Muhakemat 5. Ders: Kur'an'ın Takip Ettiği Dört Maksad

Huseyni

Müdavim
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


Eser:
Muhakemat/Birinci Mukaddeme
Konu: Kur'anın Dört Esas Maksadı

Açıklamalı risale derslerimiz devam ediyor.



  • Derslerimize herkes katılabilir.
  • Soru sorabilir veya sorulan sorulara cevap verebilir.
  • Ders anlayışımız; "biz biliyoruz, öğretiyoruz" değil, "anladığımızı paylaşıyoruz." şeklindedir.
  • Açıklamalı dersler, birkaç yöneticinin kendi tekelinde gibi algılanmamalı.
  • Yöneticiler derslerin sadece takibini ve seri olarak açma vazifelerini üstlenmekteler.
  • Bunun dışında dersin gidişatı herkese açıktır.
  • Bundan dolayı bütün kardeşlerimizin derslere iştirak etmelerini arzu ediyoruz.


Selam ve dua ile.


[BILGI]
Maksada uruc etmek için mukaddemelerden istimdad etmek, ehl-i tahkikin düsturlarındandır. Öyleyse, biz de on iki basamaklı bir merdiven yapacağız.

Birinci Mukaddeme

Takarrur etmiş usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.


Hem de tahakkuk etmiş: Kur’ân’ın herbir tarafında intişar eden makasıd-ı esasiye ve anasır-ı asliye dörttür. Onlar da, ispat-ı Sâni-i Vâhid ve nübüvvet ve haşr-i cismanî ve adalettir. Yani, hikmet tarafından kâinata irad olunan suallere şöyle: “Ey kâinat, nereden ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Ne edeceksiniz? Ve nereye gideceksiniz?” kat’î cevap verecek, yalnız Kur’ân’dır. Öyleyse, Kur’ân’da makasıddan başka olan kâinat bahsi istitradîdir. Tâ san’atın intizamıyla Sâni-i Zülcelâle istidlâl yolu gösterilsin.

Evet, intizam görünür. Ve kemâl-i vuzuh ile kendini gösterir. Sâni’in vücud ve kast ve iradesine kat’iyen şehadet eden intizam-ı san’at, kâinatın her cihetinde boynunu kaldırarak her canibinden lemean eden hüsn-ü hilkati nazar-ı hikmete gösteriyor. Güya herbir masnu birer lisan olup Sâniin hikmetini tesbih ediyor. Ve herbir nev’ parmağını kaldırarak şehadet ve işaret ediyor.

Madem maksat budur ve madem kâinatın kitabından intizama olan rumuz ve işaratını taallüm ediyoruz. Ve madem netice bir çıkar. Teşekkülât-ı kâinat, nefsülemirde nasıl olursa olsun, bize bizzat taallûk etmez. Fakat o meclis-i âlî-i Kur’ânîye girmiş olan kâinatın her ferdi, dört vazife ile muvazzaftır.

Birincisi: İntizam ve ittifakla Sultan-ı Ezelin saltanatını ilân...

İkincisi: Herbiri birer fenn-i hakikînin mevzu ve müntehabı olduklarından, İslâmiyet fünun-u hakikiyenin zübdesi olduğunu izhar...

Üçüncüsü: Herbiri birer nev’in nümunesi olduklarından, hilkatte cârî olan kavanîn ve nevâmis-i İlâhiyeye İslâmiyeti tatbik ve mutabık olduğunu ispat–tâ o nevâmis-i fıtriyenin imdadıyla İslâmiyet neşvünema bulsun. Evet, bu hâsiyetle, din-i mübin-i İslâm, sair hevâ ve heves içinde muallâk ve medetsiz, bazan ışık ve bazan zulmet veren ve çabuk tagayyüre yüz tutan dinlerden mümtaz ve serfirazdır.

Dördüncüsü: Herbiri birer hakikatın nümunesi olduklarından, efkârı hakaik cihetine tevcih ve teşvik ve tenbih etmektir. Ezcümle: Kur’ân’da kasemle temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz ederler. Evet, kasemat-ı Kur’âniye, nevm-i gaflette dalanlara kar’u’l-asâdır.

Şimdi tahakkuk etmiş, şu şöyledir. Öyleyse, şek ve şüphe etmemek lâzımdır ki, mu’ciz ve en yüksek derece-i belâgatte olan Kur’ân-ı mürşid, esâlib-i Araba en muvafıkı ve tarik-i istidlâlin en müstakîm ve en vâzıhı ve en kısasını ihtiyar edecektir. Demek, hissiyat-ı âmmeyi tefhim ve irşad için bir derece ihtiram edecektir. Demek, delil olan intizam-ı kâinatı öyle bir vech ile zikredecek ki, onlarca mâruf ve akıllarına me’nûs ola. Yoksa delil, müddeâdan daha hafî olmuş olur.

