Her Hafta Bir Yazı...

pendüender

Well-known member
ÇAĞDAŞ ŞİRK

‘Baksanıza! Allah yerde ve gökte olan nice varlıkları sizin emrinize verdi. Üzerinize gizli ve açık (zahiri ve batıni) nimetlerini akıttı. Hal böyle iken, insanlardan bir kısmı -elinde gerçek bir ilmi, doğru bir görüşü ve hakkı gösteren bir kitabı yokken- kalkar, Allah hakkında mücadele eder, boşuna tartışmalara girer.’ (Lokman/20) ayeti, insanoğlunun fıtratını ve tuhaf tutumunu en güzel şekilde ortaya koyuyor.

Bu insanlara: “Gelin sizi yaratan Allah’a kulluk edin. O’nun indirdiği kitaplara ve gönderdiği peygamberlere uyun” dendiği zaman: “Hayır biz canımızın istediği yoldan gideriz; nasıl arzu ediyorsak öyle yaparız” diye garip bir cevap verirler. Cenab-ı Hakk soruyor: “Peki, gittiğiniz yolun başında şeytan oturuyor ve sizi alevli bir azaba çağırıyorsa, hâlâ ona mı uyacaksınız?” (Lokman/21)
İşte nimetler üstümüzde. İşte ortaya koyduğumuz medeniyetler önümüzde. Yerler ve gökler bütün güzellik ve nimetleriyle sırf Yüce Rabbimizin emri olduğu için hizmette. Zerreler, hücreler, atomlar, elektronlar, protonlar, güneş, ay, dört mevsim ve bütün hayvanlar… Hepsi vazifede. Emrimize verilen nimetler değişmedi, bitmedi, elimizden gitmedi. Zaten bu eşyadaki ilahi tecelliler bitmez. Yeni keşiflerin sonu gelmez. İnsan ömrü bunları takip etmeye yetmez.

Peki, kainata efendi yapılan bu insan, niçin Rabbini unutup da nimetlere köle oldu? Hedefi şükür ve sevgi olan bunca ihsanları, hangi mantıkla küfre, şirke ve zulme alet etti ve hâlâ ediyor? Varılan sonuçlara ve Kur’anda tespit edilen insan manzaralarına bakın:
“İnsanlardan bazıları, Allah’tan başka varlıkları Allah’a eş koşarlar ve onları Allah’ı sever gibi severler.” (Bakara/165)
“Heva ve hevesini kendisine bir ilah edinen ve Allah’ın kendisini bir bilgi üzerinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ gerçekleri düşünüp ibret almayacak mısınız?

Onlar: ‘Hayat ancak yaşadığımız dünya hayatıdır. Yaşarız, ölürüz, bizi ancak zaman helak eder’ derler. Onlar bunu bir ilme göre söylemiyorlar. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar.” (Casiye/23)
İlâh, kalbi çeken, sevgi ile kendisine bağlanılan ve muhabbetle kulluk yapılan varlık demektir.
İnsanın bir şeye fazla düşkünlüğüne ve aşırı sevgisine “heva” denir. “Hevasını ilâh etti” demek; hevesine kapıldı, hislerinin peşine takıldı, kötü arzuları kendisini nereye çekti ise oraya aktı, Allah’ın emrini unuttu, nefsine kulluk etti demektir. Bu manada ilâh, Allah’tan başka varlıklar için kullanılabilir. Kur’an-ı Hakim’de putlara da ilâh denilmiştir.

Bu âlemde asıl sevgiye ve ibadete layık olan elbette Allah-u Tealâ’dır. Çünkü sevgimizi de sevdiklerimizi de yaratan, yaşatan, bütün âlemi ilim ve kudretiyle saran O’dur. Hal böyle iken insan, sevgi kıblesini nasıl değiştiriyor ve fani olanı seçip, baki olanı hangi cesaretle terkediyor? Hayret doğrusu!.

Bu imtihanın özü şudur: Allahu Tealâ akıllarımızı ölçmek için dünyayı süsledi. Ayrıca eşyanın bize bakan yüzünü tatlandırdı. Bunların yanında kadın, evlat, mal, rütbe, itibar, geçim derdi gibi sebepler zinciriyle insan kuşatıldı. Özellikle yaşadığımız asırda maddenin içindeki kabiliyetler patladı, bir teknoloji devrimi yaşandı. Tekniğin getirdiği yenilikler, güzellikler ve zevkler insanoğlunu iyice şaşırttı. Bu şaşkınlık, Allah’ın azameti karşısında insanın hayran olup hayrette kalmasından değil, nefsin azıp gaflete dalmasındandır.
Keşke bunca inkişaf ve gelişme karşısında imanımız artsaydı! Bunları bize veren Mevla’ya karşı muhabbetimiz ve saygımız çoğalsaydı!

Halbuki eşyadaki bu güzellik, Allahu Tealâ’nın binbir perde arkasından gizlice ortaya çıkan rahmet ve kudretinin tecellileridir. Bu sanat bizim değil O’nundur. Güzel olan Allah’tır, güzelliği veren de… Yüce Yaratıcı kudretini göstermek için kâinatı, ondaki sanatı görüp sahibini sevmek için de insanı yaratmıştır.

Esasen bütün ilim ve bilimler var olan şeylere yaslanır. Var olan her varlık ise, onu yaratanın şahididir. Yaratanın ismiyle okunan ilim, insanı imana götürür. Yüce Yaratıcıya iman, bütün müşkülleri çözdürür. İmansız ve nursuz bir kalb sinede yüktür. Bir bilinse, böyle bir kalbin derdi ne kadar büyüktür. Bu kalbin derdi, kendisini yaratanı tanımamak ve Yüce Mevla’nın yerine eşyayı koymaktır. Kalbin sahibi Allah, kalbin bu derdinin kesin ilacını söylüyor: “Dikkat edin! Kalpler ancak (yaratanına iman ve) O’nun zikriyle huzur bulur.” (Ra’d/28)
Eşya Nasıl Putlaştırılıyor?
İnsan, Yüce Yaratıcısını unutunca aklı şaşar, serabı su sanar, zehiri bal diye yutar, harama hayat diye dalar. Nefis bu dünyaya sadece mideden bakar. Ondan elde ettikleriyle sevinirken, onları kaçırmaktan da korkar. Öyle olur ki bu sevgi ve korku insanın bütün hücrelerini sarar. İnsandaki yaşama ve eşya sevgisi gönüle taht kurar. Bu sevgiyle kalp sarhoş olur. İnsan sebepleri hedef yapar, ölümü unutur, hayata iyice bağlanır, dünya gözünde kıymetlenir. Öyle ki, eşya Yüce Mevla’dan daha çok sevilir. Artık her an o zikredilir. Hayallere o yerleşir. İnsan sadece onun için üzülür, ancak onunla sevinir. Allah’ı zikirden ve namazdan çekinir. Onun gönlünde din, iman, ahlâk, helal, haram, namus, şeref önemini yitirir. Her şey maddedir, maddi hesaplar önemlidir ve ticaretin kanunları geçerlidir.
Bugün bir çok insan Allahu Tealâ’nın bir lütfu olarak teknolojiyi ve onunla gelen nimetleri şükre değil şirke alet ettiler. Hayat onunla başlar, onunla biter dediler. Ölüme kadar oyalandılar, aldandılar ve aldattılar. Kabrin içine girince olayı anladılar, ama geç kaldılar.

Ehl-i dünyanın tercihi madde olduğundan, bütün kalbiyle onu sever ve her şeylerini onun uğruna verirler. Sonuçta da biribirlerini terkederler. Bu tercihe göre o sonuç kaçınılmazdır. Tuhaf olan bu değildir. Asıl şaşılacak olan durum, Allah’a inandım diyen, ancak dünyayı tercih eden ve onu Yüce Rabbinden daha çok seven mü’minin halidir.
Maddenin aşırı derecede sevilmesiyle içine düşülecek felaketlerin başında Allah’tan gaflet, kalp katılığı, ibadetleri terk, kibir, hased, istikbal endişesi, korkaklık, tembellik ve keyfine düşkünlük gelmektedir.
Madde ve teknoloji, bir çok mü’minin tevekkülünü zedeledi, kalbini çekti, aklını çeldi. Gaflet içinde maddeye yönelen ve gelişmeleri takip eden bazı mü’minler, “bu işler insan elinden çıkıyor. Onları üreten kâfir, tüketen mü’minden daha kıymetlidir. Asıl olan iman değil akıldır” düşüncesine girdi. Allah’tan daha çok elindeki maddi imkanlara güvendi. Duayı terketti, kaderi inkâr etti. Gözyaşı kurudu, Allah sevgisiyle inleyip ağlamayı unuttu.

