İkinci Kısım - Hüccetullahi’l-Bâliğa Risalesi - Birinci Hüccet-i İmâniye

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Birinci Hüccet-i İmâniye

Âyetü’l-Kübrâ

Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır.

besmele.jpg


تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَىْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلٰكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
blank.gif
1


Bu İkinci Makam, bu âyet-i muazzamayı tefsir etmekle beraber, tayyedilen ArabîBirinci Makamın burhanlarını ve hüccetlerini ve tercümesini ve kısa bir meâlini beyan eder. Şöyle ki:

Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur’âniye, bu kâinat Hâlıkını bildirmekcihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevkle mütalâa ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semâvâtı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamakmuvafıktır.

Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen herbir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârâne bir ziyafetgâh ve gayet san’atkârane birteşhirgâh ve gayet haşmetkârâne bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârâne veşevk-engizâne bir seyrangâh ve temâşâgâh ve gayet mânidarâne vehikmetperverâne bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab‑ı kebîrin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken, en başta göklerin nur yaldızıyla yazılan güzel yüzü görünür. “Bana bak, aradığını sana bildireceğim” der. O da bakar, görür ki:


[NOT]Dipnot-1 “Yedi gökle yer ve onların içindekileri Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin; ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz ki O Halîmdir, cezâ vermekte acele etmez; Gafûrdur, günahları çokça bağışlar.” İsrâ Sûresi, 17:44.
[/NOT]

Arabî: ArapçaHâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan Allah
ayetü’l-kübra: en büyük delilbeyan etmek: açıklamak
burhan: güçlü delil, sarsılmaz kanıtcihet: tarz, şekil
gayet: son derecehayretkârâne: hayret ederek
haşmetkârâne: haşmetli ve görkemli bir şekildehikmetperverâne: hikmetli bir şekilde
hüccet: kesin delil, kanıtkeremkârâne: cömertlik ve ikramda bulunarak
kitab-ı kebîr: büyük kitap, kâinat kitabıkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
muvafık: lâyık, uygunmânidarâne: anlamlı bir şekilde
müellif: telif eden, yazanmütalâa etmek: dikkatle okumak, incelemek
mütalâagâh: dikkatlice okuma ve inceleme yerimüşahedat: gözlemler
ordugâh: ordunun konakladığı yersahife-i tevhid: herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu gösteren birlik sayfası
san’atkârane: sanatlı bir şekildesemâvât: gökler
seyrangâh: gezi ve seyir yeriseyyah: gezgin, yolcu
talimgâh: eğitim yeritayyetmek: atlamak, çıkarmak
tefsir etmek: açıklamak, yorumlamaktemâşâgâh: ibret ve hayretle gözlemleme ve seyretme yeri
teşhirgâh: sergi yeriziyafetgâh: ziyafet yeri
âyet-i muazzama: azametli, çok büyük âyetâyât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın âyetleri
şevk-engizâne: şevke getirerek
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 126

Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece sür’atli yüz binler ecram-ı semâviyeyi direksiz, düşürmeden durduran ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk ve beraber gezdiren; yağsız, söndürmedenmütemadiyen o hadsiz lâmbaları yandıran ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çıkartmadan onihayetsiz büyük kütleleri idare eden ve güneş ve kamerin vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlûkları vazifelerle çalıştıran ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, aynı zamanda, aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat ve aynı surette, beraber, noksansız tasarrufeden ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi, göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden, pek parlak ve pek güzel temizlettiren ve birmuntazam ordu manevrası gibi manevrayla gezdiren ve arzı döndürmesiyle, ohaşmetli manevranın başka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlûkatına gösteren bir tezahür-ü rububiyet ve orububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziftenmürekkep bir hakikat, bu azameti ve ihatatı ile o semâvât Hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve mevcudiyeti, semâvâtın mevcudiyetinden daha zâhirbulunduğuna bilmüşahede şehadet eder mânâsıyla Birinci Makamın Birinci Basamağında

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اَلسَّمَاوَاتُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ، وَالتَدْبِيرِ، وَالتَّدْوِيرِ، وَالتَّنْظِيمِ، وَالتَّنْظِيفِ، وَالتَّوْظِيفِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
blank.gif
1

denilmiştir.


[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, vüs’at ve mükemmeliyetibilmüşahede görünen teshir ve tedbir ve tedvir (döndürme) ve tanzim ve tanzif vetavzif hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, semâvât bütün içindekilerle beraber Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]

Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahVâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe muhtaç olmayan, Allah
arz: yer, dünyaazamet: büyüklük, haşmet
bilmüşahede: gözle görüldüğü gibiecrâm-ı semâviye: gök cisimleri
fevkalhad: olağanüstühadsiz: sınırsız
hakikat: doğru gerçekhakikî: gerçek, doğru
haşmetli: görkemli, heybetliihata: kapsama, kuşatma
ihtilâl: karışıklıkkamer: ay
mahlukât: yaratılmışlarmahlûk: yaratılmış
mevcudiyet: var olma halimuntazam: düzenli, intizamlı
mürekkep: –den oluşmuş, birleşikmütecaviz: saldırgan, haddi aşan
mütemadiyen: sürekli olarak, aralıksıznihayetsiz: sınırsız, sonsuz
rububiyet: Rablık; herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasısemâvât: gökler
sikke-i fıtrat: yaratılış sikkesi, damgasısuret: biçim, şekil
tanzif: temizleme, temizletmetanzim: düzenleme, düzene koyma
tasarruf etmek: dilediği gibi kullanmaktavzif: görevlendirme, vazifelendirme
tedbir: idare etme, ihtiyacını karşılamatedvir: çekip çevirme, idare etme
teshir: boyun eğdirme, emrine vermetezahür-ü Rububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idare ve terbiyesinin kendisini göstermesi
vahdet: birlikvücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmaması
zâhir: açık, âşikarşehadet etmek: şahit olmak, tanık ol
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 127

Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i sema denilen ve mahşer-i acâip olan feza, gürültüyle konuşarak bağırıyor: “Bana bak, merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin” der. O misafir, onun ekşi, fakat merhametli yüzüne bakar; müthiş, fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki:

Zemin ile âsumân ortasında muallâkta durdurulan bulut, gayet hakîmâne verahîmâne bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine âb-ı hayat getirir veharareti, yani yaşamak ateşinin şiddetini tâdil eder ve ihtiyaca göre her yerin imdadına yetişir. Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber, muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi, birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczaları istirahate çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra, “Yağmur başına arş!” emrini aldığı anda, bir saat, belki birkaç dakika zarfında toplanıp cevvi doldurur, bir kumandanın emrini bekler gibi durur.

Sonra o yolcu, cevvdeki rüzgâra bakar, görür ki:

Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakîmâne ve kerîmâne istihdam olunur ki, güya o câmid havanın şuursuz zerrelerinden herbir zerresi, bu Kâinat Sultanından gelen emirleri dinler, bilir ve hiçbirini geri bırakmayarak, o kumandanın kuvvetiyle yapar veintizamla yerine getirir bir vaziyetle, zeminin bütün nüfuslarına nefes vermek vezîhayata lüzumu bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve sesleri nakletmek ve nebatatın telkîhine vasıta olmak gibi çok küllî vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i gaybî tarafından gayet şuurkârâne ve alîmâne vehayatperverâne istihdam olunuyor.

Sonra yağmura bakıyor, görür ki: O lâtif ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybî birhazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar Rahmânî hediyeler ve vazifeler var ki, güya rahmet tecessüm ederek katreler sûretinde hazine-i Rabbâniyeden akıyor mânâsında olduğundan, yağmura “rahmet” namı verilmiştir.

Kâinat Sultanı: evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve Sultanı AllahRahmânî: rahmeti sonsuz olan Allah tarafından gönderilen
alîmâne: herşeyi çok iyi bilerekarş: “haydi, ileri!”
cevv: hava, gök boşluğucevv-i sema: gökyüzü, uzay
câmid: cansız, katıdest-i gaybî: görünmeyen el
ecza: kısımlar, parçalarfeza: uzay
gaybî: bilinmeyen, gayb âlemine aitgayet: son derece
hakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik bir şekildehararet: ısı, sıcaklık
hayatperverâne: hayatı besler tarzdahazine-i Rabbâniye: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve hâkimiyeti altında bulunduran Allah’ın hazinesi
hazine-i rahmet: Allah’ın rahmet hazinesiimdat: yardım
intizam: disiplin, düzenistihdam etmek: çalıştırmak
katre: damlakerîmâne: lütufkâr ve cömert bir şekilde
küllî: büyük, kapsamlılâtif: güzel, hoş
mahşer-i acaip: hayret uyandırıcı olayların toplandığı yermuallâk: asılı, boşta
muntazam: düzenli, intizamlınebatat: bitkiler
rahmet: İlâhî şefkat, merhametrahîmâne: merhametli bir şekilde
sûret: biçim, şekiltecessüm etmek: cisimleşmek, maddi yapıya bürünmek
telkîh: aşılama, döllendirmetâdil etmek: düzenlemek, dengeye getirmek
zemin: yer, dünyazerre: atom
ziya: ışıkzîhayat: canlı, hayat sahibi
âb-ı hayat: hayat suyuâsuman: gökyüzü, gökkubbe
şuurkârâne: şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarakşuursuz: bilinçsiz, idraksiz

 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 128

Sonra şimşeğe bakar ve ra’dı (gök gürültüsü) dinler, görür ki, pek acip ve garip hizmetlerde çalıştırılıyorlar.

Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki:

“Atılmış pamuk gibi bu câmid, şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez. Belkigayet kadîr ve rahîm bir Kumandanın emriyle hareket eder ki, bir iz bırakmadan gizlenir ve def’aten meydana çıkar, iş başına geçer. Ve gayet faal ve müteâl ve gayetcilveli ve haşmetli bir Sultanın fermanıyla ve kuvvetiyle vakit be vakit cevv âlemini doldurup boşaltır ve mütemadiyen hikmetle yazar ve paydosla bozar tahtasına vemahv ve ispat levhasına ve haşir ve kıyamet suretine çevirir. Ve gayet lütufkâr veihsanperver ve gayet keremkâr ve rubûbiyetperver bir Hâkim-i Müdebbirin tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir. Güya onlara acıyıp ağlayarak, gözyaşlarıyla onları çiçeklerle güldürür, güneşinşiddet-i ateşini serinlendirir ve sünger gibi bahçelerine su serper ve zemin yüzünü yıkar, temizler.”

Hem o meraklı yolcu kendi aklına der: Bu câmid, hayatsız, şuursuz, mütemadiyençalkanan, kararsız, fırtınalı, dağdağalı, sebatsız, hedefsiz şu havanın perdesiyle vezâhirî sûretiyle vücuda gelen yüz binler hakîmâne ve rahîmâne ve san’atkârâne işler ve ihsanlar ve imdatlar bilbedahe ispat eder ki, bu çalışkan rüzgârın ve bu cevvalhizmetkârın kendi başına hiçbir hareketi yok; belki gayet kadîr ve alîm ve gayethakîm ve kerîm bir Âmirin emriyle hareket eder. Güya herbir zerresi, herbir işi bilir ve o Âmirin herbir emrini anlar ve dinler bir nefer gibi, hava içinde cereyan eden herbiremr-i Rabbânîyi dinler, itaat eder ki, bütün hayvanatın teneffüsüne ve yaşamasına venebatatın telkihine ve büyümesine ve hayatına lüzumlu maddelerin yetiştirilmesine ve bulutların sevk ve idaresine ve


Hakîm-i Müdebbir: ilmiyle herşeyin sonunu görüp idare eden, ona göre hikmetle iş yapan Allahacip: hayret verici, şaşırtıcı
alîm: her şeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan, sonsuz ilim sahibibilbedâhe: apaçık bir şekilde
cereyan etmek: akmak, gezinmekcevv: hava, gök boşluğu
cevvâl: dâimâ hareket halinde olan, çalışkancilveli: güzel ve hoş bir şekilde görünme
câmid: cansız, katıdağdağalı: karışık, gürültülü
def’aten: birden bire, âniemr-i Rabbânî: herşeyi terbiye edip idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın emri
faal: çalışkan, hareketliferman: buyruk
gayet: son derecehakîm: hikmet sahibi; herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapan
hakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik bir şekildehayvanat: hayvanlar
haşir: âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanmahaşmetli: görkemli, heybetli
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olmasıhizmetkâr: hizmetçi
ihsan: bağış, ikramihsanperver: bağışta bulunmayı pek seven
imdat: yardımkadîr: herşeye gücü yeten, herşeyi yapabilen, sonsuz güç ve kudret sahibi
keremkâr: cömert olan; ikramda bulunankerîm: ikram sahibi
lütufkâr: iyilik, ihsan ve ikramda bulunanmahv: yok olma
mütemadiyen: sürekli olarakmüteâl: yüce, yüksek
nebatat: bitkilernefer: asker, er
rahîm: merhametli, şefkatlirahîmâne: merhametli bir şekilde
rubûbiyetperver: ihtiyaca cevap vermeyi ve terbiye etmeyi sevensan’atkârâne: san’atlı bir biçimde
sebatsız: sabit olmayan, kararlılık göstermeyen, istikrarsızsuret: biçim, şekil
telkih: aşılamavakit be vakit: her an, her zaman, an be an
vücuda gelmek: meydana gelmek, var olmakzemin: yer, dünya
zâhirî: görünürdeÂmir: emreden, idare eden Allah
şiddet-i ateş: ateşin şiddetliliğişuursuz: bilinçsiz
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 129

ateşsiz sefinelerin seyr ü seyahatine ve bilhassa seslerin ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuşmaların îsaline ve bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden başka, azot ve müvellidülhumuza (oksijen) gibi iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri birbirinin misli iken zemin yüzünde yüz binler tarzda bulunan Rabbânî san’atlarda kemâl-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafından çalıştırılıyor görüyorum.

Demek, وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاۤءِ وَاْلاَرْضِ
blank.gif
1 âyetinin tasrihiyle, rüzgârın tasrifiyle hadsiz Rabbânî hizmetlerde istimal ve bulutların teshiriyle, hadsiz Rahmânî işlerde istihdam ve havayı o surette icad eden, ancak Vâcibü’l-Vücud ve Kàdir-i Külli Şey ve Âlim-i Külli Şey bir Rabb-i Zülcelâl-i ve’l-İkramdır der, hükmeder.

Sonra yağmura bakar, görür ki: Yağmurun taneleri sayısınca menfaatler vekatreleri adedince Rahmânî cilveler ve reşhaları miktarınca hikmetler içinde bulunuyor. Hem o şirin ve lâtif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan ve intizamla gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalarla çalkanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların muvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmâne işlerde ve bilhassazîhayatta çalıştırılan basit ve câmid ve şuursuz müvellidülmâ ve müvellidülhumuza(hidrojen-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüz binlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san’atlarda istihdam ediliyor. Demek butecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur, ancak bir Rahmân-ı Rahîmin hazine-i gaybiye-i rahmetinde yapılıyor ve nüzulüyle


[NOT]Dipnot-1 “... Ve rüzgârları sevk etmesinde ve gökle yer arasında Allah’ın emrine boyun eğmiş bulutlarda...” Bakara Sûresi, 2:164.
[/NOT]

Alîm-i Külli Şey: herşeyi bilen ve herşey ilmi dahilinde olan AllahKàdir-i Külli Şey: sınırsız güç ve kudret sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah
Rabb-i Zülcelâl-i ve’l-İkram: sonsuz heybet ve yücelik sahibi olmakla birlikte çok ikramda bulunan ve herşeyin Rabbi olan AllahRabbanî: herşeyi terbiye edip idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait
Rahmân-ı Rahîm: rahmet ve merhameti herşeyi kapladığı gibi herbir varlık üzerinde de tecellî edenRahmânî: rahmeti sonsuz olan Allah tarafından gönderilen
Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allahayn-ı rahmet: rahmetin tâ kendisi
bilhassa: özelliklecilve: görüntü, yansıma
câmid: cansız, katıdest-i hikmet: hikmet eli
hadsiz: sınırsızhakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde
halk etmek: yaratmakhazine-i gaybiye-i rahmet: Allah’ın görünmeyen rahmet hazinesi
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olmasıhususan: özellikle
icad etmek: yaratmak, var etmekintizam: disiplin, düzen
istihdam: çalıştırma, görevlendirmeistimal: kullanma
katre: damlakemâl-i intizam: mükemmel ve kusursuz bir düzen
küllî: geniş, kapsamlılâtif: güzel, hoş
misl: benzermizan: ölçü, denge
muhtelif: çeşitli, ayrı ayrımuntazam: düzenli, intizamlı
muvazene: dengemübarek: bereketli, hayırlı
müvellidülhumuza: oksijenmüvellidülmâ: hidrojen
nüzul: inmereşha: sızıntı, damla
sefine: gemiseyr ü seyahat: hareket etme, gezme
suret: biçim, şekiltasrif: bir işi çekip çevirme, yönlendirme, istediği şekilde kullanma ve idare etme
tasrih: açıkça ifade etmetecessüm etmek: cisimleşmek; cisim halinde belirmek
terekküp: birleşme, meydana gelmeteshir: boyun eğdirme
umumî: genel, herkese aitzemin: yer, dünya
zerre: atomzîhayat: canlı, hayat sahibi
Îsal: ulaştırma, eriştirmeşuurlu: bilinçli

 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 130

1 âyetini maddeten tefsir ediyor.

Sonra ra’dı dinler ve berke (şimşeğe) bakar, görür ki: Bu iki hâdise-i acîbe-i cevviyetam tamına

يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِاْلاَبْصَارِ
blank.gif
2 ve وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ
blank.gif
3


âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yağmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde ediyorlar.

Evet, hiçten, birden harika bir gürültüyle cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur venar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvarî pamukmisâl ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle baş aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor, “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hâdiseler de başıboş olamazlar. Herbirisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar” diyeihtar ediyorlar.

