Lahika Analizi 52:Asâ-yı Mûsâ’-Dördüncü Mesele

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
.
Bismillahirrahmanirrahim.

Esselamün aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü ebeden daimen.


Bu haftaki Lahika Analizi dersimize Asâ-yı Mûsâ’ Dördüncü Mesele,den devam ediyoruz insallah. Anladiklarinizi paylasarak katilimlarinizi bekliyoruz kardesler.


Dördüncü Mes'ele
[NOT]Dördüncü MeseleYine Gençlik Rehberinde izahı var Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki:


“Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) [SUP]1[/SUP] hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.

Cevaben dedim ki:

Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.

Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.

Birinci noktaya cevap ise: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.

İşte, o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, Kâinat Sahibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:
[/NOT]



Bu risaleyle ilgili sorular

Dördüncü Mes'ele

[BILGI]
Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. İzah eder misiniz?


Üstadımız; "Kırk vefiyattan birkaç tanesinin kazandığı, diğerlerinin kaybettiğini" söylüyor, burayı nasıl anlamalıyız?

Kırk Vefiyattan Birkaçı Kurtulmuş, İfadesini Nasıl Anlamalıyız?
Kırk Vefiyattan Bir İkisinin Kurtulması Ne Demektir?


"Kalbinde zerre miktar imanı bulunan cennete girecektir." mealindeki hadis ile "kırk vefiyattan birkaç kişinin kurtulmasını" -hem de cami cemaatı olmasına rağmen- nasıl tevfik edebiliriz?

"Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler." cümlesini nasıl anlamalıyız, bunlar cami cemaati miydi?

"Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun... Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur..." On Birinci Şua Dördüncü Mesele'yi izah eder misiniz?
İkinci dünya savaşı sırasında müminlerin radyodan savaşı takib etmesi Üstad neden gereksiz görmüştür? Bunun gibi şimdi de dünyadaki hadiselerle ilgilenmek yanlış mı?

"İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp,.." Burada verilen yüzde, Nur talebeleri içinden mi, yoksa Müslümanlar arasından mı?
Dindar insanlar, bilhassa Nur Talebeleri siyasete girip hizmet etmemeli mi?

On Birinci Şua'nın (Meyve Risalesi) Dördüncü Mesele'sini anlayacağımız bir şekilde izah eder misiniz?

Risalelerde siyasi ve sosyal meselelerden uzak durmamız tavsiye ediliyor. Bu geçmişe ait bir durum mudur, her zaman mı geçerlidir? Arkadaşlarla siyasi meseleleri sık sık konuşuyoruz, gündemi takip ediyorum, ama epey de kafam karıştı, ne dersiniz?..

"Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler." kaynaklarla açıklar mısınız?

Kırk kişiden bir kişinin imanlı gitmesi şu zamanda da geçerli midir? Hâlâ namaz kılan dindar insan dediğimiz insanlarda öyle davranış ve konuşmalar duyuyoruz, görüyoruz ki, dehşette kalıyoruz...

"İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli harb-i umumîden,.." ifadesini nasıl anlayacağız; neden İkinci Dünya Savaşı İslam mukadderatıyla alakadardır?

Kırk kişiden bir kaç kişinin kurtulduğu yazılıyor Risalelerde. Ancak başka bir yerde de "Bu zamanda büyük günahları terk eden ve farzları yapan kurtulur." deniyor; tezat yok mu?
[/BILGI]​
 
Son düzenleme:

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. İzah eder misiniz?


İnsanın aleminde birbiri içine girmiş muhtelif alemleri vardır. Bu alemlerin büyüklük ve küçüklük noktasından iki hali vardır. Bu hallerden birisi kemiyet; diğeri ise keyfiyettir. Kemiyet keyfiyete nispetle daha önemsizdir. İnsanın alemindeki bu alemler ve dairelerden kimisi keyfiyetlidir, kimisi kemiyetlidir.

İnsanın bu alemlerinde kemiyet noktasından küçük olan, keyfiyet noktasında büyüktür. Keyfiyeti küçük olan alemin de kemiyeti büyüktür. İşte insanı aldatan ve yanıltan da bu noktadır.

İnsanın kalp ve mide dairesi kemiyet noktasında en dar ve küçük dairedir. Ama keyfiyet noktasında en büyük ve önemli bir dairedir. Bu dairenin vazifeleri çoktur ve hayatidir. Bu dairenin bir vazifesi geri kalsa, maddi ve manevi hayat çöker.
Mesela mide doyurulmazsa ceset ölür. Mide günde üç defa yemek ister. Bu isteğe muntazaman bakmak zorundayız. İnsan, sadece mide ve cesetten ibaret değildir. İnsanın bir de manevi bir mide ve cesedi vardır ki, bu kalp, akıl, vicdan gibi nurani ve latif şeylerden müteşekkildir. Nasıl maddi mide doyurulmak isteniyorsa, bu manevi cihaz ve duygular da doyurulmak ister. Maddi mide günde üç öğün yemek ile doyar, kalp ve ruh ise günde beş vakit namaz ile doyar. İşte bu vazifeleri terk etsek, hem maddi hem de manevi cesedimiz ölür. Bu yüzden bu küçük daire diğer büyük dairelerden daha büyük ve önemlidir.

Önem sırasına göre bu, kalp ve mide dairesinden sonra ceset ve hane dairesi gelir. Yani bizim midemizin nasıl ihtiyaçları var ve bu ihtiyaçlar sık aralıklarla giderilmek zorunda. Aynı şekilde aile ve ceset dairemizin de ihtiyaçları vardır. Eşimiz, çocuklarımız ve kendi bedenimiz için bir mesken, bir iş, bir geçimlik temin etmek, kalp ve mideden sonra ikinci önemli bir dairedir. Bu daireye karşı sorumluluk ve vazifelerimiz vardır. Bunları ihmal etmek olmaz.

Üçüncü daire ise mahalle ve şehir dairesidir ki, daire kemmiyeten büyüdükçe; vazife ve önem değeri azalıyor. Bizim kalp ve midemiz nasıl ceset ve hane dairesinin içinde ise ceset ve hanemizde mahalle ve şehir dairesinin içindedir. Bu yüzden bizim mahalle ve şehrimize karşı da sorumluluklarımız vardır. Mahallemizde yardıma muhtaç olanlara yardım etmek, çevremizi temiz tutmak, mahalle ve şehrimizi idare edecek, olanları seçmek gibi az ve uzun vadeli vazifelerimizdir.

