Asa-yı Musa 5. Ders - En Büyük Vazifemiz..

Huseyni

Müdavim

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


Eser: Asâ-yı Mûsâ/Birinci Kısım/Dördüncü Mesele
Konu: İnsanın En Büyük Vazifesi En Küçük Dairededir

Tüm kardeşlerimizin katılmalarını temenni ediyoruz. Selam ve dua ile.


[BILGI]Dördüncü Mesele


Yine Gençlik Rehberinde izahı var Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki:


“Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) [SUP]1[/SUP] hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.

Cevaben dedim ki:

Ömür sermayesi pek azdır;
lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.

Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.

Birinci noktaya cevap ise: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.

İşte, o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, Kâinat Sahibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:

Herkesin, iman mukàbilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî mâlâyaniyatla iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirtleri, herbirimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatımız var.

Ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim, sizler, benimle beraber gelen eski kardeşlerim gibi Risale-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şakirtleri şahit göstererek derim ve ispat ederim ve ispat etmişim ki:

O büyük dâvâyı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o dâvânın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakîmin mu’cize-i mâneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dâvâ vekili bulunan Risale-i Nur’dur. Bu on sekiz senedir benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet gaddarâne desiselerle hükümetin bazı erkânlarını iğfal ederek bizi imha için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları halde, Risale-i Nur’un çelik kal’asında yüz otuz parça cihazatından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter.

Hem korkmayınız, Risale-i Nur yasak olmaz. Hükümet-i Cumhuriyenin mebusları ve erkânlarının ellerinde mühim risaleleri, iki, üçü müstesna olarak serbest geziyorlardı. İnşaallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları mahpuslara, ekmek ve ilâç gibi tevzi edecekler.

[SUP]1[/SUP] : Parantez içindeki not, 1946 senesine aittir.

• • •​
[/BILGI]



[TAVSIYE]Asa-yı Musa dersleri: Asa-yı Musa
Diğer dersler: Risale Açıklamalı
[/TAVSIYE]
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
[NOT]Yine Gençlik Rehberinde izahı var Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: “Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl)1 hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.


1. Parantez içindeki not, 1946 senesine aittir.[/NOT]


Bu soruyu İkinci Dünya savaşı sıralarında, Üstad Hazretlerine, hizmetinde bulunan talebeleri soruyor. Sorunun sebebi gayet açık. Dünya savaşıyor. İslam dünyası ve ülkemiz savaşın içine çekilmek isteniyor. İslam ülkeleri savaşın içinde olmasa dahi her an savaş tehdidi altında bulunuyor.

Bugün birkaç kişi bir araya geldiğinde akşam izlediği filmi konuşuyor. Mesela en meşhur dizilerden bir dizi, hemen herkesin en önemli meselesi halinde. Birbirlerine filmi anlatırken, izlemediği için yorum yapmayan birini gördüklerinde, yadırgayabiliyorlar. Sebebi ise, kendileri için bu kadar önem ifade eden bir filmin, izlenmemesine anlam verememeleri.

Üstadın talebeleri ise, bir iki film kahramanından, hayali bir senaryodan bahsetmiyor. Gerçekte var olan dünya ülkelerinin hakimiyet kavgasından bahsediyor. Çünkü Üstad Hazretleri r.a. olup bitenleri ne merak ediyor, ne araştırıyor, ne de soruyor. Halbuki dindar, alim mahiyetindeki insanlar bile, olup bitenleri radyo vasıtası ile dinleme merakından cami cemaatini terkediyor. Bu da hizmetinde bulunan talebelerinin merakını celbediyor haklı olarak. Acaba daha önemli bir şey mi var ya da bu tür hadiselerle meşguliyetin zararımı var, öğrenmek istiyorlar.

Bu ders, o zamanlarda, Üstad Hazretlerinin talebelerine verdiği bir ders olduğu gibi, istisnasız olarak bütün ehl-i imanında kendisine pay çıkarması gereken bir derstir. Çünkü o süreçte, dünya savaşına ilgisizlik yüzünden yöneltilen bir sorudur bu. Günümüzde ise bırakalım dünya savaşını, çok daha basit ve gerçekten de insanların, kendilerine en ufak bir faydası bile olmayan şeyler yüzünden, camiyi ve cemaati terkettiklerini, hatta namazı da, orucu da ve sair ibadetlerini de terkettiklerine şahit oluyoruz. Bu yüzden bu ders, hem kendimize, hem de alakadar olduğumuz herkese okunmalı ve anlatılmalı.
 

Huseyni

Müdavim
Sorumuzu hatırlayalım.

İkinci dünya savaşından daha önemli ne vardı ki, Üstad Hazretlerini onunla ilgilenmekten alıkoyuyordu ? Yahut dünyayı ve İslam alemini ilgilendiren bir savaşı, takip etmenin zararı mı vardı ? Sorulara dikkat edersek, çoğunluğun dilinden düşürmediği, meşhur dizi filmlerinin, hayali olan senaryoları değil mevzu. Ya da bir derbi maçta değil. Hele bizi hiç mi hiç ilgilendirmeyen, ünlülerin ne yiyip içtikleri, nasıl yaşadıkları gibi bir mevzu da değil. Dünya ülkelerinin ciddi bir manada sergiledikleri hakimiyet kavgasından bahsediyor soruda. O halde, bu dünya savaşından daha önemli ne vardır ve bunu takip etmenin ehl-i imana ne gibi zararları vardır, öğrenmek durumundayız. Biz de bu dersten yola çıkarak, bugün merak ettiğimiz hadiselerin, oayalanıp durduğumuz işlerin bize getirdiklerinin ve bizden götürdüklerinin kıyasını yapmaya çalışalım inşaallah.
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
[NOT]Yine Gençlik Rehberinde izahı var Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: “Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl)1 hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.


