Hadis Sohbetleri 58:“Muhakkak ahde vefa imandandır.”

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
بِسْمِاللَّهِالرَّحْمَنِالرَّحِيم



Selamünaleyküm Degerli Kardeşlerim;



Bu haftaki Hadis Sohbetleri dersimiz başladı.


Buyrun beraber mütaala edelim anladiklarimizi paylasalim insallah..



[BILGI]“Muhakkak ahde vefa imandandır.” (Hâkim, el-Müstedrek)[/BILGI]
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Sözüne Sadik Olmak Imandandir

Sözüne Sadik Olmak Imandandir

Verdiği sözde durmak, ahdine vefa göstermek, anlaşmalarına sadık olmak, insanı insan eden en belirgin vasıflardandır. Doğruluktan ayrılanlar, söz verip aldatanlar, anlaşmalarla güvendirip ardından yüz üstü bırakanlar, insanlıktan nasibi kıt zavallılardır.

Ahit öyle büyük, öyle önemlidir ki, dünya bir söz, bir ahit üzerine döner. Tevhid eden, dosdoğru olan ve her zaman doğruluğu emreden bir söz üzerine. Bu sözün tutulmadığı, ahdin bozulduğu yerde ise her şey bozulur. Ne göklerde, ne yerde ne de insanda huzur kalır. Her şey temelinden sarsılır.

Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Verdiğiniz sözü yerine getirin. Sözlerinizden elbette sorumlusunuz.” (İsra, 34). Vaadinden cayan, verdiği sözden dönen, sözleri yalan olan kimse Allah'a isyan, insanlığına ihanet etmiş olur; münafıklar güruhuna katılır. Ahirette de münafıklarla birlikte azap görür.


Ecdadımız, “Var ikrar verme, öl ikrarından dönme!” demişler. Yani iyice düşünmeden, yapabileceğinden emin olmadan bir söz verme. Lakin bir kez söz verdi isen, sonunda ölüm olsa da dönme. Kaç iş, sonu ölüm bile olsa yapılır? İşte söz böyledir. Ashab-ı Güzin, gerektiğinde ölmek üzere Rasulullah s.a.v.'e biat etmiş, söz vermiş ve niceleri sözleri uğruna şehit olmuşlardır.

Ahde vefa, Allah yolunun şiarı, temel kuralıdır. Müslümanlığımızın işaretidir. Yalancılığın, ihanetin Allah yolunda işi yoktur. Cenab-ı Mevlâ kullarından yalnızca doğruluğu ister: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Seninle beraber tevbe edenler de dosdoğru olsunlar. Ve aşırı gitmeyin (Allah'ın sınırlarını aşıp doğruluktan ayrılmayın). Muhakkak ki O, bütün yaptıklarınızı görür. Zulüm yapanlara da yakınlık göstermeyin ki, size de ateş dokunmasın. Ve sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra size kimse yardım edemez.” (Hud, 112-113)

Dünya menfaati için yalan sözle, hileyle, kandırmayla kazanç elde ettiğini zannedenler, aslında önce kendi nefslerine en büyük vefasızlığı yapmaktadırlar. Belki emeklerinin karşılığını alacak, dünyada mal-mülk, makam-mevki sahibi olacaklardır. Fakat bütün kazanacakları buraya kadardır. Çünkü emekleri batıldır. Doğruluktan ayrılanların ebedi saadetten nasipleri yoktur.

İnsanın birinci görevi ahdine vefadır. Çünkü insan bu dünyaya gelmeden önce Cenab-ı Mevlâ'nın huzurunda durmuş ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine “Şüphesiz sen bizim Rabbimizsin.” (Araf, 172) diyerek Allah'ın kulu olduğunu ikrar etmiştir. Her insanın fıtratında bu şuur vardır. Rabbine yöneldikçe insanın huzur bulması da bu fıtrî ahdine uyum göstermiş olmasındandır. İnsan her yalan söylediğinde, vefasızlık ettiğinde, doğruluktan ayrıldığında, yaratılışında mevcut olan doğruluk vicdanını sızlatır. Durum böyle iken doğruluktan ayrılması, öncelikle kendine büyük zulümdür.

Din-i Mübin'in esası imandır. İman da vefakârlığın bir sonucudur. Zira vefakâr, ruhlar aleminde Rabbimiz'i tasdik ve ikrara bu dünyada sadakat göstermektedir ve bu vefa bütün hayata yansımakta, müslümanın güzel ahlâkı ortaya çıkmaktadır.

Müslüman önce Hakk'a karşı samimidir. Bu samimiyet, onun insanlara da niyet ve hareket olarak samimi yaklaşmasını, doğru sözlü ve dürüst olmasını sağlar. Aksi halde kalbî bir problemin mevcudiyeti söz konusudur ki, bir an önce şifa için gayret göstermek lazımdır.

Vefa, peygamberlerin, velilerin en belirleyici özelliklerinden olup, beşeri hayatı yüce bir seviyede taçlandıran manevi bir sıfattır. Bu itibarla bazı müfessirler, İslâm'ı dil ile ikrar ve kalp ile tasdikten sonra, Allah Tealâ'nın kaza ve kaderine teslimiyet ve vefa olarak tarif etmişlerdir.

Vefakâr kullar, ateş parçası olan nefslerini adeta bir gül bahçesine çevirmişlerdir. Bu öyle bir bahçedir ki, içinde iman, zikir, irfan, lütuf çiçekleri yetişir ve amel-i salih ırmakları akar. Böyle bir gönülün mükafatı da kendi haline uygun olur ki, bu Cennet-i Alâ ve Cemalullah'dır. Böyle gönüllerin önünde ateşler bile vasıflarını değiştirerek gülistana dönerler. Nitekim Allah'ın halili Hz. İbrahim a.s. Nemrut tarafından ateşe atıldığında, Mevlâ'nın emriyle ateş, Hz. İbrahim'e serinlik ve selamet olmuştur. Zira “...çok vefakâr olan İbrahim...” (Necm, 37), nefs ateşini söndürmüş, Cenab-ı Hakk'a samimiyet ve sadakatini göstermişti.

Cenab-ı Mevlâ'ya vefalı olanlar, bunun sonucunda Allah'ın kullarına karşı da vefalı olurlar. İlâhi ahde vefa bütün hayata yansır. Fahr-i Cihan s.a.v. Efendimiz Mekke'nin fethinden sonra orada on beş gün kalınca, Ensar, Hz. Peygamber'in bir daha Medine'ye dönüp dönmeyeceğinden endişe etmişlerdi. Onların bu tedirginliğini sezen Hz. Habib-i Edip s.a.v. de, “Öyle bir şey yapmaktan Allah'a sığınırım. Ben sizin memleketinize hicret ettim. Hayatım hayatınızdır. Ölümüm de sizin yanınızdadır.” buyurmuşlardır.

İlk ünsiyet ve onun neticesi olan vefa, Cenab-ı Hakk'adır. Zira ilk ahdimiz O'nunladır. İnsan, kulluğunu hayatı boyunca en güzel şekilde devam ettirmekle vefasını göstermiş olur. Sadece dil ile ikrar bu vefakârlık için yeterli değildir. Bunun doğurduğu bir takım aklî ve vicdanî sorumluluklar vardır. Bunlar da ancak Allah'ın emirlerine riayet ve yasaklarından kaçınmakla gerçekleşir.

Rabbimiz'e karşı vefadan sonra en ulvî ve en gerekli vefa, alemlerin sultanı Habib-i Kibriya s.a.v.'e olan vefadır. Cenab-ı Mevlâ'dan ümmetinin selameti için feryad eden O'dur. Allah'ın kulları ateşe düşmesinler diye binbir zorlukla dolu bir hayata razı olan O'dur. İnsanların hidayetine vesile olmak için gösterdiği çabadan dolayı Rabbül Alemin tarafından “neredeyse kendini parçalayacaksın” diye uyarılan O'dur. O'na vefa, Sünnet-i Seniyye'sine sıkıca sarılmaktır.

Fahr-i Alem s.a.v.'e bu bağlılık ve vefa ümmeti içinde öyle derecelere ulaşmıştır ki, mübarek saç ve sakallarından, ayak izinin bulunduğu taşlara kadar her emaneti baş tacı edilmiştir. Tebliğ ettiği dinimizle birlikte, hırkasından asasına, kılıcından mühr-ü şerifine varıncaya dek günümüze kadar gelen bütün emanetlere ecdadımızın göstermiş olduğu itina, hürmet ve vefakârlığın eşsiz örneği olmuştur.

Her mümin, din büyüklerine karşı da vefasını göstermelidir. Rabbimiz'in emir ve yasaklarını, güzel ahlâkı, ilmi, bizlere kadar ulaştıran İslâm büyüklerimiz, rabbanî alimlerimizdir. Cemiyetler onların irşad ve talimleriyle istikamet bulur ve manevi alemlerini tezyin ederek, ahirete hazırlanırlar.

Ana ve baba hakkı da üzerinde çok durulan, çok önemli hususlardandır. Onlara hizmet, güzel söz ve ikram, evlatların en büyük vefa borcudur. Ana-babadan sonra hısım ve akraba muhabbeti ve onlara vefa gelir. Akrabalık iki çeşittir. Biri bütün müslümanlar arasındaki iman ve fazilet akrabalığıdır. Diğeri ise kan bağı ile akrabalıktır. Akrabalarla ilgiyi kesmek kötü, çirkin ve günahtır.

Bilinmelidir ki, Cenab-ı Mevlâmız'ın gazabına uğrayan nice kavimlerin helâk olma sebebi, Hakk'a verdikleri sözde durmamaları, ahdlerine vefa göstermemeleri olmuştur. Ahde vefa etmek insanlık borcu ve gereği iken buna yanaşmadılar. Böylece idrak ve iz'andan mahrum kalarak helâk oldular. Onların halleri, görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, müttakiler için de bir öğüt vesilesi kılındı.

Rabbimiz bizleri ahdine vefa gösteren salih kullarından eylesin.



Kaynak: Semerkand dergisiS.MÜBAREK EROL
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Vefa, sevgide devamlılık demektir. Vefa demek, ihtiyaç hâlinde ona yardım etmektir. Arkadaş, öldükten sonra, onun çoluk çocuğunu, yakınlarını sevmek, onlarla ilgiyi kesmemek de vefadandır. Müslüman vefakâr olur. Vefakâr olmanın, yani sırf Allah rızası için sevmenin mükafatı büyüktür.


Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Kıyamette hiç bir himayenin bulunmadığı zaman, Allahü teâlânın himayesinde bulunacak yedi kişiden biri, birbirini [sırf Allah rızası için] sevenlerdir.) [Buhari]

Vefa,dostlukta, bağlılıkta sebat etmektir. Arkadaşa yaptığı iyiliği az görmek, onun yaptığını çok bilmek vefadandır.

Vefa demek, gerek hayatta iken ve gerekse öldükten sonra sevgi ve ilgiyi devam ettirmek demektir. Ölen bir kimseye az bir vefa göstermek, hayatta yapılan çok iyiliklerden daha makbuldür. Çünkü insan, hayattaki arkadaşına bir iyilik edince, belki bir karşılık bekleyebilir. Öldükten sonra yapılacak iyiliğe riya karışması zor olur. Ölüler için dua ve istiğfar edilir. Yapılan iyiliklerin sevabı bağışlanır. Hayattaki akrabalarına, dostlarına iyilik edilir. Peygamber efendimiz, ihtiyar bir kadına ikramda bulundu. Sebebini soranlara, (Bu kadın, Hatice hayatta iken bize gelir giderdi. Ahde vefa, dindendir) buyurdu.

Vefanın gereğindendir ki, insan sevdiği arkadaşının dostlarını, akrabalarını da sevip haklarını gözetmelidir! Çünkü insan, yakınlarına gösterilen ilgiye daha çok memnun olur. Sevgi, sevgilinin her şeyini, ona yakından uzaktan ilgili olan her şeyi sevgili kılar. Bunun için, “Sevgilinin kapısındaki köpek, sevenin kalbinde, diğer köpeklerden üstün ve ayrı bir yer tutar” denmiştir.


Âlimler, “Evlada hizmet, babasına hizmet demektir” buyurmuşlardır. Evlada hizmet babayı sevindirdiği gibi, evlada düşmanlık da babayı üzer. Diğer yakınlarının durumu da böyledir. Arkadaşının dostu ile düşman olmamak veya düşmanı ile dost olmamak da vefadandır. Arkadaş vefat ettikten sonra da, onun yakınlarına ilgi göstermek, sağlığında ilgi göstermekten daha kıymetlidir. Arkadaşın yanında, “Şu benim, şu senin” dememeli! İbrahim bin Şeyban hazretleri, “Bu benim kalemim, diyenle arkadaşlık etmezdik” buyururdu. “Bunu senin için yaptım!”demek de onu minnet altında bırakmak olur, soğukluğa sebep olur. Âlimler, “Çağırdığımız zaman nereye, diye soranla arkadaşlık etmezdik” buyurmuşlardır. Arkadaşın kusurlarını görmemek, mürüvvetten, vefadandır.


Arkadaşın dost ve akrabalarını arayıp sormak vefakârlığın şartlarındandır. Onların haklarına riayet, arkadaşa ikram etmekten daha kıymetlidir.

Vefasızlık şeytanın hoşuna gider. Mesela arkadaşlar arasındaki sevginin azalması, kırgınlığın zuhur etmesi şeytanı çok sevindirir. Şeytanı sevindirmemek, onun oyununa gelmemek için vefakâr olmalı, arkadaşın kusurlarını fazilet, hakaretlerini de iltifat kabul etmeli. İki arkadaştan biri, diğerine sert bakınca, şeytan sevinip oynar. Allahü teâlâ, (Şeytan, aralarını bozmaması için, kullarım güzel konuşsun!) buyuruyor. (İsra 53)


Onun için kırıcı ve üzücü konuşmaktan ve sert bakmaktan uzak durmalıdır! Allah dostlarının duruşu bile sevgi telkin eder. Böyle bir kimse, makam sahibi de olsa, eski arkadaşlarını arar. (Kerem sahipleri, darlık zamanlarında kendileriyle düşüp kalkanları, genişlik zamanlarında da ararlar) denmiştir.


Sıkıntılı anında arkadaşın yardımına koşmalı, “Kara gün dostu” olmalıdır. Şeytan, nefs ve kötü arkadaş, ara bozmaya çalıştığı için arkadaşlığı devam ettirmek zor olur. Bunun için, “Arkadaşlık ince ve lâtif bir cevherdir. Korunmasını bilmezsen kazaya uğrar!” demişlerdir. Bu cevheri korumak; arkadaşta kusur aramamak ve hiçbir hatasını görmemekle olur. Çünkü kusursuz insan olmaz. Kusurunu görünce, onu bırakmamalı ve demeli ki:


Bu seferlik affet belki de bilmez
Sürçen atın başı hemen kesilmez.

Kusursuz insanla herkes geçinir. Asıl yiğitlik, kusurlu arkadaşla iyi geçinmektir. Daima onu kendine tercih etmelidir! Vefakâr olmanın şartlarından biri de, dostun sevmediklerini, düşmanlarını sevmemektir. Dostun düşmanı ile birlikte gezmek, düşmanlıkta ortak olmak demektir.


Eski zatlardan birinin oğluna vasiyeti şöyle:
(Oğlum, herkesle arkadaşlık edilmez. İhtiyaç içinde olduğun zaman senden uzaklaşan, genişlik zamanında malına göz diken ve yükseldiği vakit sana üstünlük taslayan kimse ile arkadaş olma!)
O halde, ihtiyacı olan arkadaşa yardım etmeli, ondan bir menfaat beklememeli ve ona karşı hiçbir üstünlük göstermemelidir! Her şeye itiraz eden, hayır öyle değil, diyen, arkadaşlarını düşman etmekle kalmaz, bütün insanların nefretini kazanır.


 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Peygamberimizin (sas) Ahde Vefası




İslami bir terim olan “ahd/ahid” kelimesi; ge­nellikle “birine söz verme, vaad ve taah­hütte bulunma, anlaşma yapma” mana­larında kullanılır. Mastar olarak “bir şeyin yeri­ne getirilmesini emretme, talimat ver­me; söz verme” anlamına gelirken; isim olarak “emir, talimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülük, itimat ve­ren söz” demektir. Ahid kelimesinde hem yemin, hem de kesin söz verme an­lamı vardır.