Teknolojinin ürünü olan nimetler, bazı mü’minlerin kalbinden ilahi muhabbeti çaldı. Kalp kupkuru kaldı, gönülde dünya tatlandı. Öyle ki, kul, bir koyunu kadar dininin derdine düşmedi. Midesi kadar kalbini düşünmedi. Gerçi bu insanlar eşyaya “bu benim ilahım!” demedi, ancak onun derdinden kurtulup kalbini Yüce Rabbine açarak “Aman Allahım!” da diyemedi. Malına secde etmedi, fakat Mevlasına secdeye de gitmedi. “Kıblem Kabe’dir” dedi, ama oraya hiç yönelmedi. “Para imiş her ne var âlemde, gayrisi kıyl u kal imiş ancak!” namesiyle yattı kalktı. Hadis-i şerifte belirtildiği gibi fitneler her yanını sardı, dinini beş paraya sattı.
Bu felaketin sebibi incelense, görülecektir ki tek sebep aşırı dünya muhabbeti. Vallahi dünyanın bir suçu yok, hepsi şahsın kabahati.
Halbuki, gerçek akıl sahibi mü’minler için bütün bu nimetler bir zikir vesilesidir. Şükür sebebidir, ibret levhasıdır, ilim vesikasıdır, ibadet meydanıdır, hizmet alanıdır.

Nurullah TOPRAK/1999
 
Son düzenleme:

pendüender

Well-known member
KENDİ HALİMİZ NİCEDİR???

Zulmün her türlüsünün yok olduğu, hiçbir adaletsizliğin görülmediği bir dünyayı kim istemez?
Bugün sıradan bir kişiden, politik sistemlere kadar herkes aynı talebi dile getiriyorlar. İdeolojiler aynı vaatlerle taraftar buluyor.
Demek ki Ademoğlu fıtrî olarak zulümden kaçıyor, adalet istiyor. Fakat ne yaman çelişkidir ki insanın insana reva gördüğünü de hiçbir yaratılmış birbirine yapmıyor. Ve demek ki insan tabiatının bir şeyden hazzetmiyor olması yetmiyor. Onu rahat ettirecek bir hayat modeli, bir nizam, bir sistem gerekiyor.

İşte insanlık tarihinin ana damarı, asıl geleneği olan ilahî vahiy burada devreye giriyor. Kulunun yaratılış özelliklerini, hatasını sevabını kendisinden iyi bilen Cenab-ı Mevlâ rehberlerini gönderiyor, güzeli çirkini, doğruyu yanlışı öğretiyor. Bu manada tarih boyunca peygamberlerin tebliğ ettiği daima İslâm’dır ve İslâm bir manasıyla esenlik demektir. Yani barış, huzur, adalet. Yani zulümsüzlük.​

İşin temeli böyleyken, zamanın ruhunun ifsat olduğu dönemlerde İslâm olanlar da bir savrulma yaşamaya başlıyor. Dünyayı ıslah etme vazifesi varken kendi hariminde nice ifsat halleriyle malul hale geliyor.

Şunu birlikte hatırlayalım: Kişinin kendine, dar çevresine yaptığı mikro ölçekli zulümle kitlelerin maruz kaldığı kıyımlar gibi makro ölçekli zulüm mahiyet itibarıyla aynıdır ve birbirini besler. Kendi kişisel hayatında yaptığı zulmü muhasebe etmeyen, kırıp dökerek yaşayan insan aleme nizam veremez. Böyle bir talebi varsa asla sahici değildir.​
.
Sabahattin AYDIN
Hayırlı Haftalar..​
 

pendüender

Well-known member
Ramazan ve Tasavvuf

Ankara’da iki genç tahsilli müslüman, ana caddede yürüyorlarken biri diğerine birdenbire sormuş:

“Üç gün sonra öleceğini bildirselerdi, ne yapardın?”

Diğeri de gayr-i ihtiyârî şu cevabı vermiş:

“Gider mutasavvıf olurdum.”

Bu cevap, hele modern bir gençten gelince, çok büyük önem ve anlam kazanmaktadır; kısa ama doğrudur. Ölüm bahis konusu olunca iş ciddiye binmekte, işin şakası kalmamakta, gönlü tatmin edecek tam garantili yolun seçilmesi gerekmektedir.


Çünkü İslâm tasavvufu, Peygamber Efendimizin (sas.) hayatını yaşama çabası, şeriatın hayata uygulanma özlemidir; dinî vecibelerin samimiyetle edâsı, iman esaslarının sineye sindirilmesidir; İslâm’ın aslı, ruhu ve özüdür; ibadette ihsan makamıdır; laf değil iş, kâl değil hâldir; gaflet, cehalet ve hurafe değil, ilim-irfan ve agâhlıktır; çünkü büyük din alimlerimizin ekseriyeti aynı zamanda bir velî ve tasavvuf lideri idiler. Tasavvuf da tefsir, hadis, kelam, akaid ve fıkıh gibi “şer’î” bir ilimdir, Kur’an’dan ve hadisten alınmıştır, fıkh-ı zâhire mukabil fıkh-ı batn ve ilm-i ahvâl-i kalb ve tezkiye-i nefstir.

Tasavvuf nefsi terbiyedir, sağlam iradedir, güzel ahlâktır, salih ameldir; tembellik, miskinlik ve atıllık değildir; çünkü İslâm âleminde en büyük liderler, aksiyonerler ve mücahidler bu mutasavvıflar içinden çıkmıştır. Emperyalistler hâlâ en çok mutasavvıflardan korkarlar.​

Ehl-i Sünnet tasavvufu, bazı batıl yol ve sapık tarikatlerdeki zındıklık ve safsatalardan arı, berî ve paktır; onlar İslâm âleminin ilimden uzak, geri yörelerine sonralardan girmiş, komşu yabancı kültürlerden sokulmuştur. Papaza kızıp oruç bozmaya, sapıklara bakıp asil tasavvufa kızmaya lüzum yoktur. Zaten zındıklarla, sapıklarla en güzel mücadeleyi gene mutasavvıflar vermiş ve vermektedir.

Sâfî tasavvuf hâlâtı, zühd ve takva hayatı, ta “Asr-ı Sa’âdet”ten beri vardı ve kıyamete kadar da –inşaallah– var kalacaktır. Çünkü tasavvuf, Allah’ın rızasını kazanma yoludur ve mutasavvıf da iyi müslüman, gerçek mü’min, has ve halis kul demektir.

Ramazan da –ilim ve irfanla, basiret gözüyle bakılırsa– gerçekte bir tasavvuf ayıdır. Bu ayda âyet ve hadislerin gereği olarak yaptığımız ibadet ve taatlerle, topluca “dervişleşmekte”, derunî sufiyâne bir hayat sürmeye başlamaktayız. Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyyede açıkça görüldüğüne göre Ramazan orucunun maksadı ve nihaî hedefi, nefsin terbiyesi, takva ve güzel ahlâkın husulüdür. Dervişin gayesi de bunlar değil midir?​

O halde bu dervişlik ve tasavvuf ayınız, hakkınızda hayırlı ve mübarek olsun. Allah cümlemize Yunus, Mevlânâ, Hacı Bayram, Eşrefoğlu, İbrahim Hakkı, Üftâde, Hüdâyî... misali arif ve kâmil kişi olmayı ve sa’âdet-i dâreyni bulmayı nasip eylesin değerli okuyucular!​
Alıntı.
*
 
Son düzenleme:

pendüender

Well-known member
Üçüncü nesil İslamcılar
Türkiye ve İran'da üçüncü nesil İslamcıların dönemi 21. yüzyılın ilk yıllarında başlar.

Kesin tarih 1997'dir. Bu tarihte Türkiye'de 28 Şubat postmodern darbe, İran'da çapraz olarak Muhammed Hatemi cumhurbaşkanı oldu. Mısır'da üçüncü neslin sahneye çıkışı Tahrir Meydanı'dır. Modern tarihte Türkiye, İran ve Mısır arasındaki ana kırılmalar birkaç sene ara ile ama zamansal olarak paralel vuku bulur.

"Referans çerçevesi, parametreler ve ana idealler" sabit olmak kaydıyla İslamcı yürüyüşte tarihsel ve toplumsal durumlara paralel değişimlerin yaşanması doğaldır, hatta olması gerekendir. Eğer bir hareket tarih içinde kendi kaynaklarına ve hedefine sadakat gösterip akıyorsa, kendi asli mecrasını, yani geleneğini koruyup değişiyor demektir. İslamcılığın tarihinde ikinci nesilden üçüncüsüne geçişin, kendi geleneği içinde kaynaklara ve hedefe tam sadakati gösterip göstermediği sorulmaya değer.