1. Parantez içindeki not, 1946 senesine aittir.[/NOT]


Bu soruyu İkinci Dünya savaşı sıralarında, Üstad Hazretlerine, hizmetinde bulunan talebeleri soruyor. Sorunun sebebi gayet açık. Dünya savaşıyor. İslam dünyası ve ülkemiz savaşın içine çekilmek isteniyor. İslam ülkeleri savaşın içinde olmasa dahi her an savaş tehdidi altında bulunuyor.

Bugün birkaç kişi bir araya geldiğinde akşam izlediği filmi konuşuyor. Mesela en meşhur dizilerden bir dizi, hemen herkesin en önemli meselesi halinde. Birbirlerine filmi anlatırken, izlemediği için yorum yapmayan birini gördüklerinde, yadırgayabiliyorlar. Sebebi ise, kendileri için bu kadar önem ifade eden bir filmin, izlenmemesine anlam verememeleri.

Üstadın talebeleri ise, bir iki film kahramanından, hayali bir senaryodan bahsetmiyor. Gerçekte var olan dünya ülkelerinin hakimiyet kavgasından bahsediyor. Çünkü Üstad Hazretleri r.a. olup bitenleri ne merak ediyor, ne araştırıyor, ne de soruyor. Halbuki dindar, alim mahiyetindeki insanlar bile, olup bitenleri radyo vasıtası ile dinleme merakından cami cemaatini terkediyor. Bu da hizmetinde bulunan talebelerinin merakını celbediyor haklı olarak. Acaba daha önemli bir şey mi var ya da bu tür hadiselerle meşguliyetin zararımı var, öğrenmek istiyorlar.

Bu ders, o zamanlarda, Üstad Hazretlerinin talebelerine verdiği bir ders olduğu gibi, istisnasız olarak bütün ehl-i imanında kendisine pay çıkarması gereken bir derstir. Çünkü o süreçte, dünya savaşına ilgisizlik yüzünden yöneltilen bir sorudur bu. Günümüzde ise bırakalım dünya savaşını, çok daha basit ve gerçekten de insanların, kendilerine en ufak bir faydası bile olmayan şeyler yüzünden, camiyi ve cemaati terkettiklerini, hatta namazı da, orucu da ve sair ibadetlerini de terkettiklerine şahit oluyoruz. Bu yüzden bu ders, hem kendimize, hem de alakadar olduğumuz herkese okunmalı ve anlatılmalı.

Burada iki ince hususu da vurgulayabiliriz.

Birincisi o zamanın camii cemaati inanclarından çok tutucu olmalarıydı; Bu durumda olan bir cemaat bile böyle yaparken sen niye böyle yapıyorsun senin farkın nedir, düşüncen nedir?

İkincisi hakiki vazifemizin anlatılması.
 

faris

Well-known member
Sorumuzu hatırlayalım.

İkinci dünya savaşından daha önemli ne vardı ki, Üstad Hazretlerini onunla ilgilenmekten alıkoyuyordu ? Yahut dünyayı ve İslam alemini ilgilendiren bir savaşı, takip etmenin zararı mı vardı ? Sorulara dikkat edersek, çoğunluğun dilinden düşürmediği, meşhur dizi filmlerinin, hayali olan senaryoları değil mevzu. Ya da bir derbi maçta değil. Hele bizi hiç mi hiç ilgilendirmeyen, ünlülerin ne yiyip içtikleri, nasıl yaşadıkları gibi bir mevzu da değil. Dünya ülkelerinin ciddi bir manada sergiledikleri hakimiyet kavgasından bahsediyor soruda. O halde, bu dünya savaşından daha önemli ne vardır ve bunu takip etmenin ehl-i imana ne gibi zararları vardır, öğrenmek durumundayız. Biz de bu dersten yola çıkarak, bugün merak ettiğimiz hadiselerin, oayalanıp durduğumuz işlerin bize getirdiklerinin ve bizden götürdüklerinin kıyasını yapmaya çalışalım inşaallah.

İnsanın en önemli üç vazifesi vardır.

Birincisi iman önce hakiki iman etmekle vazifeli ki imanın derecelerinide Ustad Bediüzzaman Mesnevi Nuriye Tahkiki İman ve Taklidi İman diye ikiye ayırmakta ve tahkiki iman ise ilmelyakin iman, aynelyakin iman ve hakkalyakin iman olarak üçe ayrılmakta.

İkincisi ise ibadet; Bediüzzaman hazretleri sözler eserinde "Hem insan ibadet için halk olunduğunu fıtratı ve manevi cihazatı gösteriyor" demekte.

Üçüncüsü ise tefekkür; yine sözler eserinde Muazzez Ustadımız r.a. "Belki şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makasıda müteveccih vezaifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmek ve küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek ve nimetler içinde imdadat-ı Rahmaniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mu'cizatını temaşa ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir. Sözler ( 325 )" tefekkürü ifade etmektedir.

İnsanın böyle azim ve kulli üç büyük vazifesi ve bu vazifeler içinde vazifecikleride bulunacak. Bu vazifelerini eda edecek akabinde diğer meşgalelere bakacak.

Bu meselenin geniş tafsilatıyla Ustadımız Bediüzzaman r.a. Sözler eserinde hususan beşinci sözde bir asker temsilatıyla asıl vazifesini bırakan nafakasının derdine düşen bir askeri örnek vererek daha ayrıntılı izah etmiştir.

