Enaniyet ve Cemaat Irkçılığı

Kýrýk Testi

Well-known member
İyi Tarafı İle Kötü Tarafını Birbirine Karıştırdığımız ENANİYET biz de kendi fikirlerimizin doğruluğuna “cadde-i kübra-i Kur’an’iyede” olduğumuzu söyleyerek, Risale-i Nur’dan kendimizi haklı göstermek için deliller getirmekle kalmayıp, başkalarının kusurlarını dile getirmeye çalışırız.

Peki “cadde-i kübra-i Kur’an’iyede” isek, diğer Nur Talebeleri, nurculuğun dairesi içinde sınır çizgide mi duruyor? Yoksa biz sahip olduğumuz bu hükümle, kendimizi o iddia ettiğimiz dairenin sınırına mı itmiş oluyoruz?

Risale-i Nur Talebelerinin hususiyetleri içinde en mühim olanının enaniyetten uzak durmak olduğunu düşünüyorum. Bana göre, Üstadın en çok elde etmemizi istediği ihlâsın en temel vesilesinin enaniyetten uzak durmak gerektiğini vurgulamasıdır. Enaniyetin pek çok yansımaları olduğunu da nazarlara vermekte Üstad Hazretleri… Bunlardan, teveccüh-ü nâs ile ilgili olarak bize yaptığı uyarıları, en çok dikkatimi çekenidir. Bunun dışında hubb-u cah, şan ve şöhret arzusu gibi enaniyetin tezahür ettiği hususlara da dikkatimizi celb etmektedir.

Hazret-i Üstad, teveccüh-ü nâsın, şirk-i hafi tabir edilen riyakârlığa kapı açtığını dikkatli nazarlara arz etmektedir. Bunun da ihlâsı zedelediğini belirtmektedir.

Yirminci Lem’a’da ise teveccüh-ü nâsı talep etmenin kabir azabını netice verdiğini söylemektedir.

Bir buz parçası hükmündeki enaniyeti, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi hükmünde olan havuza atıp eritmediğimiz takdirde, o havuzu yani, şahs-ı manevinin sevabını da kaybedebileceğimizi dikkatlerimize sunmakta Üstad Hazretleri.

Hatta bu asrın enaniyet asrı olduğunu üç vecihle nazara veriyor.

Bunlardan birincisinin ilmi enaniyet, ikincisinin gafletten gelen enaniyet, üçüncüsünün ise dünyevilikten gelen enaniyet olduğunu söylemektedir.
Birincisi olarak ilimden gelen enaniyet için özellikle dalaletten gelen ilmi enaniyeti nazara veriyor. Dalaletten gelen enaniyet için eskiden dalaletin cehaletten geldiğini, bu asırda ise fen ve felsefeden geldiğini, fen ve felsefeden gelen dalaletin izalesinin kolay olmadığını söylerken, çok önemli bir vurgu yapıyor Üstad. Öylelerin yani, fen ve felsefeden gelen dalaletin içinde olanların “bilmiyorlar, kendilerini biliyorlar zannettiklerini” söylemekle bence onların enaniyetlerine vurgu yapmakta, enaniyetlerinden dolayı kendi cehaletlerini göremediklerini nazara vermektedir ki, bunu destekleyen bir diğer ifade ise, tabiat risalesinde “mesleklerinin iç yüzünü göremediklerini” söylemekle de buna dikkatleri çekmektedir. Kendi mesleklerinde taassup gösterdiklerini de bildirmiş oluyor. Zaten geçmişte bütün dünyaya İslamiyetin yayılmamasının sebepleri arasında da gayri müslimlerin dinlerine körü körüne olan bağlılıkları olarak onlardaki taassup olduğunu ifade etmiyor mu?.. Hatta dalaletin o kadar şiddetli manevi ızdıraplarına karşı, neden küfür ehlinin küfürde kaldıklarını, hidayete gelmediklerini de söylerken, “hidayete gelmenin irade ile olduğunu, Cenab-ı Hakk’ın kimseyi zorla hidayete erdirmeyeceğini” dikkatlere sunarken de kendi mesleklerindeki mütemerridane inadı da başka yerde vurgulamakla, onlardaki cehaletin enaniyetlerinden gelen şiddetli bir inattan kaynaklandığını, söylemek istediğini düşünüyorum.