Bu satırların yazarının da içinde aktığı mecrada hem şahit hem aktör olarak bir parçası olduğu ikinci nesil İslamcılar, kendilerini ciddi bir öz eleştiriye tabi tutabilselerdi şu zaaf noktalarının üçüncü nesle miras olarak devredilmemesi gerektiğini de tespit edebilirlerdi:

1) İkinci nesil İslamcılar, birinci nesilden "gelenek düşmanlığı"nı kötü bir miras olarak devralmışlardı. Kendini tarih içinde köklerine bağlı kalarak üreten ve sürdüren "ümmetin örfü ve sahih gelenek" ile "gelenekçilik ve bunun ürünü entegrizm" arasında gerekli ayırımı yapmadılar. Bu onları tarihte birer bid'at hareketler şeklinde algılanmalarına, zaman zaman da "radikalizm"e sürüklenmelerine yol açtı. Batı modernizmi oryantalist ve hegemonik varlığını "gelenek düşmanlığı" üzerinden yürütür ki, bunun en erken İslamcıların farkında olması beklenirdi.

2) İslamiyet'i aşırı bir biçimde politize ettiler; tarihte iyi kötü kurulmuş bulunan "sivil İslam-resmi İslam" arasındaki dengeyi kendi faaliyet gösterdikleri coğrafyalarda gösteremediler.

3) Söylemi ve retoriği aşırı biçimde politize edilmiş İslamcılık, tasavvufa, dinin manevî, irfani ve ahlaki boyutuna bigane kaldı. Bu yüzden Aydınlanma felsefesine yeterli düzeyde entelektüel, felsefî ve fikrî cevap verilemedi. Politik öncelik her şeyin önüne geçti, bu da derinliksiz, kültürel bakımdan yoksun siyaset biçimlerini ve siyasetçileri öne çıkardı.

4) Tanzimat ve Türk modernleşmesinin derin etkisinde İslamcı söylem de, genellikle şair, hikâyeci ve edebiyatçıların inhisarında kaldı. Oysa Abbasi modelinde sanat, edebiyat ve şiirin çevre felsefe, bilgi ve hikmet havzalarıyla kurulan temasta ve sağlanan alışverişte sıfır etkisi söz konusudur. Bugün de özellikle Türkiye İslamcılığının en büyük handikapı ve zaafı hâlâ şairlerin, öykücü ve edebiyatçıların blokajı altında olup kelami ve usuli temeli olmayan, gerçek entelektüellerden ve alimlerden yoksunluğudur.

Söz konusu konularda gerekli kritiği yap(a)mayan İslamcılar, bir anda önlerine çıkan iktidar fırsatıyla karşılaştılar. Bu, onların iktidara olan aşırı talepkârlığı dolayısıyla iktidarın modern, eşitliksiz yapısını sorgulamadan kabullenmelerine yol açtı. Böylelikle:

a) İslamcılık modernliğe sahici bir cevap geliştiremedi; "birey, sekülerlik ve ulus devlet" parametrelerini veri kabul edip muhafazakârlaştırmakla yetindi. İslamcıların, iktidarla beraber devletçi ve milliyetçi, reel politikçi ve küresel ittifakçı kesilmelerinin gerisinde böylesine zihnî bir zaaf yatmaktadır.

b) Bununla bağlantılı olarak Kur'an ve Sünnet'e dönüş ideali gündemden düşürüldü; içtihat kapısına uğranılmadan AB yol haritası ve liberal politikalar benimsendi; kötü ve sahte örneklerin de etkisiyle "cihad" neredeyse "terör" addedilip unutturuldu.

c) İnsan-aile, cemaat-toplum ilişkileri ve sosyo-politik kurumlar İslamî çerçevede yeniden tanımlanmadı.

Bunlar "olması gerekenler"di. Yeterince olmadı. "Olan" şudur: Beklenmedik başarı iktidarı ayağa getirdi, ama özü ve modern yapısı üzerinde yeterince imal-i fikr edilmediği için "iktidar için iktidar" ilkesi benimsendi. Küresel ve ulusal güçler, bunu memnuniyetle dünün İslamcıları-bugünün muhafazakârlarına devrettiler. Yeni bir dünya tahayyülünün mimarları olma potansiyeline sahip entelektüller ulus devletin memurları ve küresel stratejilerin analistleri oldular. Toplumu sosyal ve ahlakî bakımdan takviye etmesi beklenen sivil cemaatler iktidar mücadelesinin bir parçası oldular.

a.bulac@zaman.com.tr
 

pendüender

Well-known member
İNFAK

Rabbimiz buyuruyor: “O müttakiler ki bollukta da, darlıkta da Allah yolunda infak ederler.” (Âl-i İmran, 134)
İnfak yalnızca zenginlere mahsus bir ayrıcalık değildir. Her müslüman imkanları ölçüsünde bu güzellikten hissedar olmak ister. Bu bazen güzel bir sözle, tebessümle ya da kusuru bağışlamak, bir ayıbı örtmekle de olabilir. Yapılan yardımın ardından söylenecek incitici bir tavır yahut yargılayıcı bir söz Allah’ı razı etmeyeceği gibi, kişinin zarara girmesine sebeptir.
Eğer etrafımızda yardım edebileceğimiz kimseleri buluyorsak bunu bir nimet bilmeliyiz. Hele de bu kimse kapımıza gelmişse… Hatta bizi ihsanda bulunacağı kullara vesile kılması için Allah’a niyazda bulunmalıyız. Yardım edilecek kişiyi kapımıza gönderen Cenab-ı Hak dilese hiçbir sebebe ihtiyaç duymadan kulun sıkıntısını giderebilir, gökten sofralar indirebilir. O her şeyi bilen ve gücü her şeye yetendir. Bir kulunu bir hayra vesile kılması da onun lütfundadır. Elverir ki kul gelen fırsatları değerlendirmeyi bilsin. Kardeşlik hukukuna riayet etsin.
“İşte o gün kişi kardeşinden, kaçar.” (Abese, 34) O dehşetli hesap günü gelip çattığında nereye kaçacağız?
Hz. Aişe r.a. validemiz diyor ki: Allah Rasulü s.a.v. bir koyun kesmişlerdi. Bu sırada bir dilenci geldi ve etten ona verdiler. Bir dilenci daha geldi, ona da verdiler. Sonra bir dilenci daha geldi, ona da… Allah Rasulü s.a.v. buyurdu ki:
– Koyundan geriye ne kaldı?
Yanındakiler;
– Sadece omuz kısmı kaldı, dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
– Hayır! Omuzu hariç diğer yerleri kaldı. (Tirmizî)
Efendimiz s.a.v.’in beyanı açık. Allah yolunda harcanan beka bulur. Geçici olan biriktirdiğimiz, harcadığımız, savurduğumuzdur.
 

pendüender

Well-known member
Süleymaniye Camii'nin restorasyonunda hata mı yapıldı?
Kaynak: Radikal - 02.08.2012 - 11:50 Mimar Sinan'ın 'kalfalık' eseri tarihi Süleymaniye Camii'nin ses akustiğinin yapılan yanlış restorasyonlar nedeniyle bozulduğu ortaya çıktı.
Mimar Sinan'ın Kanuni Sultan Süleyman döneminde inşa ettiği 1557 tarihli camiyle ilgili bir süre önce bir ihbar geldi. 2007-2010 arasında restore edilen caminin ses sistemi bozulmuştu: "Mimar Sinan tarafından büyük bir başarı ile sağlanan ses akustiği ne yazık ki restorasyon sırasında kullanılan yanlış ve sentetik malzemeler nedeniyle tümüyle bozulmuş durumda. Cami içinde artık hiçbir yerden doğru dürüst hutbe ve dua duyulmaz durumda."

Fatih Müftüsü Emrullah Üzüm şikâyetlerin kendisine de geldiğini söyleyerek "Bu durum benden önceki dönemde gerçekleşmiş. Şu anda problem neredeyse giderildi. Bazı noktalarda hâlâ sıkıntı var. Önceki gün bir programda oradaydım. Kenarlardan ses duyuluyor ama mihrabın civarında ses buluşması oluyor" dedi.

