan râzı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevkeder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemiş ise, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. Evet, ben nefsim ile musalâha etmemiştim.. çünki terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akreb bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir. Eğer o adamın tahkiratı, benim îmana ve Kur'ana hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil. O adamı, beni istihdam eden Sâhib-i Kur'ân'a havale ediyorum. O Azizdir, Hakîmdir. Eğer sırf beni sövmek, tahkir etmek, çürütmek nevinden ise, o da bana ait değil. Ben menfî ve esir ve garib ve elim bağlı olduğundan, haysiyetimi kendi elimle düzeltmeye çalışmak bana düşmez. Belki misafir olduğum ve bana nezaret eden şu köye, sonra kazaya, sonra vilâyete hükmedenlere âittir. Bir insanın elindeki esirini tahkir etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder. Madem hakikat budur, kalbim istirahat etti,
وَاُفَوِّضُ اَمْرِى اِلَى اللّهِ اِنَّ اللّهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ


(Orjinal Sayfa:248)

dedim. O vâkıayı olmamış gibi saydım, unuttum. Fakat maatteessüf sonra anlaşıldı ki, Kur'an onu helâl etmemiş...

İkinci Hikâye: Şu senede, işittim ki bir hâdise olmuş. O hâdisenin vukuundan sonra yalnız icmalen vukuunu işittiğim halde, o vâkıa ile ciddi alâkadar imişim gibi bir muamele gördüm. Zaten muhabere etmiyordum; etsem de pek nâdir olarak bir mes'ele-i îmaniyeyi bir dostuma yazardım. Hatta dört senede kardeşime bir tek mektub yazdım. Ve ihtilâttan hem ben kendimi menediyordum, hem de ehl-i dünya beni menediyordu. Yalnız bir-iki ahbab ile, haftada bir defa görüşebiliyordum. Köye gelen misafirler ise; ayda bir-ikisi, bazı bir-iki dakika bir mes'ele-i âhirete dair benimle görüşüyordu. Bu gurbet halimde; garib, yalnız, kimsesiz nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmıyan bir köyde, herşeyden, herkesten menedildim. Hatta dört sene evvel, harap olmuş bir câmiyi tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam elimde olduğundan, o câmide dört senedir (Allah kabul etsin) imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen Ramazanda mescide gidemedim. Bazen yalnız namazımı kıldım. Cemâatle kılınan namazın yirmibeş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.

İşte başıma gelen bu iki hâdiseye karşı, aynen iki sene evvel, o me'murun bana karşı muamelesine gösterdiğim sabır ve tahammülü gösterdim. İnşâallah devam da ettireceğim. Şöyle de düşünüyorum ve diyorum ki: Eğer ehl-i dünya tarafından başıma gelen şu eziyet, şu sıkıntı, şu tazyik, ayıplı ve kusurlu nefsim için ise, helâl ediyorum. Benim nefsim belki bununla ıslah-ı hal eder; hem ona keffaretüzzünub olur. Dünya misafirhanesinin safâsını çok gördüm; azıcık cefasını görsem, yine şükrederim. Eğer îmana ve Kur'ana hizmetkârlığım cihetiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil; onu, Azîz-i Cebbara havale ediyorum. Eğer asılsız ve riyaya sebeb ve ihlâsı kıracak bir şöhret-i kâzibeyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hakkımda bozmak murad ise, onlara rahmet. Çünki teveccüh-ü âmmeye mazhar olmak ve halkların nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara zarardır zannederim. Benim ile temas edenler beni bilirler ki, şahsıma karşı hürmet istemiyorum, belki nefret ediyorum. Hatta kıymetdar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tekdir etmişim. Eğer beni çürütmek ve efkâr-ı âmmeden düşürtmek, ıskat ettirmekten muradları; tercümanlık ettiğim hakaik-i


(Orjinal Sayfa:249)

îmaniye ve Kur'aniyeye âit ise, beyhûdedir. Zira Kur'an yıldızlarına perde çekilmez, «Gözü-nü kapayan, yalnız kendi görmez, başkasına gece yapamaz.»

DÖRDÜNCÜ NOKTA

Evhamlı bir kaç sualin cevabıdır.

