Kelime Analizi 64: Felsefe

kenz-i mahfi

Sorumlu
FELSEFE (Yunanca)
- Feylesofların mesleği
- İlm-i hikmet
- Maddeyi ve hayatı ve bunların çeşitli tezahürlerini ve sebeplerini, ilk unsurları ve gaye cihetinden inceleyen fikri çalışma ve bu çalışmaların neticelerini toplayan ilim
- Herkesin hususi fikri
- Mantık
- Bir ilmin prensipleri
- Meşhur bir feylesofa göre olan hususi prensipler, nazariyeler
- Tabiat, huy ve mizaç sakinliği; rahatlık gibi manalara gelmektedir.

“Felsefe” kelimesi Yunanca φιλοσοφία (filosofia) kelimesinin Arapça’da okunuşudur.

Yunanca Φίλος (Fîlos) veya Φιλώ (Filô): “Sevgili, arkadaş, dost” kelimesi ile Σοφία (Sofia): “Hikmet” kelimesinin birleşiminden “hikmet sevgisi” manasına gelmektedir. Aslı Yunanca olan bu kelime umumi bir kabul görerek pek çok dünya diline de Yunanca’dan geçmiştir.
Mesela:
Almanca: Philosophie
İngilizce: philosophy
Arnavutça: filozofi
Rusça: filosofiya
İtalyanca: filosofia

Ehl-i Felsefe: Nübüvveti ve dini gereksiz görüp aklı ilahlaştıran sapkın bir meşrebin adıdır. İnsan kendi aklı ile her hakikati idrak edebilir diyerek ilahi mesajları ve nebileri inkar etmişlerdir.

Yunanca’da “hikmet sevgisi” manasına gelen bu kelime, insanlığın düşünce tarihi için kullanılmaktadır.

Felsefenin başlıca üç bölümü vardır.
1- Ontoloji (varlık) Felsefesi,
2- Epistemoloji (bilgi) Felsefesi
3- Değerler Felsefesi

Değerler Felsefesi de ikiye ayrılık
a) Ahlak Felsefesi
b) Estetik Felsefesi

Varlık Felsefesinin esasında “Varlığın sebebi var mıdır? Eşyanın hakikati nedir?” soruları yatmaktadır.

Bilgi Felsefesinin esasında “Bilgi nedir? Eşya hakkında kesin bilgiye ulaşılabilir mi? Bilginin kaynakları nelerdir? Bilginin değeri nedir?” şeklinde sorulardır.

Ahlak Felsefesi ise ahlakın menşeini, kurallarını araştırır.

Estetik Felsefesi de sanatla ilgili meseleler üzerinde yorumlar yapar.

Bu yönleriyle bakıldığı zaman Felsefenin araştırdığı pek çok konu ve sorunun dinin ele aldığı meseleler olduğu görülecektir. Felsefe ile din arasındaki en büyük fark, dinin vahiy merkezli olması, felsefenin ise aklı hakim ittihaz etmesidir. Yani Felsefe, dini, nebileri, vahyi inkar etmekle aklın her şeyi çözebileceğini iddia etmektedir. Yukarıda bahsedilen hususlarda felsefe sorular sorar ve bunlara akıl merkezli olarak cevaplar vermeye çalışır. Fizik yani madde sahasında akla büyük işler düşmektedir. Fakat metafizik dediğimiz maneviyat yönünde aklın pek de tesiri yoktur. Akıl henüz kendisinin ne olduğunu anlayamamışken manevi meseleleri nasıl anlayabilir.

İslamiyet, vahiy dini olmakla beraber akla büyük ehemmiyet vermiştir. Akıl ise vahiy olmadan pek bir işe yaramaz. Vahiy olmadan, Rabbinin kendisinden marziyatlarını bilemeyeceği gibi, Rabbini de hakiki manada bilemez ve anlayamaz. Maneviyatta akıl kendi başına çok iş yapamaz. Aynı meselelerde felsefecilerin farklı sonuçlara bulmaları ve birbirleriyle çatışmaları da aklın noksaniyetini göstermektedir.

Felsefenin esasında aklı hakim kılmak olduğundan ve dini ve peygamberleri inkar arzusu olduğundan ve insanın egosunun tatmin ile süfli arzularını tatmin etmesinden dolayı İslam hükemasından bazı meşhur zatlar da sureten gösterişli fakat içi boş mesleğe aldanmışlardır.