Camiye gidip şikayeti yerinde gözleyince hakikaten duaların net olarak caminin her yerinde aynı şekilde duyulmadığı görüldü. Süleymaniye'nin cemaati de şaşkındı. "Daha önce elinizi şıklatsanız her yerden duyulurdu şimdi farklı bir çınlama var" diyen cemaatin görüşüne cami görevlileri de katılıyordu. Görevliler, sorunun giderilmesi için şikâyetlerini İl Müftülüğü'ne bildirdiklerini belirtirken, "Cuma namazında büyük sıkıntı yaşanırken Ramazan ayı içinde teravihlerde de büyük problem oluyor" dedi.

'Artık akustik kaldı mı bilmiyorum'

Şikayetler İstanbul İl Müftülüğü'ne de yansımış. Akustikle ilgili oluşturulan heyete İl Müftü Yardımcısı Abdurrahman Binbir nezaret ediyor. Binbir, akustik sorununu çözmek için uzmanlara rapor hazırlattığını söyledi. Heyetin raporunu bayramdan sonra tamamlayacağını belirten Binbir, şöyle devam etti:

"Mimar Sinan'ın akustiği kaldı mı bilmiyorum. Rapora göre belli olacak. Akustik sorunu 'şimdilik' hoparlör sayısı arttırılarak giderildi. En kısa sürede bilim heyetiyle çalışmalara başlayarak bu sorunu çözeceğimize inanıyorum. Geçenlerde kubbenin en üst tarafına çıktım. Yürürken ayak seslerimi dahi rahatlıkla duyabiliyordum. Ancak nasıl olduysa ses artık kubbeden aşağıya gelmiyor."

Gür Yapı: Sorun onların ses düzeninde

Gür Yapı İnşaat yetkilileri ise restorasyonun akustiği bozmadığı iddiasında: "Üniversitelerden aldığımız raporlar var. Akustikle ilgili sıkıntı yok. Bizim taktığımız ses sistemini istemediler. Şu anda kendi istedikleri ses sistemini kullanıyorlar. Hatta her noktaya ekstra hoparlör istediler. Fazla sayıda hoparlör takıldı. Akademisyenler bu ses sisteminin akustiğe zarar verdiğini söyledi. Akustiği aksine çimento tuğlalar bozuyordu. Biz o tuğlaları alarak sorunu çözdük."

'Altın kural en az müdahaledir'

Marmara Üniversitesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Selçuk Mülayim: "Akustik, iç yapının biçimlenmesiyle etkin hale getiriliyor ve kubbe içerisindeki amforalar dizisiyle ses tınısı aktarılıyor. Duvarlara çarpan ses toplanıyor, yarım kubbeler ve ana kubbeyle cemaate homojen şekilde yansıtılıyor. Akustiği restorasyonda kullanılan malzemeler, dolap, saat gibi gereksiz kütleler bozabiliyor. Bu akustiğin mükemmelliğini halen Selimiye'de görebiliriz. Restorasyonun altın kuralı 'en az müdahaledir. Eğer kullanılan malzeme ve restorasyona dikkat edilseydi Selimiye'deki akustiği burada da görebilirdik."

Neler yenilendi?

Restorasyonda 200 uzman, konservatör ve işçi çalıştı. Camide revaklı avlu, minare ve dış avlu duvarlarında cephe temizliği yapıldı. Çimento esaslı imitasyonlar söküldü, özgün haline uygun, küfeki taşı kullanıldı. Ana kubbesinde statik güçlendirme yapıldı. Caminin üç şerefeli minaresinin külahı, daha önce yanlış malzeme kullanımı sonucu eğrilmişti, bu düzeltildi. Minarelerin bakır alemleri altınla varaklandı. Revaklı avluda bulunan mermer alemlerin eksik parçaları tamamlandı.

Kubbe hoparlörlerle dolduruldu

Süleymaniye, ses sistemindeki bozukluk nedeniyle geçici olarak hoparlörlerle donatıldı. Akustiğin bozulma nedenleri ise uzmanlarca şöyle sıralanıyor: Testi ağızları kapatılmış ve üstleri sıvanmış olabilir. Horosan harç yerine beton kullanımı. Akustiği sağlayan harç arası boşlukların tamamlanması. Sesin yankısını sağlayan, özellikle aralık bırakılan döşeme taşlarının yok edilmesi. Duvar sıvasında kullanılan sentetik madde.

256 küpün sırrı

Caminin restorasyonu sırasında kubbesinde 15 santimetre ağız genişliğine sahip, 45 santimetre uzunluğunda simetrik halde dizilmiş 256 adet küp bulunmuştu. Akustik, simetrik halde dizilen bu küplerin içindeki hava boşlukları sayesinde sağlanıyordu. Mimar Sinan'ın kullandığı teknikte akustiğin sağlanması için bütün kubbeler çift kubbe seklinde yapılmıştı. Ayrıca zeminde, sesi yansıtmak için tuğlalardan boşluk bırakılmıştı. Bu sayede Süleymaniye mükemmel bir akustiğe sahipti.-ZAMAN
 

pendüender

Well-known member
Beş ders
Ramazan ayı günlük hayhuyu yavaşlatıp, insanın kendine 'Ben nereye koşuyorum, bir ömür bütün bunlara değer mi?' diye sormasını da gerektiriyor. Yoksa aç kalarak ruhumuzun arınmayacağı besbelli.

Ben de bugün 'ateşli' yazılarıma mola veriyorum. Aşağıda bana iyi gelen 'beş dersi' sizin de Ramazan vicdanınıza sunuyorum. Ancak hadiselerden hangi dersi çıkartmamız gerektiğine herkes kendi karar versin. Ben değil!
Ders.1: Öğretmenin dağıttığı test sorularını, son soru hariç, bir çırpıda bitirirdim. Son soru: 'Her gün okulu temizleyen hademe kadının ilk adı nedir?' Kadını, yerleri silerken, hemen her gün görüyordum. Kısa boylu, başı bağlı, biraz kambur, 50'lerinde falan olmalıydı. Neyse, son soruyu boş bırakıp, kâğıdı teslim ettim. Süre biterken bir arkadaş 'hocam bu soru sınava dâhil değil, şaka yapıyorsunuz, değil mi?' diye sordu. 'Tabii ki dâhil' dedi ve devam etti Hocamız: 'Bu dünyada herkes işini yapıyor. Herkes yeterince önemlidir. Takdiri, bir mütebessim çehreyi, makam ve mevkiine bakılmadan yüreğine olan herkes hak ediyor.'

Ders.2: Bardaktan boşalırcasına yağıyordu ve gece yarısı zenci bir kadın yolun kenarına çektiği arabanın yanında çaresizce gelip geçenlerden yardım istiyordu. Yanında durdum. 60'lı yıllarda ABD'de bir beyazın bir zenciye, hem de Alabama'da, yardıma kalkışması pek olağan şeylerden değildi. Onu kente kadar götürdüm. Bir taksi durağına bıraktım. Ayrılırken ille de adresimi istedi, verdim. Bir hafta sonra, kapım çalındı. Bırakılan muazzam pakete bir not ekliydi: 'Geçen gece otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim. Sizin sayenizde ölmekte olan eşimin yatağının başucuna zamanında ulaşmayı başardım. Biraz sonra da son nefesini verdi.'


Ders.3: 10 yaşındaki çocuk pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu... Çocuk sordu: 'Çikolatalı pasta kaç para?' '15 TL.' Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. Bir daha sordu: 'Peki, dondurma ne kadar?' '10 TL' dedi garson kız, sabırsızlıkla. Dükkânda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu. Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki... Çocuk parasını bir daha saydı ve 'bir dondurma alabilir miyim, lütfen?' dedi. Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi. Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu, birden. Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 5 TL bahşiş duruyordu.


Ders.4: Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş. Tenha bir yere gizlenip olacakları seyre koyulmuş. Sabahtan öğlene kadar nice zengin tüccarlar, kervancılar, saray görevlileri birer birer geldiler. Kayanın etrafından dolaşıp saraya girerken, pek çoğu 'bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyor' diyerek kralı yüksek sesle eleştirdi. Sonunda saraya meyve ve sebze getiren bir köylü çıkageldi. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı. Kan ter içinde kaldı ama sonunda, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı... Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde... 'Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir.'


Ders.5: Acil servise ağır hasta bir kız getirdiler. Tek yaşama şansı, 7 yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi. Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın mikroplarını yok eden antikorlar oluşmuştu. Doktor durumu 7 yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu. Küçük çocuk bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve 'eğer kurtulacaksa, veririm kanımı' dedi. Kan nakli yapılırken, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyordu. Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük çocuğun yüzü de giderek soluyordu... Gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle doktora sordu: 'Hemen mi öleceğim?' Ufaklık, doktoru yanlış anlamıştı. Ablasına vücudundaki bütün kanı verip, öleceğini düşünüyordu.