Dördüncü daire ise vatan ve memleket dairesidir. Her insanın bu dairede belli başlı vazifeleri vardır. Ama bu vazifeler çok az ve uzun bir zaman gerektirir. Mesela askerlik yapmak ömürde bir defaya mahsus bir görevdir. Hükümeti seçmek beş yılda gelen bir vazifedir. Savaş olsa cepheye koşmak belki insanın ömründe hiç göremeyeceği bir vazifedir. Ama olduğu zaman bu vazifeye koşmak vatandaşlığın gereğidir. Bu daire az ve uzun vadeli olmasına karşın, en cazip ve insanı meşgul eden bir dairedir. İşte insanın, diğer kalp ve mide dairesini unutacak kadar bu daire ile meşgul olması, normal ve yararlı bir hal değildir.

Beşinci daire insanlık ve dünya dairesidir ki, en büyük ve insanları kendine çeken ve diğer asli ve önemli vazifelerini unutturan bir dairedir. İnsanların ekserisi bu dairenin cazibesine kapılıp, kendi küçük ama önemli dairede olan vazifelerini terk ediyorlar.

Halbuki bu dairede insanın belki ömrü boyunca bir vazifesi bile olmaz. Ama insan boşboğazlık edip kendi şahsi vazifelerini yapmaz, gider üzerine vazife olmayacak işler ile uğraşır. İnsanların ekserisinin dalalette olup kulluk vazifesini yapamamasının önemli sebeplerinden birisi de budur.

Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
[h=2]Üstadımız; "Kırk vefiyattan birkaç tanesinin kazandığı, diğerlerinin kaybettiğini" söylüyor, burayı nasıl anlamalıyız?[/h]
Kırk vefiyattan birkaç kişinin kurtulması meselesi, tahkiki imanı elde edemeyen, imanı taklitte kalan ve dünyanın afaki meselelerine dalmış insanların halini ifade ediyor. Bu zamanda dünyada en önemli vazife imanı kurtarmaktır, yani imanla kabre girmektir. İmanı taklidden tahkikiye çıkardıktan sonra, farzları yapan ve büyük günahları işlemeyen kurtulur inşallah.

Yoksa imanı taklitte kalan bir insan, cami cemaati de olsa tehlike içindedir. Saadeti ebediyenin vesikası tahkiki imandır, imanda en küçük bir arıza ve şüphe bütün amelleri iptal eder, ehemmiyeti kalmaz. Onun için imanı kavi hale getirmek bu zamanın birinci vazifesidir. Çünkü taklidi iman bu zamanın fenden ve felsefeden gelen inkar hücumuna karşı duramıyor, dayanamıyor. Sarsılmaz ve dayanıklı iman olan tahkiki imanı elde edemeyenlerin çoğu, bu davayı kaybetmişler ve etmeye de namzettirler.

Özet olarak; bir kişi bu zamanda sağlam imanı elde ettikten sonra, ibadetlerin asgarisi olan farzları yaparsa kurtulur. Tahkiki imanı elde edemeyenler ise, cami cemaati de olsa bu zamanın inkar selinden kurtulmalarının çok zor ve müşkül olduğuna işaret ediliyor.

Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Kırk Vefiyattan Birkaçı Kurtulmuş, İfadesini Nasıl Anlamalıyız?



Müslüman, ümit ve korku arasında yaşar. Başta Efendimiz (s.a.v) olmak üzere bütün Peygamberler ve mürşitler, tebliğlerinde bu ölçüyü temel almışlardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Cennet ve Cehenneme gidenlerin sayısını, bazı rivayetlerde bir deve, bazı rivayetlerde ise bir dananın sırtındaki bir benek ile dana veya devenin tüm diğer tüyleri ile mukâyese eder. Cennete gidenler benek kadar, cehenneme gidenleri ise, tüm tüyler kadardır anlamında ifâde eder. Bir keresinde ise şöyle der: "Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız..." Bunlar birer havf örneğidir. Ancak binlerce de ümit örnekleri de vardır.

Risale-i Nur Külliyatı'na baktığımızda, karşımıza aynı tablo çıkmaktadır. Hep ümit bahşeden ifâdeler ve araya serpiştirilen bir kaç havf örneği.

Kırk vefiyatın imansız mı yoksa günahkar mı gittiği konusuna gelince; ilk bakışta imansız gittiği şeklinde anlaşılmaktadır. Fakat doğrudan cennete gidemeyip, cehenneme gittikten sonra cennete gidenler şeklinde de anlamak mümkündür. Şunu unutmamak gerekir ki bu tespit, belli bir zaman dilimi için ifâde edilmiştir. Tüm zamanları kapsayan ifâdeler değildir. Allah demenin yasak olduğu, dini değerlerin tahrip ve tahrif edildiği ve dinsizliğe prim verildiği bir zaman dilimini kapsayan bir dönem için kullanılan ifâdeler olduğunu unutmamak gerekir.

Kaldı ki, yukarıda ki Hâdistende anlaşıldığı kadarıyla cennete gidenlerin sayısı az, cehenneme gidenlerin sayısı daha fazla olacaktır. Fakat bu tablo bizi ümitsizliğe sevk etmemelidir. On Yedinci Lem'a'da geçen şu ifâdeler bizim için bir ölçü olmalıdır;

"Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikâdını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve âdet çokluğunda değil.

Hayvânâtın kemiyet ve âdet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nispeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur." (1)

Evet, İnsan iman ile değer kazanır. Yoksa şeytanlaşmış bir hayvana inkılap eder. Hayvandan yüz derece aşağı düşer.

Vefat edenlerin çoğunun namazlı olduğu konusu ise, bazı hatıralara dayanmaktadır. Risalelerde böyle bir tespit yoktur. (1)

(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a Altıncı Nota


Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Kırk Vefiyattan Bir İkisinin Kurtulması Ne Demektir?



"Kırk vefiyattan ancak bir ikisinin kurtulabildiğini, diğerlerinin kaybettiği..." ifadeleri Risale-i Nur'da geçiyor. Şöyle ki;

"Herkesin, İmân mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer İmân vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?"(1)

Bazı hatıralardan duyduğumuz kadarıyla; bu ehl-i keşfel kuburun, bizzat Üstad olduğu ve vefat edenlerin de cami cemaati olduğu anlaşılıyor.
Neden böyle olduğuyla ilgili, bir kısım pasajları alıp buraya ekleyelim;

."Bu asırda, din ve İslâmiyet düşmanları, evvela imânın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Husûsan bu yirmi beş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münâfıkâne ve çeşit çeşit maskeler altında imânın erkânına yapılan sû-i kastlar pek dehşetli olmuştur. Çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir."