Müslümanlar için Kur’an sahabe ve tabiin dönemlerinde çok iyi bir rehberdi. Bütün akıl ve hissiyatları ile Kur’ana müteveccih oldukları için ondan hakkıyla istifade ediyorlardı. Fakat İslamiyetin inkişaf etmesiyle genişleyip büyümesinden dolayı farklı kavimlerin İslamiyete girmesiyle ve bilhassa Yunan Felsefesi’nin Arapça’ya tercüme edilmesiyle zihinler müşevveş olmuştur. Zihinlerin bulanıklaşmasından dolayı Kur’ana karşı mana itibariyle kapanmış, Müslümanların inancı tahkikten taklide düşmüştür. İslam alimleri bu tahribata karşı çok çareler aramışlar fakat başarılı olamadıkları için tasavvuf ve tarikat yoluyla emrazın defedilmesine çalışmışlardır.

Yunan Felsefesinin İslamiyet’e verdiği zararlar neticesinde aklı hakim ittihaz eden ve ehl-i sünnetin en büyük rakibi olarak gözüken Mutezile Mezhebi doğmuştur. Mutezile hem itikadi hem de felsefi bir akımdır. Bu bakımdan Yunan Felsefesi’nden beslenmiştir. Bütün İslami esasları akıl ile halletmeye çalışmışlardır.

Ehl-i sünnet, bu bidat fırkasının tahribatlarını tamir için kelam ilmini takviye etmişlerdir. Tabiin zamanında başlayan bu batıl mezhep öylesine cazibedar idi ki Ehl-i Sünnetin meşhur imamlarından Ebu Hasan el-Eşari dahi 40 yaşına kadar bu mezhebe bağlı kalmıştır. Mutezile imamlarından Vasıl bin Ata ile giriştikleri bir münazara neticesinde bu mezhebin batıl olduğunu anlamış ve Ehl-i Sünnet tarafına geçerek itikad meselelerinde kendi ekolünü meydana getirmiştir.

Devlet yönetiminde bu mezhebin tesirleri olduğundan o zamanın büyük alimlerine başta Hanbeli Mezhebinin kurucusu olan Ahmed ibn-i Hanbele müthiş zulümler yapmışlardır. Çünkü bu büyük zatlar Mutezile mezhebinin akla dayanan çürük ve batıl esaslarını reddetmişlerdir. Bid’at fırkaları içinde kaynağını Yunan Felsefesinden alan Mutezile mezhebi kadar ehl-i sünneti uğraştıran olmamıştır. En sistematik ve ilmi rakip olarak karşılarında Mutezile Mezhebini görmüşlerdir. Bu mezhebin bilhassa Kader ve günahın neticesi olan ceza hakkındaki batıl düşünceleri halen cemiyetin içinde dillendirilmektedir. Risale-i Nur’da bu mezhebin bütün batıl fikirleri başta Kader meselesinde olmak üzere çürütülmüştür.

Yunan Felsefesinin veledi olan bu batıl mezheb, İslam aleminde Farabi ve İbn-i Sina gibi filozofların çıkmasına sebep olmuştur. Bununla beraber taklitçiliğe yeltenen ve bu suri mesleğin güzelliğine aldanan ve aklına güvenen pek çok zatlar da bu mesleğe girmişlerdir. O zamanın en büyük alimi olan İmam-ı Gazali (RA) onlara karşı çıkmış ve onları kafirlik ile ittiham etmiştir.