Hayırlı Ramazanlar.

i.ozturk@zaman.com.tr
İbrahim Öztürk (iozturk69) on Twitter
İbrahim Öztürk | Facebook
 

pendüender

Well-known member
Biz sadece Ramazan Müslüman'ı değiliz!
Hadis-i şerifin uyarısı çök önemlidir: -Allah için yapılan ibadetlerin en makbulü, (az da olsa) en devamlı olanıdır!.

Evet, böyle tarif ediyor Efendimiz (sas) Hazretleri, Müslüman'ın en makbul ibadet ve amelini. Az da olsa en devamlı olanıdır!.

Diyelim ki, bir insan Ramazan boyu beş vaktine beş daha ilâve etmiş, sabahlara kadar namaz kılmış, akşamlara kadar da oruç tutmuş. Elinde tesbihini, başında da takkesini eksik etmemiş.. ama bu titizlik ve dikkat, sadece Ramazan ayına mahsus kalmış, Ramazan'dan sonra dinî görevler gelecek Ramazan'a bırakılmış..

İşte bu, Allah yanında en makbul olan tutum değildir. Allah'ın insanlara ihsan ettiği el, ayak, göz, kulak gibi eşsiz nimetleri nasıl sadece Ramazan ayına mahsus kalmıyor, ömür boyu kullanılıyorsa, O'nun emirlerine olan itaatimiz de Ramazan ayına mahsus kalmamalı, ömür boyu devam ettirmeli, son nefese kadar sürdürmeliyiz. Yaşadığımız mübarek Ramazan ayı bize bu alışkanlığı kazandırmış olmalıdır. Bu sebeple de Ramazan ayında kazandığımız iyilik ve ibadet alışkanlıklarımızı Ramazan'dan sonra da firesiz devam ettirme azim ve kararında olmalıyız..

Şayet böyle bir sebat ve sadakat içinde hayatımızı sürdürürsek, Ramazan'ın feyzinden tam istifade edenlerden olduğumuzu düşünebiliriz.. Çünkü aldığımız bu karar, dini hayatımızı firesiz devam ettirme kararıdır. Hayatımızı değerlendirme adına bundan daha mühim bir karar olamaz Ramazan'dan sonra..

Zaten sorumluluk sahibi insan dindarlığını, Ramazan ayına inhisar ettiremez, Ramazan'dan sonra gömlek çıkarır gibi Ramazan'da kazandığı dini titizliği bırakıp da eski gaflet gömleğini giyemez. Belki Ramazan boyunca benimsediği güzel alışkanlıklarını iyice benimser, Ramazan sonrasında da aynen devam ettirme kararını tereddütsüz alır. Böylece ömür boyu dini hayatını sürdürme niyetini bir daha tazelemiş olur. Hadis-i şerifin tarif ettiği Müslüman halini alır. Ne diyor hadis-i şerif?:

-Allah için yapılan ibadetlerin en makbulü, (az da olsa) en devamlı olanıdır! Bir ay süreni değil..

Onun için 'Ramazan gitti, dinî hayat bitti' diyemez. Ramazan gider; ama dinî hayat ömür boyu devam eder. Çünkü kimse "Ramazan Müslüman'ı" durumuna düşmek istemez.

Süleymaniye Camii baş imamı merhum Sadık Efendi, Ramazan Müslüman'ını, tebessüm ettiren bir misalle şöyle anlatırdı:

Bayram sabahı namazdan sonra kendisine yaklaşan bir zat der ki:

-Hocam, Ramazan boyunca teravihimizi kıldırdınız bize hakkınız geçti, helal edin. Gelecek Ramazan'da yine görüşmek üzere haydi Allah'a ısmarladık, kalın sağlıcakla..

Bayram namazından sonra camiden böyle helalleşerek ayrılan Ramazan Müslüman'ı başında takkesi, elinde de tesbihi ile evinin yolunu tutar. Kapıya gelince hanıma seslenir:

-Hanım aç kapıyı da al şu ibadet malzemelerini, sandığın en emin yerine sakla. Gelecek Ramazan'da bana yine lazım olacak bunlar..

Elbette bizim idealimiz bu örnek değildir.

Gönlümüzün istediği, Ramazan ayında başlattığımız dini titizliğimizi ömür boyu devam ettirmek, Ramazan'da kazandığımızı, diğer aylarda kaybetmemektir..

Sizin de böyle düşündüğünüzü düşünüyor, Ramazan'da geliştirdiğimiz İslami hayatımızı ömür boyu devam ettirmeyi yüce Rabb'imizden hep birlikte niyaz ediyoruz.

a.sahin@zaman.com.tr

15 Ağustos 2012, Çarşamba
 

pendüender

Well-known member
Müslümanlar Müslümanları vurana kadar
Libya'da Amerikan Büyükelçisi Christopher Stevens, üç Amerikalı büyükelçilik yetkilisi ve dokuz Libyalı güvenlik görevlisi henüz niyetleri belli olmayan kişilerce öldürüldü.

Saldırı büyükelçinin Bingazi'deki konsoloslukta olduğunu bilen ve roketatar kullanan bir ekip tarafından gerçekleştirildi. İddiaların kabuk kısmında saldırının İsraillilerden aldığı yardımlarla yaptığı bir "film parçası" üzerinden İslam'a hakaret eden bir yönetmen parçasına gösterilen tepki olduğu söyleniyor. Biraz daha derinden bakanlar ve tabii Amerikan diplomasi tarihini bilenler, kabuğun altında Başkan Obama'ya yönelik bir operasyon olduğu kanaatindeler. Bu kişiler 1979'da İran'da yaşanan rehine krizi ve takip eden kurtarma operasyonunun fiyaskoyla sonuçlanması üzerine başkanlık seçimlerinin favorisi olan Jimmy Carter'ın seçimleri nasıl da kaybettiğini hatırlatıyorlar ve Libya'daki saldırının Cumhuriyetçi muhafazakârların işi olabileceğini söylüyorlar.

Amerikan seçimlerinin İslam karşıtlığı üzerinden yürütüleceğine dair emareler zaten vardı. Daha önce Matt Bissonnette adında bir Amerikan deniz komandosu, Bin Laden'in öldürüldüğü günün birinci elden hikâyesini yayımlamış ve No Easy Day adlı kitabında Obama yönetiminin bir dizi yalanını ortaya koymuştu. Kitabın seçimlerin hemen öncesinde piyasaya sürülmesi de Bin Laden operasyonu üzerinden başkanlık seçimlerini manipüle etme gayreti olarak algılanmıştı. Ne var ki Bin Laden'in öldürülmesi hakkındaki söylentileri sadece Cumhuriyetçiler değil Obama'nın Demokrat kampı da bir PR kampanyasına dönüştürmeyi düşünmüş olmalılar ki Kathryn Bigelow'un Bin Laden'in öldürülüşüyle sonuçlanan süreci anlattığı filmine bilgi desteği vermişlerdi. Film, seçimlerden hemen önce yayınlanacak ve Obama'yı kendisinden önceki Cumhuriyetçi başkanın yapamadığını yapan Amerikalı "muktedir adam" olarak lanse edecekti. Yapımcılar, film için gerekli bilgileri Başkan'ın adamlarından aldıklarının ortaya çıkmasından sonra galayı seçimin sonrasına bıraktıklarını açıkladılar. Görülen o ki ister radikal teröristler olsunlar, isterse şanı yüce Nebi Hazreti Muhammed Mustafa olsun, Müslümanların Amerikan siyaseti için tek anlamı vardır: başkanlık seçimlerinde propaganda malzemesi olarak kullanılmak.

Bu da Libya'daki saldırının kabuğun hemen altındaki çehresi... Peki daha derinlerde daha kapsamlı planlar olabilir mi? Olabilir! Hem de birkaç tabakada farklı farklı planlar olabilir.

Öncelikle Libya'daki saldırının Arap Baharı döneminde muhaliflerin karargâhına dönüşmüş olan Bingazi'de gerçekleşmiş olması Arap ülkelerinde gücünü her geçen gün yitirmekte olan devrim rüzgârına bir darbe daha indirmiş oldu. Özellikle dünyanın Suriye'deki muhaliflerin dramına kayıtsız kalınmamasını beklediği ve Amerikalıların harekete geçmesini ümit ettiği bir dönemde gelen bu terörist eylemin Amerikan kamuoyunu Suriye'deki rejime yönelik bir Amerikan-NATO saldırısı konusunda direnmeye iteceği açık. Yani kabuk biraz daha soyulduğunda altından başta Suriye olmak üzere diğer Arap ülkelerindeki demokratikleşme çabalarına verilen Amerikan desteğinin kesilmesi projesi çıkıyor.

