DIŞ GÖRÜNÜŞ ve ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK

müdavim

Üye Sorumlusu
DIŞ GÖRÜNÜŞ ve ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK


Ahmed Şahin


Şu yaz günlerinde giyim kuşamdaki karmaşayı görünce herhalde diyorum, kimlik kaybına maruz kalıyoruz. Kim gibi giyinip kim gibi yaşayacağımızı bilemez hale geliyoruz?

Sanki içimizi boşaltmışlar, dışımızı süslemekle meşgul oluyoruz. Ekran ve sahnelerdeki teşhirler cadde ve sokaklara kadar iniyor, her taraf teşhir görüntüleriyle dolup taşıyor.
Bence şahsiyetini kazanmış, kimliğini kesinleştirmiş kimseler iç olgunluk ve güzelliği esas alırlar, dış görünüşle gereğinden fazla meşgul olmazlar. Bilirler ki esas olan iç olgunluk, fikir ve ruhta mükemmelliktir. Komplekslerden kurtulmaktır. Nitekim Hz. Ali Efendimiz şu sözlerini de bu sebeple söylemiş olmalıdır:
- Renkli kumaşlar giyerek sağlanan dış güzellik gerçek güzellik değildir. Asıl güzellik iman ve itaatle sağlanan ilim ve ahlak güzelliğidir!.
İsterseniz bu konuyu ehlinden okumuş olmak için yapacağımız iktibas üzerinde birlikte düşünelim. Bakalım şahsiyetini bulmuş, kimliğini kazanmış kimselerde ne türlü bir sadelik ve samimilik göze çarpmaktadır? Esas olan, aşırı bir dış görünüş müdür, yoksa iman ve itaatle sağlanan bir iç oluş mudur görelim?
Muhterem müellif diyor ki:
-Samimi ve hâlis bir mü'minin en çarpıcı vasfı, onun tevazu ve gösterişten uzak alçakgönüllü halidir. Onun, hayatı gayet sade ve tahrikten uzaktır. Evi barkı ve muhiti yine bu manzara ile çevrilidir. Bu güzel vasfını o Hazret-i Kur'ân'dan ve Resulullah (sas)'in eşsiz hayatından almıştır. Zira; Efendiler Efendisi (sas) hep böyle sade davranmış ve hep böyle mütevazı ve gösterişsiz yaşamıştır.
O, Mekke'de ilk tebliğe başladığı gün nasıl tevazu içinde ise Medine'de hazırladığı ordu ile sekiz sene evvel çıkarıldığı Mekke'ye fatih bir kumandan olarak girdiği gün de yine aynı tevazu ve sadelik içindedir. Hiç değişmemiş, gösteriş ihtiyacı içine hiç girmemiştir.
Fetih günü Mekke'ye girerken bindiği devenin yelesine değecek kadar aşağı eğdiği başı, O'nun tevazuda gün geçtikçe daha da derinleştiğinin en güzel örneğidir. Susamıştır, bir bardak su ister. Zemzem kuyusunun etrafında herkesin kullanması için bardaklar vardır. Orada herkes bu bardakları kullanmaktadır. Sahabi, en yakın evlerden birine koşmaya ve özel bir su kabı getirmeye çalışır. Hemen Allah Rasûlü (sas) onu durdurur ve herkesin kullandığı bardaktan su içmek istediğini söyleyerek, "Ben de insanlardan bir insanım. Özel bardak istemem. Herkesin içtiği kaptan içmeliyim!." der.
Zaten O, hayatını hurma lifinden bir hasır üzerinde geçirmişti. Ukba'ya hicretini de yine o hasır üzerinde yaptı. Üzerinde yattığı hasırı kaldırdılar ve O'nu o hasırın altına gömdüler. Ve bizler için cennetten daha mukaddes, O'nun Ravzası işte bu hasrın mekân tuttuğu yerden ibarettir. O'nun hayatında hiç zikzak yoktu; tebliğ ve temsil yolu da bence böyle olmalıdır.
Hz. Ömer (ra) halife olduğunda genişliği bugünkü Türkiye'nin altı-yedi katı bir ülkeyi idare ediyordu. Buna rağmen o da, İslâm'a girdikten sonra başlattığı hayat ritmini asla değiştirmemiş, halife olduğunda Medine'nin en fakiri olduğu gibi, vefat ederken de yine en fakiriydi.
Üzerindeki elbisede -rivayete nazaran- otuzdan fazla yama vardı. Onu arayanlar ekseriyetle "Baki-i Garkat" mezarlığında başını bir mezar taşına yaslamış, düşünüyor halde bulurlardı.
Krallara taç giydiren ve kralları tacından eden koca halifenin hiç değişmeyen hayat tarzı işte buydu!.. Ve bu onun aynı zamanda en tesirli tarafıydı. Buna, hâl dilinin gücü ve tesiri de diyebiliriz."
Evet, onlar işte böyleydiler? Ya biz neyleyiz acaba? Hep dış görünüşümüzü süslüyor, iç oluşumuzu ihmal mi ediyoruz? Şu yaz günlerinde aşırı dış süsleme gayreti, aşırı iç boşluğunu gizleme telaşından mı kaynaklanıyor? Düşünmeye değer mi bu örnekler?
 
Üst