Kur’ân-ı Kerim’de iman, yalnızca zihnî bir inanma değil, bunun yanında di­nî naslarla belirlenmiş olan esaslara uyulacağına dair gönüllü bir taahhüddür. Bu suretle iman ile ahid arasında sıkı bir ilişki kurulmuştur. Mesela;
“Siz ba­na verdiğiniz ahde vefa gösterin ki ben de size verdiğim ahdi ifa edeyim.” (Bakara 2/40) mealindeki ayette geçen birinci ahid, Allah’ın kulla­rına olan emir, yasak ve tavsiyeleri; ikin­ci ahid ise Allah’ın kullarına vaad ettiği af ve mükâfat olarak anlaşılmıştır. Bir hadiste; Allah’ın kul üzerindeki hakkı, ku­lun şirk koşmaksızın kendisine ibadet etmesi, kulun Allah üzerindeki hakkı ise azap görmeden cennete girmesi olarak beyan edilmiştir.[1]

Peygamberimiz;
“Allahım! Gücüm yettiği kadar ah­dine ve vaadine sadakat gösteriyorum.”[2] diye dua etmiş ve kendini Rabbine karşı daima so­rumlu hissetmiştir. A’râf suresinin 172. ayetinde ifade buyrulan kulluk sözleşmesini yorumlayan sûfiler de ‘bezm-i elest’te Allah’ın rab olduğunu ikrar etmeyi ahid, bu taahhü­de bağlı kalmayı da ahde vefa kabul etmişlerdir.


Kur’an’a göre ah­de vefa, iman ederek Allah ile ahidleşmiş ve bu suretle kendisini hür irade­siyle sadakat mükellefiyeti altına sok­muş olan müminin ahlâkî bir borcudur. İster Allah’a ister insanlara karşı verilmiş olsun, her vaad ve ahid, yükümlülük için ehliyet şartla­rını taşıyan bir insanı, borçlu ve sorum­lu kılar. İslâm ahlâkında bu sorumlulu­ğun yerine getirilmesine ahde vefa ve­ya ahde riayet denir ki her iki tabir de Kur’ân’dan alınmıştır:

Bakara 2/177’de erdemli, sadık/doğru ve muttaki mü’minler,
“ahidlerine vefa gösterenler” olarak tanımlanırken; Mü’minûn 23/8 ve Meâric 70/32’de kurtuluşa eren mü’minler, “emanetlerine ve ahidlerine riayet edenler” olarak tarif edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm ahde vefa sadedinde, kendileriyle yapılmış antlaşmaların hükümlerine riayet ettikleri müddetçe, Müslüman olmayanlara dahi verilen sözde durulmasını emretmiştir.[3]

Ahde vefa göstermede ümmeti için örnek bir yaşayış sürdürmüş olan Peygamberimizin (sas) “el-Emîn” sıfatının, düşman­ları tarafından verilmesinin, kendi­sinin ahde vefa ve emanete riayet fazi­letine kemâliyle sahip bulunmasından ileri geldiği bütün kaynaklarda belirtil­miştir. Nitekim O, konu ile ilgili hadis­lerinde, ahde vefa göstermeyi imandan, ahde aykırı davran­mayı ise nifak alâmetlerinden saymıştır.[4]



Peygamberlikten Önce de Sonra da Emîn ve Sadık idi


Kâbe’nin tamiri esnasın­da mukaddes Hacer-ül-Esved taşını yerine koyma konusunda Mekkeli kabileler arasın­da ihtilaf çıktığında, Kâbe’ye ertesi sabah ilk giren kişinin taşı yerine koyması kararlaştırılmıştı. O sabah Kâbe’ye ilk gelen Muhammed (sas) olunca, herkes “el-Emîn” ve “es-Sadık”ın gelmesine ve Hacer-ül Esved’i yerine koyacak olmasına çok sevindi.


Ancak, Hz. Muhammed’e (sas) peygamberlik gel­diğinde Mekkeli müşrikler onu reddettiler. Hakaret ettiler, deli, büyücü dediler, iftira at­tılar, kötü yolları denediler. Fakat ona hiç­bir zaman yalancı diyemediler. Bir defasın­da Kureyş’in önderleri bir araya gelmiş onun hakkında konuşuyorlardı. En tecrübelileri olan Nadr b. Haris şöyle dedi:
-”Ey Kureyş! Başınıza gelen bu belâdan kurtulmanızı sağ­layacak bir plan bulamadınız. Muhammed çocukluğundan itibaren içinizde, gözünüz önünde büyüdü. Aranızda en sevilen, en doğru, en dürüst oydu. Şimdi, o olgunluğa erişip size bunları sunduğunda, bu sefer, o bir sihirbazdır, kâhindir, şairdir, delidir di­yorsunuz. Allah için ben onun söyledikleri­ni işittim. O sizin söylediklerinizin hiçbiri değil. Başınıza gelen yepyeni bir derttir.”
Hz.Hatice (r.anhâ), ilk vahiy geldiğinde şaşkın­lık içinde olan eşi Muhammed’i (sas) şöyle teskin etti:


-”Allah seni esirgesin, Ey Ebû’l Kasım! Allah se­ni hiçbir zaman yalnız bırakmayacaktır. Çünkü sen doğrusun, emanete riayet eder­sin, akrabanı gözetirsin, merhametlisin ve güzel ahlaklısın.”


Peygamberimiz (sas), açık tebliğe başladığında Kureyşlileri Safa tepesinde toplayıp onlara sormuştu: -”Ey Kureyş! Şu dağların arkasında size karşı hazırlanan bir ordu var desem, bana inanır mısınız?” Bu soruya, orada bulunanların istisnasız hepsi tek bir ağız­dan şu cevabı verdiler: -“Evet, çünkü senden hiçbir yalan söz işitmedik!”[5]

Onun dürüstlüğü konusunda hiç kimsenin şüphesi yoktu. Çünkü Hz. Muhammed (sas), aralarında kırk yıl boyunca kusursuz, lekesiz bir hayat yaşamıştı. [6]

Hasımları hicret öncesinde onu nasıl öldüre­ceklerini tasarlarken, o kendisine bırakılan emanetleri sahiplerine nasıl iade edeceğini düşünüyordu. Ak­şam, müşrikler tarafından sa­rılan evinde, emanet para ve mücevherleri sahiplerine ulaştırması için yeğeni Hz. Ali’yi (ra) yatağında bırakmış ve sessizce Medine’nin yolunu tutmuştu…



D
üşmanları Bile O’nun Ahde Vefasını İtiraf Et­tiler

Şam’da bulunan Bizans Kayser’inin, ticaret için gelen Ebû Süfyan’a, Hz. Muham­med (sas) hakkında sorduğu sorulardan biri de O’nun sözünde durup durmadığı olmuştu. Ebû Süfyan, Hz. Muhammed’in (sas) hiçbir sözünden dönmediğini itiraf etmek zorunda kalmıştı.[7]

Rasûlullah’ın azılı düşmanlarından biri olan Safvan b. Ümeyye, Mekke fetholununca Yemen’e geç­mek gayesiyle Cidde’ye kaçmıştı. Umeyr b. Vehb Rasûlullah’a gelerek Safvan hakkın­da konuştu. Rasûlullah (sas) Umeyr’e sarığını vererek: -“Bu onun emniyetinin teminatına bir işarettir!” dedi. Umeyr, Safvan’a Rasûlullah’ın sarığıyla birlikte giderek, emniye­tinin teminat altında olduğunu ve kaçması­na gerek olmadığını söyledi. Safvan geri dönerek Rasûlullah’a geldiği zaman: -“Bana eman veriyor musun?” diye sorunca, Rasûlullah (sas): -“Evet, veriyorum.” buyurdu.[8]



smdi, düşmanlarının bile kendisinden emin olduğu Peygamberimizin bu yüce ahlakını, kırıntılar halinde bile olsa bugünün dünyasına taşıyabilseydik, herhalde ümmet olarak halimiz bir başka türlü olurdu. O’nun vefakâr ahlakını kuşanabilseydik elbette Allah da hâlimizi güzel eylerdi. Devam edelim…



Unutulmaz Bir Ahde Vefa ve Kadirşinaslık Örneği


Rasûlullah (sas), Mekke’de tebliğ ve davet ortamının iyiden iyiye sıkıştığını görmüş ve bir çare arayışı olarak Taif’e yönelmişti. Ama Taif zorbaları Peygamberimizi reddetmekle kalmadılar, O’nu taşlatarak her tarafını yara-bere içinde bıraktılar. Taif’ten geri dönen Peygamberimiz (sas) bitkin ve yorgun bir halde, doğduğu şehrin yakınlarına geri geldi. Ebû Leheb kendisini yasa dışı ilan etmişti; bu durumda Rasûlullah (sas) şehre girmeyi uygun bulmadı. Önce, Mekke’nin ılımlı liderlerinden biri olan Ahnes b. Şerik’e kendisini himaye etmesi için bir haberci gönderdi, ama o bu teklifi reddetti. Bunun üzerine bir başka lider Süheyl b. Amr’a haberci gönderdiyse de yine sonuç alamadı. Nihayet üçüncüsü, Mut’im b. ‘Adiy O’nu korumayı kabul etti: Yanında silahlı oğullarıyla birlikte Hz. Muhammed’i (sas) karşılayıp, önce yedi kez tavaf etmesi için Kâbe’ye, sonra da kendi evine kadar götürdü ve tüm şehre, Muhammed’i (sas) kendi himayesine aldığını ilan etti. Mut’im bin Adiyy’in işte bu iyiliği yüzündendir ki, Rasûlullah (sas) Bedir Savaşı’nda esir düşen Kureyşlilerle ilgili olarak şunları söylemişti:
“Eğer Mut’im hayatta olsaydı ve benden bu iğrenç adamların serbest bıra­kılmasını istemiş olsaydı, ben onun hatırı için bunları serbest bırakırdım.” [9]

Rasûlullah (sas) Yaptığı Hiçbir Antlaşmayı Bozmadı


Hz. Peygamber (sas) Hudeybiye Antlaşması’nı imzaladıktan he­men sonra, hapsedildiği zindandan kaçan Ebû Cendel, elleri ve ayakları zincirli olarak çıkageldi. Peygamberimiz (sas) yanındaki Müslümanların itirazlarına rağmen, kendisine sığınan Ebû Cendel’i, yeni imzaladığı antlaşmanın bir gereği olarak müşriklere iade etti. Ve ona şöyle dedi: -”Ey Ebû Cendel! Sab­ret. Biz ahdimizden dönemeyiz. Allah sana ya­kında bir yol açacaktır.” Sahabe­den Huzeyfe b. el-Yemân ve bir arkadaşı Mekke’den gelirken müşrikler tarafından yakalanmıştı. Mekkeliler onların Rasûlullah’a (sas) gitmemesi için ısrar ediyorlar, fakat on­lar da bunu kabul etmiyorlardı. Sonunda, Bedir Savaşı’na Müslümanlar safında katıl­mamaları şartıyla serbest bırakıldılar. Rasûlullah’a (sas) gelerek tüm olayı anlattılar. On­lar için ciddi bir doğruluk sınavıydı bu. Zira Müslümanlar sayıca çok azdılar ve müşriklere karşı savaşacak adama ihtiyaç vardı. İki adamın dahi onlara katılması önemli bir katkı olacaktı. Bu durumda Rasûlullah (sas) onlara şöyle dedi:-”Siz geriye dönün; her halükâr­da sözünüze riayet edeceğiz. Bizim, yalnız ve yalnız Allah’ın yardımına ihtiyacımız var.”[10]



Özetle: Hz. Peygamber (sas) maliyeti ne olursa olsun, düş­manlarına karşı bile ahdine riayet etmiş ve asla sözünden dönmemiştir. Her konuda olduğu gibi antlaşma ve sözleşme konusunda da Kur’ân’ı öğütlemiş, onu hayatına uygulamış, insanla­ra da Allah’ın emrettiğini öğretmiş ve talim etmiştir:
“Ahitleştiğiniz zaman Allah’ın ah­dini yerine getiriniz. Allah’ı kendinize kefil kılarak sağlama bağladığınız yeminleri boz­mayın. Allah yaptıklarınızı şüphesiz bilir.” (Nahl 16/91)Ve İsrâ suresinde de şöyle buyrulmaktadır:
“… Ahdi de yerine getirin, doğ­rusu verilen ahidde sorumluluk vardır.” (İsra 17/34)



Peygamberimiz (sas) Randevularını Hiç Aksatmadı


Peygamberimiz (sas) günlük hayatında ve bütün ilişkilerinde ahde vefa ilkesine sadık kalmış; bu minvalde verdiği her sözü mutlaka yerine getirmiş, randevularına kesinlikle uymuştur.


Abdullah b. Ebû Hamza, kendi rivayetine göre, Rasûlullah’tan (sas) bir şey satın almış ve ödenecek bir miktar bakiye kalmıştı. Bu ödeme için O’na gi­deceğine dair söz vermiş, fakat verdiği sözü de unutmuştu. Hz. Muhammed’in (sas) kendisini bekleyeceği yere gittiğinde O’nu hâlâ kendi­sini bekliyor buldu. Peygamberimiz (sas) sadece şöyle dedi:-”Bana büyük bir mesele ve güçlük çıkardın. Üç gün­dür burada seni bekliyorum.”




Sonuç: Rasûlullah’ın Ahde Vefa Mirası ve O’nun Gibi Vefalı Olmak


Ebû Cuhayfe, şunları anlatmıştır: “Rasûlullah’ı saçları aklaşmış beyaz tenli bir adam olarak gördüm. Torunu Hasan b. Ali ona benzerdi. Bize on üç genç dişi deve verilme­sini emretmişti. Fakat biz develeri almak için gittiğimizde develeri almadan onun ölüm ha­beri ulaştı. Daha sonra Ebû Bekir halife olunca, “Rasûlullah’ın verilmiş sözü olan kim varsa gelsin.” dedi. Ben de kalkıp ona giderek Rasûlullah’ın verdiği sözden bah­settim. Ebû Bekir de develerin bana verilme­sini emretti.”[11]


Hâsılı; Hz. Ebû Bekir (ra), Allah Rasûlü’nden öğrendiği hak-hukuk anlayışını, verdiği sözde durmayı, ahde vefayı, antlaşmalara sadakati nasıl harfi harfine uygulamışsa, yine onun gibi diğer ashabı ve takipçileri de aynı ilkeleri hayatlarının bir parçası haline getirmişlerse, O’nun ümmeti olarak bizler de hayatımızın her alanında ahde vefa ilkesini gözeterek emin, ahdine ve randevularına sadık, sözüne güvenilir insanlar olmalı ve bunu karakterimizin bir parçası haline getirmeliyiz vesselam.






[1] Buhârî, Libâs 101; Müslim, Îmân 48.
[2] Buhârî, Da‘avât 16; Tirmizî, Da’avât 15.
[3] Tevbe 9/1,4,7.
[4] “Münafığın alameti üçtür: konuştuğu zaman yalan söyler, va’dettiğini yerine getirmez ve emanete ihanet eder.” (Buhârî, İman 24))
[5] Siret Ansiklopedisi, Komisyon, İnkılab Yayınları, 1988-İstanbul, 1/69-70.
[6] Bkz. Yunus 10/16.
[7] Celaleddin Vatandaş, Hz.Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti, Pınar Yayınları, İstanbul-2009, 2/362.
[8] Siret Ansiklopedisi, 1/75.
[9] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev: M.S.Mutlu, İrfan Yayınevi, İstanbul-1966, 1/96; Ebû’l-A‘lâ el-Mevdudi, Hz.Peygamber’in Hayatı ve Tevhid Mücadelesi, çev: A.Asrar, Pınar Yayınları, İstanbul-1985, 1/577.
[10] Siret Ansiklopedisi, 1/75-76.
[11] A.g.e., 1/76.



Abdullah YILDIZ –
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Vefa, arkada bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamaktır..
Vefa, dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere,
hayallere ihanet katmamaktır…
Vefa, sadece ‘has’ların vasfıdır! Nisyan yani unutmak ise ‘ham’ların…
Bedene tutsak olmuş hoyratların nasibi yoktur vefadan!
Ve öğrendik ki; sadece “gönlümüzün kitabında; bize bir defa selâm vereni kıyamete kadar unutmayız” düstûru kayıtlıdır diyenlere vefalı olunmalı!
Vefa dostluk ikiz kardeştirler ve onları sevgiyle beslemek gerek.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Endülüs’te ve Mısır’da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefâ ve bağlılık husûsunda buyurdular ki:

"Allahü teâlâ, Âdemoğlunun bedenini üç kısım yaptı. İnsanın lisanı (dili) bir kısım, uzuvları, âzâları bir kısım, kalbi de bir kısımdır. Allahü teâlâ bu kısımlardan her birine bâzı şeyler emredip, bu emirlere uymalarını, vefâ göstermelerini istedi.