İşte bu meraklı yolcu, bu cevvde, bulutu teshirden, rüzgârı tasriften, yağmurutenzilden ve hâdisât-ı cevviyeyi tedbirden terekküp eden bir hakikatın yüksek veâşikâr şehadetini işitir, “Âmentü billâh” der.

Birinci Makamın İkinci Mertebesinde

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ: اَلْجَوُّ بِجَمِيعِ مَا فِيهِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ، وَالتَّصْرِيفِ، وَالتَّنْزِيلِ، وَالتَّدْبِيرِ، الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ.
blank.gif
4



[NOT]Dipnot-1 “İnsanlar ümitsizliğe düştüklerinde yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan da Odur. O, kullarını gözetip koruyan ve her türlü övgüye lâyık olandır.” Şûrâ Sûresi, 42:28.

Dipnot-2 “Şimşeğin parıltısı ise neredeyse gözleri alıverir.” Nur Sûresi, 24:43.

Dipnot-3 “Gök gürültüsü Onu hamd ederek, tesbih eder.” Ra’d Sûresi, 13:13.

Dipnot-4 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, vüs’at ve mükemmeliyeti bilmüşahede görünen teshir ve tasrif ve tenzil ve tedbir hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, cevv-i semâ bütün içindekilerle beraber Onun vücub-u vücuduna delâlet eder.[/NOT]




Müdebbir-i Hakîm: herşeyi hikmetle yaratan ve herşeyi idare eden Allahberk: şimşek, yıldırım
cevv: hava, gök boşluğudağvarî: dağ gibi
fa’al: dilediği şeyi dilediği gibi ve mükemmel bir şekilde devamlı yapanfevkalâde: olağanüstü
gafil: duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan kimsegarabet: gariplik, hayret vericilik
hakikat: doğru gerçekhikmetli: yerli yerinde, anlamlı ve bir gayeye yönelik olarak
hâdise-i acîbe-i cevviye: gök boşluğundaki şaşırtıcı olay, hâdisehâdisât-ı cevviye: gökyüzündeki olaylar
ihtar etmek: hatırlatmakistihdam: çalıştırma, kullanma
kudretli: güç ve iktidar sahibinar: ateş
pamukmisâl: pamuk gibira’d: gök gürültüsü
tasrif: bir şeyi bir yöne çevirmek, yönlendirmek, istediği şekilde kullanma ve idare etmetedbir: çekip çevirme, idare etme
tefsir etmek: açıklamak, yorumlamaktenzil: indirme
terekküp etmek: birleşmek, meydana gelmek, oluşmakteshir: boyun eğdirme
zulmet: karanlıkÂmentü billâh: “Allah’a iman ettim”
âşikâr: apaçıkşehadet: şahitlik, tanıklık
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 131

fıkrası, bu yolcunun cevve dair mezkûr müşahedatını ifade eder.HAŞİYE-1 İHTAR

Sonra, o seyahat-i fikriyeye alışan o mütefekkir misafire, küre-i arz lisan-ı haliyle diyor ki: “Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku.” O da bakar, görür ki:

Arz, meczup bir Mevlevî gibi iki hareketiyle günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, haşr-i âzamın meydanı etrafında çiziyor. Vezîhayatın yüz bin envâını bütün erzak ve levazımatlarıyla içine alıp feza denizinde kemâl-i muvazene ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbâniyedir.

Sonra sahifelerine bakar, görür ki: Bablarındaki herbir sahifesi, binler âyâtıyla arzınRabbini tanıttırıyor. Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız birtek sahife olan zîhayatın bahar faslında icad ve idaresine bakar, müşahede eder ki:

Yüz bin envaın hadsiz efradlarının suretleri, basit bir maddeden gayet muntazamaçılıyor ve gayet rahîmâne terbiye ediliyor ve gayet mu’cizâne bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor ve gayetmüdebbirâne idare olunuyor ve gayet müşfikâne iaşe ve it’am ediliyor ve gayetrahîmâne ve rezzâkâne hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden,


[NOT]Haşiye-1
İHTAR Birinci Makamda geçen otuz üç mertebe-i tevhidi bir parça izah etmekisterdim. Fakat şimdiki vaziyetim ve halimin müsaadesizliği cihetiyle, yalnız gayetmuhtasar burhanlarına ve meâlinin tercümesine iktifaya mecbur oldum. Risale-i Nurun otuz belki yüz risalelerinde bu otuz üç mertebe, delilleriyle, ayrı ayrı tarzlarda, herbir risalede bir kısım mertebeler beyan edildiğinden, tafsili onlara havale edilmiş.[/NOT]


Mevlevî: (bk. bilgiler – Mevlevîlik)Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
arz: dünyabab: kitabın bölümü
beyan etmek: açıklamakburhan: güçlü delil, sarsılmaz kanıt
cevv: hava, gök boşluğucihet: şekil, yön
efrad: fertler, bireylerenvâ: neviler, türler
erzak: rızıklarfasl: mevsim
feza: uzayfıkra: parça, kısım
gayet: son derecehadsiz: sınırsız
havale edilmek: gönderilmek, bırakılmakhaşr-i âzam: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma
husul: meydana gelme, ortaya çıkmaiaşe: besleme, yedirip içirme
icad: var etme, yaratmaihtar: hatırlatma
iktifa: yetinmeit’am etmek: yedirmek
izah etmek: açıklamakkemâl-i muvazene: tam ve kusursuz ölçü, denge
küre-i arz: yerküre, dünyalevâzımât: gerekli olan şeyler
lisan-ı hâl: hâl ve durumun ifade edişimeczup: cezbeye kapılmış, kendinden geçmiş
medar: sebep, vesile, eksen, yörüngemertebe-i tevhid: Allah’ın bir olduğunu gösteren mertebe
mezkûr: adı geçenmisl: benzer
muhtasar: kısa, özetmuntazam: düzenli, intizamlı
musahhar: boyun eğdirilmiş, emre verilmişmu’cizane: mu’cizeli bir şekilde
müdebbirâne: tedbirli bir şekilde, herşeyi önceden düşünerekmütefekkir: düşünen, tefekkür eden
müşahedat: gözlemlermüşahede etmek: seyretmek, gözlemlemek
müşfikane: şefkatli bir şekildeneşrettirmek: yaymak, yaydırmak
nizam: düzenrahîmâne: merhametli bir şekilde
rezzâkane: muhtaç olanlara rızıklarını vererekrisale: mektup, küçük çaplı kitap; Risale-i Nur Külliyatından her bir bölüm
sefine-i Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın bir gemi gibi yaratarak uzayda gezdirdiği dünyaseyahat-i fikriye: düşünce ile yapılan yolculuk
suret: biçim, şekiltafsil: ayrıntı, detaylı açıklama
umum: bütün, genelzîhayat: canlı, hayat sahibi
âyât: âyetler, deliller
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 132

çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor. Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüz bin nevi et’ime ve levazımat, kemâl-i intizamla yüklenip zîhayata gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe bir Rahmân-ı Rahîmin gayet müşfikane ve mürebbiyâne bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu ispat eder.

Elhasıl; bu sahife-i hayatiye-i bahariye haşr-i âzamın yüz bin nümunelerini ve misallerini göstermekle,

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
blank.gif
1

âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiği gibi; bu âyet dahi, bu sahifenin mânâlarınımu’cizâne ifade eder. Ve arzın, bütün sahifeleriyle, büyüklüğü nisbetinde ve kuvvetinde Lâ ilâhe illâ hû dediğini anladı.

İşte, küre-i arzın yirmiden ziyade büyük sahifelerinden birtek sahifenin yirmi vechinden birtek vechinin muhtasar şehadetiyle, o yolcunun sâir vecihlerin sahifelerindeki müşahedatı mânâsında olarak ve o müşahedatları ifade için, Birinci Makamın Üçüncü Mertebesinde böyle denilmiş:

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اْلاَرْضُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، وَمَا عَلَيْهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ، وَالتَّدْبِيرِ، وَالتَّرْبِيَةِ، وَالْفَتَّاحِيَّةِ وَتَوْزِيعِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدَارَةِ وَاْلاِعَاشَةِ، لِجَمِيعِ ذَوِى الْحَيَاةِ، وَالرَّحْمَانِيَّةِ وَالرَّحِيمِيَّةِ الْعَامَّةِ الشَّامِلَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
blank.gif
2


[NOT]Dipnot-1 “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kàdirdir.” Rûm Sûresi, 30:50.