Birincisi: Ehl-i dünya bana der: Ne ile yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tenbelce oturanları ve başkasının sa'yi ile geçinenleri istemiyoruz!..

Elcevap: Ben iktisad ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamağa da karar vermişim. Evet günde yüz para, belki kırk para ile yaşıyan bir adam, başkasının minnetini almaz. Şu mes'elenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle beyan etmek, bana pek nâhoştur. Fakat, madem ehl-i dünya evhamlı bir surette soruyorlar, ben de derim ki: Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek (velev zekât dahi olsa), hem maaşı kabul etmemek (yalnız bir iki sene Dârül-Hikmetil-İslâmiyede dostlarımın icbariyle kabul etmeye mecbur oldum), hem maîşet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, çok dostlar, bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar. Kabul etmedim. «Öyle ise nasıl idare edersin» denilse, derim: «Bereket ve ikrâm-ı İlâhî ile yaşıyorum.» Nefsim, çendan her hakarete, her ihanete müstehak ise de, fakat Kur'an hizmetinin kerameti olarak, erzak hususunda ikrâm-ı İlâhî olan berekete mazhar oluyorum. وَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ sırriyle, Cenab-ı Hakkın bana ettiği ihsanatı yâdedip, bir şükr-ü mânevî nev'inden birkaç nümunesini söyliyeceğim. Bir şükr-ü mânevî olmakla beraber, korkuyorum ki bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünki müftehirâne, gizli bereketi izhar etmek, kesilmesine sebeb olur. Fakat ne çare, söylemeye mecbur oldum.

İşte Birisi: Şu altı aydır otuzaltı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi geldi. Daha var, bitmemiş. Ne mikdar kifayet (Hâşiye) edecek, bilmiyorum.
____________________________
Hâşiye: Bir sene devam etti.

(Orjinal Sayfa:250)
İkincisi: Şu mübarek Ramazanda, yalnız iki haneden bana yemek geldi, ikisi de beni hasta etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten memnûum. Mütebakisi, bütün Ramazanda benim idareme bakan, mübarek bir hânenin ve sâdık bir arkadaşım olan, o hane sahibi Abdullah Çavuşun ihbarı ve şehadetiyle, üç ekmek, bir kıyye pirinç bana kâfi gelmiştir. Hatta o pirinç onbeş gün Ramazandan sonra bitmiştir.

Üçüncüsü: Dağda, üç ay bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, hergün ekmekle beraber yemek şartiyle kâfi geldi. Hatta Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günü idi dedim ona: Git ekmek getir. İki saat, her tarafımızda kimse yok ki, oradan ekmek alınsın. «Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum» dedi. Ben de dedim:

تَوَكَّلْنَا عَلَى اللَّهِ kal. Sonra hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şeker ile çayımız vardı. Dedim: «Kardeşim, bir parça çay yap.» O ona başladı, ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifane şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfi-kalb adama ne diyeceğim? diye düşünmede iken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim, gördüm ki: Koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: «Süleyman müjde! Cenab-ı Hak bize rızık verdi» O ekmeği aldık, bakıyoruz ki kuşlar ve hayvanat-ı vahşiye hiçbiri ilişmemiş.. yirmi-otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek, ikimize iki gün kâfi geldi. Biz yerden, bitmek üzere iken, dört sene sâdık bir sıddîkım olan müstakîm Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.

Dördüncüsü: Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel, eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç çorap için, dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisad ve rahmet-i İlâhiyye bana kâfi geldi.

İşte şu nümuneler gibi çok şeyler var.. ve Bereket-i İlâhiyyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz, belki mecbur oldum. Hem

(Orjinal Sayfa:251)

benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz... Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır; veya Hizmet-i Kur'âniyeye bir ikramdır; veya iktisadın bereketli bir menfaatidir; veyahud: «Yâ Rahîm, Yâ Rahîm» ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet hazin mırmırlarını dikkatle dinlesen, «Yâ Rahîm, Yâ Rahîm» çektiklerini anlarsın. Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta, yumurta makinası gibi, pek az fâsıla ile, hergün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem bir gün, iki yumurta getirdi; ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum: «Böyle olur mu?» dedim. Dediler: «Belki bir İhsan-ı İlâhîdir!» Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazanda, bu mübarek hâli bir İkram-ı Rabbanî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesdi, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.