Demek ki insanın hakiki vazifesi iman, ibadet ve tefekkürdür. En küçük dairesi olan kendi alemindeki bu vazifeleri bırakıp en büyük dairedeki alemi ilgilendiren meseleler ile meşgul olmamak gerekir.

Burada ufak bir dipnot açacak olursak elbette devletimiz bir savaşın eşiğine geldiğinde bizlere ne vazife düşerse eda edilecektir. Nitekim Ustadımız Bediüzzaman r.a. Tarihçe-i Hayatında da görüyoruz ki talebeleri ile beraber milis birliği kurmuş ve Kara Kalpaklılar olarak bir vatansevere düşen vazifeyi en iyi ve en güzel haliyle eda etmiştir. Böyle bir vaziyette dahi en büyük vazifesi olan iman, ibadet ve tefekkürü bırakmamış, kur'an hakikatlerini neşretmeye devam etmiştir.
 

Huseyni

Müdavim
Cenab-ı Hak cc. razı olsun. Bahsettiğiniz üç vazifeyi, mes'ul olduğumuz dairelerin herbirinde, ehemmiyeti nisbetinde yerine getirmek durumundayız. İnşaallah duamız olsun. Amin.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Cevaben dedim ki: Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur.[/NOT]

Ömrümüz en azim sermayemiz. Bütün sahip olduklarımızdan daha değerli ve kıymetli. Çünkü ebedi ömrü, ancak dünyadaki fani ömürle kazanabiliyoruz. Ömrümüz fani, çünkü durmuyor, gidiyor. Kimi 10 yıl, kimi 30, kimi 100 yıl yaşıyor. Ancak sonuç hiç değişmiyor. Her nefis er ya da geç ölümü tadıyor, ölüm hakikati her nefis için tecelli ediyor. Binlerce yıldan da ibaret olsa, sonsuzlukla kıyaslandığında bir dakika hükmüne bile geçmiyor ömrümüz. Bu yüzden insanlar yaş kemale erdiğinde ve geçmişini hatırladığında "daha dün gibi gözümün önünde" şeklinde ifadeler kullanır.

Madem ömür çok çabuk geçiyor ve değişmeyen ölüm hakikatini er ya da geç tadıyor. O halde sorgulamak herkesin vazifesidir. "Hayat bizden ne istiyor ? Ömür sermayesi bize neden verilmiş ? Lüzumlu olan işler nelerdir ? Bütün mahlukatın fevkınde hususiyetlere sahib olduğumuz halde, kısacık bir ömürle bizden istenen nedir ? Onlarla aynı tarzda ömür tüketeceksem, neden onlardan daha üstün özellikler fıtratımda dercedilmiş ?" Bunun gibi sorulara, her insanın cevap araması zaruridir. Çünkü ölümün istisnası yok. Üstad Hazretleri bu hakikati Tarihçe-i Hayat adlı eserde şu şekilde anlatıyor. "Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikati, elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun idamından kurtulmak çaresi, insanların her meselesinin fevkinde en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zaruri ve kat’îsidir."
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.[/NOT]

Dersimize "lüzumlu işler pek çoktur" sözünün ve yukarıdaki, vazifelerimizle ilgili kısmın izahı ile devam ediyoruz inşaallah.

Az yada çok herkese verilen ömür sermayemizi değerlendirebileceğimiz ve mutlaka da değerlendirmemiz gereken daireler var. Vazifemizin en mühimi ve en büyüğü en küçük dairede, en önemsizi ve en küçüğü ise en büyük dairede yer alıyor. İnsanların büyük çoğunluğu bunun tersini yaptığındandır ki, hem dünya hem de ahiret hayatını perişan ediyor. Burada bahsedilen daireleri ve onlardaki vazifelerimizi kısaca anlamaya çalışalım.

kalb ve mide dairesi: Vazifemizin en büyüğü en küçük dairede demiştik. Bu daire kalp ve mide dairesi. Bu ikisindeki vazifelerimizi aksatırsak, hem maddi hayat, hem manevi hayat söner. Kalp maddi cesedimizin de manevi cesedimizin de olmazsa olmazlarındandır. Üstad Hazretleri bir risalede kalp için "Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur."1 demiştir. Ve yine başka bir risalede "Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır."2 demiştir. Ve Ra'd Suresi 28. ayette "Kalpler ancak Allahın zikriyle mutmain olur" diyor Rabbimiz.

Bu ifadeler bize kalbin sadece bir et parçası olmadığını anlatıyor. Et parçası olmaktan öte sevginin, aşkın mahallidir kalp. Batıl ve fani aşklar onu köreltirken, baki aşklar onu yüceltir. Kalbin gıdası imandır, ibadettir, marifettir, zikirdir ve muhabbettir. Onlarla huzur bulur, onlarla gıdalanır. Kalbin gıdalanmasında yapılan en ufak bir ihmal, insanın maddi manevi bütün hayatına etki eder. İbadetlerimize daha ,yi konsantre olamayışımızın sebeblerinden birisi ve belki de en önemlisi, kalbimize karşı olan sorumluluklarımızı yerine getirmeyişimizdendir. Mesela namaz kılarken, dünyanın binbir türlü ahvalini düşünmek, onlarla aklen ve kalben meşgul olmak, kalbi dünyalık muhabbetlerle doldurmanın neticelerindendir. En büyük vazifeyi bu dairede icra etmek gerekiyor ki, maddeten ya da manen sekteye uğramayalım.

