Sünnet İnkârcılarına Cevap; SÜNNETİN İSLÂMDAKİ YERİ VE ÖNEMİ (2)

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Sünnet İnkârcılarına Cevap; SÜNNETİN İSLÂMDAKİ YERİ VE ÖNEMİ (2)





Sünnet; İslâm'ı anlamak, kavramak ve yaşamak husûsunda en doğru ölçü ve yorumdur. İnsanların, Allah’dan gelen vahyi öğrenebilmesi için nasıl ki peygamberlerin aracılığına ihtiyacı varsa, Allah’ın kelamını anlaması için de peygamberler'in yorumuna yani sünnete öylece ihtiyacı vardır.

Peygamberlerin vasıflarından biri de “Tebliğ”dir. Allah’tan gelen ilâhî vahyi insanlara harfiyyen tebliğ eder, açıklanması gereken yerleri açıklar ve bizzat yaşayarak ümmetlerine tatbikatını gösterirler.


Nitekim Aişe (Radıyallahü Anha) annemize, Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in ahlâkından sorulduğunda; “Onun ahlakı Kurandı” buyurmuştur.
Kuran’daki hangi emir nasıl yerine getirilecek, hangi nehiyden nasıl ictinab edilecekse, Efendimiz bunu bizzat yaşayarak ümmetine göstermiştir.

Hiç şüphe yok ki O, Kuran’ı en iyi anlayan ve en mükemmel şekilde hayata geçirip tatbikat sahasına koyandır. Yani Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Selem) Kuran’ın canlı bir tefsiri ve yaşayan İslâm’dır.
Öyleyse Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Selem)in sünnetiyle amel etmek demek; Allâh-u Teâlâ’nın Kur’an ayetlerindeki isteğini hakkıyla yerine getirmek demektir.

Hal böyleyken sünnet ve hadis kabul etmeyip “Kur’an bize yeter” demek, filhakika Kur’an’ın anlaşılmasını istememektir. Hatta bundan da öte, İlâhî vahyin anlaşılmasına mani olmaya çalışmaktır neûzübillah…

Bazı kimselerin “Kur’an İslâm”ı dedikleri şey; Sünnetin saf dışı bırakılarak sadece Kur’ân metnine dayalı bir İslâm anlayışını geliştirmektir.

Tabi bu tür söylemler yeni değildir. Gerek Ashâb-ı kiram gerekse tabiîn döneminde bu tür fikir sahipleri çıkmış ama onlara gereken cevaplar verilmiştir. Bununla alakalı olarak İmâm-ı Beyheki şöyle bir rivayet nakleder:
Bir şahıs tabiînin büyüklerinden Mutarrif b. Abdillah el-Basrî (Rahmetullahi Aleyh)’in yanında ona hitaben: - Bize Hadis anlatıp durmayın, Kuran’dan başka bir şeyden bahsetmeyin, deyince ona şöyle dedi: - Vallahi biz Hadisleri Kur’an’ın yerine anlatmıyoruz.

Bilakis Hadisleri anlatmaktaki gayemiz, Kur’an’ı en iyi bilenin bildiklerini anlatmaktır. (İbni Abdilberr, Camiu Beyani’l-İlim: 563) Yine tabiinden Saîd b. Cubeyr (Rahmetullahi Aleyh) bir gün Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’den hadis rivayet edince, orada bulunanlardan biri itiraz etti ve: - Allah’ın kitabında buna muhalif âyet var, dedi.


Bunun üzerine Saîd b. Cubeyr (Rahmetullahi Aleyh) o kişiye şöyle cevap verdi: - Bakıyorum da sana Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’den hadis rivayet ediyorum, sen ise Allah’ın Kitabına muhalif olduğunu söylüyorsun. Oysa Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) Allah’ın kitabını senden iyi bilirdi.” (Dârimî, Mukaddime, 49) Mevlâ Teâlâ, Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)e ve Onun buyruklarına itaat etmenin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu beyan etmek için, Kuranı kerimin bir çok âyetinde Kendi İsmi şerifiyle Resûlünü yan yana zikredip “Allah'a ve Resûlüne itaat edin!” diye emir buyurmaktadır.