Bütün bunları söylemekteki kastım, daha önceki asırlardaki dalalet ehlinin dalalette kalmalarının en mühim sebeplerinden biri olan taassup ve inattan gelen cehaletin sonuç verdiği enaniyet ile Din-i Mübine uzak durmalarıdır. Bu asırda ise, fen ve felsefeden gelen bilgi, enaniyeti doğurduğundan, bunlar bu enaniyet ile “bilmedikleri halde, kendilerini biliyor zannediyorlar.”

İkinci olarak, bu asrın enaniyet asrı oluşunun gafletten geldiğini belirtmesiydi. Zevk-ü sefa o kadar yaygınlaşmış ki, gaflet de o derecede kalınlaştığı için, enaniyet ön plana çıkıyor.
Bu asrın enaniyet asrı olmasının bir diğer sebebi olarak dünyevileşme ise, “bu asrın bir özelliği olarak bile bile dünyayı âhirete tercih etme” hastalığını âyet-i kerime ile ifade ettikten sonra, dindarların da bu hastalığa tutulduğunu, hatta mesture hanımların da bu yolda olduğunu ve gelenek, görenek ve tiryakilikle bu hastalığın ortaya çıktığını söylerken, en can alıcı nokta olarak tiryakiliği nazara vermesi olduğunu düşünüyorum. Çünkü, o hastalığın tiryakilik boyutuna çıktığını söylemesi, çok derinden düşünülmesi gereken bir husustur. Başka yerlerde ise, eskiden dört şeye muhtaç olan insanların medeniyetin fantaziyeleri ile yüz şeye muhtaç olduğunu söylemesi” ve “israf ile karşılamakta çaresiz kalınan ihtiyaçların hırsı netice verdiğini” söylemesinden, dünyevileşmenin enaniyeti doğurduğunu anlıyoruz.

Üstad Hazretleri bu gibi ikazlarla bu asrı enaniyet asrı olarak nazara verirken, bu hususa dair çok mühim bir uyarı yapıyor. Bu enaniyet asrında, enaniyeti tamamen terk etmekle, verilen dersin ve yapılan hizmetlerin tesirli olabileceğini şiddetle dile getiriyor. Peki, neden enaniyeti terk etmemiz lazım? Enaniyeti terk etmeliyiz ki, o enaniyetlilerin enaniyeti devreye girmesin; enaniyetleri devreye girmesin ki, doğrudan doğruya hakikati görebilsinler. O hakikatlere mest olsunlar. Hatta kabul etmeseler dahi, enaniyetleri devreye girmediği için teslim oluyorlar. Teslim olmasalar bile, enaniyetle söylenmeyen o derslere, o hakikatlere karşı söyledikleri sözler veya yaptıkları ve yapmaya çalıştıkları mukabeleler mağlup olup, hiçbir anlam ifade etmiyor.

İşte bu sırrın tesirini gösteren en büyük nokta da bence veya benim anladığım kadarıyla şudur: Maddi makamlardan başka, manevi makamları da terk etmekle o enaniyetin tamamen terk edilmesiyle, o dersler veya hakikatler dile gelerek mukavemetsiz bir tesir icra etmektedirler. “Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur”derken de, Üstadın bu hususlara atıf yaptığını düşünüyorum.

Peki, neden enaniyet duygusu insana verilmiş?
İnsanın “ene” duygusu ile mevhum yani, farazi bir malikiyet ile Cenab-ı Hakk’ın mutlak malikiyetini anlayabildiğini ifade etmekte Üstad Hazretleri. Nasıl ki, “Bu evi ben yaptım.” Farazi olarak “Bu ev benimdir.” Bu kâinat sarayını da malikü-l mülk olan Hâlık-ı kâinat yaratmış, yapmış. Hâlık-ı kâinatın yarattığı o sarayın küçücük bir bölmesi olan Dünya da O’nundur. O dünyanın içindeki farazi malikiyet ile sahip olduğum evim ve ben O’nun mülküyüz ve memluküyüz. Demek birinci olarak Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarını anlamak ve idrak etmek için “ene” bir kıyas görevi görmektedir.

Enaniyet duygusunun verilmesinin sebeplerinden birisi de, iman ve Kur’an’a hizmet etmek içindir. Çünkü, Üstad Hizmet Rehberi’nde enaniyete girmemek için uyarırken, şöyle istisnai bir durumu da “yalnız” diyerek, “herkesin Risale-i Nur’a olan ihtiyacını, Risale-i Nur’daki hakikatlerin ehemmiyetini ve neşrini yapmak için yüksek hasletler ve tavırlar takınmanın riya ve enaniyet olmadığını söylemektedir. Hatta bir yerde Eski Said’in enaniyetli olanlara bir parça enaniyetini göstermesini söylemesi de bu sırdan olsa gerek. Eğer iman ve Kur’an hakikatlerini bu sır ile sahiplenme duygusu anlamında “ene” olmazsa, o vakit bu hizmetler için insanda bir hizmet etme arzusu olmaz. O halde, enaniyet olmasın diye dini hizmetlerden geri durmak da nefsin veya şeytanın bir desisesidir.