Ve mide de maddi cesedimizin devamı için olmazsa olmaz azalarımızdan biridir. Dolayısıyla kalpten sonra en mühim vazifemiz bu dairededir. Kalbimiz gibi mideninde ihtiyaç duyduğu gıdaları vermezsek diğer vazifelerde de aksamalar olacağından bu dairede son derece ehemmiyetlidir. Nasıl ki kalbimizi, maddi manevi cesedimizin ayakta kalması için ona mahsus gıdalarla gıdalandırmak zorundayız, midemizde maddi vücudumuzun devamı için aynı derecede önem arzediyor. Onu da kendine mahsus, helal olan rızıklardan istifade ederek, Allah'ın cc. yasak dediklerinden uzak durarak, hamd ve şükürle mukabelede bulunarak beslemek gerekiyor.

Mideye giren haram lokma hayatımızın her anına tesir etmektedir. Faizden kazanılan para ve helal-haram demeden sağlanan kazançların, bireylerde, ailelerde ve toplumda, huzursuzluk ve kötü neticelere yol açtığının çok delillerini göstermek mümkündür. Mesela günümüzde çok yaygınlaşan faiz ve bundan istifade niyet eden kişilere baktığımızda, genel olarak derd-i maişetten şekva ettiklerini görüyoruz. Çünkü kazancın bereketi yok. Helalden kazanılan 1 lira, faizle kazanılan 1000 liradan daha bereketli olduğunu, faziden beslenenin derd-i maişetinden, fakir fakat helalinden kazananın da, kanaatinden anlamak mümkündür. Bu yüzden nebiler (aleyhimüsselam ve aleyhissalatü vesselam) ve onların varisleri olan zatlar (r.a.) ve salih kimseler haram lokma yememeye azami dikkat göstermişlerdir.


1. Otuz İkinci Söz
2. Hutbe-i Şamiye
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
[NOT]Cevaben dedim ki: Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur.[/NOT]


Çoğu zaman bu sermayeden dolayı çok içerleniyordum. Bazen sitedeki teknik işler bitmek bilmiyor. Allah'ım şu zamanı genişlette şu işimi bitireyim derdim. Bakıyorum uykuydu, yemekdi, işti, ibadetti derken gün bitmiş hayda bir daha dünden kalanlar ertesi güne sarkıyor.. Böyle bir durumda zaman sermayesi az iken nasıl olurda vazifelerimizi terkedip dünyanın meşgaleleleri ile kendimizi oyalayabiliriz? Ayeti Kerimede ap açık şu ayetler geçmekte :

EN'AM 32 - Dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?

EN'AM 70 - Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Ve hiçbir kimsenin kazandığı şey yüzünden kendisini helake atmamasını, kendisi için Allah'tan başka hiç bir dost ve hiçbir şefaatçi bulunmadığını Kur'ân ile hatırlat. O, azaptan kurtulmak için bütün varını feda etse, kendisinden alınmaz. Onlar kazandıkları şey yüzünden helake uğratılmışlardır. Onlar için, inkâr ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azab vardır.

ARAF 51 - Onlar ki, dinlerini bir eğlence ve oyun yerine koydular ve dünya hayatı kendilerini aldattı. Onlar, bugüne kavuşacaklarını nasıl unuttular ve âyetlerimizi nasıl inkâr ettilerse, biz de bugün onları öyle unuturuz.

ANKEBUT 64 - Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.

MUHAMMED 36 - Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Eğer iman eder kötülükten sakınırsanız, Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden bütün mallarınızı harcamanızı da istemez.

HADİD 20 - Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azab; Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.
 

Huseyni

Müdavim
Kalp ve midemizden sonraki sorumluluk alanımız, ceset ve hane dairesindeki sorumluluklarımızla devam ediyor.

Nasıl ki kalb ve midemizin kendine mahsus ihtiyaçları vardır, cesedimizin dahi birçok ihtiyaçları vardır. Gözümüzün görmeye, kulağımızın işitmeye, dilimizin konuşmaya, burnumuzun koklamaya, beynimizin düşünmeye ihtiyacı olması gibi. Allah cc. bu cihazları bize nimet olarak vermiş ve karşılığında bizden bu nimetlerin şükrünü istiyor. Öyle ise herkesin, sahip olduğu beyin, dil, kulak, burun, göz gibi azalarının şükrünü eda edebilmek için, onlarla ilgili vazifeleri bulunmaktadır.

Mesela gözümüzün şükrü, kainat kitabının sayfalarındaki hikmetleri mütalaa etmek, ve Rabbimizin san'at mu'cizelerini temaşa etmekle gözü Sani-i basirine satmaktır. Rabbimizin celali ve cemali isimlerinin tecellileri olan mevcudatı hayretle müşahede etmektir.

Gözü nefis hesabına kullanmak, geçici, fani ve pis manzaralarla onu meşgul etmek, gözü asıl kıymetinden düşürmek ve aynı zamanda göz nimetine karşı nankörlük etmektir. Bugün ister internet olsun, ister günlük alınan gazeteler, ya da televizyon gibi vasıtalar, hangisi olursa olsun, gayr-ı meşru görüntülerin nazarımıza tesadüf etmemesi neredeyse mümkün değil. Bu durum reel hayatta da farklı değil maalesef. Ancak hiçbir müslüman, bu tür bahanelere sığınıp, "nasılsa kaçınmak mümkün değil" diyerek, gözlerini harama çevirmemelidir. Maalesef bu konuda müslümanlar olarak hassasiyet gösteremiyoruz. "Dünyadan, memleketten haberdar olayım" derken, edebli edebsiz her tür basın organını evine sokan müslümanlar var. Tv de saatlerce saçma sapan kadın programlarını ya da dizileri izleyen yahut haber programlarını ezberleyecek derecede takip eden müslümanlar var. Elbette ki bütün bunlar Allah'ın verdiği göz nimetine karşı nankörlük etmektir, onu kıymetinden düşürmektir. Bir müslüman, tamamen kaçınamıyorsa da, büyük ölçüde bunlardan kendini koruyabilir. Hiçbir müslüman hergün saatlerce gazete okumak zorunda değil. Ya da saatlerce haber izlemek, siyasi çekişmeleri takip etmek zorunda değil. Bu tür karmaşaları izleyip takip etmek, gözü nefis hesabına kullanmak olduğu gibi, insanın hafızasını ve psikolojisini de etkileyen durumlardan biridir. Çünkü harama nazar etmek nisyan verir, yani unutkanlık yapar.