Rûhu’l-Meânî tefsirinin müellifi Âlûsî (Rahimehullah) “Allah'a ve Resulüne itaat edin!” âyetini tefsir ederken şöyle buyurmuştur: “Resûlüllah’a itaatin Allah’a itaatle birlikte yan yana zikredilmesindeki incelik; Allah Resûlünün değerini ortaya koymak, ‘Kur’an’da bulunmayan dini emirleri yapmak gerekmez’ zannını yıkmak ve Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)in, Kur’an’dan ayrı ve müstakil olarak hadislerinde ortaya koyduğu emirlerine itaat etmektir.” (Rûhu’l-Meânî, c: 5 s: 65)

Sadece Âlûsî (Rahimehullah) değil pek çok alim, Peygamberimize itaat konusundaki âyetleri böyle anlamışlar; Kur’an-ı kerimde kısaca temas edilen konularda Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)in açıklamalarına bakılması, Kuran’da temas edilmeyen konularda da O’nun Hadislerine uyulması gerektiğini söylemişlerdir.

Nitekim yırtıcı hayvanların etinin helâl olmadığı, denizin suyunun temiz ölüsünün helâl olduğu, ehli eşeklerin etini yemenin haram olduğu gibi bir takım hükümler, Kur’an âyetiyle değil, sünnet tarafından ortaya konmaktadır.


Bu arada şunu da ifade delim ki hadis inkârcıları; “Allah’a ve Resûlüne itaat edin” âyetinin, yukarıda bahsettiğimiz şekildeki izâhına itiraz etmektedirler. Onların âyette geçen “Peygambere itaat edin” emri hakkındaki iddiaları; “Peygamberle gönderilen âyetlere itaat edin yoksa Onun şahsi açıklamalarına ve yorumlarına bakmayın.” şeklindedir.

Efendim, bu âyetin manası gerçekten de onların iddia ettiği gibi olsaydı, Mevlâ Teâlâ bunu açıkça ifade ederek “Resûlümün getirdiği âyetleri alın, Onun şahsi açıklamalarını bırakın” buyurabilirdi. Ama böyle değil de mutlak bir ifadeyle emrederek: “Resûlüllaha itaat edin!” buyurmuştur.



Diğer taraftan, Resûle itaat etmenin anlamı Hadis inkarcılarının iddia ettiği gibi; “Allah’ın gönderdiği âyetlere itaat edin” demek olsaydı, o zaman âyetin başında geçen “Allah’a itaat edin” emri ne olacaktı?! Allah’a itaat edin demek; zaten Allah’ın gönderdiği âyetlere itaat edin demek değil midir? Durum böyle olunca sanki gereksiz bir tekrar yapılmış zannı hasıl olurdu ki, bir müminin, Allah’ın kelâmı hakkında böyle bir şeyi düşünmesi asla caiz değildir.

Dolayısıyla “Ben Müslümanım” diyen herkes, hangi devirde yaşarsa yaşasın “Resûlüllah’a itaat edin” âyetinin gereğini yerine getirebilecek ve Allah’ın bizlere “Üsve-i Hasene” olarak takdim ettiği Peygamber Efendimizi örnek alabilecektir. Şayet Hadis ve Sünnet devre dışı bırakılırsa, O’nun vefatından sonra gelen ümmetleri Resûlüllah’ı nasıl örnek alacaktır?


Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in vefatından kısa bir süre sonra tabiîn döneminde bir zümrenin, Kur'an-ı Kerim'e ehemmiyet verme perdesi altında sünnete karşı tavır geliştirdiği bazı kaynaklarda zikredilmektedir. Bu demek oluyor ki sünneti savunanların, tabiîn döneminden itibaren sünnet inkarcılarıyla mücadelesi başlamıştır. Bu meyanda şu rivayet çok mühimdir.