Kalbin vefâsı, Allahü teâlânın tekeffül ettiği, üzerine aldığı rızık için üzülmemesi, endişelenmemesi, kendisinde; hîle, düzen, oyun, hased gibi kötü düşüncelerin bulunmamasıdır.

Lisânın (dilin) vefâsı, gıybet etmemesi, yalan söylememesi, dünyâsına ve âhiretine yaramayan faydasız ve boş sözler söylememesi, böyle sözlerle vakit geçirmemesidir.

Âzâların vefâsı, Âdemoğlunun âzâ ile hiçbir zaman herhangi bir günâha koşmaması ve o âzâlar ile hiçbir kimseye eziyet vermemesidir."
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
ADAMLIĞIMIZIN DEĞER ÖLÇÜSÜ: AHDE VEFA

AHMET SAFA

İmanın insana kazandırdığı hasletlerden biri de ahde vefadır.

Ahde vefa; yani sözünde durmak, yaptığı anlaşmaya sadık kalmak, özünde ve sözünde doğru olmak...

Ayet ve hadislerde olgun müminlerin sıfatları arasında ahde vefa zikredilmiş (Mü'minun, 8; Meâric, 32), pek çok ayet-i keri­meyle de bu hususun üzerinde durulmuştur.

İnkârcılar arasında bile “el-emîn: güvenilir, sözünde duran” sıfatıyla anılan Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz'in vefa ve sadakatle dolu hayatı da önümüzdeki en güzel örnektir.

O halde ahde vefa, salih amel ve itikatla olgunlaşan kâmil müminin en bariz sıfatıdır.

İnsanlık nereye giderse gitsin öyledir, öyle olmalıdır.

Ahde vefa veya kısaca vefa... Sözünü çiğnememek, sadık kalmak, dürüst olmak... Bu ulvi meziyetler sevginin, dostluğun ve kardeşliğin bağrında yeti­şir. Kin, nefret, haset onu her zaman boğmuş, daha doğmadan öldür­müştür. Vefa ancak sevgi, iyilik ve kardeşlik ikliminde boy atıp gelişebilir. Bu yüzden sözlükler vefa kelimesine, “sevgi ve dostlukta sebat etmek” anlamını da vermişlerdir.

Vefa, ödemek, yetişmek manalarına da gelir. Hiçbir inanç ayrımına girmeden insanlara karşı maddi ve manevi borçlarını ödemek, sıkıntılı anlarında din kardeşlerinin imdadına yetişip onların ihtiyaçlarını karşılamak da vefanın anlam dairesi içindedir.

Kur'an-ı Kerim, Allah'a iman eden bir müminin O'nunla ahitleştiğini, bu suretle kendisini hür iradesiyle sadakat mükellefiyeti altına dahil ettiğini açıklar. İster Allah'a ister insanlara karşı verilmiş olsun, her vaad ve ahid, yükümlülük açısından mümini borçlu ve sorumlu kılar. İslâm ahlâkında bu sorumluluğun yerine getirilmesine “ahde vefa” denir.

Zaten onu üstün bir fazilet haline getiren şey de, kişinin her an taahhüdünün aksini yapma imkanı varken, verdiği sözüne sadık kalmasıdır.

Ahde vefanın hükmü ve mesuliyeti

Ahitle yemin arasında fark vardır. Yemin bozulursa kefaret gerekir. Fakat ahitte bu yoktur. Ahdi bozmanın günahı kefaretle ortadan kalkmaz (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an).

Bu se­beple Kur'an-ı Kerim ahde vefanın üzerinde ısrarla durmuştur. Bir ayet-i kerimede: “Ahdi de yerine getirin. Çünkü verilen sözde elbette sorumluluk vardır.” (İsra, 34) buyurulmuştur.

Allahu Tealâ ile insan arasında kulluk ve ilâhlık mukavelesi vardır. Bu mukavele­nin şartlarına riayet etmek farzlar üstü farzdır. “Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım.” (Bakara, 40) ayeti bu mukaveleye işaret etmektedir. Yani siz, Allah'a verdiğiniz sözü hayatınıza aksettirip O'na ibadet ve kulluk edin ki, Allah da sizi şeytanın ta­sallutundan koruyup muhafaza etsin.

Allahu Tealâ ile yapılan mukavelenin mesuliyeti çok büyüktür. Bu sözleşmenin önemli bir boyutunu da, ölümü göze almak teşkil eder. Ayet-i kerimede şöyle buyurulur: “Allah, müminler­den mallarını ve canlarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, ölürler, öldürülürler. Bu, Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Ahdini Allah'tan daha çok yerine getiren kim olabilir? O halde O'nunla yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinin. Gerçekten bu, büyük bir kazançtır” (Tevbe, 111)

Sahabe-i Kiram hazretleri, Cenab-ı Allah ile yaptığı anlaşmadan ve Rasulullah s.a.v.'e ver­diği sözden hiç şaşmadılar. Sonuna kadar sadakatle devam ettiler. Cephelerde ekin biçilir gibi biçildiler, fakat bir adım geriye gitmediler. O'nun rızası uğruna mal ve canlarını seve seve feda edecekleri hususunda ahitleşmede bulundular. Kur'an-ı Kerim onları söz ve ahitlerine bağlılığı ile destanlaştırırken şöyle buyurmaktadır: “İnananlardan öyle yi­ğitler vardır ki, Allah'a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini ispat etmiş; kimisi ahde vefa gösterip canını vermiş; kimisi de (şehitliği) beklemedeydi.” (Ahzab, 23)

Allahu Tealâ ile yapılan mukavelenin şartları kullar arasındaki muameleyi de ihtiva etmektedir. “Allah'ın ahdini yerine getirin.” (En'am, 152) emrini alimler; “gerek Allah'ın sizi sorumlu tuttuğu ahitleri, emirleri, yasakları ve gerek sizin Allah'a veya Allah namına diğerlerine verdiğiniz ahitleri, adakları, yeminleri, akitleri; doğru olan her tür taahhüdü yerine getirin” şeklinde izah etmişlerdir. Ahde vefanın imandan olduğunu belirten Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz de, ahde aykırı davranmayı nifak alametlerinden saymış­tır. (Buharî, Müslim)

Ahde vefasızlar dünyada rezil olacakları gibi, ahiret gününde de teşhir edilerek rezil edilecektir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Kıyamet gününde her vefasız için bir sancak dikilecek; bu filanın vefasızlığıdır, denilecektir.” (Buharî, Müslim)

En büyük ahit: Kâlu Belâ

Elest Bezmi'nde Allahu Tealâ ile ruhlar arasında bir sözleşme (misak) yapılmıştır. Cenab-ı Hak, Hz. Adem Aleyhisselam'ın sulbünden zürriyetlerini almış ve onlara hitaben: “Rabbiniz değil miyim?” demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. “(Onlar da) evet Rabbimizsin, şahidiz, dediler. Kıyamet günü, bizim bundan haberimiz yoktu, demeye­siniz.” (A'raf, 172)

Böylece insan ruhu, Rabbiyle yaptığı bu misaktan sonra fıtrî ve tabii bir sözleşme altına girmiş, O'nun terbiye ve emanetini kabul edip emirlerini yerine getirmeyi taahhüt etmiştir. Ayrıca dünyaya gelip vücut bulduktan sonra mümin, Rabbi'ne ve O'nun Peygamberi'ne iman etmekle yeni bir sözleşme daha yapmıştır.

Bu sözleşmeye Hz. Rasulullah s.a.v. Efendimiz'in bütün emirleri ve O'nun sahabe-i kiram hazretlerinden aldığı bütün ahitler de dahildir:

“Sana biat edenler, ancak Allah'a biat ediyorlar. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükafat verecektir.” (Fetih, 10)

Antlaşmanın kısaca muhtevası emirlere uyup yasaklarından kaçınmak, şeytana kulluk etmekten uzak durmaktır. İnsanlar iman etseler de etmeseler de, emir ve yasakların hududunu aşmakla doğrudan şeytanın emrine girmiş olurlar:

“Ey Ademoğulları! Şeytana tapmayın, o sizin düşmanınızdır diye ben sizinle ahitleşme­dim mi? (Yasin, 60)

AHDE VEFANIN KAPSAMI

Vefa, düşman bile olsa verdiği sözden dönmemektir. Vefalı insan, dost-düşman herkesin güven ve emniyet duyduğu kimsedir. Onun karakterinde yalancılık, döneklik ve kalleşliğin izine rastlanmaz. En zor anlarda bile ahde vefa eder.

Ahde vefa, kulun Allah'a, ümmetin peygamberine, müridin mürşidine, dostun dos­tuna, aile fertlerinin birbirine, milletin vatanına sevgi ve sadakatidir.

Vefa, mümkün oldu­ğunca dostundan ihtiyacını gizlemek, ondan bir şey istememek, eziyetine tahammül etmek, lüzumundan fazla hürmet, tevazu ve hizmetle ona ağırlık vermemektir.

Vefa, dostunu Allah için sevmek, arkadaşı öldükten sonra onun aile efradına iyilik ve yardım etmek, kapıdaki kö­peğine varıncaya kadar her şeyine değer vermektir. Allah için birbirini seven, bu sevgiyle bir araya gelip ayrılan kişiler, kıyamet gününde Arş-ı Azam'ın gölgesinde gölgeleneceklerdir. (Riyazu's-Salihin)

O asla sözünden dönmezdi

Her konuda olduğu gibi bu konuda da Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz'den sözüne daha sadık bir kimse yoktu. Ebu Cehil, Ebu Leheb ve daha müslüman olmazdan evvelki haliyle Ebu Süfyan, O'nun doğruluğunu, iffetini, ahde vefasını biliyor ve kendilerine sorulduğu zaman bunu itiraf ediyorlardı. Aslında bütün düşmanları O'nun doğru söylediğini biliyorlardı. Fakat onların aşamadıkları nokta farklıydı.

Abdullah bin Ebu'l-Hamsa r.a. anlatıyor:

Peygamber olmadan önce Hz. Rasul-i Ek­rem'e alış-verişle ilgili bir şey vermek için filan gün filan yerde buluşmak üzere sözleş­tik. Fakat ben unuttum, ancak üçüncü gün hatırladım. Gittim baktım ki, Rasul-i Ekrem s.a.v. orada bekliyor. Beni görünce:

- Delikanlı beni yordun. Üç günden beri seni burada bekliyorum, buyurdu. (Ebu Davud)

Bedir savaşı için yola çıkıldığı esnada, Huzeyfe el-Yemanî ile babası Huzeyl, Peygam­berimiz'in safında savaşmak üzere ardından yola çıkmışlardı. Müşrikler baba-oğulu yolda gö­rerek sorguya çektiler:

- Siz herhalde Muhammed'in yanına gitmek istiyorsunuz, dediler. Onlar da:

- Evet, bizim niyetimiz budur, dediler.

Bunun üzerine müşrikler, onlardan Medine'ye dönmek ve Peygamberimiz'le birlikte sa­vaşmamak üzere söz aldılar.

Bir müddet sonra Huzeyfe ile babası Bedir'de Peygam­berimiz'in huzuruna gelerek başlarından geçenleri anlattılar ve mücahitlerle birlikte savaşmak istediklerini söylediler.

Efendimiz s.a.v. onların müşriklere verdikleri sözü öğrenince, o anda savaşçıya çok fazla ihtiyacı olmasına rağmen şöyle buyurdu:

- Hayır, siz Medine'ye dönün. Onlara verdiğiniz sözü yerine getirin. Biz de müşriklere karşı Allah'tan yardım isteriz. O'nun yardımı bize kâfidir. (Müslim)

Kur'an-ı Kerim'de ahde vefa ile ilgili ayetlerde, yapılmış antlaşmaların hükümlerine riayet ettikleri müddetçe, müslüman olmayan taraflara dahi verilen söz istikametinde davranılması emredilmektedir. (Tevbe, 1, 4, 7)

Hz. Peygamber s.a.v., vefat eden dostlarının dostlarına da son derece vefalıydı. Hz. Aişe r.a. anlatıyor:

Rasul-i Ekrem s.a.v. bir defasında yanına gelen yaşlı bir hanıma çok ik­ramda bulundu. Kadın gidince sebebini sordum. Buyurdular ki:

- Bu kadın Hatice'nin sağlı­ğında bize gelir giderdi. Ey Aişe, ahde vefa imandandır. (Hakim)

Allah Rasulü s.a.v.'in Rabbi'ne karşı vefası da dillere destandı. Mekke'de binbir çile ve ıstırabın içinde iken bile nafile ibadetlerini aksatmıyordu. Kıldığı namazların bir rekâtı bazen saatler alıyor, ayağa kalkmaya dermanı olmadığı zaman oturarak kılıyor, fakat yine terk etmiyordu. Mübarek elini Rabbi'ne açtığı zaman, duaların en içteni, en mahzunu ve en güzeli mübarek dilinden semalara yükseliyordu.

Vefasız dost olmamak için...

Vefa, dostun dostuna dost olmak fakat düşmanına dost olmamaktır. Allah Tealâ ile ahitleşen müminin dostu, ancak Allah Tealâ'yı dost bilenler olabilir. O'nun düşmanı müminin de düşmanıdır. Kur'an-ı Kerim'de buyurulur ki:

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.” (Tevbe, 23)

Fakat bu durum onların hukukuna ria­yet etmeye engel değildir. Kâfir bile olsa insanlara yeri geldiği zaman Allah için iyilik ve ik­ramda bulunmak güzel bir haslettir. Bu bir bakıma yaradılanın hatırını Yaradan'dan ötürü gözetmektir. Kalplerin yumuşamasına ve imana dair mevzuların konuşulabileceği bir zemininin ha­zırlanmasına da sebep olur. En azından size ve sizin temsil ettiğiniz yüce değerlere karşı yumuşa­mayı sağlar. Hz. Esma r.a. kendisine misafirliğe gelen müşrike annesine, Efendimiz s.a.v.'den izin alarak iyilik ve ikramda bulunmuştur. Yine kendisi için koç kesilen İbn-i Ömer r.a., yahudi komşusuna etten ikram edilmediğini duyunca telaşlanmış ve etin diğer komşu­lardan önce ona ikram edilmesini emretmiştir. Vefa işte böyle davranmayı gerektirir.

İslâmiyet, bu gibi faziletlerin gönülleri yumuşattığı, insanları kendine meftun ettiği rahmet ikliminde kısa zamanda yayılmıştır. Fakat her şeye rağmen Kur'an ve Sünnet'in ölçüleri, iman etmeyenlere karşı dostluk sayılabilecek ölçüde muhabbet ve sırdaşlığa engeldir. Onlardan zuhur edebilecek kötülüklere, sahip oldukları inanç ve düşüncelere karşı en azından kalben mesafeli olmak da yine Allah'ın emri­dir.

Söz verirken...

Mümin, Allah Tealâ ile ahdini bozacak şekilde birine söz vermemelidir. Zira ancak fasıklar Allah ile sözleşmesini iptal eder. Böylelerinin hiçbir ahde saygı göstermesi de beklenemez. “Ama Allah'a verdikleri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar... İşte lânet on­lara; (dünya) yurdunun kötü sonucu onlaradır.” (Raad, 25)

Fakat gafletle mesela bir haram işlemek üzere birine söz verilmişse, Allah'a verilen söz hatırlanıp, tevbe edilerek bu batıl söz­den vazgeçilmelidir.

Yine birine söz verirken, “inşallah: Allah dilerse” demek gerekir. Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz söz verdiği zaman bunu kat'i olarak vermezdi. “Belki” kaydını koyardı. İbn-i Mesud r.a. da inşallah derdi. Evlâ olanı da böyledir. Fakat bundan kesinlik manası anlaşılırsa, meşru mazeret olmadıkça muhakkak ahde vefa gerekir. Yani kişi kendi dönekliğini inşallah demiştim diye Cenab-ı Allah'a fatura etmeye kalkmamalıdır. Birazcık düşünülürse, bu dehşetli bir vebaldir.

Şayet kişi söz verirken içinden yapmamaya ka­rarlı ise bu nifakın ta kendisidir. Verdiği sözde mazeretsiz olarak durmamak da aynı şekilde nifak alametidir. O bakımdan, neye mal olursa olsun, verdiği sözü bozmamalı veya boza­cağı sözü vermemelidir.