Dilimiz de Rabbimizin bize ihsan ettiği en büyük nimetlerden biridir. Bir insandan aldığımız basit bir hediye için bile teşekkür ederiz. Binbir çeşit nimetlerin, bir nevi müfettişi hükmünde olan, tat alma ve zaruri ihtiyacımız olan konuşma fiiline vesile olan dil nimeti için, Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Gerçek manada bir azamızın dahi şükrünü eda etmemiz mümkün değildir. Ancak Rabbimizin verdiklerini, emir ve yasakları ve rızası dahilinde kullandığımızda bunu şükür yerine sayıyor ve onun şükrünü bizden kabul ediyor. Dilin şükrü, Allah'ı cc. zikretmektir. Ona dua etmektir, doğruyu konuşmak, hak ve hakikatı anlatmaktır. Pis ve malayani sözlere tenezzül etmemektir. Olur olmaz herşeyi, her duyduğunu konuşmak, sövmek, yalan söylemek, iftira atmak, dedikodu yapmak, gıybet etmek ve malayani konuşmak dil nimetine yapılan en büyük nankörlüktür. Maalesef ki müslümanlar olarak bu nimetinde çok fazla farkında değiliz. Basit bir futbol maçını izlerken bile futbolculara ya da karşı taraftarlara söven insanlar var. Bir müslümanın futbol müsabası izleyecek kadar da boş vakti olmamalı aslında. O vakti boşa harcamak günah olduğu gibi, onu izlerken yapılan hakaretler, sövmeler vs. günahları daha da katmerli hale getiriyor.


Daha cesedimizle birlikte verilen birçok azamızı misal verebiliriz.
 

Huseyni

Müdavim
Bir başka vazifeli olduğumuz daire ve en mühim dairelerden biri de hanemizdir. Evet her müslüman hanesinden sorumludur. Annemizden, babamızdan, eşimizden, evlatlarımızdan mes'ulüz. Rabbimiz Tahrim Suresi 6. ayette mealen şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” Ayet şiddetli uyarıyor ve bu manada birçok hadis bulmakta mümkün. Bir hadiste Efendimiz aleyhissalatü vesselam, hepimizin çoban olduğunu, teb'amızdan sorumlu olduğumuzu ve bir başka hadiste de en hayırlımızın ehline karşı hayırlı olanımız olduğunu bildiriyor. Bütün bunlara rağmen müslümanlar olarak aile gibi en önemli bir müesseseyi ihmal edip, bizimle ilgisi alakası olmayan işlerin derdine düşüyoruz. Müslüman bir hanım, açıp tv yi saatlerce, belki ömründe hiç görmeyeceği kişilerin derdine ağlıyor, hüzünleniyor, ah vah ediyor. Kendi evladını ise sokaklara emanet etmiş, ne haldedir, ne sorunu vardır bildiği yok. Karnını doyurup, giygirip okula göndermek, annelikten sayılıyor. Ya da cebine harçlığını koymak, babalıktan sayılıyor.


İhmal edilen evlatların dadılığını ya tvler ya da internetteki oyun siteleri yapıyor. Müslüman anne babanın vermediği din eğitimin yerini, çocuğun çeşitli ortamlarda öğrendiği felsefik bilgiler dolduruyor. Anne babanın vermediği ahlak eğitimi yerine, çocuklara ahkalsızlık, edebsizlik, kuralsızlık aşılanıyor. Haliyle yetişen çocuklar, hem anne babasına hem de topluma karşı sorumsuz, saygısız ve kuralsız gençler olarak karşımıza çıkıyor.


Halbuki her müslümanın aile içi iletişimi olmalı. Dünyanın derdinden önce kendi evlatlarımızı, kendi anne babamızı dert edinmeliyiz. Günün belirli saatlerinde okumalar yahut sohbetler tertiplenmeli. Evlatlarımız aile olmanın huzurunu tatmalı ki, idealinde aile olmak gibi birşey olsun. Aile dediğimiz şey, aynı evi paylaşan ama aralarında hiçbir muhabbet olmayan 3-5 kişinin bir arada yaşaması değildir. Evet malesef ki bugünkü müslüman ailelerinde bu kötü örnekleri sık görüyoruz. Bir babanın ya da bir annenin "oğlum şunu götür, kızım şunu yap" tan başka, ya da bir evladın anne babasından, maddi ihtiyaçlarını arzetmesi haricinde bir muhabbet neredeyse kalmamış. Haliyle ailelerin manevi olarak dolduramadığı çocukları, kötü arkadaş çevresinin yardımıyla, başkaları çok kolay dolduruyor. Kendi evlatlarımızı kendimize karşı bir facia olarak yetiştiriyoruz. Bunun neticesi hem dünyamıza zarar olduğu gibi, ahiret hayatımızda da büyük zarar olacaktır. Evlatlarımız ya da dinden gafil anne babamız "bize neden dinimizi öğretmedin, anlatmadın" diye hesab soracaklar. Allah öyle feci akıbetlerden cümlemizi muhafaza eylesin, amin. Bununla birlikte, hanelerini baki sohbet ve muhabbetlerle cennete çevirenler, az da olsalar, gelecek için ümit veriyor. Cenab-ı Hak cc. sayılarını ziyade eylesin, amin.
 