Felsefe esasında aklı hakim ittihaz ettiği için pek çok yerde hata etmektedir. Bunlardan birisi de Hümanizm Felsefesidir. Sevgiyi ve şefkati esas alarak insanları dalalete sürüklemiştir. Güya cehennem ve cezanın katı ve acımasız olduğunu, insanın şefkatine sığmayacağını iddia etmişlerdir. Halbuki bu kavramlar hayatın ve gerçeğin bir parçası ve kati değerleridir. Fakat insanları en zayıf noktalarından vurmayı başarmışlardır. Onun için bu hususa dair Risale-i Nur’da pek çok yerde bahis vardır. Hümanistler sevgi ile cezanın, cehennem ile şefkatin birbirlerine zıt kavramlar olduğunu ve ikisinin beraber bulunamayacağını iddia etmişlerdir. Halbuki bu dünyada her şey zıddıyla bilinir. Soğuk olmazsa sıcak anlaşılmaz, karanlık olmazsa aydınlık bilinmez, açlık olmazsa yemek lezzet vermez ve hakeza… pek çok şeyi biz ancak zıddıyla bilebiliriz. Cehennem olmazsa, cennet lezzet vermez. İnsanlık tarihine baktığımızda cezaevlerinin lüzumu bu batıl düşünceyi çürütmektedir. Yüzlerce masumu mahveden bir canavarı affetmek ve bağışlamak doğru ise bu fikir de doğrudur.

Buna dair Risalelerde “Yüzlerce masum hayvanı parçalayan canavarlara himayetkarane şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedit bir gadr ve vahşi bir vicdansızlıktır ve binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su-i akıbetine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkarane taraftar olmak ve merhametkarane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni bir gadirdir” denilmiştir.

Hem “Küfür ve dalalet, kainata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azimdir ve rahmetin ref’ine ve afatın nüzulüne vesiledir. Hatta, deniz dibinde balıklar, canilerden şekva ederler ki “istirahatimizin selbine sebep oldular” diye rivayet-i sahiha vardır” denilmiştir.

Felsefe, kainattaki her şeyin bir tesadüf sonucu meydana geldiğini kabul etmektedir. Onun için ilahi sanatlardaki mucizeleri görmemişlerdir. Onları sıradan ve basit şeyler olarak kabul etmişlerdir. Ondan dolayı adiyata çok ehemmiyet vermezler yalnız intizamdan çıkmış mesela 2 başlı veya 3 ayaklı bir insanı gördükleri zaman hayret ederler. Halbuki bütün insanların aynı şekilde yaratılması daha hayret vericidir. Felsefenin bu fikri hastalığı maalesef Müslümanlarda da bulunmakla onlar da her zaman gördükleri şeyleri tefekkür etmekten uzak olduklarından müthiş bir gaflet içindedirler. Kainatta harika olmayan tek bir zerre bile olmadığı halde, onları basit, sıradan, gayesiz zannetmek bir hastalıktır.

Risale-i Nur’un çürüttüğü dinsiz felsefenin en müthiş akımlarından birisi de Determinizm denilen akımdır. Bu akıma göre olayların belirli bir şekilde birbirine bağlı olması, her şeyin bir sebebinin olması veya her şeyin bir sebebe bağlanarak açıklanabilir olması ya da belli sebeplerin belirli sonuçları doğuracağı, yani aynı sebeplerin aynı şartlarda aynı sonuçları vereceği iddia edilmektedir. Bu batıl fikre göre, kainattaki her şey sebeplerin tasarrufunda ve idaresindedir. Dolayısıyla Allah’ın kainattaki tasarrufunu ve idaresini inkar etmişlerdir. Her şeyin neticesini o şeyin sebebinden bilmişlerdir. Maalesef bu batıl fikir bizlere de bulaşmıştır. Onun için Risale-i Nur’un üzerinde durduğu felsefi sapkınlığın en birincisi budur. Bütün delilleriyle bu batıl fikri çürütmeye çalışmıştır. Bu felsefedekileri yanıltan şey Allah’ın kainatta koyduğu kanunların sürekli ve devamlılığıdır. Bundan dolayı elmayı ağaçtan, balı arıdan, sütü inekten, meyveyi topraktan bilmişlerdir. Halbuki bir arı, balın mucidi olamadığı gibi, şuursuz, akılsız, ilimsiz elma ağacı da elmanın mucidi değildir. Üstadımız Risalelerde sebepleri inkar etmemiştir. Sadece sebepleri ilahlık noktasında reddetmiştir. Kainattaki bütün sebepler bir araya gelseler dahi bir zerreyi yaratamayacaklarını beyan eden yerler ile sebeplerin hakiki tesirini reddeden deliller ve daha pek çok misaller bu batıl fikri çürütmektedir. Fakat bu fikir öylesine yerleşmiş ki bizler bile konuşurken “yağmur yağıyor” diyebiliyoruz. İşte bu şekildeki konuşmalar hep bu felsefi akımın bizdeki bıraktığı izlerdir.