İkinci Vehimli Sual: Ehl-i dünya diyorlar ki: Sana nasıl emniyet edeceğiz ki sen dünyamıza karışmayacaksın? Seni serbest bıraksak, belki dünyamıza karışırsın. Hem nasıl bileceğiz ki sen kurnazlık yapmıyorsun? Kendini târik-i dünya gösterip halkın malını zâhiren almaz, gizli alır bir kurnazlık olmadığını nasıl bileceğiz?

Elcevap: Yirmi sene evvelki Divan-ı Harb-i Örfîde ve Hürriyetten daha evvel zamanda çoklara mâlûm hal ve vaziyetim ve İki Mekteb-i Musibetin Şehâdetnâmesi nâmında o zaman Divan-ı Harpteki müdafaatım kat'î gösterir ki, değil kurnazlık, belki edna bir hileye tenezzül etmez bir tarzda hayat geçirmişim. Eğer hile olsaydı, bu beş sene zarfında sizlere temellukkârâne bir müracaat edilecekti. Hileli adam, kendini sevdirir, kendini çekmez; iğfal ve aldatmaya daima çalışır. Halbuki bana karşı en mühim hücumlara ve tenkitlere mukabil, tezellüle tenezzül etmedim. Tevekkeltü Alellah deyip, ehl-i dünyaya arkamı çevirdim. Hem de âhireti bilen ve dünyanın hakikatını keşfeden aklı varsa pişman olmaz, yeniden dünyaya dönüp uğraşmaz. Elli seneden sonra, alâkasız, tek başiyle bir adam, hayat-ı ebediyesini, dünyanın bir-iki sene gevezeliğine şarlatanlığına feda etmez.. feda etse, kurnaz olmaz, belki ebleh bir dîvane olur. Ebleh bir dîvânenin elinden ne gelir ki, onun ile uğraşılsın. Amma zâhiren târik-i dünya, bâtınen tâlib-i


(Orjinal Sayfa:252)

dünya şüphesi ise, وَمَا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ sırrınca: Ben nefsimi tebrie etmiyorum.. nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fâni dünyada, şu muvakkat misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde az bir lezzet için; ebedî, daimi hayatını ve saadet-i ebediyesini berbad etmek, ehl-i aklın kârı değil. Ehl-i aklın ve zîşuurun kârı olmadığından, nefs-i emmarem ister istemez akla tâbi olmuştur.

Üçüncü Vehimli Sual: Ehl-i dünya diyorlar ki: Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun? Eğer beğenmiyorsan bize muârızsın, biz muârızlarımızı ezeriz?

Elcevap: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum. Çünki: Ben başka maksaddayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş; başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil! Çünki: İdarenizi, âsâyişinizi istiyorsunuz, el karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki hiç lâyık olmadığınız halde, «Kalb de bizi sevsin» demeye... Kalbe karışsanız. Evet, ben nasıl bu kış içinde baharı temenni ediyorum ve arzu ediyorum, fakat irade edemiyorum; getirmeye teşebbüs edemiyorum. Öyle de: Hâl-i âlemin salâhatini temenni ediyorum, dua ediyorum ve ehl-i dünyanın ıslahını arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum... Çünkü elimden gelmiyor. Bilfiil teşebbüs edemiyorum... Çünkü ne vazifemdir, ne de iktidarım var.

Dördüncü Şüpheli Sual: Ehl-i dünya diyorlar ki: O kadar belâlar gördük ki, kimseye emniyetimiz kalmadı. Sana nasıl emin olabiliriz ki; fırsat senin eline geçse arzu ettiğin gibi karışmazsın?

Elcevap: Evvelki noktalar size emniyet vermekle beraber memleketimde, talebe ve akrabam içinde beni dinliyenlerin ortasında, heyecanlı hâdiseler içinde dünyanıza karşımadığım halde; diyar-ı gurbette ve yalnız, tek başiyle garib, zaif, âciz, bütün kuvvetiyle âhirete müteveccih, ihtilâttan, muhabereden kesilmi, îman ve âhiret münasebetiyle uzaktan uzağa yalnız bazı ehl-i âhireti dost bulan ve başka herkese yabani ve herkes de ona yabani nazariyle bakan bir insan; semeresiz, tehlikeli dünyanıza karşısa, muzaaf bir dîvane olmak gerektir...