Huseyni

Müdavim
Mahalle ve şehir dairesi: Önemine göre, cesed ve hanemizden sonra vazifeli olduğumuz, bir sonraki daire, mahalle ve şehir dairesi. Kendi cesedimize ve hanemize olan sorumluluklarımız, vazifelerimiz gibi bu dairede de vazifelerimiz var. Mesela mahallemizde komşuluk haklarına riayet etmek, onlarla hasbihal etmek, onlara karşı dinimizi temsil etmek ve dinimizi tebliğ etmek, yardıma muhtaç olanlara imkanlar nisbetinde yardımcı olmak gibi vazifelerimiz var. Bundan sonra gelen şehir dairesi, vatan ve memleket dairesinde daha da az vazifemiz bulunuyor. Daire genişledikçe vazife azalıyor. Hele ki yeryüzü ve insanlık dairesi yani bütün insanları içine alan daire ve diğer bütün hayat sahiplerini kapsayan daire, dünya dairesi ve isyaset dairesi gibi alanlarda neredeyse hiç vazifemiz bulunmuyor.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.[/NOT]


Büyük dairenin cazibedarlıkları, ehl-i imanın büyük bir kısmının nazar-ı dikkatini celbetmiş durumda. Bu yüzden bu ders büyük ehemmiyet arzediyor. Büyük dairede olup bitenler, yani "memlekette ve dünyada neler olup bitiyor, kim kime savaş açmış, hangi siyasetçi hangi siyasetçiye ne söylemiş, ekonominin durumu nedir, bu hafta havalar nasıl olacak, hangi takım kimi transfer etmiş, falanca ya da filanca dizi nasıl bitmiş, bi sonraki bölümde ne olacakmış..." gibi tamamı malayaniyattan sayılabilecek olan şeyler müslümanların gündemini meşgul etmemeli.


Müslümanın gündemini, dünkünden daha iyi kul olmak meselesi doldurmalı. Bu da bizi alakadar etmeyen, bize hiçbirşekilde faydası bulunmayan diğer dairelerden kat-ı nazar ederek, en küçük dairelerde olan, en mühim ve büyük vazifelerimizi yerine getirmekle olur. "Elhamdülillah müslümanım" diyorsak bunun alametini önce kalbimizde, sonra davranışlarımızda, sonra hanemizde ve sonra mahallamizde ve bizimle alakadar olan ortamlarda görmemiz gerekiyor. Yoksa müslümanlığımız sözde kalıcaktır.


Allah cc. kısacık ömrümüzü, ebedi saadeti kazandıracak bir nimet olarak vermiş. Bu tür malayani işler ise, o saadetli akıbeti hüsrana çeviriyor. Çünkü dış dairedeki meşguliyetler, bir ömrü kendinden bihaber yaşamaya, dünyaya ne için geldiğini, ne yapması ya da yapmaması gerektiğini anlamadan, bir ömrü tüketmeye sebep oluyor. Birçok müslüman kardeşimiz, ömründe belki de hiç göremeyeceği sanatçıların ya da bir futbolcunun ya da meşhur olmuş herhangi bir ünlünün, ne yemekten hoşlandığına, ne giydiğine, hangi müzikleri dinlediğine kadar ezbere biliyor. Bununla birlikte müslüman kardeşlerimizden, günde 40 kez okuduğu Fatiha suresinin kısacık mealini bilmeyen, o kadar çok kişi var ki. Elbetteki Cenab-ı Hak mahşerde dinine lakayt yaşayan kullarıyla, dinini anlamayı ve yaşamayı kendine vazife edinmiş kullarını aynı akıbete uğratmayacaktır. Cenab-ı Hak cc. istikametimizi bozmasın. Hayrı tercih eden kullarından eylesin cümlemizi, amin.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.[/NOT]

Bu kısmı izah eden bir risaleyi, paylaşalım ve okuyalım inşaallah.


[TAVSIYE]...binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfuruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dahildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hâdisâtlar görünüyor. Hattâ, bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği; ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle senâ ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyaseti terkettim.

Hem şimdi birisi, hem Ramazan-ı Şerife, hem şeâir-i İslâmiyeye, hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Halbuki, küfre rıza küfür olduğu gibi; dalâlete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalâlettir. Bu acip halin sırrını gördüm ki, kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mâzur göstermek damarıyla muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve göstermek istiyorlar. İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî ahlâkı da zîr ü zeber edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir suikast hükmündedir.


Tarihçe-i Hayat[/TAVSIYE]
 

faris

Well-known member
[NOT]Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.[/NOT]

Zamanımızdaki olaylardan Irak ve şu anki Suriye meselelerinde de durum bunun gibidir denilebilir. Irak'ın tarihine baktığımızda Kral Faysalın çeşitli zulümlerini görüyoruz, daha sonra ise Saddam geliyor yine zulümleri var. Saddama destek verilse zulmüne ortak olunur verilmese bir başka zalimin yani ABD'nin zulümlerine ortaklık etmiş olunacaktır.