"Halbuki, imânın rükünlerinden birisinde hâsıl olacak bir şüphe veya inkâr, dinin teferruâtında yapılan lâkaydlıktan pekçok defa daha felâketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki, şimdi en mühim iş, taklidî imânı tahkikî imâna çevirerek imânı kuvvetlendirmektir, imânı takviye etmektir, imânı kurtarmaktır. Her şeyden ziyâde imânın esâsâtıyla meşgul olmak, katî bir zarûret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet hâline gelmiştir. Bu, Türkiye'de böyle olduğu gibi, umum İslâm dünyasında da böyledir."

"Evet, temelleri yıpratılmış bir binânın odalarını tâmir ve tezyine çalışmak, o binânın yıkılmaması için ne derece bir fayda temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için dal ve yapraklarını ilâçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir fayda verebilir mi?"

"İnsan, saray gibi bir binâdır. Temelleri erkân-ı imâniyedir. İnsan bir şeceredir. Kökü esâsât-ı imâniyedir."
"İmânın rükünlerinden en mühimi, imân-ı billâhtır, Allah'a imândır; sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, İmân ilmidir. İlimlerin esâsı, ilimlerin şâhı ve padişahı İmân ilmidir."

"İmân, yalnız icmâlî bir tasdikten ibâret değildir. İmânın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir imân, husûsan bu zamandaki dalâlet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî İmân ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imânı elde eden bir kimsenin İmân ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da mâruz kalsa, o kasırgalar bu İmân kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imânı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi bir vesvese veya şüpheye düşürtemez."

"İşte bu hakikatlere binâen, biz de tahkikî imânı ders vererek imânı kuvvetlendirip, insanı ebedî saadet ve selâmete götürecek Kur'ân ve İmân hakikatlerini câmi' bir eseri, sebat ve devam ve dikkatle okumayı katiyetle lâzım ve elzem gördük. Aksi takdirde, bu zamanda dünyevî ve uhrevî dehşetli musîbetler içine düşmek, şüphe götürmez bir hakikat halindedir. Bunun için, yegâne kurtuluş çaremiz Kur'ân-ı Hakîmin imânî âyetlerini ve bu asra bakan âyet-i kerîmelerini tefsir eden yüksek bir Kur'ân tefsirine sarılmaktır."(2)

" İkinci Cihet: İman, yalnız icmali ve taklidi bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten, ta büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misali güneşten ta deniz yüzündeki aksine, ta güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir esma-i İlahiye ve sair erkan-ı imaniyenin kainat hakikatleriyle alakadar çok hakikatleri var ki, "Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalat-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikiden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir" diye ehl-i hakikat ittifak etmişler."
"Evet, iman-ı taklidi, çabuk şüphelere mağlup olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikide pek çok meratip var. O meratiplerden ilmelyakin mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidi İmân bir şüpheye karşı bazan mağlup olur."
"Hem iman-ı tahkikinin bir mertebesi de aynelyakin derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kainatı bir Kur'ân gibi okuyabilecek derecesine gelir."
"Hem bir mertebesi de hakkalyakindir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez. Ve ulema-i ilm-i kelamın binler cild kitapları, akla ve mantığa istinaden telif edilip, yalnız o marifet-i imaniyenin bürhanlı ve akli bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden o marifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat, Kur'ân ın mucizekar cadde-i kübrası, gösterdiği hakaik-i imaniye ve marifet-i kudsiye, o ulema ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir."
"Halbuki Allah ı bilmek, bütün kainata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz i ve külli herşey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat i İmân etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine İmân etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, "Bir Allah var" deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek (hâşâ) hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah a İmân hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevi Cehennemin dünyevi tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler."

"Evet, inkar etmemek başkadır, İmân etmek bütün bütün başkadır."

"Evet, kainatta hiçbir zişuur, kainatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Halik-ı Zülcelal i inkar edemez... Etse, bütün kainat onu tekzib edeceği için susar, lakayd kalır."

"Fakat Ona İmân etmek, Kur'ân-ı Azimüşşanın ders verdiği gibi, O Halıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kainatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir. Her neyse..."(3)




(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Dördüncü Mes'ele

(2) bk. Sözler, Konferans.

(3) bk. Emirdağ Lahikası-I, (63. Mektup.)

Sorularla Risale
 
Son düzenleme:

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
"Kalbinde zerre miktar imanı bulunan cennete girecektir." mealindeki hadis ile "kırk vefiyattan birkaç kişinin kurtulmasını" -hem de cami cemaatı olmasına rağmen- nasıl tevfik edebiliriz?



Hadiste ifade edilen "Kalbinde zerre kadar iman bulunan eninde sonunda cennette gider." hükmü, iman ile kabre gidenler için geçerlidir. Yani bir kişi ne kadar günah ve zulüm işlemiş de olsa, imanla kabre girdi mi bu imanı zerre kadar az da olsa elinde sonunda cennette gider demektir. Yoksa kabre imanını muhafaza edemeden giren birisi, ne kadar ibadet ehli de olsa cennete ebedi olarak giremez ve ebedi cehennemlik olur.

Mesela; birisi namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekat veriyor; ama faiz bu zamanda gerekli diye faizi savunuyor. Bu kişi bu hali ile ölse ebedi cehennemliktir. Zira Allah’ın yasak kıldığı faizi savunuyor. Günümüzde Müslüman’ım dediği halde, Allah’ın şeriatına hakaret eden yığınla insan vardır. Hatta bunların bir çoğu cami cemaatidir. Bunlar bu hadisin kapsamına girmezler. Tabi dünya hayatında hatasını anlayıp tövbe edip tekrar iman eder ve bu hali ile ölürse, hadisin kapsamına girerler.

Öbür tarafta birisi ne namaz kılıyor, ne zekat veriyor, ne de oruç tutuyor; ama bunların hiçbirisini de inkar etmiyor ve İslam’ın bütün hükümlerine sahih olarak iman etmiş. Bu kişi şayet bu hali ile kabre girerse yapmadığı ibadetlerinin cezasını çeker, ama ebedi olarak cehennemde kalmaz, eninde sonunda cezasını çektikten sonra cennete girer.

İşte Peygamber Efendimiz (asv)'in "zerre kadar iman" dediği, bu halde olan insanlardır. Üstad'ın "kırk vefiyattan otuz sekizi kaybediyor" dediği zevat, imanı sahih olmayan kişilerdir. Yani zahiren Müslüman ve dindar ama kalbi açıdan öyle olmayanlar içindir.

Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
"Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler." cümlesini nasıl anlamalıyız, bunlar cami cemaati miydi?