O günler geride mi kaldı?

İslâmiyet'in gönüllerde hükmünü icra ettiği devirlerde millet bir vücudun uzuvları gi­biydi. Kalplerde vefa, davranışlarda incelik ve zarafet vardı. Allah haşyetiyle nurlanan sinelerde şefkat, merhamet ve emanet şuuru hakimdi. Farklı düşünceler birer zenginlik kabul ediliyor, hemen her din salikinin var olduğu cemiyetin içinde inançlara saygı gösteriliyordu. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” denilerek küçük bazı anlaşmazlıklar vefa duygusundan hareketle olgunlukla karşılanı­yordu. Çarşılar, sokaklar hayâ, edep ve iffeti temsil ediyordu. Yalancılık, sahtekârlık ve haramilik gibi gayri ahlâkî davranışlar en büyük arsızlık sayılıyor, bu gibi işleri yapanlar, ailesi, köyü ve oymağıyla birlikte bir ömür boyu unutulmuyordu. Zulme zulümle mukabele edilmez, defalarca aldanılsa bile bir kere aldatmaya tenezzül edilmezdi.

Sonra o devirler yavaş yavaş geride kaldı. Sinelerde Allah sevgisi inkıraza uğradı. Nihayet çoğunluk itibariyle vefa ortadan kalktı.

Bugün vefanın olmadığı yerde sevgi ve samimiyetten bahsetmek mümkün değildir. Böyle bir toplumda birlik, beraberlik ve gerçek bir dayanışmadan söz etmek de imkansızdır. Zaman zaman vefasızlardan zuhur eden bu gibi haller, menfaat, mürailik ve iki yüzlülükten başka bir şey değildir. Zira Allah için sevmeyen, kalbî hayatında istikrar olmayanlarda, böyle ulvi şey­ler zuhura gelmez. Her gün birkaç defa yeminini bozan, her defasında sözünden dönen, vefa, mertlik ve yiğitlik duygusundan mahrum, dönek, ödlek tiplerden vefa beklemek, gaflet ve aldanmışlığın ta kendisidir. Onlarla yola çıkan yolda kalır. Onlara bel bağlayan sırtından han­çerlenip iki büklüm olur.

Ne yazık ki, son birkaç asrın manzarası genel itibarıyla işte budur. Yalan, hıyanet, kabalık ve döneklik sermaye haline gelmiş; sokaklar arsızlık, zu­lüm ve hakka tecavüzle dolmuş, haramilik iş bilirlik şekline dönmüştür. Merhum Akif'in dediği gibi:

Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde

Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!

Vefa yok, ahde hürmet hiç, emanet lafz-ı bî-medlûl

Yalan râiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhul.

Beyinler ürperir, Ya Rab ne korkunç inkılâb olmuş:

Ne din kalmış ne iman, din harab, iman türab olmuş.

Birbirlerine devamlı şüphe ve güvensizlikle bakan, birbirine yabancı, ve­fasız bir toplumun iflahı zordur. Ne yazık ki, milli birliğimiz için ciddi tehlike sinyalleri çalmaktadır. O bakımdan bir kere daha Allah'a dönüşten başka bir çare görünmüyor.



MÜRŞİDE VEFA

Müridlerin bir mürşide intisap ederken yaptıkları biat, verdikleri söz de bir ahittir. Buradaki ahdin manası, tam bir sadakat ve dürüstlükle kâmil mürşide bağlanacağına, harfiyen emirlerini yerine getireceğine söz vermek, bu uğurda her türlü meşak­kat ve çileyi de göze almaktır.

Allah'ın rızasını kazanmak büyük bir iştir. Velî olmak manasına gelir. Nefsi terbiye etmeden O'nun rızası elde edilemeyeceği gibi, Hak dostlarının kapısına varmadan nefsin ter­biye edilmesi de zor ve neredeyse imkansızdır. Allah'a vasıl olanların hemen tamamı, az veya çok Hak dostlarının terbiyesinden geçmişlerdir. Meselenin ehemmiyetinden dolayı Cenab-ı Hak: “Bana yönelen kimsenin yoluna uy.” (Lokman, 15) diye emretmiş, diğer bir ayet-i kerimede ise: “Ey inananlar! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 119) buyurmuştur.

Kalpleri Allah Tealâ'nın nazargâhı olan kâmil mürşidler, manevi Kâbe hükmündeki zatlardır. Hz. Rasulullah s.a.v.'in sevgilisi, vekili, vârisi ve emanetidirler.

Dolayısıyla onlarla ahitleşmek, Allah ve Rasulü ile ahitleşmektir. Onlara itaat etmek, Alemlerin Rabbi'ne ve İki Cihan Güneşi'ne itaat etmektir. İsyan da yine onlara isyandır.

Mürşidi can u gönülden sevmek Allah ve Rasulü'nü sevmeye ve kâmil imanı elde etmeye sebep olur. Hadis-i şerifte: “Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, ben bir kimse için ailesinden, çoluk çocuğundan, anne babasından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, o kimse gerçek manada iman etmiş olmaz.” (Buharî, Müslim) buyrulmaktadır. Tasavvuf alimleri ittifak etmişlerdir ki, aynı şekilde bir mürid mürşidini sevmeden Hz. Fahr-i Kainat s.a.v.'i sevemez.

O bakımdan ahde vefa ve civanmertlik odur ki, mürid yüzünü bir kere mürşidine döndürür ve başka dönmek nedir, ölün­ceye kadar bilmez. Var gücüyle ona muhabbet eder, sadakatle emirlerini yerine getirir. Hatta mürşidi onu kapıdan kovsa, Şah-ı Nakşibend Hazretleri gibi döner, mürşidinin ayaklarının altın­daki merdiven gibi, usulca başını eşiğe kor.

Mürid, mürşidinin sevdiği her şeyi sever. Onu üzen her şeye üzülür. Mürşidinin canını sıkan bir şey oldu mu, bunu ferasetiyle anlar ve derhal gereğini yapar. Huzura her varışta edeple varır. Gıyabında da edeple oturur, edeple kalkar. Zihninde, hayalinde, tasavvurunda, hatta rüyalarında bile onunla konuşur, onunla gezer. Hızır Aleyhisselâm yanına gelse, kendisiyle konuşsa, kalbinin asıl iltifatı yine mürşidinedir. Zira ahdinde ve muhabbetinde ihlâslıdır. Bilir ki, bir kalpte iki padişah olmaz. Gönlünde çatallaşma başlayanların hemen hepsi yolda kalmışlardır.

Güneş gibi dört bir yanı aydınlatan kâmil ve mükemmil bir mürşidi buluncaya kadar belki çok gezer ve çok yorulur. Fakat bulunca elsiz ve dilsiz emrine amade olur. Neden, niçin, nasıl sorularıyla gönlünü karartıp teslimiyetini yıkmaz. Hiçbir sırrını ondan saklamaz. Olanca gücüyle hizmet eder. Ondan iltifat beklemez. Çünkü kalpten kalbe iltifat edenler, zahiren iltifat etmezler. Kapıya yeni gelenlerden esirgemedikleri gonca güller gibi tebessümlerini, bazen kırk yıllık talipten esirgerler. Onların işi maneviyatladır, adetleri böyledir. Zahiren hep cefa eder gibidirler. Fakat talibe gereken vefadır.

Talip, Hakk'a vasıl oluncaya dek adım adım sabır ve metanetle hedefine yürür. Sağa-sola başını çevirmez. Manevi zevklerle sarhoş olup yolda eğlenmez. Hakk'a vasıl olduktan sonra da rehberini hiç mi hiç unutmaz. Ne zaman bir sohbet açılsa, hemen ondan bahseder. O'nun ruhaniyetinden istimdad eder. Yıllar bir türlü onu sinesinde eskitemez. Mürşidini hatırlatan her şey, mürid için muhabbet kaynağı olur.

Mürşide vefa göstermek, hakikatte Allah ve Rasulü s.a.v.'e vefa göstermektir ve ebedi selamete vesiledir.

Böyle bir selamet, ebedi kurtuluş, cefa çekmeye değmez mi?

Kaynak: Semerkand dergisi, 10/2004
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Vefa nedir? Kimlere vefalı olmamız gerekiyor? Vefasız olmanın bedeli ve günahı var mıdır?”



Vefa, sözlükte sözünde durmak, sözünü yerine getirmek, sözünü tutmak, borcu ödemek, dostluk ve sevginin gerektirdiği davranışlarda devamlı olmak manalarına gelir. Müslüman’ın ahlâk güzelliğidir, erdemidir, faziletidir, doğruluğudur, dürüstlüğüdür.


Kur’ân’da birçok âyet insan sıfatıyla bizleri, muhatabımız düşmanımız da olsa vefalı olmaya çağırıyor. Müslüman, zararına da olsa, verdiği sözü tutan, yaptığı sözleşmelere uyan, imza koyarak taraf olduğu antlaşmalara sadık kalandır.


Kur’ân buyuruyor ki:“Yüzlerinizi doğudan ve batıdan yana çevirmeniz birr ve takva (Allah katında makbul olan iyilik) değildir. Asıl birr ve takva; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; ona olan sevgisine rağmen, malı yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda direnip sabredenlerin bu tutum ve davranışıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır.”

1
“Ey iman edenler! Yaptığınız sözleşmeleri titizlikle yerine getirin.”

2
“Ahidleştiğiniz zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın; çünkü Allah’ı üzerinize kefil kılmışsınızdır. Şüphe yok Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.”

3
“Verdiğiniz sözleşmeyi tutunuz. Çünkü verdiğiniz sözlerden sorguya çekileceksiniz.”

4“Kim Allah’a karşı verdiği ahdine vefa gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir.”

5
Peygamber Efendimiz (asm) Müslümanlar arası vefanın nasıl yaşanacağı konusunda buyuruyor ki: “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona hıyanet etmez. Ona yalan söylemez. Ona yardımı terk etmez. Her Müslüman’ın ırzı, malı ve kanı diğer Müslüman’a haramdır.”


6
Öyleyse başta Hâlık’ımız, Razık’ımız, Fâtır’ımız olan Cenâb-ı Allah’a vefalı olmamız vazifemizdir, farzdır. O’nun Resulüne (asm) getirdikleri konusunda vefalı olmamız da vazifemizdir ve bu değişik hükümler içerse de farzdan sünnete kadar derecelerle üzerimizdeki ağırlık merkezleridir.Yakınlarımıza, akrabalarımıza, anne ve babamıza, kardeşlerimize, ailemize, eşimize, arkadaşlarımıza da vefalı olmamız gerekir.


Ahlâk-ı hamidemiz bize bunu da emreder. Meselâ tehlike anında, elimizde bir imkân varsa, Müslüman kardeşimizi tehlikeyle baş başa bırakıp gidilmez. Ona yardım etmemiz gerekir. Vefa budur. Akrabalarımızı arayıp sormak, gerekirse yardımcı olmak, dertleriyle ilgilenmek onlara olan vefamızın gereğidir. Kur’ân buna sıla-i rahim diyor ve önemli bir görev olarak üzerimize yüklüyor.

Arkadaşlar arası verdiğimiz sözlere sadık olmamız ve vefalı davranmamız gerekir. Eğer yapılmayacak bir söz ise, söz verip sadakat göstermemek yerine, başlangıçta söz vermememiz daha doğru olur. Atalarımızın “Söz namustur.” ifadesini unutmamak, verdiğimiz sözü namus saymak vefalı davranışın gereğidir.


Vefasız olmanın bedeli elbette vardır ve vefa konusuna göre değişir. Allah’ın emirlerine vefalı olmamak bize iki dünyada da kaybettirir. Sünnet-i seniyyeye vefalı olmamak bizi hüsrana uğratır. Arkadaşlarımıza doğru konularda ve dinî hizmetlerde vefalı olmamak bizi şahs-ı manevi havuzundan ve birlik ve beraberlik sevabından alı koyar, en hafif ifadeyle bizi dostsuz bırakır, arkadaşsız bırakır. İhlâsımızı ve sadakatimizi zedeleyebilir. Hizmet şevkimizi kaçırabilir.


Oysa vefalı olmakta konusuna göre büyük sevaplar, feyizler ve dereceler vardır. Her şey bir yana, rahmet vefalı olana gelir, inayet vefalı olana gelir, şefkat vefalı olana gelir. Allah’ın rızası vefalı olandan yanadır.

Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 177,
2- Maide Sûresi: 1,
3- Nahl Sûresi: 91,
4- İsra Sûresi: 34,
5- Fetih Sûresi: 10,
6- Riyazu’s-Salihin, 234.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Ahid ve akit sözlü ve yazılı olarak tespit edilen anlaşma demektir. Vefa da yapılan anlaşmanın icaplarını bütünüyle yerine getirmektir.

İslam dini yapılan ahid ve akitlere çok önem verir ve tarafların yapılan bu akitlere sadık kalmalarını ve icaplarını yerine getirmelerini ister.

Çünkü yapılan akitler ve ahidlerin icapları yerine getirilmez ise böyle ortamlarda kişilerin birbirlerine karşı itimatları kalmaz ve düzen bozulur.

Onun için bu hususta gerek Kuran-ı Kerim’de ve gerekse hadis-i şeriflerde müslümanlar uyarılmış, güven ortamına zarar verecek, kişilerin birbirlerine karşı olan itimatlarını sarsacak davranışlardan, verdikleri sözleri, yerine getirmemekten yaptıkları akitleri bozmaktan men edilmişlerdir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Onlar ahdini yerine getirenler ve verdikleri sözü bozmayanlardır.” (Rad 20)

Bu ayet-i kerimede muttakî müslümanların vasıfları bildirilmektedir.

Muttaki müslümanlar:

1- Yaptıkları ahidleri ifa ederler.

2- Verdikleri sözü yerine getirirler.

Diğer bir ayet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır:

“Mü’minler emanetlerine, akitlerine riayet ederler.” (Mü’minun 8)

Sözünde durmamak, ahde vefasızlık bir nifak alâmetidir.

Nitekim bir hadis-i şerifte Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

“Dört şey vardır ki bunlar kimde bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde bunlardan bir haslet bulunursa onu bırakıncaya kadar, kendisinde nifaktan bir haslet vardır. (O hasletler):

Kendisine bir şey emanet olunursa hıyanet eder, konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz kavga ederse baştan çıkar (haktan ayrılır.)” (Buharî)

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır.

“Kıyamet gününde sözünde durmayan her hain için bir sancak (dikilecek) bu filanın vefasızlığıdır, hıyanetidir denilecektir.” (Buhari)

Ahde vefa İslam ahlâkının en mühimlerinden biridir. Her hususta olduğu gibi bu hususta da biz müslümanlara örnek, canımız efendimiz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemdir.

O hayatı boyunca, peygamberlikten önce ve sonrasında, bütün akitlerine sadık kalmış ve biz ümmetine de ahidlerini ifa etmeleri, sözlerini yerine getirmelerini tavsiye buyurmuştur.

Bakınız Peygamberimiz, efendimiz ahdine nasıl vefâ gösteriyor, verdiği sözde nasıl duruyor okuyalım, ibret alalım.

Abdullah bin Ebil Hamsa radıyallahu anh anlatıyor:

“Bi’setten (peygamberlikten) önce Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemle bir alış veriş yapmıştım. Kendisine borçlandım. Biraz beklerse parasını hemen getireceğimi söyledim. Fakat bu arada verdiğim sözü unutmuştum. Nihayet üç gün sonra hatırladım ve konuştuğumuz yere geldim. Bir de ne göreyim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sözleştiğimiz yerde bekliyor.

Beni görünce:

-Ey delikanlı” Bana eziyet ettin. Burada üç gündür seni bekliyorum.” buyurdu. (Ebu Davud)

Dikkat buyurulsun Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin orada bekleyişi alacağını tahsil etmek için değil, gence verdiği söze sadık kalmak içindi. Sonra canımız efendimiz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin beşerî münasebetlerdeki hoş görüsüne, müsamahasına bir bakınız. Kendisini bir yerde üç gün bekleten gence sadece:

-“Ey delikanlı! Bana eziyet ettin. Burada üç gündür seni bekliyorum.” demekten ibarettir.

Bir müslümanın evveliyetle yerine getirmesi gereken ahid, Allah Teâlâ’ya verdiği ahiddir.

Müslüman, iman etmekle imanın gereklerini yerine getirmeye söz vermiş olmaktadır. İmanın kemali de verdiği ahde sadık kalıp kalmamakla ölçülür.