Dipnot-2 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, umumiyet ve şümul ve mükemmeliyeti bilmüşahede görünen, bütün zevilhayatın iaşesi için tohumların teshir ve tedbir ve terbiye ve feth ve tevzi ve muhafaza ve idaresi ve Rahmâniyet ve Rahîmiyet hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, arz bütün içindekiler ve üzerindekilerle Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.[/NOT]


Lâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yokturRahmân-ı Rahîm: rahmet ve merhameti herşeyi kuşatan ve herbir varlıkta tecellîsi görünen, Allah
arz: dünyabilbedâhe: apaçık bir şekilde
cilve-i rahmet: rahmetin cilvesi, görüntüsüelhasıl: özetle, kısaca
erzak: rızıklaret’ime: yiyecekler
hazine-i gayb: görünmeyen âlemdeki hazinehaşr-i âzam: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma
hikmet: faydalı, anlamlı, bir gayeye yönelik olarak ve tam yerli yerindeihsan: bağış, ikram
katre: damlakemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzen
küre-i arz: yerküre, dünyalevâzımât: gerekli olan şeyler
muhtasar: kısa, özetmu’cizâne: mu’cize şeklinde
mürebbiyâne: terbiye ederek ve yetiştirerekmüşahedat: gözlemler
müşfikane: şefkatli bir şekildenevi: çeşit, tür
sahife-i hayatiye-i bahariye: baharın hayat sayfasısine: göğüs, kalb
tefsir: açıklama, yorumvecih: şekil, yön
ziyade: çokzîhayat: canlı, hayat sahibi
şehadet: şahitlik, tanıklık
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 133

Sonra, o mütefekkir yolcu her sahifeyi okudukça saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenip ve mânevî terakkiyatın miftahı olan mârifeti ziyadeleşip ve bütün kemâlâtın esası ve madeni olan iman-ı billâh hakikatı bir derece daha inkişaf edip mânevî çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; semâ, cevv ve arzın mükemmel ve kat’î derslerini dinlediği halde, “Hel min mezîd” deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârâne cûş u huruşla zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini işitir. Lisan-ı hal ve lisan-ı kàl ile “Bize de bak, bizi de oku” derler. O da bakar, görür ki:

Hayattârâne mütemâdiyen çalkanan ve dağılmak ve dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler, arzı kuşatıp, arz ile beraber gayet sür’atli bir surette bir senede yirmi beş bin senelik bir dairede koşturulduğu halde, ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli veazametli bir Zâtın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.

Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki: Gayet güzel ve ziynetli ve muntazamcevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevellüdat vevefiyatları o kadar muntazamdır; basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları vetayinatları o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadîr-i Zülcelâlin, bir Rahîm-i Zülcemâlin idare ve iaşesiyle olduğunu ispat eder.

Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat ve sarfiyatları o kadar hakîmâne ve rahîmânedir; bilbedahe ispat eder ki, bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar, büyük nehirler, bir Rahmân-ı Zülcelâli ve’l-İkramın hazine-i rahmetinden çıkıyorlar ve akıyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar ve sarf ediliyorlar ki, “Dört nehir Cennetten geliyorlar” diye rivâyet edilmiş. Yani, zâhirîesbabın pek fevkinde olduklarından, mânevî bir cennetin hazinesinden ve yalnızgaybî ve tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir. Meselâ, Mısır’ın kumistanını bir cennete çeviren Nil-i mübarek, cenup tarafından, Cebel-i Kamer


Hel min mezîd: Daha fazla yok mu? Daha olmayacak mı?Kadîr-i Zülcelâl: kudreti herşeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah
Nil-i mübarek: bereketli Nil nehriRahmân-ı Zülcelâl ve’l-İkram: güzellik ve ikram sahibi ve herşeye merhamet edip rızkını veren; Allah
Rahîm-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve her varlığa özel merhameti olan Allaharz: dünya
azametli: büyük, haşmetlibilbedâhe: apaçık bir şekilde
cenup: güneycevv: hava, gök boşluğu
cezbekârâne: kendinden geçmiş bir şekildecûş u huruş: neşe ve âhenk
erzak: rızıklaresbab: sebepler
fevkalâde: olağanüstüfevkinde: üstünde
feyz: ihsan, bolluk, bereketfıtrat: yaratılış, mizaç
gaybî: bilinmeyen, gayb âlemine aitgayet: son derece
hakikat: doğru gerçekhakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik olarak, mânâlı ve tam yerli yerinde
hayattârâne: canlı olarakhayvânât: hayvanlar
hazin: hüzün veren, acıklıhazine-i rahmet: Allah’ın rahmet hazinesi
iaşe: besleme, yedirip içirmeiddihar: biriktirme, depolama
iman-ı billâh: Allah’a imaninkişaf: açığa çıkma, gelişme
istilâ etmek: kuşatmakkemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar
kudret: güç, iktidarkumistan: kumluk, çöl
lisan-ı hâl: hâl ve beden dililisan-ı kàl: söz ile anlatım
marifet: bilgimenba: kaynak
miftah: anahtarmuhafaza: koruma, saklama
muntazam: düzenli, intizamlımütefekkir: düşünen, tefekkür eden
mütemadiyen: sürekli olarakrahîmâne: merhametli bir şekilde
saadet: mutluluksarfiyat: harcamalar, kullanımlar, giderler
semâ: göksuret: biçim, şekil
tayinat: erzak, yiyeceklerterakkiyat: ilerlemeler, yükselmeler
tevellüdat: doğumlarvaridat: kaynaklar, gelirler
vefiyat: vefatlar, ölümlerzahirî: açık, görünürde
ziyadeleşmek: artmak, çoğalmakziynetli: süslü
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 134

denilen bir dağdan, mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer ve mahzen, altı kısımdan bir kısım olmaz. Varidatı ise, o mıntıka-i hârrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene az giden yağmur, elbette o muvazene-i vâsiayı muhafaza edemediğinden, o Nil-i mübarek âdet-i arziye fevkinde bir gaybî cennetten çıkıyor diye rivayeti gayetmanidar ve güzel bir hakikati ifade ediyor.

İşte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlerinin ve şehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu bil’icmâ denizlerin büyüklüğü nisbetinde bir kuvvetle Lâ ilâhe illâ Hû der ve bu şehadete denizler mahlûkatı adedince şahitler gösterir diye anladı. Ve denizlerin ve nehirlerin umum şehadetlerini irade ederek ifade etmek mânâsında,Birinci Makamın Dördüncü Mertebesinde,

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: جَمِيعُ الْبِحَارِ، وَاْلاَنْهَارِ، بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدِّخَارِ وَاْلاِدَارَةِ الْوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
blank.gif
1 denilmiş.

Sonra, dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar “Sahifelerimizi de oku” diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların küllî vazifeleri veumumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskinederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesininistirahatlerini bozmuyor. Demek, nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikaye vemuvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurul-muş;


[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, genişlik ve intizamı gözle görünenteshir ve muhafaza ve iddihar ve idare hakikatlerindeki ihatanın büyüklüğününşehadetiyle, denizler ve nehirler bütün içindekilerle beraber Onun birlik içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]


Cebel-i Kamer: Kamer DağıLâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yoktur
Nil-i mübarek: bereketli Nil nehriazametli: büyük, haşmetli
bil’icmâ: toplu halde, oy birliğiyleemr-i Rabbânî: herşeyi terbiye edip idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın emri
fevkinde: üstündegaybî: bilinmeyen, gayb âlemine ait
gazab: öfke, hiddethikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
inkılâbat-ı dahiliye: iç hareketler, değişimlerirade etmek: istemek, dilemek
istirahat: dinlenme, rahatlamaküllî: büyük, kapsamlı
mahlukât: yaratılmışlarmahzen: depo
menfez: delikmuhafaza: koruma
muvazene: dengemuvazene-i vâsia: geniş alandaki denge
mânidar: mânâlı, anlamlımütemadiyen: sürekli olarak
mıntıka-i hârre: sıcak bölgeneş’et eden: doğan, meydana gelen
nisbet: kıyas, ölçüsahra: ova, geniş düzlük alan
sarfiyat: giderler, harcamalar, kullanımlarsefine: gemi
sekene: sakinler, ikamet edenlerseyahat-ı fikriye: düşünce ile yapılan yolculuk
teshir: emre boyun eğdirmeteskin etmek: yatıştırmak, sakinleştirmek
umum: bütün, genelumumî: genel, herkese ait
varidat: kaynaklar, gelirlervazife-i devriye: dönme görevi
vikaye: korumazelzele-i muzırra: zarar veren sarsıntı, sallantı
zemin: yer, dünyaâdet-i arziye: yer kanunu
şehadet: şahitlik, tanıklık

 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 135

öyle de, dağlar, zemin sefinesine bu mânâda hazineli direkler olduklarını, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan,وَالْجِبَالَ اَوْتَادًا
blank.gif
1 وَاَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ
blank.gif
2 وَالْجِبَالَ أَرْسٰيهَا
blank.gif
3

gibi çok âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi menbalar, sular, madenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne ve müdebbirâne ve kerîmâne ve ihtiyat kârâne iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki, bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîrin ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîmın hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar. Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahraların umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri Lâ ilâhe illâ Hû tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “Âmentü Billâh” der.

İşte bu mânâyı ifade için, Birinci Makamın Beşinci Mertebesinde,

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ: جَمِيعُ الْجِبَالِ وَالصَّحَارَى، بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، وَمَا عَلَيْهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اْلاِدِّخَارِ وَاْلاِدَارَةِ وَنَشْرِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَالتَّدْبِيرِ وَاْلاِحْتِيَاطِيَّةِ الرَّبَّانِيَّةِ الْوَاسِعَةِ الْعَامَّةِ الْمُنْتَظَمَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
blank.gif
4
denilmiş.