Herkesin, İmân mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer İmân vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?"(1)

Kırk vefiyattan birkaç kişinin kurtulması meselesi; tahkiki imanı elde edemeyen ve imanı taklitte kalan ve dünyanın afaki meselelerine dalmış insanların halini ifade ediyor. Bu zamanda dünyada en önemli vazife imanı kurtarmaktır, yani imanla kabre girmektir. İmanı taklitten tahkikiye çıkardıktan sonra farzları yapan ve büyük günahları işlemeyen kurtulur inşallah.

Yoksa imanı taklitte kalan bir insan, cami cemaati de olsa tehlike içindedir. Saadeti ebediyenin vesikası tahkiki imandır, imanda en küçük bir arıza ve şüphe, bütün amelleri iptal eder, ehemmiyeti kalmaz. Onun için imanı kavi hale getirmek, bu zamanın birinci vazifesidir. Çünkü taklidi iman bu zamanın fenden ve felsefeden gelen inkar hücumuna karşı duramıyor, dayanamıyor. Sarsılmaz ve dayanıklı iman olan tahkiki imanı elde edemeyenlerin çoğu, bu davayı kaybetmişler ve etmeye de namzettirler.

Özet olarak; bir kişi bu zamanda sağlam imanı elde ettikten sonra, ibadetlerin asgarisi olan farzları yaparsa kurtulur. Tahkiki imanı elde edemeyenler ise, cami cemaati de olsa bu zamanın inkar selinden kurtulmalarının çok zor ve müşkül olduğuna işaret ediliyor.

Üstad Hazretlerinin kırk vefiyattan otuz sekizi kaybediyor dediği zevat, imanı sahih olmayan kişilerdir. Yani zahiren Müslüman ve dindar; ama kalbi açıdan öyle olmayanlar içindir.

Tahkikatımıza neticesinde böyle bir hatıra ile karşılaşmadık.

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua Dördüncü Mesele.

Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
[h=2]"Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun... Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur..." On Birinci Şua Dördüncü Mesele'yi izah eder misiniz? [/h]

"Yine Gençlik Rehberinde izahı var. Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki:"

“Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler."

"Cevaben dedim ki:"

"Ömür sermayesi pek azdır;
lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir..."(1)
İman ve Kur’an’a hizmet etmek meselesi, dünyanın bütün meselelerinden daha üstün ve daha önemli bir meseledir. Dünyanın değil basit ve sıradan hadiseleri, en büyük hadiseleri bile bir Nur Talebesini iman ve Kur’an hizmetinden alıkoyamaz ve koymamalıdır. Üstad Hazretleri Dördüncü Mesele'de bu hakikati izah ediyor.
Evet, bir insanın bu dünyada en büyük davası, imanla kabre girip girmemek davasıdır. Şayet bir insan imansız kabre girse, dünyanın hangi meşguliyeti ya da hangi davası onu kurtarabilir. Demek imanla kabre girmeye vasıta olan şeyler ile meşgul olmak, dünyanın bütün büyük ve önemli hadiselerinden daha önemli ve daha gerekli bir meşguliyettir.
Üstad Hazretleri iman hizmetini İkinci Dünya Savaşı ile meşgul olmaktan daha önemli görerek bize önemli bir yol gösteriyor. Dünyanın en büyük hadisesi bile iman hizmetine set çekemezken, nasıl olur da adi ve basit şeyler bu hizmete set çekebilir diye bir mukayese yapmak da mümkündür.
İkinci olarak, dünyanın böyle zulümlü ve karmaşık şeyleri ile meşgul olmak da bir fayda olmadığı gibi, ciddi ve önemli zarar ve tehlikeler mevcuttur.
Mesela İkinci Dünya Harbi'nde bir tarafa kalben destek vermek, onların günah ve zulümlerine ortak olmak demektir. Zira "Küfre rıza küfür olduğu gibi, zulme rıza dahi zulümdür." fehvasınca, zalime kalben taraftar olmak onun zulmüne ortak olmak demektir. Onların dünyevi hakimiyet kavgasında Müslümanların kalben onlara taraf olmasında hiçbir fayda ve menfaat olmadığı halde, onların büyük zulüm ve günahlarına meccanen ortak olmak akıl karı değildir.
Bu sebeple Üstad Hazretleri hem kendi meşgul olmamış hem de talebelerini meşgul olmaktan men etmiştir. Ve daha elzem ve gerekli olan iman hizmetine yönelmiş ve talebelerini de yöneltmiştir.

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Dördüncü Mesele


Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
İkinci dünya savaşı sırasında müminlerin radyodan savaşı takib etmesi Üstad neden gereksiz görmüştür? Bunun gibi şimdi de dünyadaki hadiselerle ilgilenmek yanlış mı?



Bu konuda yeteri kadar malumat, eserlerde mevcuttur. Asıl mesele bu bilgileri doğru anlamaktır. islam mukadderatıyla çok ilgili en önemli meseleleri dahi; üstadın takip etmemesini nasıl izah edebiliriz.

Siyasetle ilgilenmek ile siyasetle oyalanıp avunmayı bibirine karıştırmak riskiyle karşı karşıyayız.

Durmadan medyayı takip etmek, sağa sola hiddetlenmek, kendimizi rahatlatmak için, galiz tabirler kullanmak ve böylece asıl vazifemizi terk etmek, duyarlılık ise; bu duyarlılığın, zarardan başka hiç bir faidesi yoktur. Ülke sarayında bir görev dağılımı yapmışız. siyaset yapmak isteyen varsa kurallar belli, ama ben siyaset değil de, şu işi yapmak istiyorum diyorsak eğer, vazifemizi yapmak daha doğru bir davranştır. Bilfiil siyasetin dışında olanların siyasetle ilgisi, seçimler geldikçe, isabetli oy'unu kullanmaktır.

Üstadın şu ifaelerine kulak verelim;

"Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar (üstadın davası da islam değil mi? herkesten ziyade bakması lazım gelir.) olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) Haşiye hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?"
dediler.

Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.


Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.




Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
"İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp,.." Burada verilen yüzde, Nur talebeleri içinden mi, yoksa Müslümanlar arasından mı?




Evvela burada yüzde doksan veya yüzde doksan dokuz gibi yüzdeliklerin hikmeti; bir insanın ne kadar takva da olsa kendisini yüzde yüz emniyette görmemesi gerektiği içindir. Yani korku ve ümit dengesini muhafaza için, bu gibi yüzdelik tabirler kullanılır.

İkincisi, burada kast edilen mana, bu eserlere bağlanan ve onları dava vekili olarak gören kişilerin yüzde doksan ihtimalle o haps-i ebediden kurtulacağının müjdesi verilmektedir. Dolayısıyla hangi adam olursa olsun, ebedi cehennem ve azaptan kurtulması için, dava vekili olarak Risale-i Nur'ları elde etmesi yeter.

Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Dindar insanlar, bilhassa Nur Talebeleri siyasete girip hizmet etmemeli mi?




Bu konuda yeteri kadar malumat, eserlerde mevcuttur. Asıl mesele bu bilgileri doğru anlamaktır. İslam mukadderatıyla çok ilgili en önemli siyasi meseleleri dahi; Üstad'ın takip etmemesini nasıl izah edebiliriz?

Siyasetle ilgilenmek ile siyasetle oyalanıp avunmayı birbirine karıştırmak riskiyle karşı karşıyayız. Durmadan medyayı takip etmek, sağa sola hiddetlenmek, kendimizi rahatlatmak için, galiz tabirler kullanmak ve böylece asıl vazifemizi terk etmek, duyarlılık ise; bu duyarlılığın, zarardan başka hiç bir faidesi yoktur.

Ülke sarayında bir görev dağılımı yapmışız. Siyaset yapmak isteyen varsa kurallar belli, ama ben siyaset değil de, şu işi yapmak istiyorum diyorsak eğer, vazifemizi yapmak daha doğru bir davranştır. Bilfiil siyasetin dışında olanların siyasetle ilgisi, seçimler geldikçe, isabetli bir şekilde oyunu kullanmaktır.

Üstadın şu ifaelerine kulak verelim:
"Küre-i arzı herc-ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) Hâşiye hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?" dediler."

"Cevaben dedim ki: Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir."

"Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür."
(1)



(1) bk. Şualar, On Birinci Şua Dördüncü Mesele.




Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
[h=2]On Birinci Şua'nın (Meyve Risalesi) Dördüncü Mesele'sini anlayacağımız bir şekilde izah eder misiniz? [/h]

İnsanın aleminde birbiri içine girmiş muhtelif alemleri vardır. Bu alemlerin büyüklük ve küçüklük noktasından iki hali vardır. Bu hallerden birisi kemiyet; diğeri ise keyfiyettir. Kemiyet keyfiyete nispetle daha önemsizdir. İnsanın alemindeki bu alemler ve dairelerden kimisi keyfiyetlidir, kimisi kemiyetlidir.

İnsanın bu alemlerinde kemiyet noktasından küçük olan, keyfiyet noktasında büyüktür. Keyfiyeti küçük olan alemin de kemiyeti büyüktür. İşte insanı aldatan ve yanıltan da bu noktadır.

İnsanın kalp ve mide dairesi kemiyet noktasında en dar ve küçük dairedir. Ama keyfiyet noktasında en büyük ve en önemli bir dairedir. Bu dairenin vazifeleri çoktur ve hayatidir. Bu dairenin bir vazifesi geri kalsa, maddi ve manevi hayat çöker.
Mesela, mide doyurulmazsa ceset ölür. Mide günde bir kaç defa yemek ister. Bu isteğe muntazaman bakmak zorundayız. İnsan, sadece mide ve cesetten ibaret değildir. İnsanın bir de manevi mide ve cesedi vardır ki, bu kalp, akıl, vicdan gibi nurani ve latif şeylerden müteşekkildir.
Nasıl maddi mide doyurulmak isteniyorsa, bu manevi cihaz ve duygular da doyurulmak ister. Maddi mide günde üç öğün yemek ile doyar, kalp ve ruh ise günde beş vakit namaz ile doyar. İşte bu vazifeleri terk etsek, hem maddi hem de manevi cesedimiz ölür. Bu yüzden bu küçük daire diğer büyük dairelerden daha büyük ve önemlidir.

Önem sırasına göre bu, kalp ve mide dairesinden sonra ceset ve hane dairesi gelir. Yani bizim midemizin nasıl ihtiyaçları var ve bu ihtiyaçlar sık aralıklarla giderilmek zorunda. Aynı şekilde aile ve ceset dairemizin de ihtiyaçları vardır. Eşimiz, çocuklarımız ve kendi bedenimiz için bir mesken, bir iş, bir geçimlik temin etmek, kalp ve mideden sonra ikinci önemli bir dairedir. Bu daireye karşı sorumluluk ve vazifelerimiz vardır. Bunları ihmal etmek olmaz.

Üçüncü daire ise mahalle ve şehir dairesidir ki, daire kemiyeten büyüdükçe; vazife ve önem değeri azalıyor. Bizim kalp ve midemiz nasıl ceset ve hane dairesinin içinde ise, ceset ve hanemiz de mahalle ve şehir dairesinin içindedir. Bu yüzden bizim mahalle ve şehrimize karşı da sorumluluklarımız vardır. Mahallemizde yardıma muhtaç olanlara yardım etmek, çevremizi temiz tutmak, mahalle ve şehrimizi idare edecek olanları seçmek gibi az ve uzun vadeli vazifelerimizdir.

Dördüncü daire ise vatan ve memleket dairesidir. Her insanın bu dairede belli başlı vazifeleri vardır. Ama bu vazifeler çok az ve uzun bir zaman gerektirir. Mesela askerlik yapmak, ömürde bir defaya mahsus bir görevdir. Hükümeti seçmek beş yılda gelen bir vazifedir. Savaş olsa cepheye koşmak belki insanın ömründe hiç göremeyeceği bir vazifedir. Ama olduğu zaman bu vazifeye koşmak vatandaşlığın gereğidir. Bu daire az ve uzun vadeli olmasına karşın, en cazip ve insanı meşgul eden bir dairedir. İşte insanın, diğer kalp ve mide dairesini unutacak kadar bu daire ile meşgul olması, normal ve yararlı bir hal değildir.

Beşinci daire insanlık ve dünya dairesidir ki, en büyük ve insanları kendine en çok çeken ve diğer asli ve önemli vazifelerini unutturan bir dairedir. İnsanların ekserisi bu dairenin cazibesine kapılıp, kendi küçük ama önemli dairede olan vazifelerini terk ediyorlar.

Halbuki bu dairede insanın belki ömrü boyunca bir vazifesi bile olmaz. Ama insan boşboğazlık edip kendi şahsi vazifelerini yapmaz, gider üzerine vazife olmayacak işler ile uğraşır. İnsanların ekserisinin dalalette olup kulluk vazifesini yapamamasının önemli sebeplerinden birisi de budur.
Şayet dünya ve siyaset meseleleri bizim şahsi ve kalbi vazifelerimizi unutturup zedeliyorsa, o zaman ciddi bir risk ve günah içerisindeyiz demektir.
Kırk vefiyattan birkaç kişinin kurtulması meselesi, tahkiki imanı elde edemeyen, imanı taklitte kalan ve dünyanın afaki meselelerine dalmış insanların halini ifade ediyor. Bu zamanda dünyada en önemli vazife imanı kurtarmaktır, yani imanla kabre girmektir. İmanı taklidden tahkikiye çıkardıktan sonra, farzları yapan ve büyük günahları işlemeyen kurtulur inşallah.