(Orjinal Sayfa:253)


BEŞİNCİ NOKTA
Beş küçük mes'eleye dâirdir.

Birincisi: Ehl-i dünya bana diyorlar ki: Bizim usûl-ü medeniyetimizi, tarz-ı hayatımızı ve sûret-i telebbüsümüzü ne için sen kendine tatbik etmiyorsun? Demek bize muârızsın?

Ben de derim: Hey efendiler! Ne hak ile bana usûl-ü medeniyetinizi teklif ediyorsunuz? Halbuki siz, beni hukuk-u medeniyetten ıskat etmiş gibi, haksız olarak beş sene bir köyde, muhabereden ve ihtilâttan memnu' bir tarzda ikamet ettirdiniz. Her menfiyi şehirlerde dost ve akrabasiyle beraber bıraktınız ve sonra vesika verdiğiniz halde, sebebsiz beni tecrid edip -bir, iki tane müstesna- hiçbir hemşehri ile görüştürmediniz. Demek beni efrâd-ı milletten ve raiyetten saymıyorsunuz? Nasıl kanun-u medeniyetinizin bana tatbikini teklif ediyorsunuz.Dünyayı bana zindan ettiniz. Zindanda olan bir adama böyle şeyler teklif edilmez. Siz bana dünya kapısını kapadınız, ben de âhiret kapısını çaldım, Rahmet-i İlâhiyye açtı. Âhiret kapısında bulunan bir adama, dünyanın karmakarışık usûl ve âdâtı ona nasıl teklif edilir? Ne vakit beni serbest bırakıp memleketime iade edip hukukumu verdiniz, o vakit usûlünüzün tatbikini istiyebilirsiniz...

İkinci Mes'ele: Ehl-i dünya diyorlar ki: Bize ahkâm-ı diniyeyi ve Hakaik-i İslâmiyeyi tâlim edecek resmî bir dairemiz var. Sen ne selâhiyetle neşriyat-ı diniye yapıyorsun? Sen madem nefye mahkûmsun, bu işlere karışmaya hakkın yok.

Elcevap: Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz! İman ve Kur'an nasıl inhisar altına alınabilir? Siz dünyanızın usûlünü, kanununu, inhisar altına alabilirsiniz. Fakat hakaik-i imaniye ve Esâsat-ı Kur'aniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelâtı suretine sokulmaz; belki bir Mevhibe-i İlâhiyye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzûhat-ı nefsâniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir. Hem de sizin o resmî dâireniz dahi memlekette iken beni vâiz kabul etti, tâyin etti. Ben o vaizliği kabul ettim, fakat maaşını terkettim. Elimde vesikam var. Vâizlik, imamlık vesikasiyle heryerde amel edebilirim; çünki benim nefyim haksız olmuştur. Hem menfîler mâdem iâde edildi, eski vesikalarımın hükmü bâkidir.

Sâniyen: Yazdığım hakaik-i imaniyeyi, doğrudan doğruya nefsime hitab etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları


(Orjinal Sayfa:254)

muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur'aniyeyi arayıp buluyorlar. Yalnız medar-ı maîşetim için, yeni huruf çıkmadan evvel, haşre dâir bir risalemi tabettirdim. Bunu da, bana karşı insafsız eski vâli, o risaleyi tetkik edip, tenkid edecek bir cihet bulamadığı için ilişemedi.

Üçüncü Mes'ele: Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli bakdıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için, benden zâhiren teberri ediyorlar, belki tenkid ediyorlar. Halbuki kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinablarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip, o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.

Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur'ana hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünki, İnşâallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musîbet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberri ile kurtulamazsınız. O hal ise, musîbete ve tokata daha ziyade istihkak kesbedersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?

Dördüncü Mes'ele: Şu nefiy zamanımda görüyorum ki:Hodfüruş ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirâne rakîbâne bir nazarla bakıyorlar. Güya ben de onlar gibi dünya cereyanlariyle alâkadarım.