[NOT]Dipnot-1 “Dağları direk (yapmadık mı?)” Nebe’ Sûresi, 78:7.

Dipnot-2 “Yeryüzünde sâbit dağlar diktik.” Hicr Sûresi, 15:19.

Dipnot-3 “Dağları sapa sağlam dikti.” Nâziât Sûresi, 79:32.

Dipnot-4 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, Rabbânî ihtiyat maddelerinin bilmüşahede vâsi ve âmm ve muntazam ve mükemmel iddihar ve idare ve muhafaza ve tedbiri ve tohumların neşri hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, bütün dağlar ve sahrâlar bütün içindekiler ve üzerindekilerle beraber Onun vücub-u vücuduna delâlet eder.[/NOT]




Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan AllahKadîr: herşeye gücü yeten, herşeyi yapabilen, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ânLâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yoktur
bilbedâhe: apaçık şekildecihet: şekil, yön
ferman etmek: buyurmak, emretmekhakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik olarak, mânâlı ve tam yerli yerinde
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olmasıhikmet-i İlâhiye: Allah’ın hikmeti, herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
hizmetkâr: hizmetçihususan: özellikle
iddihar: biriktirme, depolamaihtiyatkârâne: önlem alarak, tedbirli hareket ederek
ihtiyatî: tedbirli, yedekihzar: hazırlama
istif: yığma, biriktirmekerîmâne: lütufkâr ve cömert bir şekilde
kudret: güç ve iktidarmenba: kaynak
müdebbirâne: tedbirli bir şekilde, herşeyi önceden düşünereknevi: çeşit, tür
nihayetsiz: sınırsız, sonsuzsahra: ova, geniş düzlük alan
sair: diğer, başkasebat: kararlılık, sabit olma
sefine: gemitevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
umum: bütün, genelzemin: yer, dünya
zîhayat: canlı, hayat sahibiÂmentü Billâh: “Allah’a iman ettim”
şehadet: şahitlik, tanıklık

 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 136

Sonra, o yolcu dağda ve sahrada fikriyle gezerken, eşcar ve nebatat âleminin kapısı fikrine açıldı. Onu içeriye çağırdılar, “Gel, dairemizde de gez, yazılarımızı da oku” dediler. O da girdi, gördü ki, gayet muhteşem ve müzeyyen bir meclis-i tehlil ve tevhid ve bir halka-i zikir ve şükür teşkil etmişler. Bütün eşcar ve nebatatın envâları, bil’icmâ, beraber; Lâ ilâhe illâllâ Hû diyorlar gibi lisan-ı hallerinden anladı. Çünkü bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; mîzanlı ve fesahatli yapraklarının dilleriyle ve süslü cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belâğatli meyvelerinin kelimeleriyle beraber, müsebbihâne şehadet getirdiklerine ve Lâ ilâhe illâ Hû dediklerine delâlet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikati gördü.

Birincisi: Pek zâhir bir surette kastî bir in’âm ve ikram ve ihtiyarî bir ihsan veimtinan mânâsı ve hakikati herbirisinde hissedildiği gibi, mecmuunda ise, güneşinzuhurundaki ziyası gibi görünüyor.

İkincisi: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan kastî ve hakîmâne birtemyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmâne bir tezyin ve tasvir mânâsı ve hakikati, o hadsizenvâ ve efratta gündüz gibi âşikâre görünüyor ve bir Sâni-i Hakîmin eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.

Üçüncüsü: O hadsiz masnuatın yüz bin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olansuretleri, gayet muntazam, mizanlı, ziynetli olarak, mahdut ve mâdud ve birbirininmisli ve basit ve câmid ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o iki yüz bin nevilerin farikalı ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli,hayattar, hikmetli, yanlışsız, hatâsız bir vaziyette umum efradının


Lâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yokturSâni-i Hakîm: herşeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah
aşikâre: açıkçabelâğat: düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söz söyleme
bil’icmâ: toplu halde, oy birliğiylecezâlet: akıcı ve güçlü ifade, güzel anlatım
cihet-i imkân: mümkün olma yönücâmid: cansız, katı
delâlet: delil olma, işaret etmeefrad: fertler, bireyler
envâ: neviler, türlereşcar: ağaçlar
farika: ayırıcı özellik; birbirine benzememe özelliğifesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması
gayet: son derecehadsiz: sınırsız
hakikat: doğru gerçekhakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik olarak, mânâlı ve tam yerli yerinde
halka-i zikr: zikir halkasıhayattar: canlı
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olmasıihsan: bağış, ikram
ihtiyarî: irade ile ilgili, tercih ve istekleimtinan: nimetlendirme, nimet verme
intizam: düzenlilikin’am: nimet verme, nimetlendirme
kastî: bilerek ve isteyerek yapmaküllî: kapsamlı, geniş
lisan-ı hal: hal ve beden dilimahdut: sınırlı, sınırlanmış
masnuat: san’at eseri varlıklarmeclis-i tehlil: “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleyen meclis
mecmu: bütün, genelmeyvedar: meyveli
misl: benzermizan: ölçü, denge
muntazam: düzenli, intizamlımuvazene: denge
mâdud: sayılı, sınırlımüsebbihâne: tesbih ederek
müzeyyen: süslenmişnebat: bitki
nebatat: bitkilernevi: çeşit, tür
rahîmâne: merhametli bir şekildesuret: biçim, şekil
tasvir: şekil ve suret vermetefrik: ayırma
temyiz: ayırt etmetevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
tezyin: süslemeteşkil etmek: oluşturmak, meydana getirmek
umum: bütün, genelziya: ışık, parlaklık
ziynetli: süslüzuhur: belirme, görünme
zâhir: açık, âşikarşehadet: şahitlik, tanıklık
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 137

sûretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattir ki, güneşten daha parlaktır ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı sayısınca o hakikatı ispat eden şahitler var diye bildi. “Elhamdü lillâhi alâ nimeti’l-îman” dedi.

İşte bu mezkûr hakikatleri ve şehadetleri ifade mânâsıyla, Birinci Makamın Altıncı Mertebesinde,

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِجْمَاعُ جَمِيعِ أَنْوَاعِ اْلاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاتِ الْمُسَبِّحَاتِ النَّاطِقَاتِ: بِكَلِمَاتِ أَوْرَاقِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَأَزْهَارِهَا الْمُزَيَّنَاتِ الْجَزِيلاَتِ وَاَثْمَارِهَا الْمُنْتَظَمَاتِ الْبَلِيغَاتِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَْلاِنْعَامِ، وَاْلاِكْرَامِ، وَاْلاِحْسَانِ، بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ. وَحَقِيقَةِ: اَلتَّمْيِيزِ، وَالتَّزْيِينِ، وَالتَّصْوِيرِ، بِاِرَادَةٍ وَحِكْمَةٍ، مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُزَيَّنَاتِ الْمُتَبَايِنَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ غَيْرِ الْمَحْدُودَةِ مِنْ نُوَتَاتٍ وَحَبَّاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَعْدُودَةٍ
blank.gif
1


denilmiş.

Sonra, seyahat-i fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve iman alıp gelirken, hayvanat ve tuyûr âleminin kapısı, hakikat-bîn olan aklına ve marifet-âşinâ olan fikrine açıldı. Yüz bin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar, “Buyurun” dediler. O da girdi ve gördü ki:

Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bil’ittifak, lisan-ı kàl ve lisan-ı halleriyle Lâ ilâhe illâ Hû deyip, zemin yüzünü bir zikirhane vemuazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; herbiri bizzat birer kasi-de-i Rabbânî,


[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, mizanlı ve fesahatli yapraklarının ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin ve intizamlı ve belâğatli meyvelerinin kelimeleriyle konuşan ve tesbih eden bütün ağaç ve nebat nevilerinin icmâı, birbirinin misli ve benzeri olan mahdut çekirdek ve habbeciklerden süslü ve birbirinden farklı ve mütenevvi, gayr-ı mahdut suretlerinin hepsinin birden fethi hakikatinin kat’î delâletiyle beraber, kasdî ve rahmetli in’âm ve ikram ve ihsan hakikatinin ve iradeli ve hikmetli temyiz ve tezyin ve tasvir hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, icmâ ile Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]

Elhamdû lillâhi alâ nimeti’l-îman: iman nimeti için Allah’a hamd olsunLâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yoktur
bil’ittifak: ittifakla, söz birliğiylefeth: açma
güldeste-i marifet: Allah’ı tanıma ve imanın meydana getirdiği bilgilerden derlenmiş gül destesihakikat: doğru gerçek
hakikatbîn: hakikati görenhayvânât: hayvanlar
lisan-ı hal: hal ve beden dililisan-ı kàl: söz ile anlatım
marifet-âşinâ: Allah’ı tanıma ve bilmeye alışmışmeclis-i tehlil: “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleyen meclis
mevcudat: varlıklarmezkûr: adı geçen
muazzam: azametli, çok büyüknevi: çeşit, tür
seyahat-i fikriye: düşünceye yapılan yolculuksûret: biçim, şekil
taife: grup, toplulukterakki: ilerleme, yükselme
tuyûr: kuşlarzemin: yer, dünya
zikirhane: zikir edilen yerşehadet: şahitlik, tanıklık
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 138

birer kelime-i Sübhânî ve mânidar birer harf-i Rahmânî hükmünde Sânilerini tavsifedip hamd ü senâ ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanların ve kuşların duyguları ve kuvâları ve cihazları ve âzâları ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallâk ve Rezzaklarına şükür ve vahdâniyetine şehadet getirdiklerine kat’î delâlet eden üç muazzam ve muhit hakikatleri müşahede etti.

Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan, hiçten hakîmâne icad ve san’at perverâne ibdâ ve ihtiyar kârâneve alîmâne halk ve inşa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihyâ etmek hakikatidir ki, zîruhlar adedince şahitleri bulunan birburhan-ı bâhir olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.

İkincisi: O hadsiz masnularda birbirinden simaca farikalı ve şekilce ziynetli ve miktarca mizanlı ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyleazametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki, Kàdir-i Külli Şey ve Âlim‑i Külli Şeyden başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle harikaları ve hikmetleri gösteren ihatalı fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.

Üçüncüsü: Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur vemahdut yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüz binler çeşit tarzlarda ve birer mu’cize-i hikmet


Alîm-i Külli Şey: herşeyi bilen ve herşey ilmi dahilinde olan AllahHallâk: çokça ve sürekli olarak yaratan Allah
Kadîr-i Külli Şey: herşeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi AllahRezzak: bütün canlıların rızıklarını veren Allah
Sâni: her şeyi san’atla yaratan AllahZât-ı Hayy-ı Kayyûm: hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı için hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah
alîmâne: herşeyi çok iyi bilerekazametli: büyük, yüce
burhan-ı bâhir: açık güçlü delilcihet: şekil, yön
cilve: görüntü, yansımadelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
farika: ayırıcı özellik; birbirine benzememe özelliğihadsiz: sınırsız
hakikat: doğru gerçekhakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik olarak, mânâlı ve tam yerli yerinde
halk: yaratmahamd ü senâ: şükretme ve övme
harf-i Rahmânî: rahmet ve merhameti sonsuz olan Allah’tan gelen ve Ona ait harfhikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması
ibdâ: eşsiz yaratma; Cenâb-ı Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratmasıicad: var etme, yaratma
ihtiyarkârâne: en iyisini seçerekihya etmek: diriltmek, hayat vermek
ihâtalı: kuşatıcı, kapsamlıintizamlı: düzenli, tertipli
inşa: vücuda getirme, yaratma, bina etme, yapmakaside-i Rabbânî: birer kaside gibi yaratıcılarının terbiye ve idaresini öven her bir bitki ve hayvan
katre: damlakelime-i Sübhânî: Allah’ın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu dile getiren kelime
kuvâ: duygular, hislermahdut: sınırlı
mahsur: sınırlanmış, sınırlımanzum: düzenli
masnu: san’at eseri varlıkmevzun: ölçülü
misl: benzermizanlı: ölçülü, dengeli
muazzam: azametli, çok büyükmuhit: kuşatıcı, kapsamlı
muntazam: düzenli, intizamlımu’cize-i hikmet: hikmet mu’cizesi
mânidar: mânâlı, anlamlımüşahede etmek: gözlemlemek
nutfe: memelilerin yaratıldığı su, menisan’atperverâne: san’atkârcasına
simaca: görünüş bakımındansuret: biçim, şekil
sıfât-ı seb’a: yedi sıfattasvir: şekil ve suret verme
tavsif etmek: özelliklerini anlatmaktemyiz: ayırt etme
tezyin: süslemevahdet: birlik
vahdâniyet: Allah’ın bir ve benzersiz oluşu ve ortağının bulunmayışıvücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmaması
ziynetli: süslüzîruh: ruh sahibi
âzâ: uzuvlar, organlarşehadet: şahitlik, tanıklık
şuursuz: bilinçsiz
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 139

mâhiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatasız bir hey’ette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki, hayvanlar adedince senetler, deliller o hakikati tenvir eder.

İşte bu üç hakikatin ittifakıyla, hayvanların bütün envâı, beraber öyle bir Lâ ilâhe illâ Hû deyip şehadet getiriyorlar ki, güya zemin, büyük bir insan gibi, büyüklüğü nisbetinde Lâ ilâhe illâ Hû diyerek semâvât ehline işittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldı. Birinci Makamın Yedinci Mertebesinde bu mezkûr hakikatleri ifade mânâsıyla,

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِتِّفَاقُ جَمِيعِ أَنَوَاعِ الْحَيَوَانَاتِ، وَالطُّيُورِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا، وَقُوَاهَا وَحِسِّيَاتِهَا وَلَطَاۤئِفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَبِكَلِمَاتِ اَجْهِزَتِهَا وَجَوَارِحِهَا وَاَعْضَاۤئِهَا وَآلاَتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلِيغَاتِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِيجَادِ وَالصُّنْعِ، وَاْلاِبْدَاعِ، بِاْلاِرَادَةِ، وَحَقِيقَةِ: اَلتَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ، بِالْقَصْدِ. وَحَقِيقَةِ: اَلتَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ، بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ: فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُتَخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ غَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بَيْضَاتٍ وَقَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ
blank.gif
1
denilmiştir.

Sonra o mütefekkir yolcu, marifet-i İlâhiyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsizezvâkında ve envârında daha ileri gitmek için, insanlar âlemine ve beşer dünyasına girmek isterken, başta enbiyalar olarak onu içeriye davet ettiler; o da girdi. En evvel geçmiş zamanın menziline baktı, gördü ki:


[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, mevzun ve muntazam ve fasih hasselerinin ve kuvvelerinin ve hissiyat ve lâtifelerinin kelimeleriyle ve mükemmel ve beliğ cihazat ve cevarih ve âlât ve âzâlarının kelimeleriyle hamd ve şehadet eden bütün hayvanat ve tuyur nevilerinin ittifakı, birbirinin misli ve benzeri, mahsur ve mahdut sayıda yumurta ve katrelerden muntazam, muhtelif, mütenevvi ve gayr-ı mahsur suretlerinin fethi hakikatinin kat’î delâletiyle beraber, iradeli icad ve sun’ ve ibdâ’ hakikatinin ve kasdî temyiz ve tezyin hakikatinin ve hikmetli takdir ve tasvirhakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]


Lâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yokturenbiya: nebiler, peygamberler
envâ: neviler, türlerenvâr: nurlar, ışıklar
ezvâk: zevkler, lezzetlerfethetmek: açmak
gayet: son derecegüya: sanki
hadsiz: sınırsızhakikat: gerçek
heyet: yapı, şekil, suretittifak: birleşme, birlik
mahiyet: esas nitelik, özellikmarifet-i İlâhiye: Allah’ı bilme ve tanıma
menzil: durak, yermertebe: derece, makam
mezkûr: adı geçenmuntazam: düzenli, intizamlı
muvazeneli: dengeli, ölçülümütefekkir: düşünen, tefekkür eden
nihayetsiz: sınırsız, sonsuznisbet: oran, ölçü
semâvât: göklersuret: biçim, şekil
tenvir etmek: aydınlatmakzemin: yer, dünya
şehadet: şahitlik, tanıklık
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 140

Nev-i beşerin en nuranî ve en mükemmeli olan umum peygamberler (aleyhimüsselâm) bil’icma’ beraber Lâ ilâhe illâ Hû deyip zikrediyorlar ve parlak ve musaddak olan hadsiz mu’cizatlarının kuvvetiyle, tevhidi iddia ediyorlar ve beşeri hayvaniyet mertebesinden melekiyet derecesine çıkarmak için, onları iman‑ı billâha davet ile ders veriyorlar gördü. O da, o nuranî medresede diz çöküp derse oturdu. Gördü ki:

Meşahir-i insaniyenin en yüksekleri ve namdarları olan o üstadların herbirisinin elinde Hâlık-ı Kâinat tarafından verilmiş nişane-i tasdik olarak mu’cizeler bulunduğundan, herbirinin ihbarıyla beşerden bir taife-i azîme ve bir ümmet tasdikedip imana geldiklerinden, o yüz bin ciddî ve doğru zâtların icmâ ve ittifakla hüküm ve tasdik ettikleri bir hakikat ne kadar kuvvetli ve kat’î olduğunu kıyas edebildi. Ve bu kuvvette, bu kadar muhbir-i sadıkların hadsiz mu’cizeleriyle imza ve ispat ettikleri birhakikati inkâr eden ehl-i dalâlet ne derece hadsiz bir hata, bir cinayet ettiklerini ve ne kadar hadsiz bir azaba müstehak olduklarını anladı ve onları tasdik edip iman getirenler ne kadar haklı ve hakikatli olduklarını bildi; iman kudsiyetinin büyük birmertebesi daha ona göründü.