Risalelerde felsefi akımlar çürütülürken bu akımların bazı muşahhas fertleri nazara alınmadan doğrudan doğruya o fikir çürütülmüştür. Zira felsefecilerin meşhurlarının hakkı kabul etmeleri diye bir şey söz konusu olmamıştır. Kendilerine tapacak kadar alçalan kafirlerin hakikati kabul edip aczlerini itiraf etmeleri beklenemez. Eğer cemiyet ve cemaat dağılmışsa, o fikir bitmiştir diyebiliriz. Komünist ve materyalist cemiyet ve cemaatlerin dağılması gösteriyor ki fikirler mağlup edilmiştir.

Felsefe, aklı esas alan bir düşünce metodu olduğundan filozoflar vahiy yerine aklı hakim kıldıklarından hiç birisi kamil manada bir itikada sahip olamamışlardır. Felsefede ileri gidenler itikadda gabileşmişlerdir. Risalelerde bu güruh “yıldız böceği” misaliyle ifade edilmişlerdir. Kendi ışıkcığına güvenen yıldız böceği misali verilerek, güneşin ışığından mahrum kalmasından bahsedilmiştir. Eğer akıl, iman nuru ile nurlansa kainattaki en ince sırları dahi keşfeden bir müfettiş rütbesine çıkacaktır. Fakat yalnız başına kalırsa yıldız böceği gibi gecenin karanlığına gark olacaktır. Vahye tabi olmayı bir noksanlık olarak kabul edip akıllarına sığıştıramadıklarından dolayı ruhu doyurulmamış olarak pek çok hastalıklara giriftar olmuşlardır.

Akıl, bu alemdeki eşyanın ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü anlama kabiliyetine sahiptir. Bu bakımdan, hikmetli varlıkların ancak bir ilim ve irade sahibi bir zat tarafından yapılmış olduğuna hükmedecektir.

Bir bilginin imana dönüşmesi için kalbin devreye girmesi gerekir. Aklın vazifesi anlamak olduğu halde, kalbin vazifesi sevmek, muhabbet etmek, inanmak, hoşlanmak, hayret etmek gibi şeylerdir. Akıl, nelerden ne gibi zararlar geleceğini tespit eder; korkmak, sığınmak, yardım dilemek de kalbin vazifesidir.

Felsefeyle uğraşarak ruhlarını hasta edenler, kalbin vazifesini salt aklın da yapabileceğini kabul etmektedirler. Fakat kalbi olan bu boşluğu dolduramadıklarından akli ilimler ile fazla meşgul olurlar. Akli ilimlerde birkaç mesele öğrenmekle insanlara kibir ve gururla bakarlar.

Felsefeden kasıt “akli ilimlerdir” Onun için maddiyat ile fazla meşgul olan insanlarda bu hastalık kendini göstermektedir. Maddecilik fikri maalesef dem ve damarlarımıza işlemiştir. Onun tehlikesinden kurtulmak için tahkiki iman derslerini dinlemek ve talim etmek lazımdır. Yoksa bu hastalığın tehlikesinden kurtulmak öyle sanıldığı gibi kolay değildir.

Risalelerde her ne kadar dinle barışık felsefeden bahsedilmişse de bu felsefenin hakikata götüren yolu yine akıl olduğu için bulduğu deliller de hem uzak hem karışık ve karmaşıktır. Onun için hakikati ifade etmekte çok noksan kalmışlardır.

Risalelerin 4 esasından en mühimleri olan “acz ve fakr” felsefecilerin köklerini kurutan iki şeydir. Risalelerde insanın nihayetsiz derecede acizliği ve fakirliği ispat edilmekle, felsefecilerin aklı kusursuz ve noksansız görmeleri çürütülmüştür.

Yine İslam hükemasından bir kısmı “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanınız” hakikati yanlış anlamışlardır. Halbuki buradan kasıt Allah’ın en sevgili kulu olan Hazret-i Muhammed (ASM)’in ahlakıyla ahlaklanmak kastedilmiştir. O’nun ahlakı ise acizlik ve fakirlik ve ubudiyet yolundan gitmektir. Akıl yoluyla gidenler ise acizliklerini ve fakirliklerini unutup gurura daldıklarından firavunlaşmışlardır. “İnsan da Allah gibi bütün noksanlıklardan temizlenmelidir” şeklinde bir görüş ile yukarıdaki hakikati yanlış yorumlamışlardır. Risalelerin pek çok yerinde bu felsefi düşünce çürütülmüştür.