Hey efendiler! Ben îmanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok. O adamlardan ücret mukabilinde iş görenler, belki kendini bir derece mâzur görüyor. Fakat ücretsiz, hamiyet namına bana karşı tarafgîrâne, rakîbâne vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek, gayet fena bir hatadır. Çünki: Sâbıkan isbat edildiği gibi, siyaset-i dünya ile hiç alâkadar değilim; yalnız bütün vaktimi ve hayatımı, hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyeye hasr ve vakfetmişim. Madem böyledir, bana eziyet verip rakîbâne ilişen adam düşünsün ki o muamelesi zındıka ve îmansızlık nâmına îmana ilişmek hükmüne geçer.

Beşinci Mes'ele: Dünya mâdem fânidir. Hem mâdem ömür kısadır. Hem mâdem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem mâdem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem mâdem dünya sahipsiz değil. Hem mâdem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir Müdebbiri var. Hem mâdem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmıyacaktır. Hem mâdem
لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا اِلاَّ وُسْعَهَا

(Orjinal Sayfa:255)

sırrınca: Teklif-i mâlâyu-tak yoktur. Hem mâdem zararsız yol, zararlı yola müreccahdır. Hem mâdem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır...

Elbette en bahtiyor odur ki: Dünya için Âhireti unutmasın, Âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin (Hâşiye).

ON ALTINCI MEKTUBUN ZEYLİ

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Ehl-i dünya, sebepsiz benim gibi âciz, garip bir adamdan tevehhüm edip, binler adam kuvvetinde tahayyül ederek, beni çok kayıdlar altına almışlar. Barlanın bir mahallesi olan Bedre'de ve Barlanın bir dağında, bir iki gece kalmaklığıma müsaade etmemişler. İşittim ki, diyorlar: «Said ellibin nefer kuvvetindedir, onun için serbest bırakmıyoruz.»

Ben de derim ki: Ey bedbaht ehl-i dünya! Bütün kuvvetinizle dünyaya çalıştığınız halde, neden dünyanın işini dahi bilmiyorsunuz? Dîvâne gibi hükmediyorsunuz. Eğer korkunuz şahsımdan ise, ellibin nefer değil, belki bir nefer, elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani, odamın kapısında durup, bana «çıkmayacaksın» diyebilir.

Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur'ana ait dellâllığımdan ve kuvve-i mâneviye-i imaniyeden ise, ellibin nefer değil; yanlışsınız! Meslek itibariyle elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun! Çünkü Kur'an-ı Hakîmin kuvvetiyle sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde, bütün Avrupaya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envâr-ı îmaniye ile, onların fünun-u müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kal'alarını zir ü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz feylesoflarını, hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizlerin dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa, Alla-

___________________________

Hâşiye: Bu mademler içindir ki: Şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyorum ve ehemmiyet vermiyorum. «Meraka değmiyor» diyorum ve dünyaya karışmıyorum.


(Orjinal Sayfa:256)

hın tevfikiyle beni o mesleğimin bir mes'elesinden geri çeviremezler; İnşâallah mağlûb edemezler!..

Madem böyledir, ben sizin dünyanıza karışmıyorum, siz de benim âhiretime karışmayınız! Karışsanız da beyhûdedir.

Takdir-i Hudâ, kuvve-i bazu ile dönmez,
Bir şem'a ki, Mevlâ yaka, üflemekle sönmez.

Benim hakkımda -müstesna bir surette- ehl-i dünya pek ziyade tevehhüm edip, âdeta korkuyorlar. Bende bulunmıyan ve bulunsa dahi siyasî bir kusur teşkil etmiyen ve ittihama medar olmıyan şeyhlik, büyüklük, hânedan, aşîret sahibi, nüfuzlu, etbâı çok, hemşehrileriyle görüşmek, dünya ahvaliyle alâkadar olmak, hatta siyasete girmek, hatta muhalif olmak gibi bende bulunmıyan emirleri tahayyül ederek evhâma düşmüşler. Hattâ hapiste ve hariçteki, yani kendilerince kabil-i afv olmıyanların dahi aflarını müzakere ettikleri sırada, beni âdeta herşeyden menettiler. Fena ve fâni bir adamın, güzel ve bâki şöyle bir sözü var:

Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa;
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.