Evet, enbiyayı (aleyhimüsselâm) Cenâb-ı Hak tarafından fiilen tasdik hükmünde olan hadsiz mu’cizatlarından ve hakkaniyetlerini gösteren, muarızlarına gelen semâvîpek çok tokatlarından ve hak olduklarına delâlet eden şahsî kemâlâtlarından vehakikatli talimatlarından ve doğru olduklarına şehadet eden kuvvet-i imanlarından ve tam ciddiyetlerinden ve fedakârlıklarından ve ellerinde bulunan kudsî kitap vesuhuflarından ve onların yolları doğru ve hak olduğuna şehadet eden ittibâlarıylahakikate, kemâlâta, nura vasıl olan hadsiz tilmizlerinden başka, onların ve o pek ciddî muhbirlerin müsbet meselelerde icmâı ve ittifakı


Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi AllahHâlık-ı Kâinat: evreni ve herşeyi yaratan Allah
Lâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yokturaleyhimüsselâm: Allah’ın selamı onların üzerine olsun
beşer: insanlarbil’icmâ: toplu halde, söz birliğiyle
delâlet etmek: delil olmak, işaret etmekehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar, inançsız kimseler
enbiya: nebiler, peygamberlerhadsiz: sınırsız
hakikat: gerçekhakkaniyet: doğruluk, gerçekçilik
hayvaniyet: hayvanlıkicmâ: fikir birliği
ihbar: haber vermeiman-ı billâh: Allah’a iman
ittibâ: uyma, tâbi olmaittifak: birleşme, birlik
kat’î: kesinkemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar
kudsiyet: kusur ve noksandan uzak oluş, kutsallıkkudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, kutsal
kuvvet-i iman: iman gücümelekiyet: meleklik
mertebe: derece, makammeşahir-i insaniye: insanların meşhurları, ünlü kişiler
muarız: karşı gelenmuhbir: haber veren
muhbir-i sadık: doğru sözlü haber verici, peygambermusaddak: doğrulanan, onaylanan
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü işmu’cizât: mu’cizeler
müsbet: ispat edilenmüstehak: hak eden
namdar: şan ve şöhret sahibinev-i beşer: insanlar, insanlık
nişâne-i tasdik: doğruluğunu gösteren işaretnuranî: nurlu, nur saçan
semâvî: Allah tarafından olan, İlâhîsuhuf: bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki kitaplar
taife-i azîm: büyük topluluk, gruptalimat: bildiriler, emirler
tasdik: doğrulama, onaylamatevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
tilmiz: öğrenci, talebeumum: bütün, genel
vasıl olma: ulaşma, kavuşmaümmet: millet, topluluk
şehadet etmek: şahitlik, tanıklık etmek

 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 141

ve tevatürü ve ispatta tevafuku ve tesanüdü ve tetabuku öyle bir hüccettir ve öyle bir kuvvettir ki, dünyada hiçbir kuvvet karşısına çıkamaz ve hiçbir şüphe ve tereddüdü bırakmaz. Ve imanın erkânında umum enbiyayı (aleyhimüsselâm) tasdik dahi dahil olması, o tasdik büyük bir kuvvet menbaı olduğunu anladı, onların derslerinden çokfeyz-i imanî aldı.İşte, bu yolcunun mezkûr dersini ifade mânâsında, Birinci Makamın Sekizinci Mertebesinde,

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِجْمَاعُ جَمِيعِ اْلاَنْبِيَاءِ، بِقُوَّةِ مُعْجِزَاتِهِمِ الْبَاهِرَةِ، الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ
blank.gif
1

denilmiş.

Sonra imanın kuvvetinden ulvî bir zevk-i hakikat alan o seyyah-ı talip, enbiyaaleyhimüsselâmın meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakîn suretinde kat’î ve kuvvetli delillerle, enbiyaların (aleyhimüsselâm) dâvâlarını ispat eden ve asfiya ve sıddîkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler, onu dershanelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki: Binlerle dâhi ve yüz binlerce müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik, kıl kadar bir şüphe bırakmayan tetkikat-ı amîkalarıyla, başta vücub‑u vücud ve vahdetolarak müsbet mesâil-i imaniyeyi ispat ediyorlar.

Evet, istidatları ve meslekleri muhtelif olduğu halde usul ve erkân-ı imaniyede onların müttefikan ittifakları ve herbirisinin kuvvetli ve yakînî burhanlarına istinadları öyle bir hüccettir ki, onların mecmuu kadar bir zekâvet ve dirayet sahibi olmak veburhanlarının umumu kadar bir burhan bulmak mümkün ise, karşıları-na

[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah ki, bütün enbiyanın, tasdik edici ve tasdike mazhar mu’cizât-ı bâhirelerinin kuvvetiyle ittifakları, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]

aleyhimüsselâm: Allah’ın selamı onların üzerine olsunasfiya: hem velî, hem âlim olan büyük zâtlar
burhan: güçlü delil, sarsılmaz kanıtdirâyet: zekâ, bilgi, kavrayış
dâhi: deha sahibi, üstün zekâ ve hikmet sahibiehl-i tahkik: gerçeği delilleriyle bilen âlimler
enbiya: nebiler, peygamberlererkân: esaslar, temel unsurlar
erkân-ı imaniye: imanın esasları, şartlarıfeyz-i imanî: imanın bereketi
hüccet: güçlü delil, kanıtilmelyakîn: ilmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin olarak bilme
istidat: kàbiliyet, yetenekistinad: dayanma, güvenme
ittifak: birleşme, birlikkat’î: kesin olarak
mecmu: bütün, genelmesâil-i imaniye: imana ait meseleler
mezkûr: adı geçenmuhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen
muhtelif: çeşitli, ayrı ayrımüdakkik: dikkatli bir şekilde araştıran, inceleyen
müsbet: ispat edilenmütebahhir: ilmi derin olan, çok bilgili
müttefikan: birleşerek, fikir birliğiylemüçtehid: âyet ve hadîsler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kàbiliyetine sahip olan
seyyah-ı tâlip: öğrenmek için seyahat edensuret: biçim, şekil
sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlartasdik: doğrulama, kabul etme
tereddüt: şüphe, kuşku, kararsızlık içinde olmatesanüd: dayanışma
tetabuk: uygunluktetkikat-ı amîka: ince tetkikler, derin ve kapsamlı araştırmalar
tevafuk: denk gelme, uygunluktevatür: güvenilir insanların birbirlerine anlatarak getirdikleri kesin haber
ulema: âlimlerulvî: yüce, büyük
umum: bütün, genelvahdet: birlik
vücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasıyakinî: şüphe edilmeyecek derece kesinlik
zekâvet: zeki oluş, keskin zihinzevk-i hakikat: doğruya ve gerçeğe ulaşma zevki

 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 142

ancak öyle çıkılabilir. Yoksa, o münkirler, yalnız cehalet ve echeliyet ve inkâr ve ispat olunmayan menfî meselelerde inat ve göz kapamak suretiyle karşılarına çıkabilirler. Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.

Bu seyyah, bu muhteşem ve geniş dershanede, bu muhterem ve mütebahhir üstadların neşrettikleri nurlar, zeminin yarısını bin seneden ziyade ışıklandırdığını bildi. Ve öyle bir kuvve-i mâneviyeyi buldu ki, bütün ehl-i inkâr toplansa onu kıl kadar şaşırtmaz ve sarsmaz. İşte bu yolcunun bu dershaneden aldığı derse bir kısa işaret olarak Birinci Makamın Dokuzuncu Mertebesinde,

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اْلأَصْفِيَاءِ، بِقُوَّةِ بَرَاهِينِهِمِ الزَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُتَّفِقَةِ
blank.gif
1

denilmiş.

Sonra, imanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında ve ilmelyakînderecesinden aynelyakîn mertebesine terakkisindeki envârı ve ezvakı görmeye çokmüştak olan o mütefekkir yolcu, medreseden gelirken, hadsiz küçük tekyelerin vezaviyelerin telâhukuyla tevessü eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra genişliğinde birtekye, bir hangâh, bir zikirhane, bir irşadgâhta ve cadde-i kübrâ-yı Muhammedînin (a.s.m.) ve mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde hakikate çalışan ve hakka erişen veaynelyakîne yetişen binlerle ve milyonlarla kudsî mürşidler onu dergâha çağırdılar. O da girdi, gördü ki:

O ehl-i keşif ve keramet mürşidler; keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve kerametlerine istinaden, bil’icmâ, müttefikan Lâ ilâhe illâ Hû diyerek, vücub-u vücud



[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah ki, bütün asfiyanın, muhakkak ve müttefik ve parlak burhanlarının kuvvetiyle ittifakları, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]

Lâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yokturMirac-ı Ahmedî: Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün mânevî âlemleri gezdiği yolculuk
aynelyakîn: gözlem ve müşahedeye dayanarak kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin olarak bilmebil’icmâ: ittifakla, fikir birliğiyle
cadde-i kübrâ-yı Muhammedî: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) gittiği ve tarif ettiği büyük İslâmiyet caddesicehalet: cahillik
dergâh: mürşidin bulunduğu yerecheliyet: son derece cahillik
ehl-i inkâr: inançsız kimselerehl-i keşif ve keramet: Allah’ın bir ikramı olarak, olağanüstü hal ve hareketlerin kendilerinde görüldüğü velî zâtlar ve mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler
envâr: nurlar, ışıklarezvâk: zevkler, lezzetler
feyizli: bereketlihadsiz: sayısız, sınırsız
hangâh: büyük tekkeilmelyakîn: ilmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme
inkişaf: açığa çıkma, gelişmeirşadgâh: doğru yolu gösterme yeri
istinaden: dayanarakkeramet: Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hal ve hareket
keşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görmekudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, kutsal
kuvve-i mâneviye: mânevi güç, moralmenfi: ispat edilmemiş
muhterem: hürmete lâyık, saygıdeğermünkir: inanmayan, inkar eden
mürşid: doğru yol gösterenmütebahhir: ilmi derin olan, çok bilgili
mütefekkir: düşünen, tefekkür edenmüttefikan: birleşerek, fikir birliğiyle
müşahede: görme, gözlemmüştak: arzulu, çok istekli
neşretmek: yaymaksahra: ova, meydan
seyyah: gezgin, yolcusuret: tarz, biçim
tekye: tekke; zikir veya ders için toplanılan yer, dervişlerin kaldığı yertelâhuk: birbirine katılma, birleşme
terakki: ilerleme, yükselmetevessü: genişleme, yayılma
vücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasızaviye: küçük tekke, zikir veya ders için toplanılan yer
zemin: yer, dünyazikirhane: zikir edilen yer
ziyade: çok
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 143

ve vahdet-i Rabbâniyeyi kâinata ilân ediyorlar. Güneşin ziyasındaki yedi renkle güneşi tanımak gibi, yetmiş renkle, belki Esmâ-i Hüsnâ adedince, Şems-i Ezelînin ziyasından tecellî eden ayrı ayrı nurlu renkler ve çeşit çeşit ziyalı levnler ve başka başka hakikatli tarîkatler ve muhtelif doğru meslekler ve mütenevvi haklı meşreplerde bulunan o kudsî dâhilerin ve nuranî âriflerin icmâ ve ittifakla imza ettikleri bir hakikat, ne derece zâhir ve bâhir olduğunu aynelyakîn müşahede etti. Ve enbiyanın (aleyhimüsselâm) icmâı ve asfiyanın ittifakı ve evliyanın tevafuku ve bu üç icmaın birden ittifakı, güneşi gösteren gündüzün ziyasından daha parlak gördü.

İşte, bu misafirin tekyeden aldığı feyze kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın Onuncu Mertebesinde,

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِجْمَاعُ اْلاَوْلِيَاءِ بِكَشْفِيَاتِهِمْ، وَكَرَامَاتِهِمِ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ
blank.gif
1

denilmiş.

Sonra, kemâlât-ı insaniyenin en mühimi ve en büyüğü, belki bilcümle kemâlât-ı insaniyenin menbaı ve esası, iman-ı billâhtan ve marifetullahtan neş’et edenmuhabbetullah olduğunu bilen o dünya seyyahı, bütün kuvvetiyle ve letâifiyle, imanın kuvvetinde ve marifetin inkişafında daha ziyade terakki etmesini istemek fikriyle başını kaldırdı ve semâvâta baktı. Kendi aklına dedi ki:

“Madem kâinatta en kıymettar şey hayattır. Ve kâinatın mevcudâtı hayatamusahhardır. Ve madem zîhayatın en kıymettarı zîruhtur. Ve zîruhun en kıymettarı


[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, bütün evliyanın, muhakkak ve musaddak ve zahir keşif ve kerametlerinin icmâı, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]


Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimlerialeyhimüsselâm: Allah’ın selamı onların üzerine olsun
asfiya: hem âlim, hem velî olan büyük zâtlaraynelyakîn: gözlem ve müşahedeye dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme
bilcümle: bütünbâhir: açık, görünen
dâhi: son derece zeki, dehâ ve hikmet sahibienbiya: nebiler, peygamberler
evliya: veliler, Allah dostlarıfeyz: ihsan, bolluk, bereket
hakikat: gerçekicmâ: fikir birliği
iman-ı billâh: Allah’a imaninkişaf: açığa çıkma, açılma, gelişme
ittifak: birleşme, birlikkemâlât-ı insaniye: insanlara ait mükemmellikler, olgunluklar
kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, kutsalkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
kıymettar: kıymetli, değerliletâif: lâtifeler; insanın mânevi yapısındaki ince duygular
levn: renkmarifet: Allah’ı bilme ve tanıma
marifetullah: Allah’ı bilme ve tanımamenba: kaynak
mevcudat: varlıklarmeşrep: mânevi haz ve feyiz alınan yol
muhabbetullah: Cenâb-ı Hakka duyulan sevgimuhtelif: çeşitli, ayrı ayrı
musahhar: boyun eğdirilmiş, emre verilmişmütenevvi: çeşitli
müşahede etmek: görmek, gözlemlemekneş’et etmek: çıkmak, doğmak
nuranî: nurlu, aydın, nur saçansemâvât: gökler
seyyah: gezgin, yolcutarîkat: mânevi ilerlemeye götüren yol
tecellî etmek: görünmek, yansımakterakkî etmek: yükselmek, ilerlemek
tevafuk: denk gelme, uygunlukvahdet-i Rabbâniye: bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın birliği
ziya: ışık, parlaklıkziyade: çok
zâhir: açık, âşikarzîhayat: canlı, hayat sahibi
zîruh: ruh sahibiârif: bilgide ileri olan
Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş, bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 144

zîşuurdur. Ve madem bu kıymettarlık için küre-i zemin, zîhayatı mütemadiyen çoğaltmak için, her asır, her sene dolar, boşalır. Elbette ve her halde, bu muhteşem ve müzeyyen olan semâvâtın dahi kendisine münasip ahalisi ve sekenesi, zîhayat vezîruh ve zîşuurlardan vardır ki, huzur-u Muhammedîde (a.s.m.) sahabelere görünen Hazret-i Cebrâil’in (a.s.) temessülü gibi, melâikeleri görmek ve onlarla konuşmak hâdiseleri, tevatür suretinde eskiden beri nakil ve rivayet ediliyor. Öyle ise keşke bensemâvât ehliyle dahi görüşseydim, onlar ne fikirde olduklarını bilseydim. Çünkü,Hâlık-ı Kâinat hakkında en mühim söz onlarındır” diye düşünürken, birden semâvî şöyle bir sesi işitti:

“Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Bil ki, başta Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesâil-i imaniyeye en evvel biz iman etmişiz. Hem insanlara temessül edip görünen ve bizlerden olan bütün ervâh-ı tayyibe, bilâ istisnave bil’ittifak, bu kâinat Hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve sıfât-ı kudsiyesine şehadet edip birbirine muvafık ve mutabık olarak ihbar etmişler. Bu hadsiz ihbaratın tevafuku ve tetabuku, güneş gibi sana bir rehberdir” dediklerini bildi ve onun nur-u imanı parladı, zeminden göklere çıktı.

İşte, bu yolcunun melâikeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Birinci ve On İkinci Mertebelerinde,

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِتِّفَاقُ الْمَلٰۤئِكَةِ الْمُتَمَثِّلِينَ ِلأَنْظَارِ النَّاسِ، وَالْمُتَكَلِّمِينَ مَعَ خَوَاصِّ الْبَشَرِ، بِاِخْبَارَاتِهِمِ الْمُتَطَابِقَةِ الْمُتَوَافِقَةِ
blank.gif
1
denilmiştir.



[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah ki, insanların nazarına temessül eden ve beşerin havâs kısmıyla konuşan melâikenin ittifakı, birbirine tetabuk ve tevafuk edenihbaratıyla, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]



Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunHazret-i Cebrail: [bk. bilgiler – Cebrail (a.s.)]
Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahHâlık-ı Kâinat: evreni ve içindeki herşeyi yaratan Allah
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan açıklamalarıyla ve anlatımıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân: (bk. a-c-z; b-y-n)bilâ istisna: istisnasız
bil’ittifak: ittifakla, birleşerekervâh-ı tayyibe: temiz ve iyi ruhlar
hadsiz: sınırsızhuzur-u Muhammedî: Hz. Peygamberin huzuru
ihbar etmek: haber vermekihbarat: haber vermeler
küre-i zemin: yeryüzü, dünyakıymettarlık: kıymetlilik, değerlilik
melâike: meleklermesâil-i imâniye: imanla ilgili meseleler
mutabık: uygunmuvafık: lâyık, uygun
mütemadiyen: sürekli olarakmüzeyyen: süslenmiş
nur-u iman: iman nurusahabe: Hz. Peygamber’i (a.s.m.) görüp onun yolundan giden Müslümanlar
sekene: sakinler, ikamet edenlersemâvât: gökler
semâvî: Allah tarafından olan, İlâhîsuret: biçim, şekil
sıfât-ı kudsiye: kutsal sıfatlar, kusursuz özelliklertemessül: belirme, görünme
tetabuk: uygunluktevafuk: denk gelme, uygunluk
tevatür: çok güvenilir insanların birbirlerine anlatarak getirdikleri kesin habervahdet: birlik
vücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasızemin: yer, dünya
zîhayat: canlı, hayat sahibizîruh: ruh sahibi
zîşuur: şuur sahibi, bilinçlişehadet etmek:
 
Üst