Aynı mesele Suriye içinde geçerli Beşar Esad için zalim denilmekte, destek verilse zulmü tasdik olunacak, yok olmasa başka zalimlerin zulümlerine ortaklık olunacak..

Bu gibi meselelerde denge çok zor. Çok iyi tartılmalı ve hesaplar ona göre yapılmalı. Şahsen ne Saddamı sevdim nede sevmedim, ne Beşarı sevdim ne sevmedim. Bize düşen ihtiyaç sahibi din kardeşlerimizin makul ihtiyaçlarına destek olmaktı..

[TAVSIYE]Üçüncü Sual: Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle; ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.
Sözler ( 172 )[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Birinci noktaya cevap ise: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.[/NOT]

Dünya savaşı için "bundan daha büyük bir hadise mi var" diyen talebelerine, Üstad Hazretleri bundan daha mühim hatta bütün zemine hakim olma davasından daha ehemmiyetli bir dava olduğundan bahsediyor. Yani düşünelim, sadece şu mu kazanacak, bu mu kazanacak meselesi değil. Dünyanın en güçlü devletlerinin gücü kadar gücümüz olsa ve aklı olanın, hiçte tereddüt etmeden vaktini ona sarfedeceği büyük bir dava. Demek bu davaya ehemmiyet vermeyenler, zahirde akıllı da görünseler, hakikatte öyle değildirler.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]İşte, o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, Kâinat Sahibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin, iman mukàbilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış.[/NOT]


Bu büyük davayı, başta insanların en meşhurlarının yani peygamberlerin (aleyhimüsselam) haber veriyor. Peygamberlerin içinde Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi vesellem efendimiz haber veriyor. Ki On Dokuzuncu Mektupta yaklaşık üçyüz tane mucizesinden bahsedilmiş. Sonra onların yolundan giden doğruluğun ve güzel ahlakın simgesi haline gelmiş, keşif ve kerametleriyle doğrulukları tasdiklenmiş milyonlarca evliya, milyarlarca asfiya ve muhakkikin (radıyallahü anh ve kuddisallahü sirrahüm) haber veriyor. Aynı dava üzerinde ittifak etmiş, bu nurani silsileden başka, hakkında vaadinden dönmesi muhal olan Cenab-ı Hak cc. Kur'an-ı Keriminde defaatle bu davayı haber veriyor. Ve Kur'anın büyük bir kısmında bahsettiği bu dava, en az yeryüzü kadar bağları, bahçeleri ve sarayları kazanmak ya da kaybetmek davasıdır.

Bu dava bütün insanların başına açılmış. Ve herkesin iman mukabilinde yeryüzü kadar belki ondan daha geniş mülkü olacak ve bu mülk aynı zamanda daimi olacak. Dünyadaki saltanatlar ise hem geçicidir, hem de ona çok talipler olduğundan muhafazası zordur. Hem bir müslümanın dünyanın savaş ve siyaset gibi boş işlerini takip etmekle eline geçecek olan birşey de yoktur. Kaybettiği ise, ebedi bir saadeti kazandıracak ve bu dünyanın tamamından da daha değerli, baki bir mülke ve saadete vesile olacak imanıdır. Onu kaybettiğinde, bütün dünyayı, bu dünyada elde etmesi veyahut onlarla ilgili her türlü malumatı elde etmesi bir fayda sağlamayacaktır. Cenab-ı Hak cümlemizi malayaniyattan uzak eylesin ve böylesi feci akıbetlerden muhafaza eylesin, amin.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?[/NOT]


İman vesikası ebedi hayatımız açısından çok büyük önem arzediyor. Gerek malayaniyatla iştigal etmek, gerekse de bilerek ya da bilmeyerek maddiyyunluğa girmekle iman vesikasını muhafaza etmek neredeyse imkansız. Üstad Hazretlerinin de misal verdiği gibi kırk vefattan yalnızca birkaç tanesi imanını muhafaza edebilmiş sekerat anında. Ve bu kişiler bildiğimiz kadarıyla cami cemaati. Cami cemaati dahi imanını muhafaza edemezse, gününün neredeyse tamamını malayaniyatla, boş işlerle geçiren insanların hali ne olur ?

İmanı muhafaza edebilmek için, taklidi olan imanı bırakıp tahkiki imanı elde etmek gerekiyor. Yani "anam babam namaz kılıyordu" diye namaz kılmak, "herkes Allah var diyor" diye Allaha inanmak gibi bir iman, şeytanın yaşarken de, sekerat anında da çok çabuk tuzağa düşürebileceği bir imandır. Ve bilhassa ölüm anında imanımızı kaybetmişsek (hafizanallah) bir daha geri dönüş yok.

Tahkiki imanın da mertebeleri var. İlmelyakin, aynel yakin ve hakkalyakin. Taklidi iman ise bu mertebelerin de altında. Bir misallle izah etmek gerekirse:

Mesela bir yerde yangın var. Taklidi iman sahibi o yangını ne görmüş ne de biliyor. Sadece birilerinden duymuş ki "filan yerde yangın var". O da kabul etmiş. Biri de gelse deseki: "yok kardeşim yangın mangın" şüpheye düşecek, belki de inanacak.

İlmelyakin iman edenin misali ise: yangın olduğunu hem duymuş, hem de uzakta olmakla birlikte, duman gibi alametlerinden yangın olduğuna ihtimal veriyor. Bu kişiyi kandırmak biraz daha zordur. Ancak dumanın başka birşeyden kaynaklandığına ikna edilebilirse, kandırılması mümkün olabilir.