Daha aşağıda dahası var. Aylardır internette olan bir film parçasına karşı (Bu arada 'film parçası' demem aşağılamak için değil. Ortada aşağılanacak bir film değil, 13 dakikalık bir fragman, bir film parçası var.) yapılan saldırının 11 Eylül gününe kadar bekletilmiş olması elbette bir dizi anlam içeriyor. Başta Amerikalıların olmak üzere bütün dünyanın 11 Eylül sancısını depreştiren bu eylem, 11 Eylül sonrasında Başkan Bush ve muhafazakâr adamlarının söylediği bütün İslam karşıtı sözleri canlandırıyor hafızalarda. Bunlardan biri özellikle ürkütücü. Amerika'nın eski savunma ve dışişleri bakanlarından Henry Kissinger, bu savaşın Amerika ile İslam dünyası arasında değil, Müslümanların kendi aralarındaki bir savaş olması gerektiğini ve "ılımlı Müslümanların" radikal Müslümanları yok edene kadar bu savaşı vermeleri gerektiğini söylemişti o zamanlar. Sonraları bu proje Afganistan, Pakistan ve Yemen'de devreye kondu. Libya'da yaşanan olayın en derin mesajı, birilerinin Müslümanlar Müslümanları vurana kadar, İslam dünyası içinde bir Sünni-Şii, veya Şii-Selefi veya Laik-Dindar veya Türk-Kürt gibi çeşitli tabakaları olan bir savaş başlayana kadar bu tür eylemleri devam ettirecekleri mesajıdır. Bu kadar külli bir plana karşı ancak külli bir akıl, külli bir dua ve dayanışma ile ayakta kalınabilir.
k.balci@zaman.com.tr

14 Eylül 2012, Cuma
 

pendüender

Well-known member
İslam düşmanlığı kültü
Batı'da İslam düşmanlığı (onlar İslamofobi de diyorlar) kült halini aldı. Kendisine bir tanrı bulabilseydi din bile olurdu.

Herhangi bir kült de değil, kıyamet kültleri kategorisine alınabilecek bir kült bu. Kıyamet kültlerinin ideoloji, din ve kişi ve millet kültlerinden temel farkı sembolik nitelik taşıyan bir insan eyleminin tarihin akışını tümden değiştireceği ve büyük bir "melheme"nin (melâhim: fitne, kaos ve katliamların yaygın olduğu ahir zaman savaşı) arkasından azîm bir barış döneminin başlayacağı yönündeki inançlarıdır. Çoğunluk Makyavelist bir yönleri -netice vesileleri meşru kılar- ve Maoist gerillacı bir yöntemleri -Batı'nın gözünü açmak için Doğu'yu çıldırt- vardır.

Kıyamet kültlerinin topluca bir irdelemesine yerimiz yok. Bir kıyamet kültü olarak İslam düşmanlığı bize yeterince inceleme malzemesi sunuyor zaten. Söz gelimi Floridalı sözde-papaz Terry Jones'un 11 Eylül 2010'u "Uluslararası Bir Kur'an Yak Günü" ilan etmesi ve takipçileriyle Kur'an nüshalarını yakmaya kalkışması bir kıyamet kültü davranışıydı. Yakma eylemi sembolik bir eylemdir. Kendi zatında bir değeri yoktur. Kur'an, nüshaları yakılarak yok edilemeyeceğine göre eylem kendi objesine yönelik bir eylem değildir. Bu bayağı eylemle Müslümanlar galeyana getirilmeye, Batılılar Müslümanların ne kadar vahşi ve geri kalmış oldukları hususunda uyandırılmaya çalışılmıştır.

Bu bakış açısıyla yorumlandığında Terry Jones'un eylemiyle 22 Temmuz 2011'de Norveç'te 77 kişiyi öldüren eylemleri düzenleyen Anders Behring Breivik'in davranışı arasında bir fark yoktur. Breivik'in eyleminin yöneldiği kişilerle suçladığı kişiler aynı kişiler değildi. Breivik, sembolik bir eylemle bütün dünyanın dikkatlerini, kendi kanaatince insanlık tarihinin en mühim hakikati olan bir şeye, Müslümanların Avrupa'yı ele geçirmekte oldukları gerçeğine çekmeye çalışmaktaydı. Yaptığı şeyin kendi zatında kötü olduğunu kabul ediyor, ancak tarihin kendisinden, Avrupa'yı Müslüman istilasından kurtarmış adam olarak bahsedeceğini zannediyordu. Breivik, 77 Müslüman'ı öldürmüş olsaydı onu sıradan bir İslam düşmanı terörist olarak görmek mümkündü. Oysa Breivik, bizzat kurtarmaya çalıştığı insanları öldürerek kültlerde sıklıkla görülen kurtuluş için topluca intihar etme davranışına benzer bir eyleme kalkışacaktı. Bir kitap yazıp Batılıların gözünü açmaya çalışan Ayaan Hirsi Ali de, birkaç karikatür yayınlayarak İslam dünyası ile Batı dünyası arasındaki kaçınılmaz çatışmanın fitilini ateşlediğini zanneden Danimarka'nın Jyllands-Posten gazetesi (ve şimdilerde Fransa'nın Charlie Hebdo haftalık dergisi) de, bir film çevirip büyük melhemeyi başlatma emeline saplanan Theo van Gogh ve Nakoula Basseley Nakoula da hep aynı kıyamet kültü davranışını göstermişlerdir.

Kıyamet kültlerinin ortak bir özelliği, beklenen netice alınamadığında kült liderlerinin dramatik bir şekilde kendilerinin ve yakın takipçilerinin hayatlarına son verdikleri toplu intiharlara kalkışmalarıdır. Kendilerinin tarihin seyrini değiştirmekle görevli oldukları yönündeki saplantı, karşılığını bulamadığında kült üyeleri arasında derin bir kişilik kaybına yol açar. Çoğu kült takipçisi, liderlerinin yanıldığını görmektense ölmeyi tercih edecek kadar bu inanca bağlanmıştır zira.

Müslümanların artık bir kıyamet kültü formunu almış olan İslam düşmanlığına karşı yapabilecekleri en akıllıca davranış, kült üyelerine ümit ettikleri kaotik savaşın Müslümanlarca başlatılmayacağını göstermektir.

k.balci@zaman.com.tr

21 Eylül 2012, Cuma
 

pendüender

Well-known member
Şer zannettiğiniz şeylerin arkasından hayır çıkabilir?
Dilimizden düşürmediğimiz bazı sözler var ki, insanı sıkıntı ve gerginliklerden korur, rahatlatıcı tesirleri söz konusu olur..Kimileri bu gibi tabir ve telkinleri manasız, boş laflar gibi görürlerse de aslında karşılaştığımız çarpıcı olayların şokundan kurtarıp, rahatlatıcı etki yaptığı hemen hissedilir. Tedbir alıp tevekkül etmemize sebep olur..

Onun için maruz kaldığımız şer görüntüsünün etkisine girip de gergin bir ruh hali yaşamaktansa:

-"Bunda da bir hayır vardır!.. Şer zannettiğimiz şeyin arkasından hayır çıkabilir.. Bu da geçer yahu!." gibi sözlerle duyduğumuz gerginliği azaltmamızda, alacağımız tedbirlerden sonra tevekkülle beklememizde isabet vardır.. Aksi takdirde kendimizi aşırı üzer, sabrımızı tüketebiliriz. Bundan ise hiç fayda gelmez, kendi tevekkülsüzlüğümüzle olayı kendi hakkımızda şerre çevirmiş, dayanma azmimizi zaafa uğratmış oluruz..

Bundan dolayı şerlerin arkasından hayırların çıktığı konusunda irşat eserlerinde dinlendirici birçok olay nakledilir. Birini hem tebessüm hem de tefekkür ederek burada bir daha hatırlayalım isterseniz.

Bahar mevsiminde yaylaya çıkan köylünün köpeğini çevredeki köpekler boğarak öldürürler. Adam çaresizdir. Yapabileceği hiçbir şey yoktur.

-Bunda bir hayır vardır hanım!.. diyerek sabretmeyi tercih eder.

Fakat ikinci gece de eşeğini kurt kapar. Adam yine:

-Bunda da bir hayır vardır hanım deyip geçer, telaşa kapılmaz.