Müslüman gerektiğinde Allah yolunda, inancı uğrunda canını bile feda eden kimsedir. Böylesi mü’minleri Allah Teâlâ methüsenâ etmektedir.

“Mü’minler içinde öyle yiğitler vardır ki, Allah’a verdikleri sözlerine sadâkat gösterdiler. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpıştı, şehid oldu) kimi de sırasını beklemektedir. Bunlar asla sözlerini değiştirmemişlerdir.” (Ahzab 23)

Böyle vefakâr, sözünün eri, yiğit müslümanlardan oluşan bir toplumun üstesinden gelemeyeceği bir mesele olmaz.

Müslümanlar kendi aralarında yaptıkları akitleri, sözleşmeleri de yerine getirmekle mükelleftirler. Aslında bir müslüman Allah’a olan ahdini tam olarak yerine getirirse birbirlerine karşıda akitlerini yerine getirmiş olurlar. Çünkü Allah Teâlâ müslümanların akitlerini yerine getirmelerini emretmektedir.

Günlük yaşantımızda, insanlarla olan ilişkilerimizde en küçüğünden en büyüğüne kadar ahidleşmelerimiz, söz vermelerimiz olur.

Meselâ, filan saatte, filan yerde buluşalım gibi. Bu bir sözleşmedir. Asla küçümsenmemelidir. Sözünü yerine getirmesine engel bir mani çıkarsa o takdirde karşı tarafa, buluşma saatinden önce haber verilip özür dilenmelidir.

Müslümanın sözü karşı tarafa verilmiş bir senet gibidir. O bakımdan verilen söz küçüğüne, büyüğüne bakmadan mutlaka yerine getirilmelidir.

Maalesef zamanımız müslümanları bir çok konuda olduğu gibi ahde vefa konusunda da sınıfta kalmaktadır.

Ahde vefâ olmayınca, verilen sözler yerine getirilmeyince, insanların da birbirlerine karşı güven ve saygısı kalmamaktadır. Toplumun yardımıyla yapılacak bir çok hayırlı hizmetlerde aksama olmakta ya da tamamen yapılamaz hâle gelmektedir.

Bir taraftan zaman israfı yapılmaktadır. Şöyle ki: Bir kişi, bir başkasına filan saatte sana geleceğim diye telefon ediyor. O da kabul ediyor. Fakat belirlenen saatte geleceğine söz veren kişi verdiği sözü yerine getirmediği gibi karşıya durumunu da bildirmiyor. Belki de saatlerce bekletiyor. Böylece o kişinin zamanını alıyor. Yapacağı bir kısım işlerine de mani oluyor. Üzerine kul hakkı geçirmiş oluyor.

Müslümanlar olarak en kötü, şartlarda bile ahidlerimize sadık kalmalı, verdiğimiz sözleri muhakkak yerine getirmeliyiz.

Anamıza, babamıza, hocamıza, dostlarımıza hülasa birbirimize karşı da vefâlı olmalıyız.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin Hz. Hatice radıyallahu anha validemize karşı gösterdiği vefa bu hususta ne büyük bir örnektir.

Hz. Aişe radıyallahu anha validemiz şöyle diyor.

“Hz. Hatice radıyallahu anhadan başka hiçbir kadına gıbta etmedim. O, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemle olan nikahımdan üç yıl önce vefat etmişti. Fakat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem her zaman onu hatırlar, onun hatırasını anar, onun için keçi keser, etini yakınlarına, hizmetçilerine hediye eder, dağıtırdı.” (Buharî)

Zamanımızda, değil yıllarca önceki beraberliklere, dostluklara karşı vefalı olmak, en yeni, en taze hatıralara bile vefa gösterilmiyor, bir çırpıda silinip atılıyor. Bu durum, toplumun ne kadar bencilleştiğini, ne kadar ilkelleştiğini ve ne kadar öz değerlerinden uzaklaştığını göstermektedir.

İnsanlık İslam’a muhtaçtır. Bütün olumsuzluklar, bütün kötülükler, zulümler, haksızlıklar, onsuz bir hayat yaşandığından kaynaklanmaktadır. Gel gör ki küfür, nifak ve cehaletin pençesinde kıvranan insanlık neye muhtaç olduğunun farkında değildir. Devleti idare edenler, millete verdikleri sözü yerine getirmiyor, milleti aldatmayı bir beceriklilik, kabul ediyor. Halbuki bu insanlar İslam da söz vermenin ne demek olduğunu bilseler ve İslamsız insanca yaşamanın mümkün olmadığını kabullenseler idarelerini vefasızlık, yalan, aldatma üzerine bina ederler miydi?

Zeki Soyak
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Allah’a verdiğin söze vefa edersen, Allah da kereminden senin ahdini korur

“Ahdime vefa edin” sözüne kulak ver de sevgiliden “Ahdinize vefa edeyim” vaadi gelsin

Kiminle ahdettiğini bilen, tenini iplik haline kor, o ahdin etrafında dolanır, o ahdi örer durur

Ahidlere vefa etmek, akılla olur (…)

Akıl, ahdini hatırlatır; akıl, unutkanlık perdesini yırtar

Yalancı, dolancı adam, dinde vefakâr olmadığından her an yeminini bozar

Ahdi bozmak, ahmaklıktandır Yeminine vefa etmek ve yemininde durmaksa, temiz kişinin işidir

Sadece şükür ehliyle vefa sahiplerinin elde ettikleri kaybolmaz Çünkü talih, onların peşinden gelir

İnsan bir ağaca benzer, ahdi de ağacın köküne Kökün iyileşmesine, sağlamlaşmasına çalışmak gerek!

Bozuk düzen ahid, çürümüş kök gibidir Kökü çürümüş ağaç da meyve vermez

Şeytan gibi hasetçi değilsen dâva kapısını bırak da vefa kapısına gel!

Köpeğe bir kapıdan, bir lokma ekmek verilse o kapıya bağlanır, hizmetkar olur

Kapıya bekçi kesilir Ona eziyet edilse, yiyeceği lâyıkıyla verilmese bile o kapıyı bırakmaz

Sen de gönül ve gönül ehlinin kapısından bir hayli âb-ı hayat içtin, gözlerin açıldı unutma)!

(V/1181, 1183, II/2140, IV/2288, 2289, II/2873, 2875, V/1000, 1166, 1167, 1173, III/287, 288, 293)

Mesnevi’den
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Vefa duygusu da vicdan gibidir, onun eksikliğinden dolayı bir yanımızın kanadığını, sızladığını hissederiz. Nasıl ki tamamen silip atamadığımız duygularımız, hislerimiz vardır. Vefa duygusu da derinde, ama hep bizimle yaşayan, fakat çoğu zaman karşımızdakilerden beklediğimiz, bencilliğimiz sebebiyle en yakınımızdan bile esirgediğimiz, üzerini zaman perdesiyle örttüğümüz en insan yanımızdır.


Bazı kelimeler vardır ki yüklendikleri anlam ağırlığını, yoğunluğunu, sözlükler dahi yeterince taşıyamaz. O kelimeler insanın iç dünyasındaki derin vadilerde yankılandıkça farklı anlamlara, farklı şekil ve renklere bürünürler. Bazen bir kelimenin çağrışımıyla sayfalar dolusu açıklamada bulunsak da yine meramımızı ifade edebilmiş olamayız.


Bu tür kelimeler, bazı duygular gibidir, sadece hissedilir ve yaşanılır. Bundan dolayıdır ki, söz ustaları bir dalgıç gibi kelimeler denizinde en etkili, en parlak, konuyu en çarpıcı şekilde ifadece edecek, duygu ve düşünce yoğunluğunu içinde barındıracak kelimeler ardında söz deryasının derinlerine dalmışlardır. Dolayısıyla söyledikleri sözler de gök kubbede birer yıldız gibi parlar olmuştur. Zira onlar sözü bir inci gibi değerli bilmişlerdir.


Dilimizde geniş anlamlar ihtiva eden birçok kelime vardır. Bu kelimelerden biri de ‘vefa’ kelimesidir. Her ne kadar sözlüklerde “sözünde durma, sevgisinde sebatlı olma, dostluk bağlılığı” olarak tanımlansa da, bu anlamlar terazinin diğer kefesinde duran ‘vefa’ kelimesini kıpırdatmaya dahi yetmezler.




İnsanî bir değer


Bir rivayete göre, şairYahya Kemalmn’in şiirlerini tercüme eden bir Batılı, ‘vefa’ kelimesinin kendi dillerinde karşılığını bulamaz. Yerine hangi kelimeyi yazması gerektiğini sorunca, Yahya Kemal in, “Vefa kelimesini olduğu gibi yaz.” cevabını verdiği söylenir.
Vefa, her şeyden önce insana has bir özellik; insanda bulunması gereken üstün bir haslettir. İnsanlığı sadece görünüşten ibaret olanlar için ise diğer güzel özellikler gibi vefanın da dünyalarında bir karşılığı aranmaz. Vefa, yücelten ahlâkî bir değer olduğu için her insanda, her ruhta bulunmayabilir. Bazı milletlerin hayatlarında, dolayısıyla dillerinde de bir karşılığı olmadığı gibi… Hiç tereddütsüz söylenebilir ki insan, vefalı olabildiği ölçüde ‘insan’ olmuş olur.



Ahde vefa


İlk ahit, ilk sözleşme âlem-i ervahta Yaratan’a karşı, ten giymemiş her canın verdiği ilk sözdür. Ahde vefa, Allah’a karşı, ezelde verilen söze sadakatle bağlı kalarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine karşılık, “Evet, sen bizim Rabbimizsin!” diye cevap verdiğimizi unutmamak ve verilen sözden dönmemek demektir. Öncelikle Allah’a karşı ve sonra etrafımızdaki insanlara karşı verilen her söz, onu yerine getirme konusunda bizleri sorumlu ve borçlu kılmaktadır. Bundan dolayıdır ki vefa, ruhun dürüstlük içinde kalmasını, gönlün de sadakatin vermiş olduğu yeğnilikle huzur içinde olmasını temin eder.

İki taraf arasındaki antlaşmaların her zaman bir kâğıt üzerinde veya sözlü şekilde olması gerekmez. İnsanların, çevresindeki en yakın olandan başlayarak, üzerinde hukuku bulunan insanlara ve diğer canlılara karşı da vefakâr olması insaniyetinin gereğidir. Ekinini biçtiğimiz tarlada, meyvesini yediğimiz ağaçta, üzerinde gezindiğimiz toprakta… Kâinatta bize hizmet için elini açıp uzatmış her varlıkta Vâreden’i hatırlamak da aynı şekilde ahdine sadık kalmanın başka bir yoludur.

Anne babamıza, sevdiğimiz, tanıdığımız insanlara karşı, yaşadığımız sürece vefakâr olacağımıza dair bir sözleşmemiz bulunmamaktadır. Fakat insanın başta ana baba, akraba olmak üzere hayat dairesi içinde bulunan herkese karşı bu görevi yerine getirmesi bir insanlık borcudur. Vefasızlık sebebiyle başkaları tarafından kınanmaktan, eleştirilmekten ziyade vicdanımızın bize vereceği rahatsızlık ve gün be gün içimizdeki güneşin bulutlanması sebebiyle, ruhumuzun karanlık bir dünya içinde kalacağından korkmalıyız. Çünkü vefa, diğer bir ayağı vicdan olan, insanı gerçek anlamda insanlığa yürüten bir köprü hükmündedir. Vicdan gibi, vefa duygusunu da yitiren insanlar hayat nehrinin boz bulanık sularında yalnızlığıyla birlikte boğulmaya doğru sürüklenip giderler.



Vefasız dünya mı?

Kimseye yâr olmayışından dolayı dünyaya ‘vefasız’ sıfatı yakıştırılmıştır. Yeryüzünde yaşayan herkes bilir ki, gelenlerden bir tek baki kalan olmamıştır ve bu dünya insan için bir güzergâhtır. Onun için bağlanmaya ve sonsuz emeller beslemeye değmez.
Ancak, dünya üzerinde bir yolcu olduğunu unutarak yaşayanlar, yolun sonu göründüğünde dünyanın vefasız olduğuna dair serzenişte bulunurlar. Bu tür yakınma içindeki insanlar gerçekte haklı olanlar değil; verdikleri ilk söze sadakatten uzaklaşarak asıl vefasız olanlar ve de aldananlardır ancak.


Dünya her gelene bütün cazibesiyle el eder, kendine çağırır, fakat kimseye de el vermez. Çünkü insan sınanmak üzere ve bir imtihana tabi olmak için dünyaya gönderilmiştir. Dünya, geçip gitmişlere olduğu gibi, şimdi yaşayan ve bundan sonra gelecek olanlara da, bitmeyen istekler yönünden vefalı davranmayacaktır.

Bu anlamda bir söz üstadının söylediği önemlidir: “Akıbet cümlemizin menzili hâk olsa gerek/ Kime etmiş bu felek kâm ü merâm üzere vefa.” Yani “Sonunda hepimizin varacağı yer topraktır. Bu dünya vefa gösterip kimin arzusunu yerine getirmiştir ki?”
Yine şairin; “Vefa her kimseden kim istedim, andan cefâ gördüm/ Kimi kim bîvefa dünyada gördüm, bîvefa gördüm.” (Bu dünyada vefa istediğimden cefa gördüm, bu vefasız dünyada kimi gördüysem vefasızdı) söyleyişi, özünde vefa olmayanlardan vefa beklemenin ancak hayal kırıklığı olacağını anlatıyor. Evet; dünyanın vefasızlığını unutup ona bağlanmış olanlar, dünyaya benzemeleri sebebiyle vefasızlaşmışlardır.



Sözde mi kaldı?


İnsanoğlu her devirde insanların vefasızlığından dem vurmuştur. Çünkü vefa karşısındakinden beklenen ve aynı şekilde dünyevîleşme ile birlikte de azalan bir şeydir. İnsanlar arasındaki en kuvvetli bağlardan biri olan vefa, insanı gerçek anlamda insana dönüştürür, hayatı ise doğru maksada yönlendirir. Hayatın bütün zorluklarına, elemlerine, uzaklıklarına karşılık insan hatırlanmayı, ilgiyi ve sevgiyi bekler. Devran her ne kadar bu bağları zayıflatsa da, insana yakışan her durumda, her şartta vefakâr olduğunu göstermektir.
Vefa, günümüz insanında azalan, gün geçtikçe kaybolmaya doğru giden bir haslet artık. Onun için evlilik öncesi sadakat adına verilen sözler kısa bir süre sonra unutuluyor. Bir zamanlar bizi besleyen, büyüten, canından bir parça sayan anne ve babaların gözleri, bayramlarda bile gelip hatırını sormayan vefasızlar için sözde ‘huzur’ evlerinin pencerelerinden yollara bakmaktan yorgun düşüyor.

Nice anne ve babalar evlatlarına verdikleri söze yüz çevirerek, sokakların tehlikeli karanlıklarında öz evlatlarının tükenişine göz yumarak rahat bir uykuya dalabiliyor. Birlikte yaşanan zamanlardaki en kavi dostluklar zaman içinde hatırlanmaz hale geliyor. Ulaşımın ve iletişimin zirvede olduğu bu çağda yakınlaşmalar, kavuşmalar ve kucaklaşmaların daha fazla olması gerekirken, insanlar en sevdiklerine bir selam bile göndermeyi kendilerine yük sayıyor.

Hızla dönen dünyanın içinde başı dönen insanlarız. Birçok hasleti olduğu gibi, vefayı da hayatımızdan siliyor gibiyiz. Vefa sadece lügatlerde mi yalnız; yoksa bizim de zaman zaman hatırladığımız, fakat sadık kalamadığımız için ruhumuzun en kuytusunda unutuluşa terk ettiğimiz bir kavram mı?

İnsanın her çağda hüsranda olduğu bir gerçek. Günümüzde ise maneviyatsızlık alevinin her iki dünyamızı da tehdit ettiği aşikâr. Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri bunca sözü bir cümlede özetleyerek: “Zamane dostlarından vefa ummak, şûrezârdan (çorak, verimsiz topraktan) mahsulât beklemeye benzer.” diye buyurmuşlar.



Vefa sızlar mı?

Millet ve fert olarak varlığımızı devam ettirebilmemizin yegâne yolu, bizi biz yapan manevî ve maddî değerlere sahip çıkmaktan geçer. Başta Yaradan’a olmak üzere, dünya ve ukba saadetini temin için insanlığa hizmet etmiş önemli şahsiyetlere, aile fertlerimize, dostlarımıza karşı vefakâr olabilseydik keşke. Unutmak ve unutturmak yerine, hatırlanması, yaşatılması gereken ulu kişilerin adını ve hayatını öğretebilseydik çocuklarımıza… Onların yaşadıkları onca çilelere, horlanmalara, hatta canlarını hiçe sayışlarına karşılık, bizler sadece şükranla ve minnetle yad edenler olabilseydik onları.