Bu ise, tarik-i irşada ve meslek-i belâgata ve mezheb-i i’câza muhaliftir. Meselâ, eğer Kur’ân deseydi, “Yâ eyyühennas! Fezada uçan meczup ve misafir ve müteharrik olan küre-i zemine ve cereyanıyla beraber müstakarrında istikrar eden şemse ve ecram-ı ulviyeyi birbiriyle bağlayan cazibe-i umumiyeye ve feza-yı gayr-ı mütenahîde dal ve budakları münteşir olan şecere-i hilkatten, anasır-ı kesireden olan münasebat-ı kimyeviyeye nazar ve tedebbür ediniz-tâ Sâni-i Âlemin azametini tasavvur edesiniz.” Veyahut, “O kadar küçüklüğüyle beraber bir âlem-i hayvanat-ı hurdebiniyeyi istiab eden bir katre suya, aklın hurdebiniyle temaşa ediniz-tâ Sâni-i Kâinatın herşeye kâdir olduğunu tasdik edesiniz.” Acaba, o halde delil müddeâdan daha hafî ve daha muhtac-ı izah olmaz mıydı? Hem de onlarca muzlim bir şeyle, hakikatı tenvir etmek veyahut onların bedahet-i hislerine karşı mugalâta-i nefis gibi bir emr-i gayr-ı mâkule teklif olmaz mıydı? Halbuki i’câz-ı Kur’ân pek yüksek ve pek münezzehtir ki, onun safî ve parlak dâmenine ihlâl-i ifham olan gubar konabilsin.

Bununla beraber Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, âyât-ı beyyinatın telâfifinde maksad-ı hakikîye telvih ve işaret ettiği gibi, bazı zevahir-i âyâtı—kinayede olduğu gibi—maksada menâr etmiştir.

Hem de usul-ü mukarreredendir: Sıdk ve kizb, yahut tasdik ve tekzip, kinayât ve emsallerinde, fenn-i beyanda “maânî-i ûlâ” tâbir olunan suret-i mânâya raci değildirler. Ancak “maânî-i sânevî” ile tabir olunan maksat ve garaza teveccüh ederler. Mesela: “Filânın kılıncının bendi uzundur” denilse, kılıncı olmazsa da, fakat kameti uzun olursa, yine hüküm doğrudur, yalan değildir. Hem de, nasıl kelâmda bir kelime, istiâreye karine-i mecazdır. Öyle de, kelime-i vahid hükmünde olan kelâmullahın bir kısım âyâtı, sair ihvanının hakikat ve cevherlerine karine ve rehnümâ ve komşularının kalblerindeki sırlara delil ve tercüman oluyorlar.

Elhasıl: Bu hakikati pîş-i nazara getiremeyen ve âyetleri muvazene ve doğru muhakeme edemeyen, meşhur Bektaşî gibi—ki, namazın terkinde taallül yolunda demiş: “Kur’ân diyor
blank.gif
1
لاَ تَقْرَبُوا الصَّلاَةَ ilerisine de hafız değilim”—nazar-ı hakikate karşı maskara olacaktır.



Dipnot-1 “... namaza yaklaşmayın.” Nisâ Sûresi, 4:43.
[/BILGI]


[TAVSIYE]Diğer Muhakemat dersleri: Muhakemat
Diğer açıklamalı dersler: Risale Açıklamalı[/TAVSIYE]
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
[NOT]
Maksada uruc etmek için mukaddemelerden istimdad etmek, ehl-i tahkikin düsturlarındandır. Öyleyse, biz de on iki basamaklı bir merdiven yapacağız.[/NOT]


Her kitabın ya da makalenin bir girişi, önsözü, mukaddemesi olur. Mukaddemeden maksad, kitabın ya da makalenin muhteviyatına dair bilgi vermektir. Üstad Hazretleri Muhakemat adlı eserindeki, asıl konuya girmeden önce, on iki mukaddeme ve sekiz mesele zikrediyor. Mukaddemelerin birincisinden başlıyoruz Allah'ın cc. izniyle. Cenab-ı Hak cc. iz'anımıza kuvvet ve azami ihlas nasib eylesin, amin.
 

Huseyni

Müdavim
[BILGI]
Birinci Mukaddeme

Takarrur etmiş usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.
[/BILGI]


Akıl ve nakil birbiri ile çatıştığı vakit, aslen akla itibar edilir, nakil ise tevil edilir yani yorumlanır. Bir şartla ki akıl akıl olacak. Mesela Efendimiz aleyhissalatü vesselamın hadislerinden bir tanesi olan "dünya, öküzle balık üzerindedir." hadisine manası itibariyle baktığımızda, dünyanın öküz ve balık üzerinde olmadığını görüyoruz. Hadis sağlam bir kaynağa dayanıyorsa, sırf manası hakikate uygun gelmiyor diye inkar etmenin, dinden çıkma gibi bir riski bulunuyor. O halde ne hadisi inkar edeceğiz, ne de zahiri manasını kabul edeceğiz. Hadis kabul edilecek, amma manası tevil edilecek. Bunu yapacak kişiler şüphesiz ki ulemalardır. Üstad Hazretleri zikrettiğimiz hadisle birlikte, Risale-i Nur'larda, zahiri manası akılla çelişen birçok hadisi tevil etmiştir.
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
[NOT]Hem de tahakkuk etmiş: Kur’ân’ın herbir tarafında intişar eden makasıd-ı esasiye ve anasır-ı asliye dörttür. Onlar da, ispat-ı Sâni-i Vâhid ve nübüvvet ve haşr-i cismanî ve adalettir.[/NOT]

Kur'anın takip ettiği dört maksat:

1. Allah'ın birliğinin ispatı

2. Nübüvvet

3. Haşir (Yeniden diriliş)

4. Adalet


Bu dördünün haricindeki bahisler, bu dört maksada delil getirmek adına Kur'ana girmiştir.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Yani, hikmet tarafından kâinata irad olunan suallere şöyle: “Ey kâinat, nereden ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Ne edeceksiniz? Ve nereye gideceksiniz?” kat’î cevap verecek, yalnız Kur’ân’dır. Öyleyse, Kur’ân’da makasıddan başka olan kâinat bahsi istitradîdir. Tâ san’atın intizamıyla Sâni-i Zülcelâle istidlâl yolu gösterilsin.[/NOT]


Aklı ve vicdanı bozulmamış her insanın merakı olan bu sorulara, Kur'an-ı Kerim net ve kesin cevaplar veriyor. İlahımızı ve vasıfları ne olduğunu, her yönüyle rehber olan Kur'an-ı Azimüşşan'dan öğreniyoruz. Kimin ümmeti olduğumuzu, daha önceki peygamberleri ve nübüvvetin gerekliliğini yine Ondan öğreniyoruz. Sonra imtihan için gönderildiğimiz şu dünya aleminde "ölçümüz ne olacak, nasıl hareket edeceğiz" gibi sorulara adalet çizgisinde en net cevapları, yine Ondan alıyoruz. Ve nihayetinde "bu dağdağalı hayatın neticesi nedir, ölüm bir bitiş mi, ahiri var mı," gibi sorulara da, haşri anlatan ayetleriyle en kat'i ve kesin cevapları yine Ondan alıyoruz.

Bunların haricinde Kur'an da şemsten, kamerden, geceden, gündüzden, sinekten, arıdan, yıldızlardan vs. bahsediliyor. Bu bahisler onların mahiyetini bildirmek maksadıyla değil, nizam-ı ilahiyeye delil olması açısından Kur'anın meseleleri arasına girmiştir. Mesela arıdan, arının zatı için bahsetmiyor. Belki onun Halıkının cc. vasıflarını ve isimlerinin tecellilerini, o küçücük varlığın üzerinde okumaya teşvik ediyor, tefekküre sevkediyor. Bir arıda görünen ehadiyet delillerinin, tüm arılarda da aynı şekilde görünmesiyle o arı, küçüklüğüne rağmen, vahdetin büyük bir delili hükmüne geçiyor.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Yani, hikmet tarafından kâinata irad olunan suallere şöyle: “Ey kâinat, nereden ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Ne edeceksiniz? Ve nereye gideceksiniz?” kat’î cevap verecek, yalnız Kur’ân’dır. Öyleyse, Kur’ân’da makasıddan başka olan kâinat bahsi istitradîdir. Tâ san’atın intizamıyla Sâni-i Zülcelâle istidlâl yolu gösterilsin.[/NOT]



[TAVSIYE]Bu suale, benî Âdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, nev-i beşere vekâleten karşısına çıkarak şöyle cevapta bulundu:

“Ey hikmet! [SUP]1[/SUP] Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelînin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahlûklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrâyı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelîden risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelînin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’ân-ı Azîmüşşân elimdedir. Şüphen varsa al, oku!”

Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın verdiği şu cevaplar, Kur’ân’dan muktebes ve Kur’ân lisanıyla söylenildiğinden, Kur’ân’ın anâsır-ı esasiyesinin şu dört maksatta temerküz ettiği anlaşılıyor.


[SUP]1[/SUP] : Buradaki “Ey hikmet” tabiri, “Ey hikmet diye isimlendirilen fen” şeklinde takdir olunabilir. Veya diğer bir ifadeyle, “Ey, varlıkların hakikatlerini varlık âlemindeki keyfiyetlerine göre araştıran ilim.” Zira, fen, her ilim için kullanılan bir tabirdir. Hikmet ise, eşyanın hakikatlerini varlık âlemindeki keyfiyetlerine göre araştıran nazarî ilme denir (Seyyid Şerif Cürcânî, Tarifat).


İşaratü'l-İ'caz[/TAVSIYE]
 

faris

Well-known member
Yani, hikmet tarafından kâinata irad olunan suallere şöyle: “Ey kâinat, nereden ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Ne edeceksiniz? Ve nereye gideceksiniz?” kat’î cevap verecek, yalnız Kur’ân’dır. Öyleyse, Kur’ân’da makasıddan başka olan kâinat bahsi istitradîdir. Tâ san’atın intizamıyla Sâni-i Zülcelâle istidlâl yolu gösterilsin.

Burada hikmet bilim dalları olarak düşünebiliriz. Çünkü bilim her maddede bir maslahat aramakta. Oluşan bütün bilim dallarına baktığımızda hep bir sebeb aramakta. Yani bu madde varsa bir nedeni vardır demekte. İşte burada örnek olarak Kainat ele alınırken bütün mevcudat olarak düşünebiliriz ve bilim bu sordukları sorularının tam cevabını ancak Kur'andan alabilecektir. Çünkü eseri yaratan Halık onun fihristesi ve rehberi olarak Kur'anı göndermiştir. Elbette cevaplar orada olacaktır.

Burada sorular Kainata soruluyor ancak kainat mevcud olduğundan ona sorulara cevaplara Kuran cevap verecektir denilmekte. Kurandan bahsederken Kainattanda bahsetmekte ve eserden müessire, müessirden esere bir yol olduğunu göstermekte.