Sahâbenin büyüklerinden İmran bin Husayn (Radıyallahü Anh) ashâbıyla sohbet ediyordu. O sırada orada bulunan bir adam dedi ki:
- Ya Eba Nuceyd! Siz bize bir takım hadisler rivayet ediyorsunuz. Halbuki biz onları Kur'an'da bulamıyoruz. Bize Kur'an'dan konuşun.

Bu söz üzerine İmran bin Husayn (Radıyallahü Anh) bu adama şiddetle kızarak dedi ki: - Sen ve senin gibiler Kur'an'ı okuyorsunuz (değil mi?)?! Adam - Evet, deyince İmran bin Husayn (Radıyallahü Anh):- Öyleyse Kur'an'da; yatsı namazının dört rekât, akşamın üç rekât, ikindinin dört rekât, öğlenin dört rekât olduğunu buldun mu? diye sordu. Adam:- Hayır, dedi. İmran bin Husayn:- Peki bu namazların rekât adetlerinin böyle olduğunu kimden öğrendiniz, Bizden
öğrenmediniz mi? İşte Bizde bunu Rasûlüllah’dan öğrendik.

Peki Kur’an’da, kırk koyundan bir koyun, şu kadar devede şu kadar, şu kadar paraya şu kadar dirhem zekat düştüğüne rastladın mı?
- Hayır. - Öyleyse bunları kimden öğrendiniz, bizden öğrenmediniz mi? İşte biz de
Resûlüllah’dan öğrendik. Yine Kur'an'da "O eski evi (Kabeyi) tavaf etsinler" (Hacc-29) buyrulmaktadır. Peki bunun yedi defa olduğunu nerden öğrendiniz?


İşte ben tüm bunları Resûlüllah’dan dinledim. Fakat sen o zaman yoktun. Dolayısıyla Kur’an’a bakarak bunları bilemezsin. Siz "Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının" (Haşr: 7) âyetini işittiniz değil mi? İşte Biz bütün bunları Rasûlullah’dan aldık.
Bu açıklamalar karşısında ikna olan adam: - Bana hayat verecek şeyleri naklettin.

Allah senin ömrünü bereketlendirsin, diye dua etti.
Sonra İmran b. Husayn (Radıyallahü Anh)ellerini kenetleyerek herkese hitaben dedi ki: - Ey insanlar! Rivayet ettiğimiz hadisleri alınız ve uyunuz. Uymazsanız vallahi sapıtırsınız!. (Hakim, Müstedrek 1/109, 110, el fakih vel mutefeggih, hatip, 1/67)

İmran bin Husayn (Radıyallahü Anh)ın başından geçen bu hadise çok net bir şekilde ortaya koymaktadır ki, Kur’an’ı kerim tafsilat kitabı değildir.

Sünnet, Kur’an’ı açıklar ve onda mücmel olarak geçen hususları tafsil eder. Kur’an’da emirler ve nehiyler teorik olarak mevcuttur ama pratikte, hayata uygulamada bunların nasıl olacağı Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’den öğrenilecektir. Tabiri câizse Kur’an ana caddeleri göstermiş, ara yollar ise sünnetle belirlenmiştir.


Mesela Allâh-u Teâlâ Kuranda “Namaz kılınız” diye emir buyuruyor. Hadis kabul etmeyen bir kimse, Allah’ın bu emrini nasıl yerine getirip, namazını nasıl kılacak?” Hani bazı namaz hocası kitaplarında namaz tarifi yapılırken; “Şekil-A da görüldüğü gibi” şeklinde resmedilmiş bölümler olduğu gibi, Kur’an’da da öyle bir bölüm varda oradan mı öğrenecekler?
İşte o “Şekil-A” tabir yerindeyse Resûlüllah’ın sünnetindedir.

O, namazı nasıl ve hangi şekilde kıldıysa, nasıl tâlim ettiyse öyle kılıyoruz. Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’de namazı, Cebrail (Aleyhisselam)’dan aldığı üzere kıldı ve ashâbına:
- Beni gördüğünüz gibi namazınızı kılınız, buyurdu.