Yoksa, imanı taklitte kalan bir insan, cami cemaati de olsa tehlike içindedir. Saadeti ebediyenin vesikası tahkiki imandır, imanda en küçük bir arıza ve şüphe bütün amelleri iptal eder, ehemmiyeti kalmaz. Onun için imanı kavi hale getirmek bu zamanın birinci vazifesidir. Çünkü taklidi iman bu zamanın fenden ve felsefeden gelen inkar hücumuna karşı duramıyor, dayanamıyor. Sarsılmaz ve dayanıklı iman olan tahkiki imanı elde edemeyenlerin çoğu, bu davayı kaybetmişler ve etmeye de namzettirler.

Özet olarak; bir kişi bu zamanda sağlam imanı elde ettikten sonra, ibadetlerin asgarisi olan farzları yaparsa kurtulur. Tahkiki imanı elde edemeyenler ise, cami cemaati de olsa bu zamanın inkar selinden kurtulmalarının çok zor ve müşkül olduğuna işaret ediliyor.
İman ve Kur’an’a hizmet etmek meselesi, dünyanın bütün meselelerinden daha üstün ve daha önemli bir meseledir. Dünyanın değil basit ve sıradan hadiseleri, en büyük hadiseleri bile bir Nur Talebesini iman ve Kur’an hizmetinden alıkoyamaz ve koymamalıdır. Üstad Hazretleri Dördüncü Mesele'de bu hakikati izah ediyor.
Evet, bir insanın bu dünyada en büyük davası, imanla kabre girip girmemek davasıdır. Şayet bir insan imansız kabre girse, dünyanın hangi meşguliyeti ya da hangi davası onu kurtarabilir. Demek imanla kabre girmeye vasıta olan şeyler ile meşgul olmak, dünyanın bütün büyük ve önemli hadiselerinden daha önemli ve daha gerekli bir meşguliyettir.
Üstad Hazretleri, iman hizmetini İkinci Dünya Savaşı ile meşgul olmaktan daha önemli görerek bize önemli bir yol gösteriyor. Dünyanın en büyük hadisesi bile iman hizmetine set çekemezken, nasıl olur da adi ve basit şeyler bu hizmete set çekebilir diye bir mukayese yapmak da mümkündür.
İkinci olarak, dünyanın böyle zulümlü ve karmaşık şeyleri ile meşgul olmakda bir fayda olmadığı gibi, ciddi ve önemli zarar ve tehlikeler mevcuttur.
Mesela İkinci Dünya Harbi'nde bir tarafa kalben destek vermek, onların günah ve zulümlerine ortak olmak demektir. Zira "Küfre rıza küfür olduğu gibi, zulme rıza dahi zulümdür." fehvasınca, zalime kalben taraftar olmak, onun zulmüne ortak olmak demektir. Onların dünyevi hakimiyet kavgasında Müslümanların kalben onlara taraf olmasında hiçbir fayda ve menfaat olmadığı halde, onların büyük zulüm ve günahlarına meccanen ortak olmak akıl karı değildir.
Bu sebeple Üstad Hazretleri hem kendisi meşgul olmamış, hem de talebelerini meşgul olmaktan men etmiştir. Kendisi daha elzem ve gerekli olan iman hizmetine yönelmiş ve talebelerini de ısrarla teşvik etmiştir.


Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
[h=2]Risalelerde siyasi ve sosyal meselelerden uzak durmamız tavsiye ediliyor. Bu geçmişe ait bir durum mudur, her zaman mı geçerlidir? Arkadaşlarla siyasi meseleleri sık sık konuşuyoruz, gündemi takip ediyorum, ama epey de kafam karıştı, ne dersiniz?..[/h]
[h=2][/h]
[h=2][/h]Yazar: Sorularla Risale, 06-12-2011

İnsanın aleminde birbiri içine girmiş muhtelif alemleri vardır. Bu alemlerin büyüklük ve küçüklük noktasından iki hali vardır. Bu hallerden birisi kemiyet; diğeri ise keyfiyettir. Kemiyet keyfiyete nispetle daha önemsizdir. İnsanın alemindeki bu alemler ve dairelerden kimisi keyfiyetlidir, kimisi kemiyetlidir.
İnsanın bu alemlerinde kemiyet noktasından küçük olan, keyfiyet noktasında büyüktür. Keyfiyeti küçük olan alemin de kemiyeti büyüktür. İşte insanı aldatan ve yanıltan da bu noktadır.
İnsanın kalp ve mide dairesi kemiyet noktasında en dar ve küçük dairedir. Ama keyfiyet noktasında en büyük ve en önemli bir dairedir. Bu dairenin vazifeleri çoktur ve hayatidir. Bu dairenin bir vazifesi geri kalsa, maddi ve manevi hayat çöker.
Mesela mide doyurulmazsa ceset ölür. İnsan, sadece mide ve cesetten ibaret değildir. İnsanın bir de manevi bir mide ve cesedi vardır ki, bu kalp, akıl, vicdan gibi nurani ve latif şeylerden müteşekkildir. Nasıl maddi mide doyurulmak isteniyorsa, bu manevi cihaz ve duygular da doyurulmak ister. Maddi mide için belli öğünlerde belli yiyecekler alması gerekir. Kalp ve ruh ise günde beş vakit namaz ile doyar. İşte bu vazifeleri terk etsek, hem maddi hem de manevi cesedimiz ölür. Bu yüzden bu küçük daire diğer büyük dairelerden daha büyük ve önemlidir.

Önem sırasına göre, kalp ve mide dairesinden sonra ceset ve hane dairesi gelir. Yani bizim midemizin nasıl ihtiyaçları var ve bu ihtiyaçlar sık aralıklarla giderilmek zorunda. Aynı şekilde aile ve ceset dairemizin de ihtiyaçları vardır. Eşimiz, çocuklarımız ve kendi bedenimiz için bir mesken, bir iş, bir geçimlik temin etmek, kalp ve mideden sonra ikinci önemli bir dairedir. Bu daireye karşı sorumluluk ve vazifelerimiz vardır. Bunları ihmal etmek olmaz.

Üçüncü daire ise mahalle ve şehir dairesidir ki, daire kemiyeten büyüdükçe; vazife ve önem değeri azalıyor. Bizim kalp ve midemiz nasıl ceset ve hane dairesinin içinde ise, ceset ve hanemiz de mahalle ve şehir dairesinin içindedir. Bu yüzden bizim mahalle ve şehrimize karşı da sorumluluklarımız vardır. Mahallemizde yardıma muhtaç olanlara yardım etmek, çevremizi temiz tutmak, mahalle ve şehrimizi idare edecek olanları seçmek gibi az ve uzun vadeli vazifelerimizdir.