S: Ulvî ve süflî ecramın mahiyetleri, şekilleri, hareketleri hakkında fennin verdiği beyanat gibi beyan lâzım iken, mübhem bırakılmıştır?

C: Bu gibi mes'elelerde ibham daha mühimdir. Ve icmal daha cemil ve güzeldir. Çünki Kur'an, istitradî ve tebaî olarak Cenab-ı Hakk'ın zâtına, sıfâtına istidlal için kâinattan bahsediyor. İstidlalin birinci şartı, delilin neticeden daha zahir ve malûm olması lâzımdır. Eğer fencilerin iştihası gibi "Şemsin sükûnuna, arzın hareketine bakmakla Allah'ın azametini anlayınız." demiş olsaydı, delil müddeadan daha hafî olurdu. Ve insanların ekserisi, ekser zamanlarda fehmedemediklerinden inkâra zehab ederlerdi. Halbuki, irşad ve hidayet zamanlarında cumhurun derece-i fehimleri nazara alınarak ona göre söz söylemek îcabeder. Maahaza ekseriyete yapılan müraattan, ekalliyette kalanın mahrumiyeti neş'et etmez. Çünki onlar da istifade ediyorlar. Amma mes'ele makuse olursa, ekseriyet mahrum kalır, istifade edemez. Çünki fehimleri kasırdır.
Mesnevi-i Nuriye ( 232 )
 

Huseyni

Müdavim
Üstad Hazretleri, Kur'an'ın temel olarak aldığı, bu dört maksadın, Kur'an'ın tamamında bulunduğu gibi, cüzlerinde, surelerinde, ayetlerinde ve kelimelerinde dahi bulunduğunu, bir misal vererek izah ediyor.

Bilinmeyen kelimelerin üzerine çift tıklandığında kelimenin anlamını verecektir. Ya da Sorularla Risale | Risale-i Nur Külliyatı | Fatiha Sûresi bu linkten lugatı ile birlikte okunabilir.

[TAVSIYE]S - Şu makasıd-ı erbaa, Kur’ân’ın hangi âyetlerinde bulunuyor?

C - O anâsır-ı erbaa, Kur’ân’ın hey’et-i mecmuasında bulunduğu gibi, Kur’ân’ın sûrelerinde, âyetlerinde, kelâmlarında, hattâ kelimelerinde bile sarahaten veya işareten veya remzen bulunmaktadır. Çünkü, Kur’ân’ın küllü, cüzlerinde göründüğü gibi, cüzleri de, Kur’ân’ın küllüne âyinedir. Bunun içindir ki Kur’ân, “müşahhas olduğu halde, efrad sahibi olan küllî” gibi tarif edilir.

S - [SUP]1[/SUP] بِسْمِ اللهِ ve [SUP]2[/SUP] اَلْحَمْدُ ِللهِ gibi âyetlerde makasıd-ı erbaaya işaretler var mıdır?

C - Evet, قُلْ kelimesi, Kur’ân’ın çok yerlerinde mezkûr veya mukadderdir. Bu mezkûr ve mukadder olan قُلْ kelimelerine esas olmak üzere بِسْمِ اللهِ tan evvel قُلْ kelimesi mukadderdir. Yani, “Ya Muhammed! Bu cümleyi insanlara söyle ve tâlim et.” Demek besmelede İlâhî ve zımnî bir emir var. Binaenaleyh, şu mukadder olan قُلْ emri, risalet ve nübüvvete işarettir. Çünkü resul olmasaydı, tebliğ ve tâlime memur olmazdı. Kezalik, hasrı ifade eden câr ve mecrûrun takdimi, tevhide îmadır.

Ve keza, [SUP]3[/SUP] اَلرَّحْمٰنِ nizam ve adâlete, [SUP]4[/SUP] اَلرَّحِيمِ de haşre delâlet eder.

Ve keza اَلْحَمْدُ ِللهِ ’taki ل ihtisası ifade ettiğinden tevhide işarettir.

[SUP]5[/SUP]رَبِّ الْعَالَمِينَ adaletle nübüvvete remizdir. Çünkü terbiye, resuller vasıtasıyla olur. [SUP]6[/SUP] مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ zaten sarahaten haşir ve kıyamete delâlet eder.


[SUP]1[/SUP] : Allah’ın adıyla.
[SUP]2[/SUP] : “Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü Allah’a mahsustur.” Fatiha Sûresi, 1:2.
[SUP]3[/SUP] : “Kullarına karşı çok merhametli olan ve şefkat eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah.” Fatiha Sûresi, 1:3.
[SUP]4[/SUP] : “Rahmeti herşeyi kuşatmakla birlikte, dilediği varlıklara çok özel ihsanı ve hususî rahmet tecelîsi olan Allah.” Fatiha Sûresi, 1:3.
[SUP]5[/SUP] : “Bütün âlemlerin Rabbi; Her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden; tedbir, tasarruf ve egemenliği altında bulunduran Allah.” Fatiha Sûresi, 1:2.
[SUP]6[/SUP] : “Hesap gününün yegane sahibi, yöneticisi ve hakimi olan Allah.” Fatiha Sûresi, 1:4.