Bence bu meselede Eski Said’i bu yönüyle nazara vermedeki asıl sebep: Eski Said’in siyasi ve içtimaî hayata doğrudan müdahale etmesinden dolayı, dine hizmetin ulviyetini ilan etmenin gereği olarak yüksek tavırlar takınmasıydı. Aslında o yüksek tavırlar enaniyet olmuyor da, dinin ulviyetini nazarlara sunmak oluyor. Ondandır ki Eski Said, dini siyasete alet etmemiş, siyaseti dine alet etmiş. Oysa Üçüncü Said döneminde ise, ara sıra bir iki gün Adnan Menderes’in hatırı için bakmış. Bakarken de yönlendirmelerde bulunmuş. Uyarılar yapmış. Bu ince nokta ile doğrudan bazı içtimaî ve siyasi meselelerde Eski Said devreye girmekte, ancak uyarı ve yönlendirmelerde ise, Üçüncü Said devreye girmektedir. Bu da Üstadın, Risale-i Nur ile iman ve Kur’an’a hizmetin önüne hiçbir şeyin geçmemesi gerektiğine dair pek çok ikazları ile sabit olduğu üzere, Yeni Said olarak her daim Risale-i Nur ile öncelikli olarak çalışmak gerektiğini nazara vermesidir.

Enenin müspet olan bu iki yönü ile hem itikadda hem de amelde istikamet ile hareket edilmiş olur.

Demek bu ene duygusunu bu müspet manasıyla kanalize etmek lazım. Onun içindir ki Üstad Hazretleri herkeste az çok enaniyet olduğunu söylerken hassas dengeye de çeşitli vesilelerle dikkatleri çekmektedir.

Şimdi de bizde olabilecek menfi anlamdaki sinsi bir enaniyete gelelim… Üstad Hazretleri İhlâs Risalesi’nde” akıl, kalp ve ruhunuzu ittiham etmem, Risale-i Nur’un verdiği derse binaen itimad ediyorum” derken, müthiş bir uyarıda bulunuyor. “Nefis, his ve heva bazen aldatıyorlar.” demektedir. Demek biz akıl, kalp ve ruhumuz ile garanti enaniyete düşmediğimizi düşünürken, farkında olmadan bazen nefis, his ve heva bizi o tehlikeye atabilir. Hatta attığı halde o tehlikede olmadığımızı düşünebiliriz. Çünkü, biz akıl, kalp ve ruhumuzla o enaniyeti kabul etmediğimizi düşünürüz. Ama his, heva ve nefsimizi kontrol etmediğimiz için o tehlikenin içinde olduğumuzu fark etmeyebiliriz.

Üstad hazretlerinin Mesnevi-i Nuriye’de nefsin zıtları birbirinden tevlid ettiğini söylemesi de bu hususu tefsir etmektedir. Nasıl ki, cemaat muhabbetini cemaatçilikle, meslek ve meşrep muhabbetini taassupla, müspet cemaat milliyetini cemaat ırkçılığıyla karıştırdığımız gibi…

Üstad Hazretleri, herkesin kendi meslek ve meşrebinin en güzel olduğunu ifade etme hakkı olduğunu söylerken, herkesin kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmesi gerektiğini önemle vurgulamaktadır. Bu noktada başkalarının eksikleri ile uğraşmama uyarısı yaptığı halde, biz başkalarının eksiklerini söylemekle kendi mesleğimizin muhabbetiyle hareket ettiğimizi zannediyoruz. Hatta “Birileri yanlış yaptığında biz onların yanlışlarını söylemeyecek miyiz?” diyerek de kendi haklılığımızı ispat etmeye çalışırız. Oysa kendi doğrularımızı söylemekle de kendi haklılığımızı ispat edebiliriz.