Vefa duygusu da vicdan gibidir. Eksikliğinden dolayı bir yanımızın kanadığını, sızladığını hissederiz. Nasıl ki tamamen silip atamadığımız duygularımız, hislerimiz vardır, vefa duygusu da derinde, ama hep bizimle yaşayan, fakat çoğu zaman karşımızdakilerden beklediğimiz, bencilliğimiz sebebiyle en yakınımızdan bile esirgediğimiz, üzerini zaman perdesiyle örttüğümüz en insan yanımızdır.

Keşke, bütün unutulmuşluklara, bütün uzaklıklara, zaman ve zamaneye karşı; karşılık görmesek de, hiçbir beklenti içinde olmadan, Fuzûli gibi bizler de; “Yâr kılmazsa mana cevr ü cefâdan gayrı/ Men ana eylemezem mihr ü vefadan gayrı” (Sevgili bana sürekli eziyet etse de, ben ona yine vefa gösteririm) diyebilseydir,,Semerkand-
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Âh Vefâ!..



"Eğer gönlün, yârine gerçekten bağlı ise, gözünü aç da şükret; vefâdan bahset! Dikeni bırak da gülden nasîb almağa bak!"

Hazret-i Mevlânâ

Mehmed Âkif merhum, kızının nikâh akdine çok sevdiği ahbâbından olan Bosnalı Ali Şevki Efendi'yi de dâvet etmişti. Yaşlı Hocaefendi bu dâvete biraz geç geldi ve gecikme sebebi olarak da, Vefâ Yokuşu'ndan çıktığını söyledi. Merhûm Âkif de, bu yerinde mazereti, yerinde bir hakîkatle mezcederek mütebessim ve mânidar bir şekilde şöyle dedi:

"Hangi Vefâ Yokuşu'ndan bahsediyorsun Hoca Efendi? Nesl-i hâzır (şimdiki nesil) o yokuşu çoktan düzledi..."

Merhûmun hüzünle dile getirdiği ve âdetâ ah vefa dercesine ifade ettiği gerçek, insanoğlunun en çok muhtaç olduğu vazgeçilmez bir haslettir. Bu hasleti gerçekleştirmenin güçlüğünü ifade sadedinde Vefâ Yokuşu'nu çıkmanın güçlüğüne âit sözden istifâde sûretiyle telmihte bulunan Âkif merhum, bugünkü cemiyetimizi görse kimbilir nasıl feryâd ederdi... Bugün, insanlar izleri silinmiş iyilikleri hatırına bile getirmemekte ve ekseriyetle "vefâ" kelimesi, âdetâ ve sırf İstanbul'da bir semt adı olarak kalmış bulunmaktadır.

Hâlbuki vefâ, İslâmî şiarlardan biri ve belki de en esaslısıdır. Gerçi İslâm nazarında esasların esası îmândır. Fakat, îmânın aynı zamanda bir vefâkârlık tezâhürü olduğu muhakkaktır. Zîrâ vefâ, ahde riâyet, yâni verilen sözde durmadır. Îmân da rûhlar âleminde Rabbi tasdik ve ikrâra bu dünyâda sadâkat gösterilmesi, yâni netice itibarıyla bir vefâkârlıktır.

Bununla berâber vefâ, sadece ahde riâyet, yâni verilen sözde durma keyfiyeti değildir. O, Hakk'a karşı samîmiyet ve gönül hâlini değiştirmemek, hısım akraba ve din kardeşlerimizden ana-babamıza, îmân nîmetinin bize kadar ulaşmasında hizmeti geçmiş âlimler ve sâlihlerden peygamberlere kadar fiilî veya hissî bir sûrette güzel alâkaya mecbûr olduğumuz minnettarlığı ve gönül kenetlenmesini gerçekleştirmek ve bu hâli mevsimlik değil -iyi ve kötü günde- ömür boyu devâm ettirmektir.

Vefâ kelimesi, minnettarlık, sadâkat ve istikâmet gibi vasıfların hepsinde bir kumaşın iki yüzünden biri olmak gibi berâberlik ve hattâ bazen ayniyet ifâdesi taşır. Bu temel bakış açısından, îmânın îcâb ettirdiği her tavır ve hareket, aynı zamanda bir vefâkârlık ifâdesi taşıdığı gibi, bu tavır ve hareketlerin aksi de "vefâsızlık" olarak kabûl edilir.

Vefâ, peygamberlere, velîlere ve fazîlet sahibi kimselere âid bir vasıf olarak beşerî hayatı en yüce bir seviyede taçlandıran mânevî bir sıfattır. Bu itibarla bazı müfessirler İslâm'ı, dil ile ikrar ile beraber hem kalb ile tasdik, hem Allah Teâlâ'ya bütün kaza ve kaderinde teslimiyet ve hem de bir vefâ olarak tarif etmişlerdir.

Gönüllerini vefâ menbaından nasiblendirenler, ateş gibi olan nefislerini gül bahçesi hâline getirmişler demektir. Öyle bir gül bahçesi ki, içinde zikir gülleri, tesbîh bülbülleri, îmân ve irfân çimenleri, ilâhî lutuf çiçekleri ve amel-i sâlih ırmakları vardır. Böyle bir gönlün mükâfâtı da kendi hâline uygun olur ki, bu, cennet-i âlâ ve cemâlullâhtır. Böyle gönüllerin önünde ateşler bile vasıf değiştirerek bir gülistâna dönerler. Nitekim İbrâhîm -aleyhisselâm- Nemrud tarafından dağlar gibi alevlerin içine atıldığı an Cenâb-ı Hakk'ın:

"Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol!" emriyle bir gülistân hâlini almıştır. Zîrâ İbrahim -aleyhisselâm-, ateşe atılmadan önce nefs alevini vefâ sularıyla söndürmüş ve Hakk'a sadâkatini her vechile tezâhür ettirmiş bir peygamberdi. Öyle ki Allâh Teâlâ, onun vefâsını:

"Çok vefâkâr olan İbrâhîm..." (en-Necm 37) şeklinde takdîr buyurmuştur.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in üsve-i hasene olan hayâtı da baştan sona âdetâ bir vefâ sergisidir. O Varlık Nûru, fetihden sonra Mekke'de onbeş gün kalmışlardı. Bunun üzerine Ensâr'dan bazıları endîşelenmişler ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in bir daha Medîne'ye dönüp dönmeyeceklerini düşünmeye ve aralarında bunu hüzünle konuşmaya başlamışlardı. Çünkü Allâh Teâlâ, O'na doğup büyüdüğü mübârek ve mukaddes yerin fethini nasîb buyurmuştu. Ensâr-ı Kirâm'ın bu tedirginliklerini sezen Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, onların yanına giderek:

"-Konuştuğunuz nedir?" diye sordular.

Onların endîşelerini öğrendikten sonra da büyük bir vefâ örneği olarak şöyle buyurdular:

"-Ey Ensâr! Öyle bir şey yapmaktan Allâh'a sığınırım. Ben sizin memleketinize hicret ettim. Hayâtım hayâtınız; ölümüm de sizin yanınızdadır."

Bu vefâyı, vefat hastalığında mescide son ziyaretinde minbere çıktıklarında muhâcilere:

"Ey muhâcirler! Ensâra karşı iyi davranın! Onlar bir kıymettir. Onlar bana karşı sığınak olmuşlardı. İyilerine iyilikle muâmele edin, kötülük yapanları da afvedin!.." buyurmak suretiyle o son demlerinde dahî tekrarladılar.

Denilebilir ki bütün peygamberler, bir bakıma beşeriyete vefâyı en yüksek seviyede talim eden rehberlerdir. Allâh Teâlâ'nın muhabbetine nâil bir kul olabilmek için, hidâyet rehberimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in vefâ hususunda koyduğu düsturları gönlümüzün en müstesnâ ölçüleri hâlinde yaşamak zarûreti vardır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1. Âlemlerin Rabbi olan Allâh'a vefâ:

İlk ünsiyet ve onun netîcesi olan vefâ, Allâh -celle celâlühû-'adır. Zîrâ Cenâb-ı Hakk, ezelde yarattığı rûhlara buyurdu ki:

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da Belâ, (evet)!" (el-A'râf 172) diyerek ikrarda bulundular.

Bu ikrar hususu, Cenâb-ı Hakk'ın ulûhiyyetini ve insanların kulluğunu kabullenmeyi ifade eden bir ahitleşmedir. Bunu kabûl eden, ikrarında sadâkat gösterip kulluğunu hayâtı boyunca en güzel şekilde devâm ettirmekle vefâkârlık göstermiş olur. Çünkü bu vefâkârlık için sâdece ikrar kâfî değildir. Bu kabullenişin doğurduğu bir takım aklî ve vicdânî mükellefiyetler vardır. Bunlar da Allâh'ın emirlerine riâyet ve nehiylerinden kaçınmakla gerçekleşir.

O hâlde Hakk'a vefâ ancak ve ancak O'nun emirlerine riâyetle gerçekleşir. Bu vefâ, O'na bağlı his ve fiillerin zirvesidir. Çünkü yaratan, yaşatan ve kendisine her an muhtac olunan yegâne varlık odur. Hayatımız da ölümümüz de onun elindedir. Bu cihetle ona olan muhabbet ve her nefeste onunla rabıtalı olabilmek husûsiyeti, kulluğun en yüce ufku ve vefâ borcudur. Firavun'un, îmân ettiler diye büyük bir zulümle kol ve bacaklarını çaprazlama keserek hurma dallarına astırdığı sihirbazların bu durum karşısında:

"Yâ Rabbî, bizi şu belâdan kurtar, rahata erdir!" şeklinde değil de:

"Allâhım! Üzerimize sabır yağdır ve bizim canımızı müslümanlar olarak al!" diye niyâz etmeleri ne muazzam bir kulluk vefâsıdır.

Böyle vefâ ve sadâkat timsâli kullar hakkında Cenâb-ı Hakk âyet-i kerîmede buyurur:

"Allâh sadâkat gösterenleri, sadâkatleri sebebiyle mükâfâtlandıracaktır..." (el-Ahzâb 24)

Bu hakîkat dolayısıyla Hazret-i Mevlânâ, irfân yolcularına şu fânî âlemdeki imtihân ve ibtilâlara karşı sabır ve Hakk'a vefâ sadedinde mecâz yoluyla şöyle seslenir:

"Ey bülbül! Kara kış yüzünden ne vakte kadar feryâd edeceksin? Ey bülbül! Durmadan cefâdan bahsetmek revâ mıdır? Eğer gönlün, yârine gerçekten bağlı ise, gözünü aç da şükret; vefâdan bahset! Dikeni bırak, gülden bahset! Gülün sap ve köke âid sıfatlarından geç; onun zâtına bak! Şu fânî âlemle niçin bu kadar meşgulsün; yoksa varmak istediğin yer, ötelerin ötesi değil mi?"

2. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e vefâ:

Allâh'a karşı vefâdan sonra en ulvî ve en gerekli vefâ Âlemlerin Efendisi olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e müteveccih olandır. Bu vefâ, diyerek Cenâb-ı Hakk'a tazarrû ve niyazlarında öncelikle ümmeti için talepte bulunan Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-'adır.

Peygamber'e sevgi ve muhabbette derinleşmekle başlayacak olan bu vefâ, onun sünnet-i seniyyesi etrafında pervâne olabilmekle mümkündür. O yüce Peygamber ki, bizi Allâh'a götüren, hayat ve ölüm karşısında irşad ederek sonsuz seâdet yollarını aydınlatan yegâne kandilimiz olmuştur. Ona vefâyı ve onun bu vefâya mukâbelesini anlatan şu hâdiseler ne kadar ibretlidir:

Uhud harbinin mü'minlerin aleyhine döndüğü safhada müşrikler Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'i öldürmek kasdıyla bütün güçleriyle saldırıyorlardı. Öyle ki o Âlemler Serveri'nin mübârek dişlerini şehîd ettiler. O dehşetli hengâmede Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in yanında bulunan ashâb-ı kirâmın fedâkârlık ve vefâları kâbına varılmaz birer dâsitânî tezâhürler hâlinde tahakkuk ediyordu. Kimi vücûdunu O'na siper ediyor, kimi gelen oklara ellerini kalkan yapıyor kimi düşmana ok atarak onları püskürtmeye çalışıyordu. O gün Rasûllullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in yanında müşriklere bin kadar ok attığı rivâyet edilen Sa'd İbn-i Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh- de, öyle cansipârenâ gayretler içindeydi ki onun bu vefâkâr ve fedâkâr hâli karşısında Âlemlerin Efendisi memnûniyetlerinden şöyle seslendiler:



"Anam babam sana fedâ olsun, ey Sa'd!"

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- der ki:

"Ben Nebî -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in ana ve babasını Sa'd İbn-i Ebî Vakkâs'dan başka bir kişiye fedâ ettiğini söyleyerek hitâbda bulunduğunu işitmedim."

Bir başka misâl:

Hudeybiye günü Hazret-i Osmân, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- tarafından elçi olarak Mekke'ye gönderilmişti. Hazret-i Osmân, müşriklere niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattı. Fakat onlar o yıl için izin vermediler. Hazret-i Osmân'a:

"-İstiyorsan sen şimdi tavâf edebilirsin!.." dediler.

Fakat kendilerini Allâh'a ve Rasûlü'ne adayanlardan olan Hazret-i Osmân:

"-Hazret-i Peygamber Kâbe'yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh'ı, ancak O'nun arkasında ziyâret ederim. O'nun kabûl edilmediği yerde ben de yokum!.." diyerek Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e olan sadâkatini bildirdi.

O sırada Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- gelişen hâdiseler üzerine ashâbının bey'atini kabûl ediyordu. Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh- orada bulunmadığı için bey'atin sonunda Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, bir eliyle diğer elini tutarak:

"-Allâh'ım! Bu da Osmân'ın bey'atidir! Şüphesiz ki o, senin ve Rasûlünün hizmetindedir..." buyurdular.

Hazret-i Osman -radıyallâhü anh-'ın mazhar olduğu bu iltifât-ı Peygamberî, ondaki vefâ ve sadâkate sarılmak şartıyla bütün ümmete şâmildir. Bizler de gönüllerimizdeki vefâ ile Bey'atü'r-Rıdvân'da bulunan sahabîye kalben iştirak edebilir ve:

"(Ey Rasûlüm!) Muhakkak ki sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın eli (kudreti) onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir..." (el-Fetih 10) âyet-i kerîmesindeki müjdelere nâil olabiliriz.

Buna nâiliyyet için onu sevmek ve ona vefâkâr olabilmek ise, Kur'ân-ı Kerîm'de:

"Peygamber, müminler için canlarından evlâdır..." (el-Ahzâb, 6) şeklinde ifâde buyurulmuştur.

Bu ve benzeri nice bağlılık ve vefâ ifadeleri çerçevesinde peygamber âşıkları, Fahr-i Âlem -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in mübârek saç ve sakallarından kadem-i pâkine (ayak izine) kadar onun her emanetini başlarına taç etmişlerdir. Onun hırkasından asâsına, kılıcından oklarına ve mühr-i şerîfine kadar günümüze kadar gelen bütün emanetler, işte hep bu hissiyatla devam etmiş ve ona âid olan her şey bir olarak telâkkî edilmiştir. Bu meyânda bilhassa Osmanlı'nın gösterdiği itina, hürmet ve vefâ, dillere destandır. Öyle ki, bazı mütefekkirler Osmanlı'nın altı yüz küsur senelik muhteşem bir ömre mazhariyetini, Kur'ân ve sünnete ittibâya ilâveten Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'den ümmete ulvî birer hâtıra olarak kalan mukaddes emanetlere gösterdiği göz kamaştırıcı ihtirâm tezâhürlerine bağlarlar.

3. Din büyüklerine vefâ:

Her mü'min dîn büyüklerine karşı da vefâ hissiyle bağlı olmak mecbûriyetindedir. Allâh ve Rasûlü'nün getirdiği emir ve nehiyleri, güzel ahlâkı ve iki cihânımızı aydınlatan ulvî kandilleri bizlere taşıyan İslâm büyükleridir. Cemiyetler, onların irşâd ve talimleriyle istikametlenir ve mânevî âlemlerini tezyin ederek istikbâle yürürler. Bunun içindir ki:

"Âlimlerin ölümü, âlemlerin ölümü gibidir..." buyurulmuştur.

Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk'ın:

"Ey îmân edenler, Allâh'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!" (et-Tevbe 119) beyanındaki sâdıklar kelimesine bazı müfessirler sadakat ehli, yâni vefâ sahipleri mânâsını vermişler ve âyeti:

"Îmân ve İslâm yolunda vefâ sahipleri ile birlikte bulunun ve siz de vefâ ehli olun ki, dünyâ ve âhırette kurtuluşa nail olabilesiniz!" şeklinde de îzâh eylemişlerdir.

4. Ana-babaya ve hısım-akrabâya vefâ:

Ana-baba hakkı, üzerinde en çok durulan hususlardandır. Onlara hizmet, güzel söz ve ikrâm bilhassa yaşlandıkları zaman evlâdların en büyük vefâ borcudur. Kur'ân-ı Kerîm'de Allâh'a ibâdetten sonra ana baba sevgisi ve hizmeti telkîn edilmektedir. Cenâb-ı Hak buyurur:

"Rabbin, yalnız kendisine ibadet etmenizi ve ana babaya iyilikte bulunmayı emretmiştir. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlıyacak olursa, onlara karşı bile deme, onları azarlama. İkisine de hep tatlı söz söyle."

"Onlara rahmet ve alçak gönüllülük kanatlarını ger ve: "Rabbim! Küçükken beni (merhametle) yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et !" de!" (el-İsrâ 23-24)

Hazret-i Alî -radıyallâhu anh-'ın annesi Fâtıma binti Esed -radıyallâhu anhâ-, gençlik yıllarında Hazret-i Peygamber'e gerçek annesiymiş gibi hizmet etmişti. Bu sâlihâ kadın vefat ettiği zaman Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, cenazesinin yanına girmiş, başucuna oturmuş ve onun vefâ ve hizmetine Hakk katında şâhidlik ederek şöyle buyurmuştur:

"Ey annem! Allâh sana rahmet eylesin. Sen, benim (öz) annemden sonra annemdin. Kendin aç kalır beni doyururdun, kendin giymez beni giydirirdin, kendini güzel yiyeceklerden alıkoyarak bana yedirirdin ve bunları yaparken Allâh'ın rızâsını ve âhıret yurdunu arzu ederdin."

Ana-babadan sonra, hısım ve akraba muhabbeti ve onlara vefâ gelir. Hısımlık iki kategoridedir. Biri umûmî mânâdaki îmân ve fazîlet akrabâlığıdır. Diğeri olan husûsî yakınlık ise akrabalık yakınlığıdır. İslâmî ifâde ile akrabalığa "ulü'l-erhâm", akrabâ ziyâretine de "sıla-yı rahim" denir. Akrabalarla ilgiyi kesmek kötü, çirkin ve günah bir husustur. Buna binâen:

"Akraba ile ünsiyeti kesmiş bir kimsenin bulunduğu meclise rahmet inmez." buyurulmuştur.

Dînimiz de hısımları hiçbir iyilik ve yakınlıktan uzak tutmamayı ve yakın akrabadan uzak akrabaya doğru dereceli bir şekilde haklara riâyeti emretmiş ve bunu hayatî bir vazîfe olarak sırtımıza yüklemiştir.

Âile teşkîlâtı ve akrabâlık tezâhürleri Allâh -celle celâlühû-'nun acâib ve garâib tecellîlerindendir. Yabancıları, nikâh gölgesinde birbirine can-ciğer yapan, onları akrabalık şeklinde muhabbet dalları gibi zümrütleştiren rabıtalar ve hısımlık cilveleri, Allâh'ımızın lutf u ihsânı cümlesindendir. Hısımlık bağlarını kesmek en çirkin bir vefâsızlıktır. Zâhirî uzaklıklar, Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havvâ'nın insanlık izdivâcında birleşmektedir. Takvâ neş'eleriyle vefâ duygu ve fazîletlerinin, soy-sop telakkîlerinin üzerinde olduğu muhakkaktır.

Dünya seâdeti, İslâmî bir aile ve akrabalık rabıtasıyla güçlenir. Dünyadaki samimiyet ve o alâkaların devâmı olan vefâ duygusu, âhıretin de seâdetidir.

Vefâ gösterilmesi gerekenler sadece bu saydıklarımızdan ibaret değildir. Bilhassa dostlara ve din kardeşlerine vefâyı gönle yerleştirmelidir. Diğer taraftan ecdâda vefâ, dirilerimize ve ölülerimize vefâ, vatana vefâ ve toplumdaki bütün emanetlere vefâ sağlam karakter ve şahsiyetlerin vasıflarındandır.

Bilmelidir ki kulda ancak takva hissi ve vefa şuuru, ilahi sınırların ihlâl edilmesine ve muhabbet kalesinin yıkılmasına razı olmaz. Aksi hâlde nefis, nice nifâk ve gaflet yollarında dolaşarak gönlü uçurumdan uçuruma sürükler. Nitekim ilâhî gazaba dûçâr olan nice kavimlerin helâk sebebi dâimâ Hakk'a verdikleri sözde durmamaları olmuştur. Onlar, ahde vefakârlık etmek, insanlık borcu ve gereği iken buna yanaşmadılar. Böylece ilim ve idrak, marifet ve iz'andan mahrum kalarak helâk oldular. Onların hâlleri görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, muttakîler için de bir öğüt vesîlesi kılındı. Âyet-i kerîmede buyurulur:


"Onların çoğunda sözünde durma diye bir şey, yâni ahde vefâ görmedik..." (el-A'râf 102)

Allâh'ın kendisine verdiği nîmetleri unutup basit bir nefsânî temâyülün esîri olarak vefâsızlık gösterenlerin hâlini Ferîdüddîn Attâr Hazretleri'nin şu kıssası ne güzel aksettirir:

Pâdişâhın husûsî nazarlarına mazhar olmuş bir av köpeği vardı. Avcılıkta mâhir ve usta idi. Pâdişâh, ona son derece değer verir ve her ava çıkışında onu mutlaka yanına alırdı. Tasmasını mücevherlerle süslemiş, ayaklarına altın ve gümüşten yapılmış halkalar ve bilezikler taktırmıştı. Sırtı da sırmalı atlas bir çulla kaplıydı.

Birgün pâdişâh, yine onu yanına almış olduğu hâlde saray erkânı ile birlikte ava çıktı. Tasmanın ipek ipi elinde at üzerinde vakur bir şekilde ilerleyen sultan, neş'eli idi. Fakat birden bu neş'esini kaçıran bir şey gözüne ilişti. Çok sevdiği köpeği, pâdişâhını unutmuş bir vaziyette başka bir şeyle oyanlanmaktaydı. Pâdişâh, önce mahzûn olarak elindeki ipek ipi çektiyse de köpek direndi; önündeki kemik parçasını kemirmeye devam etti. Bu hâl karşısında pâdişâh, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırdı:

"-Huzûrumda beni unutarak başka bir şeyle meşgûl olmak! Nasıl olur bu?!." dedi.

Son derece üzüldü. Köpeğinin bu nankörlük, vefâsızlık ve duygusuzluğu ona çok dokunmuştu. Bir köpek de olsa mâzûr görüp afvetmek içinden gelmedi. O kadar izzet, ihsân ve ikrâma karşı köpeğinin bir anda hem de bir kemikle kendisini unutması, gönül yaralayıcı ve vefâyı zedeleyici bir tavır olarak aslâ afvedilebilecek bir husus değildi. Gazapla:

"-Yol verin şu edebsize!" dedi.

Gâfil köpek, bu hiddetin mânâsını kavradı, ancak iş işten geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı. Öyle ki, etrafındakiler pâdişâha:

"-Sultanım, üzerinde mücevher, altın, gümüş ne varsa alalım da öyle bırakalım!" dediklerinde pâdişâh:

"-Hayır! Bırakınız öyle gitsin!" dedi.

Ardından ilâve etti:

"-Bırakınız öyle gitsin! Öyle gitsin de, ıssız, kızgın ve bomboş çöllerde garip, aç ve susuz kalsın; onlara bakarak kaybettiği ikrâm ve lutufların acısını yaşasın!.."

Cenâb-ı Hakk'ın sayısız nîmetlerinin kadrini bilemeyip basit, fânî ve süflî menfaatlerin peşine takılarak helâk olup tükenen vefâsız kimselerin hâlini aksettiren bu kıssa ne kadar ibretlidir. Bu hâle düşen kimse, sonunda bu fânî takıntıların bomboş olduğunu görür, ama her şey bitmiş olur. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

"Vefâsızlık, köpekler için bile bir leke ve ayıp olduğu hâlde, sen nasıl oluyor da insan olarak vefâsızlık gösteriyorsun?"

Bu itibarla büyükler, Hak yolcularına şöyle seslenmişlerdir:

"Gâfillerin de sâlihlerin de hâllerinden ayrı ayrı lâyıkıyla ibret al ve Allâh'a vefâkâr bir kul olmaya bak!"

Evet bütün mes'ele bu: Sâdece vefâkâr bir kul olabilmek.

Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun ki bizleri böyle bir kulun çok yakınında senelerce bulunmak şeref ve bereketine nâil eyledi. Bu müstesnâ şahsiyet, muhterem pederimiz ve iki sene evvel bu ayda Hakk'ın rahmetine tevdî eylediğimiz, Sahrâ-yı Cedîd mezarlığında medfun Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-'dur.

Meşreb olarak Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh- Hazretleri'nin zamanımızdaki kâmil bir mümessili bulunan pederimiz ve üstâdımız, sevenleri arasında "sâhibu'l-vefâ" olarak mâruf olmuştu. Bu tâbir, o büyük zât için hiç şüphesiz, sebepsiz kullanılmış değildir. Zîrâ o Hak dostu, bütün bir ömrünü müstesnâ bir vefâ ve sadâkat âbidesi hâlinde yaşayan bir gönül ufku, gündüzlerimizin güneşi ve gecelerimizin hilâli idi. O bir istikâmet kutbu, ârifler sultânı idi.

O, buraya kadar anlattığımız bütün vefâ tezâhürlerini gönlünde cemetmiş ve bundan dolayı olarak yâd olunmayı hak etmiş bir vuslat goncasıydı. Vefâtının ardından geçen şu iki senelik zaman, gönlümüzdeki ayrılık yaralarını bir nebze bile olsun saramadı. Bilâkis daha şiddetlendirdi. Zîrâ onun tarifsiz bir vefâ ile mütehallî olan gönül iklîmi, bizlere daima sadâkat ve bağlılığın, muhabbet ve aşkın müstesnâ bir talimgâhı idi.

Allâh -celle celâlühû-, bir kuluna şerefli bir hizmet takdir buyurduğu zaman, ona bu işin liyâkatini de lutfeder. İşte bu yönden bakılınca, Mûsâ Efendi'nin şahsiyetindeki zâhirî ve bâtınî kemâlât, her yönüyle müşâhede edilmekteydi. O, çok zor ve güç olan vukuat ve hâdiseleri bile en ince teferruatına kadar derin bir ferâset, anlayış ve hassâsiyet ile tesbît ederdi.

Onun vefâ iklîminde sergilediği nâdide güller, karanfiller, nergisler ve sümbüller, gönül bahçelerimizi yeşerten solmaz güzelliklerdir. Ondaki Hakk'a sadâkat, kitab ve sünnete sarılış, yaptığı infaklarla ecdâd emânetine tesâhüb, akraba ve dostlara, hattâ dostların dostlarına olan yakın alâka ve muâmele, vakıf hizmetlerindeki gayret vb. binbir letâfet dolu hâller, hep bizlere nde Rabbe verilen sözün nasıl yerine getirileceği hususunda en güzel numûnelerdi.

Mûsâ Efendinin sayısız vefâ duygularından birkaçını şu şekilde sergileyebiliriz.. Hastalığın en şiddetli anlarında dahi: "Ya Rabbi, bana sıhhat ve güç ihsan buyurup, köy köy dolaşarak kardeşlerinin hizmetinde bulunmayı nasib eyle, diye duâ halindeydi.

Bu numûnelerden diğer biri olarak o, cemiyette vefâsızca yalnızlığa terkedilmiş ve ızdıraplarıyla başbaşa bırakılmış garip ve yaşlı kimseler karşısında fevkalâde duygulanırdı:

"Bizim, bu garipleri aslında evimizde barındırmamız îcâb eder. Lâkin buna muktedir değiliz. O hâlde bir huzur yurdu inşâ etmeye mecbûruz." diyerek birkaç yakınıyla berâber bu güzel düşünceyi fiiliyata geçirmişlerdi. Zaman zaman da garipleri ziyâret edip onların ihtiyaçlarıyla yakînen alâkadar olurlardı.

Onun gönlü, bahçedeki kedilerin karakterlerine kadar uzanır, onları sıfatlarıyla isimlendirerek yavrularına olan sadâkat ve merhametlerine göre her birine ayrı ayrı muâmele ederlerdi.

Şahsen benim daha kundak yaşımdayken hizmetimi gören hemşireyi, elli beş sene sonra bile aratarak buldurmuş ve ona izzet ve ikramlarda bulunmuşlardır.

Hele onun, üstâdı Sâmî Efendi hazretlerine olan vefâsı, dillere destândı. Bayram günlerinde ilk ziyâret ettiği yer, Sâmî Efendi'nin eviydi. Yine ilk kurbanları onun için keserdi. Bilhassa onun muazzez ruhuna hatimler okunmasına vesile olur ve her yıl sevenleri tarafından üstadı için tilâvet edilen onbinlerce hatm-i şerif vefâkar gönlünü ziyadesiyle memnûn ederdi.

Hâsılı o, bütün bir ömrünü kaplayan davranış ve yaşayışıyla bizlere, husûsunda Ebû Bekir -radıyallâhü anh- misâli bir aşk ve muhabbet muallimliğini yaptı. Şimdi cümle ehl-i muhabbete düşen, o aşk ve muhabbet şâhının yeşerttiği vefâ toprağında bir peygamber goncası hâline gelebilmek...

Cenâb-ı Hak, cümlemize ihsân buyursun! Âmîn!..

Allâh'ım! Gönüllerimize o sâhibü'l-vefânın güzel hâllerini ihsân ile bizleri sâlihler zümresine dâhil eyle! Amellerimize sadâkat ve samîmiyet lutfedip cümlemizi naîm cennetlerinin vârisleri kıl! Neslimizden ve zürriyetimizden muttakîlere sertac olacak göz nûru ve gönül sürûru evlâdlar ihsân eyle! Cümlemizi sana, rasûlüne, ana-babaya, akrabâya, bütün ehl-i îmâna, vatan ve millete ve diğer emânetlere karşı vefâkâr eyle! İki cihânda da rızâ-i şerîfin iklîminde yaşat!

Âmîn!..

Osman nuri topbas
 
Son düzenleme:

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Vefa; iyilik bilmek, kendisine yapılan iyilik karşısında büyük küçük ayrımı yapmadan iyilik yapmakta ciddi, azimli olmak, gördüğü iyilik ne olursa olsun(cüz-i de olsa) unutmamak, hiçbir şeyle karşılık veremese de o kişiyi hayırla yadetmek, gıyabında da olsa dualarıyla ona olan vefasını izhar etmek demektir.


Halk arasında meşhur bir söz vardır,''Bir acı kahvenin hatırı kırk yıl unutulmaz''. İşte bu, vefanın remzidir. Bu tür davranışlar insanlar arasında en yakın dairede başlayıp, genişler ve akraba-i taallukat, eş-dost pekçok kesimi içine alır. Bu insanlar arasında en çok kime vefalı olmak gerektiğini vicdanımıza sorduğumuzda göreceğiz ki, O Resulullah(sav)'tır. Resulü(sav)'ne vefalı olmayanda hayır yoktur. O kişi başkalarına da vefalı olamaz. Mü'min, Resulullah(sav)'a vefasını O(sav)'nu salat-ı selamlarla yad ederek, sünnetine ittiba ederek, O(sav)'nu hoşnut ve razı ederek ortaya koyacaktır. O Yüce Resul(sav) vazifesini bihakkın ifa ederek vefasını ortaya koydu. Biz ümmetine düşen, getirip ortaya koyduğu İslami prensiplere sahip çıkmak ve sünnet-i seniyyelerine bağlı kalmak olmalıdır. Bundan başka bir tavır Efendimiz(sav)'e , din-i İslam'a, dolayısıyla Yüce Allah(cc)'a vefasızlığın tezahürü olacaktır.