İşaratü'l-İ'caz[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Evet, intizam görünür. Ve kemâl-i vuzuh ile kendini gösterir. Sâni’in vücud ve kast ve iradesine kat’iyen şehadet eden intizam-ı san’at, kâinatın her cihetinde boynunu kaldırarak her canibinden lemean eden hüsn-ü hilkati nazar-ı hikmete gösteriyor. Güya herbir masnu birer lisan olup Sâniin hikmetini tesbih ediyor. Ve herbir nev’ parmağını kaldırarak şehadet ve işaret ediyor.[/NOT]


Evet, kainatta makro alemden mikro aleme, şedit bir intizam, apaçık bir şekilde kendini gösteriyor. Ve her biri bir sanat harikası olan varlıklar, kainatın her tarafında, Sâni'leri tarafından, kasten ve irade edilerek yapıldıklarını ve yaratılışlarındaki güzellikleri, lisan-ı halleriyle, fen ve felsefenin nazarlarına gösteriyor. Sanki her bir sanatlı mevcud, bir lisan olmuş, herşeyi, sanatın en nihayetiyle yaratan Rabbini tesbih ediyor. "Sübhanallah" dedirtiyor. وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ "Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin" İsrâ Sûresi, 17:44.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Madem maksat budur ve madem kâinatın kitabından intizama olan rumuz ve işaratını taallüm ediyoruz. Ve madem netice bir çıkar. Teşekkülât-ı kâinat, nefsülemirde nasıl olursa olsun, bize bizzat taallûk etmez. [/NOT]


Kur'an'ın kainat kitabından bahsi Allah'ın cc. varlığına ve birliğine delil getirmek içindir. Kainattaki nizam ve intizam bunun en bariz ispatlarından. Yoksa birinci derecede bahis maksadıyla Kur'an'a girmemişler. Madem böyledir, o halde kainatın teşekkülü her ne şekilde olursa olsun, misal, ister güneş dünyanın, ister dünya güneşin etrafında dönsün, bizi direkt olarak alakadar etmiyor. Güneşten bahis, Cenab-ı Hakkın cc. Vahdetini ve Kudretini gösteren bir delil olduğu cihetiyle, bizi en başta, güneşin Allah'a cc. delil olması yönü ilgilendiriyor.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Fakat o meclis-i âlî-i Kur’ânîye girmiş olan kâinatın her ferdi, dört vazife ile muvazzaftır. [/NOT]


Kur'an'a istidradi olarak giren yani birinci derecede mevzu bahis olunmayan, kainatın her bir ferdinin de dört vazifesi vardır.


[NOT]Birincisi: İntizam ve ittifakla Sultan-ı Ezelin saltanatını ilân...[/NOT]


Nizam ve intizam içinde olmaları ve herbiri birbiriyle alakadar, sanki ittifak etmiş gibi vazife görmeleri cihetiyle, Sultan-ı Ezeli'nin saltanatını ilan ediyorlar. Evet bir seyyare yörüngesinden çıksa, kainatı hercümerc etmeye kafi gelebilir. Kainattaki gezegenlerin, galaksilerin, yıldızların sayıları, sayılamayacak kadar fazla. Demek bir intizam var ve hepsi bir elden idare ediliyor. Bundandır ki, sür'atle seyahatleri esnasında bir arıza meydana gelmiyor. Hepsi de kendilerine tayin edilen rotada, yollarına devam ediyorlar.


[NOT]İkincisi: Herbiri birer fenn-i hakikînin mevzu ve müntehabı olduklarından, İslâmiyet fünun-u hakikiyenin zübdesi olduğunu izhar...[/NOT]


Kainattaki her teşekkülat hakiki fennin temelini oluşturduğunu, belki fenlerin gelebileceği son noktaları gösterdiğini göstermek. Mesela Hazreti Musa aleyhisselamın asasını taşa vurup su çıkartması gibi. Yahut Hazreti İsa aleyhisselamın ölüleri diriltmesi gibi. Yani öyle bir cihaz yapılabilir ki, bir yere dokunduğunda ordan su çıkar ya da suyun olduğu yeri gösterir. Ve ölüme geçici bir hayat rengi verilebilir.

Her bir mevcud, bir fennin ilgi alanına giriyor. Kur'an'ın indiği dönemde, henüz mevzu bile olmayan ve anlaşılmayan birçok şeyden bahsederek, her ilmin Üstadı olduğunu nazara veriyor. Mesela Nur Suresinde nurdan bahsediliyor. “Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, tıpkı içinde lamba bulunan bir kandile benzer. O lamba bir cam fanus/cam sırça içindedir. Cam fanus ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu lamba ne doğuya ne de batıya mensup olmayan mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulur. Bu öyle bir ağaç ki, neredeyse ateş değmeden de yağ ışık verir. Nur üstüne nurdur/pırıl pırıldır. Allah, dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah -gerçeği anlamaları için- insanlara misâller verir. Allah her şeyi bilir.” (Nur, 24/35)

Ayette görüldüğü gibi, bugünkü lambanın tarifine benzer bir tarif görüyoruz. Lambayı bulan ister Kur'an yoluyla bulsun, ister başka şekilde bulsun; neticede Kur'an bu bahsi, tarif edilen şekildelambanın, olmadığı bir zamanda zikrediyor. Ve bu cihetle ışıkla ilgili fende üstad olduğunu izhar ediyor. Bunun gibi fen ilimlerinin daha yeni yeni bulduğu sayısız keşifleri, gerçek vücutları daha ortada yokken zikrediyor. Mesela bulutların, dağların, yağmurun, kamerin vazifelerini. Bebeğin anne karnında geçirdiği evreleri vs.




