Haşyet istemek, Allah’ı bilmenin meyvesidir

Livza

Well-known member
“Allah’ım içimi haşyet hissiyle doldur ve beni Zât-ı Ulûhiyetine karşı hürmette kusur etmeyen bir kul eyle, tâ ki her an Seni görüyormuş gibi olayım.” duası, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun dilinden hiç düşmeyen bir niyazdır.

Bu itibarla, haşyet talebinde bulunmamız gerektiğini bize talim buyuran muallim, kulluk âdâbını kendisinden öğrendiğimiz Rehber-i Ekmel Efendimiz’dir.

Ciddiyetsiz ve laubali kimselerin, dava adamı olmaları ve başkalarına rehberlik yapmaları mümkün değildir. Zira, içte ihsan bulunmalıdır ki, dışta itkan olsun; insan, gönül âlemini ciddiyetle donatmalıdır ki, bu onun dış dünyasına da yansısın ve muhatapları üzerinde tesir bıraksın. Evet, tavır ve davranışlarıyla laubali olan kimseler, diğer insanlara hiçbir şey veremezler; aksine, onları kendi yollarından nefret ettirirler.

Maalesef, günümüzün insanları çok laubali ve gayr-ı ciddi. Öyle ki, ciddiyet, mefkûre kahramanlarının en önemli vasıflarından biri olduğu halde, laubalilik bu daire içine de sızdı. Daha düne kadar, bütün Kur’an hadimleri, mesuliyetlerinin ağırlığıyla piştiklerinden ve sorumluluklarını her an omuzlarında hissettiklerinden dolayı sürekli ağırbaşlı ve olgun insan tavrı ortaya koyarlardı.

Gerçi bazıları, iman hizmetinin esaslarından olan “şevk”i biraz neşeli olmak ve ara sıra gülüp eğlenmek şeklinde anlarlardı ama bu anlayış yaygın değildi. Onların ekseriyeti, “şevk” mesleğini, katiyen ye’se düşmeme, asla inkisar yaşamama ve her zaman iştiyakla hizmete koşma yolu olarak kabul eder; onu gülüp oynamak şeklinde yorumlamayı meseleyi çarpıtmak sayar ve hep temkinli dururlardı.

Kanaatimce, bu laubaliliğin altında marifet eksikliği yatmaktadır. Zira, Allah’ı bilmesi lazımdır ki insan haşyetli olsun. “Allah saygısını tam olarak ancak O’nu hakkıyla bilenler duyarlar.” (Fâtır, 35/28) fehvasınca, Mevlâ-yı Müteâl’e karşı gerekli hürmet ve tazimi de ancak O’nu sıfât-ı sübhaniyesi ve esmâ-ı hüsnâsıyla tanımaya muvaffak olmuş, ihsan ufkunda seyahat eden Hak erleri ortaya koyabilirler.

Öyleyse, halis bir mü’min, ellerini açtığında -mesela- sıhhat ve afiyet istese, hemen onu kurbet niyazıyla taçlandırmalıdır; yoksa, yanlış tercihte bulunmuş olur. Bir dava adamı, falan ülkede iki-üç yüz tane okul açılmasını ve hepsinde kendi değerlerinin gürül gürül seslendirilmesini dileyebilir; bu, yadırganacak bir talep olmadığı gibi, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına da muhalif değildir. Hatta bu istek, onu dillendiren insanın belli bir ufku tuttuğunun da emaresidir.

Ne var ki, o meselede nefsin de bir payı bulunabileceğinden dolayı, sadece o rağbetle iktifa etmek ve zımnen de olsa onu daha engin bir marifete erme istirhamının önüne geçirmek yine bir çeşit aldanmışlıktır. Evet, Allah’ın rızasını tahsil hususunda İ’la-yı Kelimetullah’tan daha üstün bir vesile yoktur; fakat, bu yüce vesile bile, Rabb-i Rahim’e daha yakın olma isteğinin, O’nu görüyormuş ya da en azından O’nun tarafından görülüyormuş gibi yaşayacak kıvamı bulma arzusunun ve O’na kavuşma iştiyakıyla dolma emelinin yerine konulmamalıdır.

Zaman-Kürsü
 
Üst