Felsefenin genel kabul görmüş herhangi bir tarifi olmamakla birlikte aklı esas alan ve ilahi dinleri kabul etmeyip vahye tabi olmamayı esas aldığı katidir. Felsefeye göre insan, aklı ile her şeyi bilebilir ve bulabilir.Bu yüzden vahiy ve peygamberin terbiyesine girmeye mecbur değildir. Bu noktadan felsefi akımların büyük bir kısmı dini ve vahyi inkar etmişlerdir.

Bu sebepten dolayıdır ki Risalelerde pek çok yerde akıl ile vahyin kıyası yapılmıştır. Aklı yıldız böceğine, vahyi ise güneşe benzetmektedir. Eğer akıl kendine itimad ederse yıldız böceği gibi karanlıklar içinde kalacaktır denilmiştir. Yıldız böceğinin güneşe meydan okuması ile felsefecilerin aklı hakim ittihaz edip vahye karşı meydan okumaları aynı şeydir.

İnsan cüz’i aklı ile Allah’ın sonsuz ilminden gelen vahye meydan okuması ve aklı kendine mutlak rehber görmesi çok açık bir hatadır. Felsefecilerin bir sonrakinin, bir öncekinin fikirlerini çürütmeleri de bu mesleğin ne kadar çirkef olduğunu göstermektedir. Felsefecilerin en meşhurlarından olan Aristo gibi dahiler, değil Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini görmek ve anlamak, Allah’ın varlığını bile görmekte zorlanmışlardır. Kainattaki her şey O’nu gösterdiği ve tarif ettiği halde salt aklına güvenenlerin onu görmekte zorlanmaları yine insanın nihayet derecede aciz olduğunu göstermektedir.

Yukarıda denildiği gibi dinle barışık felsefe yine aklı hakim ittihaz etmekle beraber dinin ispat ettiği meseleleri akılla ispat etmek çabasındadır. Yani yine vahye itimad etmemektedir. Bu yönüyle ruhta yaralar bırakan bir meslektir. Akli ilimlerin çoğu bu sınıfa girmektedir. İnsanın ruhunu kirleten bu felsefenin boş işleriyle meşgul olmamak el elzem iştir.

Felsefenin esasında akıl hakim olduğundan deneme yanılma yolu ile doğruyu bulma çabasındadır. Böyle bir yolun insanın dertlerine bir çare olması beklenemez.

Felsefeye kısaca “ilm-i hikmet” diyebiliriz. Sözler sayfa 132’de “Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış, sersemleşmiş ve hakikatin yolunu şaşırmış” denilmektedir.

Felsefe kelimesi “ilm-i hikmet” olduğu için Risale-i Nur’da felsefe kelimesinin geçtiği pek çok cümlede “hikmet” kelimesi de geçmektedir.

Sözler sayfa 137’de: “Kur’an-ı Hakîm ile felsefe ulumunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini müvazene etmek istersen; şu gelecek sözlere dikkat et!” denilmiştir. Bu cümlede Kur’andan “Kur’an-ı Hakîm” olarak bahsedilmesi de yine felsefenin ilm-i hikmet olduğu cihetle ve risalelerde bu iki kısmın birbiriyle kıyasının çok yapıldığından “Hakîm” kelimesinin kullanılması manidardır. Bunun gibi pek çok misal vermek mümkündür.

Yine Sözler 243.sayfada: “Acaba neden Kur’an-ı Hakîm felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor?” cümlesinde de “Hakîm” kelimesinin kullanılması manidardır.

Yine bu sorunun cevabında da “Kur’an-ı Hakîm” geçmektedir.

Sözler sayfa 263’de: “İsm-i Hakîm’inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar” denilmesiyle manasında “hikmet” olan felsefenin “Hakîm” isminin tecelliyatını anlayamaması gerçekten düşündürücüdür.
 
Son düzenleme:
Üst