Ben de derim:

Ehl-i dünyanın hükmü var, şevketi var, kuvveti varsa;
Kur'anın feyziyle, hâdiminde de:
Şaşırmaz ilmi, susmaz sözü vardır,
Yanılmaz kalbi, sönmez nuru vardır.

Çok dostlarla beraber bana nezaret eden bir kumandan, mükerreren sual ettiler: Neden vesika için müracaat etmiyorsun, istida vermiyorsun?

Elcevap: Beş altı sebeb için müracaat etmiyorum ve edemiyorum.
Birincisi: Ben ehl-i dünyanın dünyasına karışmadım ki onların mahkûmu olayım, onlara müracaat edeyim. Ben, Kader-i İlâhînin mahkûmuyum ve ona karşı kusurum var, ona müracaat ediyorum.

İkincisi: Bu dünya çabuk tebeddül eder bir misafirhane olduğunu yakînen îman edip bildim. Onun için, hakiki vatan değil, her yer birdir. Mâdem vatanımda bâki kalmıyacağım, beyhude ona karşı çabalamak, oraya gitmek, bir şeye yaramıyor. Mâdem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yar yarar. Eğer yâr değilse, heryer kalbe bârdır ve herkes düşmandır.

Üçüncüsü: Müracaat kanun dairesinde olur. Halbuki bu altı senedir bana karşı muamele, keyfî ve fevkal-kanundur. Menfiler Ka-


(Orjinal Sayfa:257)

nuniyle bana muamele edilmedi. Hukuk-u medeniyetten ve belki hukuk-u dünyeviyeden ıskat edilmiş bir tarzda bana baktılar. Bu fevkal-kanun muamele edenlere, kanun nâmına müracaat mânâsız olur.

Dördüncüsü: Bu sene, buranın müdürü, benim namıma, Barların bir mahallesi hükmünde olan Bedre karyesinde, tebdil-i hava için birkaç gün kalmağa dâir müracaat etti; müsaade etmediler. Böyle ehemmiyetsiz bir ihtiyacıma cevab-ı red verenlere nasıl müracaat edilir? Müracaat edilse, zillet içinde fâidesiz bir tezellül olur.

Beşincisi: Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâva etmek ve onlara müracaat etmek, bir haksızlıktır; hakka karşı bir hürmetsizliktir. Ben bu haksızlığı ve hakka karşı hürmetsizliği irtikâb etmek istemem vesselâm.

Altıncı Sebeb: Bana karşı ehl-i dünyanın verdikleri sıkıntı siyaset için değil; çünki onlar da bilirler ki, siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçıyorum. Belki bilerek veya bilmeyerek zındıka hesabına, benim dine merbutiyetimden beni tâzib ediyorlar. Öyle ise onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zındıkayı okşamak demektir. Hem ben onlara müracaat ve dehâlet ettikçe, âdil olan kader-i İlâhî, beni onların zâlim eliyle ta'zip edecektir. Çünki onlar diyanete merbutiyetimden beni sıkıyorlar.Kovar ise benim diyanette ve ihlâsta noksaniyetim var, ara sıra ehl-i dünyaya riyâkârlıklarımdan dolayı beni sıkıyor. Öyle ise, şimdilik şu sıkıntıdan kurtuluşum yok. Eğer ehl-i dünyaya müracaat etsem, kader der: «Ey riyâkâr! Bu müracaatın cezasını çek!» Eğer müracaat etmezsem, ehl-i dünya der: «Bizi tanımıyorsun, sıkıntıda kal!»

Yedinci Sebeb: Mâlûmdur ki, bir me'murun vazifesi, hey'et-i içtimaiyeye muzır eşhâsa meydan vermemek ve nâfi'lere yardım etmektir. Halbuki beni nezaret altına alan memur, kabir kapısına gelen, misafir bir ihtiyar adama لآ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ daki îmanın lâtif bir zevkini izah ettiğim vakit, -bir cürm-ü meşhud halinde beni yakalamak gibi- çok zaman yanıma gelmediği halde, o vakit güya bir kabahat işliyorum gibi yanıma geldi. İhlâs ile dinliyen o bîçareyi de mahrum bıraktı; beni de hiddete getirdi. Halbuki burada bazı adamlar vardı, o onlara ehemmiyet vermiyordu. Sonra edebsizliklerde ve köydeki hayat-ı içtimaiyeye zehir verecek su-