Hatta “ümmetin ihtilafının rahmet cihetinin birbirinin aleyhinde bulunmamakla rahmet olduğunu dikkatlerimize sunan Üstad’ın bu uyarısını da nazarlardan adeta uzak tutuyoruz. Başkalarının kusurları üzerine haklılığımızı dile getirmeye çalışmakla, o hadis-i şerifin rahmet dairesi dışına çıkma tehlikesi ile de karşı karşıya kalmış oluruz. Nasıl ki, ırkçılık başkasını yutmakla beslenir. Bizler de başkasının kusurlarıyla beslenmekle cemaat ırkçılığı yapmamalıyız.

Bütün bunlarla beraber başkalarının kusurlarıyla fani olmakla, “Şimdi bizden ayrılanların hizmet-i Kur’aniyeye zarar verdiğini, dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek hükmünde olduğunu” söylerken daha da esef verici olanı da, cadde-i Kübra-i Kur’aniyede olduğumuzu iddia ederiz. Üstadın bütün vazifelerini en kâmil manada bizim deruhte ettiğimizi ifade veya ima ederken, diğer nur talebelerinin az bir hizmet ettiğini de dolayısıyla vurgulamış oluyoruz. Hatta mutezile imamlarının bahr-i umman gibi ulemalar oldukları halde, dalalete girmelerinin sebebi, aklı esas alıp, vahyi kendi aklî hükümlerini yorumlamak için kullanmalarından kaynaklandığını söyleyen Üstadın, onların mübtedi birer mü’min derecesinde yani, İslâmın veya imanın dairesi içinde, ama sınır çizgide olduklarını vurgulaması benim çok dikkatimi çekmektedir. Hâlbuki o mutezile imamlarının, bir iki imam değil ve sıradan imamlar olmayıp bahri umman gibi bir ilme sahip olduklarını nazara vermektedir.

Biz de kendi fikirlerimizin doğruluğuna “cadde-i kübra-i Kur’an’iyede” olduğumuzu söyleyerek, Risale-i Nur’dan kendimizi haklı göstermek için deliller getirmekle kalmayıp, başkalarının kusurlarını dile getirmeye çalışırız. Peki “cadde-i kübra-i Kur’an’iyede” isek, diğer Nur Talebeleri, nurculuğun dairesi içinde sınır çizgide mi duruyor? Yoksa biz sahip olduğumuz bu hükümle, kendimizi o iddia ettiğimiz dairenin sınırına mı itmiş oluyoruz?

Üstad’ın ifade ettiği mehdinin ikinci ve üçüncü vazifesi için gerekli olan yüzbinler orduları veya milyonları da hiçe saymış olmuyor muyuz?

Hatta ittihad-ı İslam için gerekli olan ihtilaftaki rahmete de zıt hareket etmekle, acaba ittihad-ı İslâmı geciktirmeye sebep mesuliyetimiz de ortaya çıkmış olmuyor mu?..

Eğer enaniyetimizi cemaat ırkçılığı, cemaatçilik, meslek ve meşrep taassubu ile ortaya koyarsak, enaniyetimizi kötüye kanalize etmiş oluruz. Eğer enaniyetimizi müspet cemaat milliyeti, cemaatimizin hizmetleriyle cemaat muhabbeti ve mesleğimizin, meşrebimizin güzellikleri ile meslek ve meşrep muhabbeti noktasında kanalize edersek enaniyetimizi iyi yönde kullanmış oluruz.

Rabbim bizleri cemaat ırkçılığından, cemaatçilikten, meslek ve meşrep taassubundan muhafaza edip, enaniyeti İlahî sıfatları anlamaya dönük ve iman, Kur’an hizmetinde hadim olma noktasında hizmete sahiplenmek için çok ehemmiyetli bir vazife ile tavzif edilmiş fertler olduğu bilinciyle hareket eden kişilerden eylesin. Bu enaniyet asrında tamamen enaniyetini terk ederek tam manasıyla iman ve Kur’an hizmetinde Rabbimin istihdam ettiği kullarından eylesin. Amin.
İrfan TURAN​
 

Kýrýk Testi

Well-known member
Rabbim bizleri cemaat ırkçılığından, cemaatçilikten, meslek ve meşrep taassubundan muhafaza edip, enaniyeti İlahî sıfatları anlamaya dönük ve iman, Kur’an hizmetinde hadim olma noktasında hizmete sahiplenmek için çok ehemmiyetli bir vazife ile tavzif edilmiş fertler olduğu bilinciyle hareket eden kişilerden eylesin. Bu enaniyet asrında tamamen enaniyetini terk ederek tam manasıyla iman ve Kur’an hizmetinde Rabbimin istihdam ettiği kullarından eylesin. Amin..
 
Son düzenleme:
Üst