Üzerimizde sürekli tecelli eden nimetler karşısında vefasızlık; nankörlük ve şükürsüzlüktür. Maddi-manevi yönleriyle sayıya, hesaba gelmeyen nimetlerle donatılmış bir insanın Mün'im-i İlahi ve Rezzak-ı Kerim'ini görmezden gelmesi, üzerine düşen şükrünü, hamdini yerine getirmemesi ne büyük nankörlük ve ne müthiş bir vefasızlıktır. İnsana yaraşan o ki, bilhassa kendisini cehaletten nura çıkarmaya çalışan, ona nasihatlarla, ikazlarla sırat-ı müstakımi öğreten, hak ve batılı açıklayan, terakki yollarına irşat eden, nefis tezkiyesi metodlarıyla menfilikten arıtan, böylece hamlıktan, olgun, kamil insan olma yollarını belleten üstadına ve dolayısıyla bu hususta kendisine yardımcı olan görevlilere karşı vefa olmalıdır.

Ana-babaya da gereken vefa gösterilmelidir. Ana-baba hakkı ödenmez. Onlara vefa kutsi bir vazifedir. Vefasız evlat dünyada da ukbada da vefasızlığının cezasını çeker. Sırasıyla kardeşler ve yakın akrabalar da vefa gösterilmeye hakkı olanlardır.

İnsan vefalı olacaktır. Mü'minden beklenen vefa duygusu, peygamber ahlakıdır. Efendimiz(sav) en güzel vefa örneğidir. O(sav), akrabalarından kendisine yardım edenlere karşı çok vefalıydı. Hatta süt annesi Halime(ra) geldiği zaman, mübarek ridasını çıkarıp, üzerine oturmasını söyler ve izzet-i ikramda bulunurdu. O(sav) herkese vefalı olup, yapılan en küçük bir iyiliği asla unutmazdı.

Esas, Allah(cc)'a olan vefa! Bir yönüyle hukukullahtır. Allah(cc)'ın hakkı asla ödenemez. Kul ömrünce başını secdeden kaldırmasa, bir uzvunun dahi hakkını ödeyemez.

''Allah kıyamet gününde bütün insanları bir araya topladığında her vefasız için bir sancak çekilecek ve falan oğlu falanın vefasızlığı budur, denilecektir.'' Hz.Muhammed(sav)

''Ey kulum! Eşyayı(herşeyi) senin için yarattım,seni de bana kulluk edesin diye yarattım. Benim sizin üzerinizdeki hakkım, sizin için yaratılan şeylerin, sizi gaflete düşürerek Ben'den alıkoymamasıdır. Çünkü siz Benim için yaratıldınız.'' Hadis-i Kudsi
''Bilakis muhsinlerden olarak kim yüzünü Allah'a döndürürse(Allah'a hakkıyla kulluk ederse) onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır ne de onlar üzülürler.'' Bakara Suresi(112)

Bu ayette Allah(cc)'a kulluk etmek ihsana bağlanmıştır. Kurtuluşa ermesi için muhsinlerden olması gerekir. Muhsin, yaptığı işi Allah(cc) için yapan manasına gelir ve muhsin sadece O(cc)'ndan korkan, saygılı edepli olup, işini noksansız bitiren ve her işin hakkını veren kimse demektir. İşte bu kul vefalıdır. Vefa kelimesi minnettarlık, sadakat ve istikamet gibi vasıfların hepsini içine alır. Bu bakış açısından, imanın icap ettirdiği her tavır ve hareket aynı zamanda vefakarlık ifadesi taşıdığı gibi, bunların aksi de vefasızlıktır.


Vefa, peygamberlere, velilere, fazilet sahibi kimselere ait bir vasıf olarak, beşeri hayatı en yüce bir seviyede taçlandıran manevi bir sıfattır. Onun içindir ki müfessirler İslamı, dille ikrar, kalble tasdik, Allah(cc)'ın takdirine rıza, kadere teslimiyet ve vefa olarak tarif etmişlerdir. Gönüllerini vefa menbaından nasiplendirenler, ateş gibi olan nefislerini gül bahçesi haline getirmişler demektir. Öyle bir gül bahçesi ki, içinde zikir gülleri, tesbih bülbülleri, iman ve irfan çimenleri, ilahi lütuf çiçekleri ve amel-i salih ırmakları vardır. Böyle bir gönlün mükafatı da kendi haline uygun olur ki, bu cennet-i ala ve cemalullahtır.

Vefalı kul İbrahim(as) ateşe atıldığında, alevlerin gül bahçesine dönüşmesi vefanın sonucudur. O(as) vefasının ödülünü en güzel şekilde almıştır. Zira O(as), ateşe atılmadan önce nefis alevini vefa sularıyla söndürmüş ve Cenab-ı Hakk'a sadakatini tezahür ettirmiştir. Bir padişah kendisine hainlik eden kimse oğlu bile olsa onun başını keser; fakat bir köle, padişaha vefa gösterse onun gördüğü iltifatı yüzlerce vezir göremez. Şu bir gerçektir ki, vefanın karşılığı vefa, cefanın karşılığı cefadır.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
.


“Bilesiniz, kıyamet günü ahdini tutmayan her vefasıza (vefasızlığın derecesine uygun) bir sancak (dikilecek).Bu falanın vefasızlığıdır denecek. (Böylece vefasızlığı teşhir edilecektir.) (Müslim





Ahde Vefa (Sözünün Eri Olmak) İmandandır

Ahde vefa, verdiği sözde durmak, yaptığı anlaşmaya sadık kalmaktır. İnsanın önemli karakterlerinden, kişiliğini oluşturan değerlerden biri de vefalı oluşudur.



Ahde vefa dindendir. Vefasızlık edip ahdini bozmak ise haramdır. Herhangi bir şeyi yapmak için söz verip de o şeyi yapmayan kişiye “Ğâdir”, (vefasız) denir. Vefasızlık ise, münafıklık alâmetlerindendir. Bu gibilere Allah Tealâ’nın da lâneti vardır. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyurmaktadır:


“Allah’a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah’ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar... İşte lânet ve kötü yurt (cehennem) onlar içindir.” (Ra’d: 25)


Ahde vefa hususunda dikkat göstermek ve canı pahasına da olsa ahdini bozmamak kişinin imanın kemalini gösterir. Çünkü ahde vefa, kâmil müminlerin işidir. Vefasız olanlar, dönek tabiatlı, yalancı ve şahsiyeti zayıf kişilerdir. Bu kötü vasıflı kişilerle, ciddi işler, kan ve can isteyen davalar yürütülemez.

Dünyada da, ahirette de sonları rüsvalıktır. Ahde vefa ile ilgili birkaç ayeti şöyle sıralayabiliriz:

“Ey iman edenler! Akitlerin gereğini yerine getirin.” (Maide: 1)

“Anlaşma yaptığınız zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin. Ve Allah’ı üzerinize şahit tutarak, yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri iyi bilir.” (Nahl: 91)


“Muhakkak ki sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların eli üzerindedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde, vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih: 10)

“... Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.” (İsra: 34)


Bu ayetlere göre ahdi bozmak haramdır. Her şeyin bozulduğu, nefis, şahsî görüş ve menfaatlerin ön plâna çıkarıldığı zamanımızda kişiler, söz vermenin ve ahde vefanın dînî bir vecibe ve Müslüman’ın en belirgin sıfatı olduğunu kavrayamamanın perişanlığı içerisindeler. Verilen sözün bir akit ve akdi bozmanın da münafıklıktan bir alamet olduğu çok iyi bilinmelidir. Bu hususta, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:


“Dört şey kimde bulunursa, o kişi, halis münafık olur. Kimde bunlardan biri bulunursa, onu bırakana kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder, bir şey söylediği zaman yalan söyler, ahitleşince sözünde durmaz, (bir kimse ile) hasımlaşınca haktan ayrılır.” (Müslim)
Allah ile insanlar arasında birçok ahitler vardır. Allah’ın insanlardan aldığı ilk ahit, onların zürriyetlerini Hz. Âdem’in sulbünden alıp kendi ulûhiyetini tasdik ettirmesidir.(Araf,172)



Ahitle yemin arasında da fark vardır. Yemin bozulursa keffâret gerekir. Fakat ahitte bu yoktur. Ahdi bozmanın günahı keffâretle ortadan kalkmaz. İnsanlar arası ilişkilerde güven unsurunun hâkim olması, ahde vefaya bağlıdır. Bu güven olmadan sıhhatli bir toplum hayatı mümkün değildir. Allah, ahde vefası olmayan bir topluma rahmet nazarıyla bakmaz. Bu itibarla insanın birinci vazifesi Allah’a verdiği söze sadık kalmasıdır. İnsan ahde vefanın, dürüstlük ve sadakatin, imanının bir gereği olduğunu bilmelidir. Her söz ve fiilinde doğruluk insanın şiarı olmalıdır. Müslüman üstlendiği her işi, aldığı her sorumluluğu Allah’tan bir emanet olarak bilir. Bu emaneti korumak, görevinin hakkını vermek için elinden gelen azamî gayreti gösterir. Nitekim Mü’minûn Suresi 1–8. ayetlerde kurtuluşa eren mü’minlerin özellikleri sıralanırken onların “Allah’a verdikleri sözün gereği olarak ibadetlerine devam ettikleri, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirdikleri, ırzlarını; namus ve haysiyetlerini, emanetleri koruyup verdikleri sözleri yerine getirdikleri” vurgulanır. Mearic suresinde ise mü’minlerin özellikleri şöyle sıralanır: “Emanetlerine ve ahitlerine riayet edenler; Şahitliklerini (dosdoğru) yapanlar; Namazlarını koruyanlar; İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar.” (El Mearic–32.33.34.35)

Söz namustur. Kişi namusunu korumada ne kadar titiz davranırsa, sözünü tutmak konusunda da o kadar titiz olmalıdır. Söz vermeden önce iyi düşünmeli, söz verdikten sonra yerine getirememe endişesiyle adeta titremelidir. Şahsiyeti oturmuş insanlar, söz ve sır konusunda her zaman hassas davranmışlardır. İnsan söz vermeli ama asla sözünde yalancı çıkmamalıdır.



Bir diğer ifade ile Vefa, yapılan iyilikleri unutmamak, aynıyla veya ziyadesiyle karşılık vermek, dostun cefasına katlanmak, hataları görmezden gelmektir. Toplumu ve aileyi ayakta tutan en önemli haslet, karşılıklı gösterilen vefa duygusudur. Anne-baba, eş, çocuklar, yakın-uzak akraba, hocalarımız, arkadaşlarımız ve benzeri üzerimizde hakları olan kişiler başta olmak üzere, birlikte yaşadığımız tüm insanlara karşı da vefakâr olmalıyız. Bu aynı zamanda kulluğumuzun da bir gereğidir. Konuyla ilgili Rahman suresi 60.ayette:


“İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir.” buyrulur. Rasulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) de “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez.” buyurmuştur.(Ebu Davud, Edeb,11)


Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) günlük hayatında ve bütün ilişkilerinde ahde vefa ilkesine sadık kalmış; verdiği her sözü mutlaka yerine getirmiş, randevularına kesinlikle uymuştur.


Bu hususta dost-düşman ayırmamış, dostuna verdiği bir sözü yerine getirdiği gibi, düşmanlarıyla yaptığı anlaşmaya da sadık kalmıştır. Konu ile ilgili birkaç örnek vermek yerinde olacaktır:


Huzeyfe el-Yemâni ile babası Huzeyl, Peygamberimizle birlikte çarpışmak üzere Mekke’den yola çıkmışlardı. Mekkeli müşrikler baba-oğlu yakaladılar. Ancak savaşa katılmama sözü alarak serbest bıraktılar. Baba-oğul, İslâm ordusu Bedir Savaşı için Medine’den ayrıldığı sırada Peygamberimize yetiştiler. Allah Rasulü verdikleri sözü öğrenince, insana çok ihtiyacı olmasına rağmen onları savaştan geri çevirdi.


Bizans Kayserinin, ticaret için Şam’da bulunan Ebû Süfyan’a, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkındaki sorularından biri de, sözünde durup durmadığı olmuştu. Ebû Süfyan, o zamanlar peygamberimize düşman olduğu halde, O’nun hiçbir sözünden dönmediğini itiraf etmek zorunda kalmıştı.


Müzeyne’den Cüsame isimli hanımla fazlaca ilgilenmesinin sebebini soran Aişe’ye:
“Hatice hayatta iken, bu hanım bize gelir, giderdi. Yâ Âişe, ahde vefa imandandır” buyurmuştu.


Hudeybiye Anlaşması’nın şartlarından biri, Mekke’den Medine’ye Müslüman olarak sığınan kişilerin iade edileceği şeklinde idi. Anlaşmanın imzalanacağı sırada Kureyş temsilcisi Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebû Cendel, ayağında zincirlerle, yara bere içinde Mekke’den çıka geldi. Rasûlullah, Süheyl’den bir istisna olarak Ebu Cendel’i serbest bırakmasını istedi. Ancak Süheyl, anlaşmayı iptal etmekle tehdit etti. Allah Resulü Ebû Cendel’i teselli ederek: “Ey Ebû Cendel! Biraz daha sabret, katlan! Allah Teâlâ ‘dan bunun mükafatını dile! Hiç şüphesiz yüce Allah sen ve senin gibi zayıf, kimsesiz Müslümanlar için bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır. Biz şu kavimle bir barış anlaşması yapmış ve bu yolda kendilerine Allah’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyoruz. Sözümüze vefasızlık edemeyiz.!” buyurdu.



Allah Rasulünü örnek alan başta dört halife olmak üzere bütün sahabe ve zamanımıza kadar güzel Müslümanlar ahde vefanın en güzel örneklerini sergilemişlerdir. İstiklal Marşımızın Şairi M.Akif Ersoy da sözünü tutmayan bir arkadaşına “Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir.” diyerek altı ay dargın kalmıştı. Cenabı Hak bizleri ahde vefa kervanının yolcuları olarak topluca, cennetinde buluşturduğu mü’minlerden eylesin. Âmin.



Ahmet Ağmanvermez
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Peygamberliğinden önce ticarî hususta bir dostuna verdiği sözü tutmak için üç gün beklediği meşhurdur. O adam unutup gelmediği halde, "Nasıl olsa artık gelmez" diyerek çekip gitmemiştir. Verdiği sözde durmanın en müstesna örneğini vermiştir.
Vefası ise dillere destan niteliğindeydi. Aile içinde de açıkça yaşanıyordu. Hz. Âişe anlatıyor:

Yaşlı bir kadın Resulullahın ziyaretine gelmişti. Şöyle konuştular:

-Sen kimsin? Müzeyne'den Cüsame.

-Sen Hasene misin? Nasılsın, ne haldesin, bizi görmeyeli ne yapıyorsun?"

-Anam babam size feda olsun, iyiyiz. Kadın çıkınca sordum:

-Ya Resulallah, bu kadına çok alâka gösterdiniz, sebebi ne idi?"

-Hatice hayâtta iken bize gelir, giderdi. Yâ Âişe, “Ahde vefa imandandır."

Peygamberimiz en sıkışık ve en zor şartlar altında bulunsa dahi, verilen sözde durmayı, netice kendisinin aleyhine de olsa hiçbir surette vefasızlık göstermemeyi tavsiye etmiştir.

Allah Rasulünü örnek alan güzel Müslümanlar ahde vefanın en güzel örneklerini sergilemişlerdir. İstiklal Marşımızın Şairi M.Akif Ersoy da sözünü tutmayan bir arkadaşına “Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir.” diyerek altı ay dargın kalmıştı.

Allahü Teala bizleri AHDE VEFALI kullarından eylesin.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Hadislerden Öğrendiklerimiz


1. Ahde vefâsızlık nifâk alâmetidir, şiddetle haram kılınmıştır.

2. Verdikleri sözden cayanlar, akidlerini bozanlar kıyamette arkalarına birer bayrak dikilmek suretiyle teşhir edileceklerdir.

3. Devlet yöneticilerinin vefâsızlığı en ağır vefâsızlıktır.

4. Allah adına söz verip yemin eden sonra da sözüne ve yeminine sâdık kalmayan kimseleri Allah kendisinin hasmı olarak ilân etmiştir.


5. Müslümana sözünün eri olmak yaraşır. O, ağzından çıkan söze, inançlarına ve attığı imzaya sahip çıkar.

6. Vaad ve taahhütlerini yerine getirmemek haramdır
 
Üst