Dördüncü daire ise vatan ve memleket dairesidir. Her insanın bu dairede belli başlı vazifeleri vardır. Ama bu vazifeler çok az ve uzun bir zaman gerektirir. Mesela askerlik yapmak ömürde bir defaya mahsus bir görevdir. Hükümeti seçmek beş yılda gelen bir vazifedir. Savaş olsa cepheye koşmak belki insanın ömründe hiç göremeyeceği bir vazifedir. Ama olduğu zaman bu vazifeye koşmak vatandaşlığın gereğidir. Bu daire az ve uzun vadeli olmasına karşın, en cazip ve insanı meşgul eden bir dairedir. İşte insanın, diğer kalp ve mide dairesini unutacak kadar bu daire ile meşgul olması, normal ve yararlı bir hal değildir.

Beşinci daire insanlık ve dünya dairesidir ki, en büyük ve insanları kendine en çok çeken ve diğer asli ve önemli vazifelerini unutturan bir dairedir. İnsanların ekserisi bu dairenin cazibesine kapılıp, küçük ama önemli dairede olan vazifelerini terk ediyorlar.
Halbuki bu dairede insanın, belki ömrü boyunca bir vazifesi bile olmaz. Ama insan boşboğazlık edip kendi şahsi vazifelerini yapmaz, gider üzerine vazife olmayacak işler ile uğraşır. İnsanların ekserisinin dalalette olup, kulluk vazifesini yapamamasının önemli sebeplerinden birisi de budur.
Şayet dünya ve siyaset meseleleri bizim şahsi ve kalbi vazifelerimizi unutturup zedeliyorsa, o zaman ciddi bir risk ve günah içerisindeyiz demektir.
Kırk vefiyattan birkaç kişinin kurtulması meselesi, tahkiki imanı elde edemeyen, imanı taklitte kalan ve dünyanın afaki meselelerine dalmış insanların halini ifade ediyor. Bu zamanda dünyada en önemli vazife imanı kurtarmaktır, yani imanla kabre girmektir. İmanı taklidden tahkikiye çıkardıktan sonra, farzları yapan ve büyük günahları işlemeyen inşallah kurtulur.

Yoksa imanı taklitte kalan bir insan, cami cemaati de olsa tehlike içindedir. Saadeti ebediyenin vesikası tahkiki imandır, imanda en küçük bir arıza ve şüphe bütün amelleri iptal eder, ehemmiyeti kalmaz. Onun için imanı kavi hale getirmek bu zamanın birinci vazifesidir. Çünkü taklidi iman bu zamanın fenden ve felsefeden gelen inkar hücumuna karşı duramıyor, dayanamıyor. Sarsılmaz ve dayanıklı iman olan tahkiki imanı elde edemeyenlerin çoğu, bu davayı kaybetmişler ve etmeye de namzettirler.

Özet olarak; bir kişi bu zamanda sağlam imanı elde ettikten sonra, ibadetlerin asgarisi olan farzları yaparsa inşallalh kurtulur. Tahkiki imanı elde edemeyenler ise, cami cemaati de olsa bu zamanın inkar selinden kurtulmaları çok zor ve müşküldür.
İman ve Kur’an’a hizmet etmek meselesi, dünyanın bütün meselelerinden daha üstün ve daha önemli bir meseledir. Dünyanın değil basit ve sıradan hadiseleri, en büyük hadiseleri bile bir Nur Talebesini iman ve Kur’an hizmetinden alıkoyamaz ve koymamalıdır. Üstad Hazretleri Dördüncü Mesele'de bu hakikati çok güzel izah ediyor.
Evet, bir insanın bu dünyada en büyük davası, imanla kabre girip girmemek davasıdır. Şayet bir insan imansız kabre girse, dünyanın hangi meşguliyeti ya da hangi davası onu kurtarabilir. Demek imanla kabre girmeye vasıta olan şeyler ile meşgul olmak, dünyanın bütün büyük ve önemli hadiselerinden daha önemli ve daha gerekli bir meşguliyettir.
Üstad Hazretleri iman hizmetini İkinci Dünya Savaşı ile meşgul olmaktan daha önemli görerek, bize önemli bir yol gösteriyor. Dünyanın en büyük hadisesi bile iman hizmetine set çekemezken, nasıl olur da adi ve basit şeyler bu hizmete set çekebilir diye bir mukayese yapmak da mümkündür.
İkinci olarak, dünyanın böyle zulümlü ve karmaşık şeyleri ile meşgul olmakta bir fayda olmadığı gibi, ciddi ve önemli zarar ve tehlikeler mevcuttur.
Mesela İkinci Dünya Harbi'nde bir tarafa kalben destek vermek, onların günah ve zulümlerine ortak olmak demektir. Zira "Küfre rıza küfür olduğu gibi, zulme rıza dahi zulümdür." fehvasınca, zalime kalben taraftar olmak onun zulmüne ortak olmak demektir. Onların dünyevi hakimiyet kavgasında Müslümanların kalben onlara taraf olmasında hiçbir fayda ve menfaat olmadığı halde, onların büyük zulüm ve günahlarına meccanen ortak olmak akıl karı değildir.
Bu sebeple Üstad Hazretleri böyle faydasız dünyevi ve içtimai şeylerle hem kendi meşgul olmamış hem de talebelerini meşgul olmaktan men etmiştir. Ve daha elzem ve gerekli olan iman hizmetine yönelmiş ve talebelerini de yöneltmiştir.
Risale-i Nur'u iyice okuyup hazmetmeden harici şeyler ile meşgul olmak çok tehlikeli ve risklidir. Allah korusun, kafa ve kalbimizin zındık bir geveze olmasına kadar gidebilir. Bu yüzden Risale-i Nurlarla meşgul olup, zihnimizi ve kalbimizi harici şeylerle dağıtmamalıyız.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
"Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler." kaynaklarla açıklar mısınız?
"Herkesin, İmân mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer İmân vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?"(1)

.
Kırk vefiyattan birkaç kişinin kurtulması meselesi,

tahkiki imanı elde edemeyen ve imanı taklitte kalan ve dünyanın afaki meselelerine dalmış insanların halini ifade ediyor. Bu zamanda dünyada en önemli vazife imanı kurtarmaktır, yani imanla kabre girmektir. İmanı taklitten tahkikiye çıkardıktan sonra, farzları yapan ve büyük günahları işlemeyen kurtulur inşallah.