Aynelyakin iman sahibine misal: Yangını hem duymuş, hem dumanını görmüş ve hem de ateşini görüyor. Bu kişiyi kandırmak daha da zordur, belki de imkansızdır.

Hakkalyakin mertebesindeki iman sahibi ise; yangını hem duymuş, hem dumanını, hem ateşini görmüş ve hem de bizzat yangının çıktığı bölgede, herşeyiyle yangını hissediyor. Dumanını, ateşini, ısısını vs. Herşeyiyle yangının olduğuna ikna olmuş. Artık bu kişiyi yangın olmadığına ikna etmek imkansızdır, mümkün değildir.

Şeytanın yaşarken veya son nefeste insanı imanından etmesine ise şöyle misal verebiliriz.

Mesela elimizde bir lokma ekmek var. Birisi onu bizden almak istiyor. Elimizde olduğu için her halikarda onu kaptırmamız mümkün. Taklidi iman gibi.

Sonra ekmeği ağzımıza koyuyoruz. Belki ağzımızı açtığımızda bir ihtimal alınabilir. İlmelyakin iman gibi.

Sonra ekmeği yutuyoruz. Cerrahi bir müdahele yapılması gerekir ki, ekmek oradan alınabilsin. Aynelyakin iman gibi.

Ve sonra ekmeği sindiriyoruz, kanımıza ve hücrelerimize karışıyor. Artık o ekmeği binlerce doktor da bir araya gelip, cerrahi müdahele de bulunsa, vücuddan alamaz, çıkaramaz. Hakkalyakin iman gibi.

İşte şeytanın tuzaklarına düşmemek için iman mertebelerinde terakki etmek durumundayız. Ki şeytan o tuzaklardan, belki defalarca hergün karşımıza çıkartıyor. Müslüman olduğunu söyleyen çevremizdeki insanlar bile dinin bir kısmını inkar edip bir kısmını kabul edebiliyor. Mesela "faizin haram oluşu eskidendi, şimdi kaçmak mümkün değil" ve dolayısıyla "haramda değil" diyen müslümanlar var. Din kendi yaşantısına ağır geldiği için, dini kendi yaşantısına uydurma gayretinde olan insanlar var. Hem öyle iddialı konuşuyorlar ki sanki on tane fakülte bitirmiş. Sorsanız, bir sureyi mealiyle okuyamaz belki ama, taklidi iman sahibi olan biri bu tür fitnelere hemen kanabiliyor. Ya da bir izah getirmekten aciz bir şekilde "yok kardeşim olmaz öyle şey" demekten ileri gidemiyor.

Şeytanın her gün karşılaştığımız tuzakları bunlarla sınırlı değil elbette. Belgesellerin birçoğu Allahın sanatı ve eserleri olan mahlukatın, rızıklanması gibi faaliyetleri ya da devamlılığı için gereken şeyleri ya sebeblere, ya tesadüfe yahut tabiata veriyor. Allah'ı cc. o alanın dışında tutmaya kalkışıyorlar. İnsan bunları izleye izleye bilinç altında o felsefik bilgiler yerleşiyor ve kendi dünyasında olup biten birçok şeyleri de sebeblere, tesadüflere veriyor. Mesela tarlasından aldığı mahsulü toprağı iyi sulamaktan, attığı gübreden, tohumun kalitesinden biliyor. Bir nevi onlara rububiyet veriyor. Halbuki geçen yılda aynısını yaptığı halde bu mahsülü alamadığının hesabını yapmıyor. Hastalık, ölüm gibi şeyler sebeplerden bilinebiliyor. Bunlar gibi daha çok misal verilebilir. Tabiat risalesinde de denildiği gibi, bir nevi dinsizliği hatıra getiren, bu sözleri ehl-i iman bilmeyerek kullanıyor. Cenab-ı Hak cc. cümlemizi bu tür tuzaklara düşmekten muhafaza eylesin, amin.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî mâlâyaniyatla iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirtleri, herbirimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatımız var.[/NOT]


İmanımızın tahkiki olabilmesi için, Risale-i Nur imani mevzular çokça işlenmiş elhamdülillah. Çünkü zamanın en önemli sorunu imanı muhafaza etme sorunu. Hiçbir dönemde imana bu derece sinsice saldırılar olmamış. Risale-i Nur şeytanın ve onun çıraklarının kurduğu her türlü tuzağı bertaraf ediyor. İman hususunda akla gelen ya da akla sokulan şüphelerin hepsine, aklı ve kalbi ikna edecek tarzda cevaplar veriyor. Dalaletin içindeki peşin cezaları ve hidayetteki peşin ücretleri delilleriyle gösteriyor. Elhamdülillah..
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
[NOT]Yine Gençlik Rehberinde izahı var Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: “Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl)1 hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.


1. Parantez içindeki not, 1946 senesine aittir.[/NOT]

Hem meselâاَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ
blank.gif
2 cümlesi (şeddeler sayılmaz) bin üç yüz yirmi sekiz (1328), eğer şeddedeki ل sayılsa, bin üç yüz elli sekiz (1358) adediyle bu umumî harpleri yapan ecnebî gaddarların, hırs ve hasetle bizdeki Hürriyet inkılâbının Kur’ân lehindeki neticelerini bozmak fikriyle tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumînin patlamasıyla maddî ve mânevî şerlerini, siyasî diplomatların, radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını vahşiyâne mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevâfuk ederek اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ’in tam mânasına tetâbuk eder.

Dipnot-2 “Düğümlere üfleyen büyücüler...” Felak Sûresi, 113:4.

Asa-yı Musa
 
Üst