Dolayısıyla namaz kılarken tekbir nasıl alınacak, kıyam, rükû, secde ve tahiyyat nasıl yapılacak ve namazın neresinde neler okunacak? İşte tüm bunlar Resûlüllah’dan görülerek alınıp öğrenildi ve bizlerde namazımızı böyle kılıyoruz elhamdülillah.



Yine Kur’an-ı Kerim’de Kevser süresinde; “Venhar” (Kurban) Kes” buyuruluyor. Peki kurbanı kimler keser? Hangi hayvanlar kaç yaşına kadar, kaç kişi tarafından ve hangi vakitlerde kurban edilir? Tüm bunların cevabını Kuran’da bulabilir misiniz? Bulamazsınız.

Çünkü Kur’an tafsilat kitabı değildir. Bunların izâhı için Resûlüllah’ın açıklamalarına bakmak şarttır. Zira detaylı malumat, sünnet ve hadistedir. Şayet bu âyeti kerime, Resûlüllah’ın sünnetine göre değil de, kafaya göre tefsir ve tevil edilecek olursa, o zaman “tavuk da kurban olur, deve kuşu da” diye fetva verenleri de duyarsın.


Tabi misaller çoğaltılabilir. Bizim anlayacağımız şudur ki; Bu dîni Mübîni İslâm’ı en güzel yaşayabilmek için Resûlüllah’ın sünnetine müracaat etmeye mecburuz. Şayet “Kur’an yeter” deyip sünneti, hadisi bir kenara bırakacak olursak, o zaman ne namaz kalır ne kurban, ne hac kalır ne zekat… Daha açıkçası o zaman ne din kalır ne de diyanet…


Şöyle düşünecek olursak; Hadis inkarcılarının iddia ettiği gibi eğer sadece Kuran yetseydi, o takdirde Peygamber göndermeye ne gerek vardı? Allâh-u Teâlâ Hira-Nur mağarasına veya Kabe’nin damına Kur’an’ı indirirdi ve: “Ey İnsanlar işte size Kur’an gönderiyorum okuyun ve nasıl anlıyorsanız öyle amel edin.” buyururdu. Öyle ya madem Kuran yetiyor, öyleyse Onu açıklayıp öğretecek bir elçiye ne gerek var? Herkes kitabı okur, âyetlerden ne anladıysa, nasıl yorumladıysa öyle amel ederdi.

Peki bu durumda dünyada ki müslüman adedince din anlayışı ortaya çıkmaz mıydı? Çünkü biri “Ben bu ayeti böyle anladım” der öyle amel eder, diğeri de “Ben de şöyle tevil ediyorum” deyip bir başka türlü amel ederdi. O takdirde bu durum, vahdet dini olan İslâm’a tamamen aykırı olurdu. Bir buçuk milyar Müslüman varsa, bir buçuk milyar din anlayışı olurdu.



El-İnsaf! Mevlâ Teâlâ şu koskoca cihanşumul bir din olan İslâm Dini’ni, şeytan ve nefsin esiri olan bizlerin anlayışına bırakır mı?


Nitekim Allâh-u Teâlâ Peygamberlerin gönderiliş gayelerini açıklarken "Biz her peygamberi Allah'ın izniyle ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik" (Nisa-64) buyurmuştur.

Her Resûl ümmetine ibâdet talimi yaptırmış, gelen vahyin tatbikatını bizzat Kendi hayatında yaşayarak göstermiştir. Ve her ümmet Peygamberine itaatle yükümlüdür.

Bir rivayete göre 224. 000 peygamber gelmiştir, nazil olan kitaplar ise 104 tanedir. Peki “Peygamberin sünnetine ne gerek var? bize Kuran yeter” diyenlerin mantığına göre, Kendisine kitap verilmeyen Peygamberlerin ümmetleri ne yapacak?

Kitap nâzil olmamış ki, “Bana kitap yeter” desin de, onu okuyup amel etsin. Peygamberin sünnetini de kabul etmez ve ona uymazsa, geriye dinsizlikten başka ne kalıyor?.

. Fi Emanillah!

Mustafa ÖŞİMŞEKLER
 
Üst