İmanı taklitte kalan bir insan cami cemaati de olsa tehlike içindedir.

Saadeti ebediyenin vesikası tahkiki imandır, imanda en küçük bir arıza ve şüphe bütün amelleri iptal eder, ehemmiyeti kalmaz. Onun için imanı kavi hale getirmek bu zamanın birinci vazifesidir. Çünkü taklidi iman bu zamanın fenden ve felsefeden gelen inkar hücumuna karşı duramıyor dayanamıyor. Sarsılmaz ve dayanıklı iman olan tahkiki imanı elde edemeyenlerin çoğu bu davayı kaybetmişler ve etmeye de namzettirler.

Özet olarak, bir kişi bu zamanda sağlam imanı elde ettikten sonra ibadetlerin asgarisi olan farzları yaparsa kurtulur. Tahkiki imanı elde edemeyenler ise cami cemaati de olsa bu zamanın inkar selinden kurtulmalarının çok zor ve müşkül olduğuna işaret ediliyor. Üstad Hazretlerinin "kırk vefiyattan otuz sekizi kaybediyor" dediği zevat, imanı sahih olmayan kişilerdir. Yani zahiren Müslüman ve dindar ama kalbi açıdan öyle olmayanlar içindir.

Veli zatların kalp gözü açık olduğu için kabrin ahvalini görebilirler. Kabirdeki kişinin azap üzerine mi yoksa mükafat üzerine mi olduğunu müşahede edebilirler. Üstad Hazretleri böyle veli bir zatın kalbi müşahedesinin bu yönde olduğunu beyan ediyor. Dolayısı ile bu kaynak isteyen bir hadise değil, manevi bir müşahededir.


(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Dördüncü Mesele.


Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Kırk kişiden bir kişinin imanlı gitmesi şu zamanda da geçerli midir? Hâlâ namaz kılan dindar insan dediğimiz insanlarda öyle davranış ve konuşmalar duyuyoruz, görüyoruz ki, dehşette kalıyoruz...




"Herkesin, İmân mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer İmân vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?"(1)



.
Kırk vefiyattan birkaç kişinin kurtulması meselesi, tahkiki imanı elde edemeyen ve imanı taklitte kalan ve dünyanın afaki meselelerine dalmış insanların halini ifade ediyor. Bu zamanda dünyada en önemli vazife imanı kurtarmak, yani imanla kabre girmektir. İmanı taklitten tahkikiye çıkardıktan sonra, farzları yapan ve büyük günahları işlemeyen kurtulur inşallah.
.
Yoksa imanı taklitte kalan bir insan, cami cemaati de olsa tehlike içindedir. Saadet-i ebediyenin vesikası tahkiki imandır. İmanda en küçük bir arıza ve şüphe bütün amelleri iptal eder, yapılan amellerin ehemmiyeti kalmaz. Onun için imanı kavi hale getirmek bu zamanın en birinci vazifesidir. Çünkü taklidi iman bu zamanın fenden ve felsefeden gelen inkar hücumuna karşı duramıyor ve dayanamıyor. Sarsılmaz ve dayanıklı iman olan tahkiki imanı elde edemeyenlerin çoğu, bu davayı kaybetmişler ve etmeye de namzettirler. Bu husus, içinde bulunduğumuz zaman için de geçerlidir. Her zaman ve dönem için de geçerli olacaktır.
.
Lakin hayatta olanlar için, şu imanla kabre girer, şu girmez demek yanlış olur. Zira onların akıbeti bize meçhul ve gaybidir. O anda küfür üzerinde olan birisi daha sonra tövbe edip tahkiki imanı kazanabilir. Bu yüzden, şu kimse kesinlikle kafir olarak ölür, denilmez. Üstad Hazretlerinin kırk vefiyat meselesi, akıbeti kerametle görüp söylemesi ile sabittir.

.
Özet olarak, bir kişi bu zamanda sağlam imanı elde ettikten sonra, ibadetlerin asgarisi olan farzları yapar, kebairi de terk ederse kurtulur. Tahkiki imanı elde edemeyenler ise, cami cemaati de olsa bu zamanın inkar selinden kurtulmalarının çok zor ve müşkül olduğuna işaret ediliyor.


Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli harb-i umumîden,.." ifadesini nasıl anlayacağız; neden İkinci Dünya Savaşı İslam mukadderatıyla alakadardır?



"Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun..."(1)

.
Bu sorunuza iki şekilde cevap verebiliriz: Birisi, İkinci Dünya Savaşı'nda belki Müslüman bir ülke bulunmadı, lakin onun etkisi ve sıkıntısı bütün dünyayı sardı ve herkesi etkiledi. Bu cihetle bu savaş Müslümanların da mukadderatı sayılır.

İkincisi, alem-i İslam özellikle de Türkiye bu savaşın içine her an çekilmek istendi, ama kader muhafaza etti. Bu cihetle de İslam alemi diken üstünde oldu. Bu da bir cihetle İslam mukadderatı sayılır.

Savaşa girilse idi İslam alemi bundan en büyük zararı görecek taraf olacaktı. Zira yeni harpten çıkmış, bu yüzden yorgun ve bitkin, işgaller görmüş bir haldeydi.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Kırk kişiden bir kaç kişinin kurtulduğu yazılıyor Risalelerde. Ancak başka bir yerde de "Bu zamanda büyük günahları terk eden ve farzları yapan kurtulur." deniyor; tezat yok mu?



Bu hususu iki cihetten ele alabiliriz. Birisi, farzları yapıp, büyük günahları işlemeyenlerin kurtulmasında imanla kabre girmek zımni bir şart olarak ifade edilmiş olmasıdır. Yani "farzları yapan, büyük günahları terk" eden birisi imanla kabre girmişse, inşallah kurtulmuş demektir. Bu ifadeyi bu varsayım ile değerlendirmek gerekir. Yoksa, farzları yapıp büyük günahları terk eden bir adamın da imansız kabre girme riski her zaman için vardır.


İkincisi, Risale-i Nur'un yeni telif edildiği dönemlerde dinsiz felsefe çok insanların imansız kabre girmesine sebep oluyordu. Ama Risale-i Nurlar tahkiki iman dersleri ile bu hükmü tersine çevirdi elhamdülillah. O zaman şu hükmü rahatlıkla ifade edebiliriz;

Risale-i Nur'dan tahkiki iman dersini alan birisi, bu zamanda farzları yapıp büyük günahları terk etse inşallah kurtulur. Risale-i Nur'un imani fikirleri diğer cemaatlere de sirayet ettiği için, aynı hüküm diğer cemaatler için de geçerlidir.
 
Üst