[NOT]Üçüncüsü: Herbiri birer nev’in nümunesi olduklarından, hilkatte cârî olan kavanîn ve nevâmis-i İlâhiyeye İslâmiyeti tatbik ve mutabık olduğunu ispat–tâ o nevâmis-i fıtriyenin imdadıyla İslâmiyet neşvünema bulsun. Evet, bu hâsiyetle, din-i mübin-i İslâm, sair hevâ ve heves içinde muallâk ve medetsiz, bazan ışık ve bazan zulmet veren ve çabuk tagayyüre yüz tutan dinlerden mümtaz ve serfirazdır.[/NOT]


Kur'an varlıklardan bahsederken, onlardaki bazı kanunlara da işaret ediyor. Mesela kuşlardan bahseden bir ayet, uçma kanununa işaret ediyor. Şöyle ki: "Göğün boşluğunda Allah'ın emrine boyun eğdirilerek uçuşan kuşlara bakmadılar mı? Şüphesiz bunda inanan bir toplum için âyetler (ibretler) vardır." Nahl Suresi


Buna benzer misalleri bu konuda bilgisi olan kardeşlerimiz paylaşırlarsa daha çok istifade ederiz Allah'ın cc. izniyle.


Bu gibi ayetler, kainattaki karşılığının doğru çıkmasıyla, diğer tahrif olmuş dinlere her zaman galebe çalıyor. Ve bu da her geçen gün,
İslamiyete tabi olanların sayısını arttırıyor elhamdülillah. Tevrat ve İncil'de veyahut kendileri uydurarak kitap yazanların kitaplarında, hurafata inkılab ettiklerinden ve bu tür isabetli tesbitler olmadığından, İslamiyetin aksine, her geçen gün tabi olanları eksiliyor.


[NOT]Dördüncüsü: Herbiri birer hakikatın nümunesi olduklarından, efkârı hakaik cihetine tevcih ve teşvik ve tenbih etmektir. Ezcümle: Kur’ân’da kasemle temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz ederler. Evet, kasemat-ı Kur’âniye, nevm-i gaflette dalanlara kar’u’l-asâdır.[/NOT]


Kur'an İnsanları sürekli olarak hakikat cihetine yönlendiriyor ve teşvik ediyor. Çünkü insan çoğu zaman gaflet ediyor. Aşina olduğu şeyleri zihninde sıradanlaştırıyor. Bir çok olayları tabiata havale ediyor. Sanki kendi kendine, tesadüfler ya da sebeplerle oluyormuş gibi gaflete düşüyor. Hakikati hatıra getirmiyor. Mesela Kur'an incire yemin ediyor, yıldızlara yemin ediyor ve daha bir çok şeye yemin ediyor. Bu yeminlerdeki hikmetlerden birisi de, insanları en çok gaflet ettikleri şeylerde ikaz etmek. Mesela yıldızlar aşina olduğumuzdan çok sıradan geliyor. Ama Kur'an ona yemin ederek bu sıradanlığı kaldırıyor. Yine incir sıradan bir gıdaymış gibi, insanlar ondan gaflet edebiliyor. Kur'an ona yemin ederek, incirin gaflet ettiğimiz gibi sıradan olmadığını ikaz ediyor.

 
Son düzenleme:

pendüender

Well-known member
Vaktiyle bir dehri (yani her şeyi tabiattan bilen bir adam) İmam-ı Azam'ın bulunduğu şehre gelmiş. Allah'ın varlığını inkar ederek, her şeyin tabiattan olduğunu kabul etmiştir. En aliminizi getirin diyerek inkarını açıklar. Durum İmam-ı Azama haber verilir .Belli bir saatte münazara etmeleri kararlaştırılır. imam-ı Azam'ın evi Dicle nehrinin öbür yakasında bulunmaktadır. Toplanma yerine imam-ı Azam kasten geç gelir. Dehri; bizi niçin beklettin? diye sorunca İmam-ı Azami dağdan ağaçlar kesildi, geldi, biçildi, tahta oldu. kendi kendine bir araya gelip kayık oldu. Bende bindim geldim, bunun için geciktim. Cevabını vermiştir. Dehri dağdaki ağaçlar hiç kendi kendine kayık olur mu? deyince de imam-ı Azam, bir kayık kendi kendine olamazsa hesapsız yıldızlar, ay, güneş, dünya, dağlar, ovalar bunca İnsanlar kendi kendine nasıl olur? deyince natüralist kişi çaresiz kalmıştır.
Kâinatın varlığı yaratanın varlığına, kâinattaki nizam ve intizamda yaratanın birliğine delildir...