Üçüncü gecede ise kümesindeki horozunu tilki götürür. Adam yine:

-Bunda da bir hayır vardır! diyerek tevekkülünü bozmayınca, sabrı tükenen hanım feryadı basar:

- Bey bunun neresinde hayır vardır? Sana en çok lazım olan koyunlarını bekleteceğin bir köpeğin, yükünü taşıtacağın bir eşeğin, sesiyle sabaha karşı namaza kalkacağın bir horozun vardı, hepsi de gitti, hayır neresinde bunun?..

Elinden bir şey gelmeyen bey, yine moralini bozmaz, ümidini kaybetmez, her şeyde bir hayır olduğu inancı içinde: -Hanım, şer gibi görünen nice olayların arkasından hayırlar çıkabilir, muhtemeldir ki, bunların arkasından da bir hayır çıksın, sen ümidini kaybetme, tevekkül ve teslimiyetini bozma.. diyerek sükunetini muhafaza eder. Aradan çok geçmez, bir gece yayladaki evlere eşkıya baskın yapar, karanlıkta birbirine yakın dizilmiş evleri sırayla soyarlar, direnenleri de vurup yaralayarak yere serer, kıymetli kıymetsiz neleri varsa alıp götürürler. Ancak bu soygundan kendileri hiç etkilenmez. Eşkıyanın baskınına maruz kalmazlar. -Neden mi eşkıyanın baskınına maruz kalmazlar?

-Çünkü köpekleri yok ki havlasın, eşekleri yok ki anırsın, horozları yok ki ötsün de eşkıyaya yakınlarında bir ev daha olduğunu bildirsin, eşkıya da karanlıkta farkına varıp onları da soyup soğana çevirsin...

Bu sonuç karşısında, şikâyetinden dolayı mahcubiyet duyan hanım:

-Bey der, ben biraz acelecilik ettim galiba, gerçekten de bazı şer görüntülerinin arkasında hayır da çıkarmış, yoksa şimdi bizim evimizde de hiçbir şeyimiz kalmayacak, tümüyle soyulmuş, hatta yaralanmış bile olacaktık..

Beyin sözü yine aynı olur:

- Hanım bunda da bir hayır vardır. Bu olay şimdiye kadar ihmal ettiğimiz tedbirimizi almamıza sebep oldu. Şimdi yaylanın giriş çıkış yollarına nöbetçiler koyduk, bundan sonra böyle bir eşkıya girişi söz konusu olmayacaktır. Keşke bu tedbiri, bu soygunu yaşamadan alsaydık, ama derler ya, şer zannettiğiniz şeyin arkasından hayır çıkabilir diye. İşte bu şerrin arkasından da böyle bir hayır çıktı. Bundan sonra evlerimiz emniyette olacak, eşkıya giremeyecektir..

Evet, hayatta abes ve manasız hiçbir şey yoktur. Her olayın arkasında nice hikmetler, hayırlar, alınacak ders ve tedbirler söz konusudur. Yeter ki olayları yorumlamasını bilelim, ifade ettiği ikaz ve ihtarları okuyup, alınması gereken tedbirleri alarak tekrarını önleyelim. Böylece şer gibi görünen olayı, alınan ders ve tedbirlerle hakkımızda hayra çevirmesini bilelim!.

Ne dersiniz, siz de böyle rahatlatıcı bir tevekkülle bakar mısınız maruz kaldığınız olaylara?

a.sahin@zaman.com.tr

03 Ekim 2012, Çarşamba
 

pendüender

Well-known member
Geçtiğimiz Cuma denk geldiğim bir vaaz, 28 yıl önce Diyanet İşleri Başkanı'na gönderdiğim bir mektubu hatırlattı bana...

Antalya'da tatilini geçirdiği sırada kalp krizi geçirerek vefat eden liseden arkadaşımız Süleyman Yıldırım'ın cenaze namazı için, İstanbul Karacaahmet Mezarlığı içinde yer alan Şakirin Camii'ne gittik.
Bir bankada şube müdürü olan arkadaşımızın cenazesi oldukça kalabalıktı.
Lafı evirip çevirmeden söyleyelim, finans sektöründeki çeşitliliğin kısmen de olsa etkisinden olsa gerek, Cuma namazı kılınırken cami avlusunda ayakta dikilen çok sayıda insan vardı. Denilebilir ki, cenaze için gelen cemaatin yarıdan fazlası Cuma cemaati de değildi. Hatta merhumun son anlarında yanında olmak için cami avlusuna kadar gelen çok sayıda kadın da vardı.
Gittiğim zamanlar görüyorum, Şakirin Camii'nden kaldırılan cenaze profili, Şişli ya da Teşvikiye'ye benzer bir nitelikte. Bu camiden kaldırılan cemaatin büyük bölümünün Karacaahmet'e gömüldüğü düşünülürse, atadan dededen Karacaahmet'ten mezar sahipliği nedeniyle köklü İstanbul ailelerinden olanlar da çoğunlukta.
Ezanlar okunup bittiğinde vaaz hala devam ediyordu.
Ezandan sonra birkaç dakika geçmişti ki, vaiz ele aldığı konuyu toparlayıp sohbetini sonlandırmak için bitiş cümleleri kurup tam fatiha demek üzere iken, az önceki sohbetle hiç ilgisi olmadığı halde (sanırım son anda aklına geldi), kurban bahsine geçti. Özel bir vaaz konusu ayrılması gereken bu kadar önemli bir mevzuda 3-5 dakika içinde birşeyler söyleme çabasına girdi.
Keşke bu mevzuya girmez olaydı...
Bu kısa sürede kurbanın hikmetlerine dair çarpıcı cümleler kurmak varken, 6-7 dakikayı, kurbana karşı çıkan kesimlere, kürk giyenlere, kurbana karşı olduğu halde kebap yiyenlere yüklenerek geçirdi. Kurbanın hikmetinden zerrece söz edemediği gibi, kurban karşıtlığını da deyim yerindeyse kaba bir dille oldukça itici bir şekilde anlattı.
Hedef aldığı kesim, merhumun son anlarında yanında olmak için o sırada cami avlusunu dolduran türden insanlardı.
Cenaze vesilesi ile cami avlusuna kadar gelmiş insanlara İslam'ın güzellikleri adına bir mesaj vermek ve kendilerini ait ve mensup hissettikleri İslam dinine karşı ilgi ve sempatilerini artırmak varken, o insanları azarlar nitelikteki üsluptan hiç hoşlanmadım. Vaazlar cemaatin bilgi eksikliğini giderici nitelikte olmalı, cemaatin yaşam biçimlerini kırıcı bir şekilde ele almamak ve yanlış bildiklerini eleştirmeden doğru olanı anlatmaya çalışmak öncelikli hedef olmalıdır.
Namazı cami avlusuna serilen halıfleksler üzerinde kıldığım için, namaz saatinde ayakta dikilenleri de görebiliyordum. Herkese hakim olan duygu, adeta fırça yedikleri o mekandan bir an evvel vaaz bitse de gitsek şeklindeydi.
Bu konuyu bugün buraya neden taşıdğımıza gelince...
Vaiz Efendi konuşmasını bitirirken, gelecek Cuma sohbetinde de, Ataşehir'de yeni açılan Mimar Sinan Camii'nde olacağını söyledi. O an sırtımdan birden ter çıktığını hissettim.
İstanbul'da yaşayan herkes, Ataşehir'deki insan profilini bilir.
Büyük bölümü, Cuma namazı kılınırken Şakirin Camii'nin avlusunda kenarda dikilen vatandaşlarımızla aynı profildendir. Ama Müslümandır ve hepsi de bu toprağın insanıdır. Ülkenin geçmişte geçirdiği şartlara bağlı olarak İslam'la olan geçici fetretlerinin bir gün vuslata döneceğine dair inancımız, duamız ve yöndeki beklentilerimiz de tamdır.
Bu vaizimiz benim şahit olduğum üslupla Ataşehir'deki o camimizde vaaz ederse, Cuma namazı kılınırken cami avlusunda kenarda dikilen insanlarımızdan hiçbirini birgün caminin içine de girer ve namazını da kılar hale getiremeyeceği gibi, kimbilir cami avlusuna kadar gelen insanları daha da uzaklaştırır.
Bu yazının öncelikli mesajı bir din görevlimizden bahsetmek değildir.
Geçtiğimiz Cuma günü şahit olduğumuz örnekten yola çıkarak, vaazların içeriğinin hedef kitlenin niteliğine göre genel bir çerçeve içinde ele alınmasına dikkat çekmektir.
İki hafta önceki cumada da, İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu kampüs havzasının hemen ortasında yer alan, İletişim Fakültesi'nin ve Sosyal Bilimler Enstitüsü'nün hemen dibinde bulunan camide idim. Namazı kıldıran din görevlisinin sesi pek gürdü ama kıraati kulağa hoş gelmiyordu.
Neden bu camimizi örnek veriyoruz...
İstanbul Üniversitesi merkez binanın hemen dibindeki bu caminin cemaati, tahminim odur ki, ülke genelindeki tüm camiler arasında Cuma cemaati ortalaması itibariyle tahsil oranı en yüksek camidir. Ömrünü bilimsel çalışmalara adamış çok sayıda profesörü, doçenti, yardımcı doçenti, doktoralı ve yüksek lisanslı cemaati ile farklı bir ortamdır. Cemaat çıtası böyle olan bir camiye din görevlisi seçilirken 2 defa düşünülmelidir. Öyle görevliler seçilmeli ki, entelektüel birikimine ve ilmi derinliğine akademisyenler bile hayran kalmalıdır.
Gelelim yazının başındaki mektup olayına...
1983 yılının Ekim ayında İstanbul Üniversitesi'nde okumaya başladığımızda, Cuma namazlarına sıklıkla üniversitenin giriş kapısının hemen karşısındaki Beyazıt Camii'ne giderdik.
Darbenin hemen ertesine denk gelen o yıllarda ülkenin içinde bulunduğu şartlar nedeniyle insanlar kendilerini çok yansıtamasalar da, Beyazıt Camii cemaati arasında da, en azından Cuma namazına gelebilmiş çok sayıda üst seviyede insanın olabileceğini tahmin etmek güç değildi. Kimsenin namaz kıldığına ihtimal vermediği ünlü profesörleri cemaat arasında görmek mümkündü.
Fakat vaazlar ve hutbelerdeki genel içerik, cemaatin kültür seviyesinin genel ortalamasının altında idi. Yani din görevlisi arkadaşlar anlattıkları mevzulardaki derinlikle cemaat üzerinde ciddi hayranlık oluşturacak bir perspektifte mevzuları ele almıyorlardı.
Tıpkı, Yeşilay Haftası'nda cami cemaatine alkolün zararlarından bahsetmek gibi... Bu mevzu bu kadar önemli ise öncelikli hedef kitlesi namaz kılan cemaat değil, tek tek gidilip dolaşılması gereken meyhanaler olmalıdır.
İşte o yıllarda Diyanet İşleri Başkanı'na, belli camilere din görevlisi ataması yapılırken 2 defa hassas olunması gerektiğini hatırlatmak istemiştim. Mektubun bir kopyası bende hala durur.
Bu ülkenin 80 bine yakın camisinde Cuma günleri vaaz ediliyor ve hutbe okunuyor. Kaçımız o gün dinlediğimiz mevzuyu namaz çıkışı iş yerine gittiğimizde ya da akşam evimizde çoluk çocuğumuzla paylaşmaya heyecanı içinde oluyoruz.
Mesele bizim anlatmıyor olmamız değil, çoğu defa üçüncü kişilerle paylaşacak kadar bizi heyecanlandıracak ve bilgi dağarcığımızda kazanım yapacak ayrıntıya denk gelmiyor olmayışımızla da ilgilidir.
Entelektüel birikimine toplumun büyük saygı duyduğu Diyanet İşleri Başkanımız Sayın Prof. Dr. Mehmet Görmez'den, camilerin bulunduğu muhite ve cemaat olarak hedef kitlesine göre özel yeteneği ve birikimi olan din görevlisi arkadaşlardan seçim yapmalarını istirham ediyoruz.
Şakirin Camii'nde karşılaştığım manzara, bu mevzuyu daha da gecikmeden kaleme alma zaruretini ortaya çıkardı. Dilerim din görevlisi arkadaşlar bize kırılmazlar ve “herkes kendi işine baksın” şeklinde konuya yaklaşmazlar. Cemaat olarak bizim de bazı haklarımız olduğu herhalde unutulmamalıdır...
Konuya yeri geldikçe devam edeceğiz.
Prof. Dr. Osman ÖZSOY - Haber 7
 