(Orjinal Sayfa:258)

rette bulundukları vakit, onlara iltifat etmeye ve takdir etmeye başladı. Hem mâlûmdur ki: Zindanda yüz cinayeti bulunan bir adam, nezarete memur zâbit olsun, nefer olsun, her zaman onlarla görüşebilir. Halbuki bir senedir, hem âmir, hem nezarete me'mur hükûmet-i milliyece iki mühim zat kaç defa odamın yanından geçtikleri halde, kat'a ve asla ne benim ile görüştüler ve ne de hâlimi sordular. Ben evvel zannettim ki, adâvetlerinden yanaşmıyorlar. Sonra tahakkuk etti ki, evhamlarından, güya ben onları yutacağım gibi kaçıyorlar. İşte şu adamlar gibi eczâsı ve memurları bulunan bir hükûmeti, hükûmet diyerek merci tanıyıp müracaat etmek, kâr-ı akıl değil, beyhude bir zillettir. Eski Said olsaydı Antere gibi diyecekti:
مَاءُ الْحَيَاةِ بِذِلَّةٍ كَجَهَنَّمَ * وَ جَهَنَّمُ بِالْعِزِّ فَخْرُ مَنْزِلِى

Eski Said yok, Yeni Said ise, ehl-i dünya ile konuşmayı mânasız görüyor. Dünyaları başlarını yesin! Ne yaparlarsa yapsınlar! Mahkeme-i Kübrâda onlarla muhâkeme olacağız der, sükût eder.

Adem-i müracaatımın sebeblerinden sekizincisi: «Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir adavet olduğu» kaidesince, âdil olan kader-i İlâhî, lâyık olmadıkları halde meylettiğim şu ehl-i dünyanın zâlim eliyle beni ta'zip ediyor. Ben de bu azaba müstahakım deyip sükût ediyordum. Çünki: Harb-i Umumîde Gönüllü Alay Kumandanı olarak iki sene çalıştım, çarpıştım. Ordu Kumandanı ve Enver Paşa takdiratı altında kıymetdar talebelerimi, dostlarımı feda ettim. Yaralanıp esir düştüm. Esaretten geldikten sonra, Hutûvat-ı Sitte gibi eserlerimle kendimi tehlikeye atıp, İngilizlerin İstanbul'a tasallutu altında, İngilizlerin başlarına vurdum. Şu beni işkenceli ve sebepsiz esaret altına alanlara yardım ettim. İşte onlar da bana, o yardım cezasını böyle veriyorlar. Üç sene Rusyada esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada, bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki Ruslar beni Kürd Gönüllü Kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazariyle bana baktıkları halde, beni dersten menetmediler. Arkadaşım olan doksan esir zâbitlerin kısm-ı ekserîsine ders veriyordum. Bir defa Rus Kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için siyasî ders zannetti. Bir defa beni menetti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı Câmi


(Orjinal Sayfa:259)

yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan menetmediler; beni muhabereden kesmediler. Halbuki bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i îmaniyelerine uğraştığım adamlar hiçbir sebeb yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğim bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan menettiler. Vesikam olduğu halde, dersten, hatta odamda hususî dersimi de menettiler, muhaberey sed çektiler. Hatta vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni menettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için, dâimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim, mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar.

Hem istemediğim halde, birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfûzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.

İşte böyle vaziyette bir adam, Cenab-ı Haktan başka kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddeî olsa, elbette ona şekvâ edilmez. Gel sen söyle bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de.. ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık, kâfirden eşeddir. Onun için, kâfir Rus'un bana çektirmediğini çektiriyorlar.

Hey bedbahtlar! Ben size ne yaptım ve ne yapıyorum! İmanınızın kurtulmasına ve saadet-i ebediyenize hizmet ediyorum! Demek hizmetim; hâlis, Lillâh için olmamış ki aksülâmel oluyor. Siz ona mukabil, her fırsatta beni incitiyorsunuz.. Elbette Mahkeme-i Kübrâda sizinle görüşeceğiz!..

حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ { نِعْمَ اْلمُوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ
derim.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
SAİD NURSÎ
 
Üst