Cenab-u Allah Cümle Ümmet-i Muhammede İnançlarından süreklilik nasip etsin.(alıntı)
 

pendüender

Well-known member
Kur’ân-ı Kerîm, mutlaka Allah Teâlâ’nın sözüdür. Kıyamete kadar Cenâb-ı Hakk’ın teminatı altındadır. Senelerce dînin yasak edildiği ateist memleketlerde dahi bir harfinde bile değişiklik yapılamamıştır.
Kur’ân-ı Kerîm bizlere hidâyet rehberi olarak ihsân ve ikrâm edilen büyük bir mûcizedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok mûcizevî yönünü görmeyen insanların hâli, Güneş’e karşı gözünü kapatarak onu inkâr eden ve gündüzü kendine gece yapan ahmakların hâline benzemektedir.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Şimdi tahakkuk etmiş, şu şöyledir. Öyleyse, şek ve şüphe etmemek lâzımdır ki, mu’ciz ve en yüksek derece-i belâgatte olan Kur’ân-ı mürşid, esâlib-i Araba en muvafıkı ve tarik-i istidlâlin en müstakîm ve en vâzıhı ve en kısasını ihtiyar edecektir. Demek, hissiyat-ı âmmeyi tefhim ve irşad için bir derece ihtiram edecektir. Demek, delil olan intizam-ı kâinatı öyle bir vech ile zikredecek ki, onlarca mâruf ve akıllarına me’nûs ola. Yoksa delil, müddeâdan daha hafî olmuş olur.[/NOT]


Kur'an, kainatın teşekkülatında var olan mevcudattan, unsurlardan, onları tanıtmak için bahsetmiyor. Onları, Allah'ın varlığına ve birliğine delil olması için mevzu yapıyor. Aksi takdirde, insanlarca malum olmayan bir çok şeyin teferruatına inmek, delil olunanı yani Cenab-ı Hakkın cc. varlığını ve birliğini unuttururdu.


[NOT]Bu ise, tarik-i irşada ve meslek-i belâgata ve mezheb-i i’câza muhaliftir. Meselâ, eğer Kur’ân deseydi, “Yâ eyyühennas! Fezada uçan meczup ve misafir ve müteharrik olan küre-i zemine ve cereyanıyla beraber müstakarrında istikrar eden şemse ve ecram-ı ulviyeyi birbiriyle bağlayan cazibe-i umumiyeye ve feza-yı gayr-ı mütenahîde dal ve budakları münteşir olan şecere-i hilkatten, anasır-ı kesireden olan münasebat-ı kimyeviyeye nazar ve tedebbür ediniz-tâ Sâni-i Âlemin azametini tasavvur edesiniz.” Veyahut, “O kadar küçüklüğüyle beraber bir âlem-i hayvanat-ı hurdebiniyeyi istiab eden bir katre suya, aklın hurdebiniyle temaşa ediniz-tâ Sâni-i Kâinatın herşeye kâdir olduğunu tasdik edesiniz.” Acaba, o halde delil müddeâdan daha hafî ve daha muhtac-ı izah olmaz mıydı? Hem de onlarca muzlim bir şeyle, hakikatı tenvir etmek veyahut onların bedahet-i hislerine karşı mugalâta-i nefis gibi bir emr-i gayr-ı mâkule teklif olmaz mıydı? Halbuki i’câz-ı Kur’ân pek yüksek ve pek münezzehtir ki, onun safî ve parlak dâmenine ihlâl-i ifham olan gubar konabilsin.[/NOT]


Mesela güneşin içinde yanan ateşin derecesinden, güneşin çapından, ağırlığından, yakıtının ne olduğundan, bize olan uzaklığından, dönüyor mu dönmüyor mu gibi meselelerinden bahsetseydi, bu bahis Allah'ı unutturur ve güneş, Allahın kudretine delil olmaktan çıkardı. Veya gözle görünmeyen mikroplardan, bakterilerden ayrıntılı bir şekilde bahsetseydi ya da atomlardan, hücrelerden bahsetseydi, henüz bunların ortaya çıkmadığı ve teknolojinin o kadar gelişmediği dönemdeki insanlar, bunları akıllarına sığıştıramazlardı. Ve bu şekilde her bir mevcud için, belki bir Kur'an yazmak icab ederdi.


Kur'an ise mürşiddir, irşad edicidir. Muhatabı ise bütün insanlardır. O halde bütün insanlara hitap edecek özelliği olmalıdır. Mesela bir sohbet yapılsa ve sohbette her sınıftan insan olsa, sohbeti yapan kişi ortamda bulunan bir kaç ilim ehline göre konuşup, diğerlerinin seviyesine inmese, sohbet manasız olur. Kur'an'ın ekser muhatabı avamdır ve onların anlıyabileceği şekilde bir üslubu vardır. En avamdan en havassa kadar her insanın, Kur'an'ın her ayetinden, kendine mahsus istifadesi vardır.


[TAVSIYE]Eğer desen: “Acaba neden Kur’ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesâili mücmel bırakır; bazısını, nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir suret-i basitâne-i zahirânede söylüyor.”


Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu şaşırmış; onun için... Hem geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur’ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet ise mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne hitap ediyor.


Öyle ise, madem ki Kur’ân-ı Hakîm mevcudatı delil yapıyor, burhan yapıyor; delil zahirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem madem ki Kur’ân-ı Mürşid bütün tabakat-ı beşere hitap eder. Kesretli tabaka ise tabaka-i avamdır. Elbette, irşad ister ki, lüzumsuz şeyleri ipham ile icmal etsin; ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin; ve muğâlatalara düşürmemek için, zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri lüzumsuz, belki zararlı bir surette tağyir etmemektir.


Meselâ güneşe der, “Döner bir siracdır, bir lâmbadır.” Zira, güneşten, güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i marifeti olduğundan bahsediyor.


Evet, der: اَلشَّمْسُ تَجْرِى 1 “Güneş döner.” Bu “döner” tabiriyle, kış-yaz, gece-gündüzün deverânındaki muntazam tasarrufât-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sânii ifham eder. İşte, bu “dönmek” hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud olan intizama tesir etmez.


Hem der: وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِراَجاً 2 Şu “sirac” tabiriyle, âlemi bir kasır suretinde, içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat’ûmat ve levazımat olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile, rahmet ve ihsan-ı Hâlıkı ifham eder.


Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: “Güneş bir kütle-i azîme-i mâyia-i nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyârâtı etrafında döndürüp, cesâmeti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir...” Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’ân gibi etmiyor.


Buna kıyasen, bâtınen kof, zâhiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i surisine aldanıp Kur’ân’ın gayet mu’ciznümâ beyanına karşı hürmetsizlik etme.


1 : Yâsin Sûresi, 36:38.
2 : “Güneşi bir kandil yaptı.” Nuh Sûresi, 71:16.


On Dokuzuncu Söz[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Bununla beraber Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, âyât-ı beyyinatın telâfifinde maksad-ı hakikîye telvih ve işaret ettiği gibi, bazı zevahir-i âyâtı—kinayede olduğu gibi—maksada menâr etmiştir.[/NOT]


Yaş ve kuru ne varsa Kur'an da olduğunu yine Kur'an dan öğreniyoruz. Yani ilim olarak ne varsa, mevcud olarak ne varsa hepsi Kur'an da vardır. Bu bazı ayetlerde açıkça görünür, bazılarında ise işaret şeklinde, üstü örtülü olarak vardır.
 

Huseyni

Müdavim
Kuranda Tarihi olayları da görebilir miyiz peki? gerek bariz şekilde gerek işaretler nevinden.

Risale-i Nur da birçok ayeti bu şekilde tefsir etmiş Üstad Hazretleri. Mesela başlarına gelen musibetlerin, o dönemde olan büyük değişimlerin tarihlerine işaretler var. Kur'an Ezeli olan Cenab-ı Hakkın kelamıdır. Bundan dolayı her zamanla alakadarlığı vardır. Hatta bazen olur ki, okuyan insan diyebilir "bu ayet bana işaret ediyor" Ayetten asıl maksad o olmasa bile, bir cihette şahsa özel bir manası dahi bulunabilir. Bu ayetin asıl manasından bir şey eksiltmez ve ayetin ne kadar kapsamlı bir kelam olduğunu gösterir.

Bir ara Kur'andaki mucizelerle ilgili bir kitap okumuştum. Ebced ve cifir hesaplarıyla dolu bir kitaptı. Bir şey tesadüf olsa bir ya da bir kaç defa isabet eder, -ki tesadüf diye birşey yoktur- O kitapta o kadar çok ayetlerin isabet ettiği olaylar vs. vardı ki, tesadüf olmasına imkan yok.


Risale-i Nur'da geçen kısımları, müsait bir zamanda yerlerini bulup buraya taşırım inşaallah.
 

elfaz

Well-known member
Anladım abi.. peki bir soru da sorsam; bazen ruh halim daraldığı zaman Kuranı kerimden tefeül çekiyorum. zahiri anlamını direkt mealden okuduğum zaman genelde olumsuz anlamı ihtiva eden ayetler denk geliyor. bunları sübjektif algılayıp önemsememek mi gerekir yoksa işaret midir bu ayetler de..bazıları kurandan tefeül yapmayı caiz görmemiş ama tam kaynak olarak bilemiyorum
 

Huseyni

Müdavim
Anladım abi.. peki bir soru da sorsam; bazen ruh halim daraldığı zaman Kuranı kerimden tefeül çekiyorum. zahiri anlamını direkt mealden okuduğum zaman genelde olumsuz anlamı ihtiva eden ayetler denk geliyor. bunları sübjektif algılayıp önemsememek mi gerekir yoksa işaret midir bu ayetler de..bazıları kurandan tefeül yapmayı caiz görmemiş ama tam kaynak olarak bilemiyorum

"Kur’ân ile tefe’üle ve rüyaya itimada ehl-i hakikat taraftar değiller. Çünkü, Kur’ân-ı Hakîm, ehl-i küfrü kesretle ve şiddetli bir tarzda vuruyor. Tefe’ülde, kâfire ait şiddeti, tefe’ül eden insana çıktığı vakit yeis veriyor, kalbi müşevveş ediyor." Yirmi Sekizinci Mektup

Kur'an dan var mı bilmiyorum ama mesela İmam-ı Gazali'nin r.a. eserinden Üstad Hazretleri de tefeül çekiyor. Kur'an la tefeülün caiz görülmeyişi yukarıda izah edilmiş. Çünkü Kur'an da kafirlere azap tehdidi çok fazla. Bir müslümanın bunlara isabet etmesi yüksek ihtimal olduğundan, ümitsizliğe düşmemesi için uygun görülmemiş. Ama madem çekilmiş ve madem olumsuz netice var, yine de kendini kusurlu görüp, hatalarını aza indirmek için bir vesile olabilir. "Kesin buna muhatabım" diye ümitsizliğe düşecek şekilde ileri gitmemek lazım. O dereceye varmaktansa, tefeül yapmamak daha doğru olur.
 
Üst