pendüender

Well-known member








Kurban üzerine ayrıntılı bilgiler..

Kurban konusunda bazı önemli hükümlerin bilinmesine ihtiyaç vardır. Bu kesin hükümleri kısaca şöyle dikkatlere arz edebiliriz:
1 - Kurban, evinde olan kimseye vâciptir. Yâni seferde olan kimseye kurban kesmek vâcip değildir.

Bu itibarla, bayram günü yolda olanların kurban kesmeleri gerekmez. Nitekim hacılar, seferî oluşları yüzünden bu kurbanı kesmezler. Kestikleri kurban, haccı yapmaya muvaffak kılan Allah’a şükür kurbanıdır. Bununla beraber seferi sayılan kimseler kurban kesseler bir mahzur da söz konusu olmaz. Aksine sevapları çoğalır, günahları azalır, yine de onlar kazanırlar.

2- Kurbanı zengin keseceği için, fakir mecbur olmaz. Ancak, fakir de kesmek isterse bir yasak da söz konusu olmaz. Nâfile kurban sevabı almış olur. Aile efradı ve yakın çevresine et ikramında bulunmuş olur. Hattâ, sıkça et alma imkânı yoksa, kestiği kurbanın tamamını da evinde bırakabilir. Çoluk çocuk uzun müddet kurban etiyle bayramın havasını devam ettirebilirler. Bunda yoksul için bir mahzur olmaz.

3- Adak kurbanlarının bayramdan önce ve sonra kesilmesinde bir engel söz konusu olmaz. Yalnız, adak kurbanın etinden adayanla, yakınları yiyemezler. Yerlerse parasını bir yoksula vermeleri gerekir. Ölmüşlerinin vasiyetini yerine getirmek için kesilen kurban da aynı şekilde adak kurbanı hükmünde sayılır. Kesen ve yakınları yiyemezler.

4 – Mükellef olduğu kurbanı kesmeyip bir yoksula parasını vermek kurban yerine geçmez. Kurbanın mutlaka kesilmesi lâzım gelir. Bu sebeple, kurbanını kendi kesemeyenler birini vekil olarak tâyin edip kestirmelidirler. Çünkü kurban kesilmezse borçlu kalınmış olunur.

5 - Kurbanlık hayvanlar: Koyun, keçi, sığır, manda ve deveden olur. Koyun-keçi bir yaşını bitirmiş olmalıdır. Ancak, koyunun altı ayını bitirmişi, bir yaşını bitirmiş gibi etli ise kurban olması uygundur denmiştir..



6 - Koyun, keçi tek kişi adına kesildiği hâlde, sığır, manda, deve yedi kişi adına da kesilebilir. Yeter ki, ortakların hepsi de kurban niyetiyle ortak olsunlar, içlerinden biri sâdece ucuz ve taze et almak gibi dünyevi niyetle ortak olmasın..

Şâyet ortaklardan biri ibâdet niyeti taşımaz da, sadece et almayı niyet etmiş olursa; hepsinin de kurbanı et mahiyetini alır, kurban kesmiş olmazlar. Zira niyette bölünme câiz olmaz.

8- Kurbana adak, nafile, akika, ölmüşlere kurban diye niyet edenler ortak olabilirler. Çünkü bunların hepsinde de ibadet ve sevap niyeti vardır. Sadece dünyevi et ihtiyacı için ortak olmak isteyenlerin ortaklığı sahih olmaz.

9- Kurban, tavuk, horoz, ördek, kaz gibi küçük hayvanlardan kesilmez. Hattâ bunlardan kurban kesmeyi adayan kimseye adak borcu da tahakkuk etmez. Zira bu cinslerden adak da olmaz, adak kurbanı da..

10- Ortak kurbanlarda eti paylaştırırken çok dikkatli olmak gerekir. Götürü paylaştırmalarda taraflardan birine çok, diğerine az düşebilir. Titrenmesi gereken kul hakkı da böyle dikkatsizliklerde söz konusu olabilir. Bu sebeple etler eşit değerde ayrılarak tartıldıktan sonra sahiplerinin kur’a ile tespitinde de isabet vardır. Bundan sonra da ortakların anlayış göstererek gönülden samimi şekilde helalleşmeleri çok yerinde bir hassasiyet olur.

Aslında böyle ortaklıklarda mühimsenecek derecede bir hak geçmesi de pek söz konusu olmaz. Buna rağmen insan yine de basit farklardan etkilenerek gönlünde bir burukluk duyabilmektedir. Bayram günleri ise böyle bir burukluğun küçüğünden dahi kaçınmak zamanıdır... Bununla beraber meydana gelmesi muhtemel küçük hakları da mesele yapmayıp ortaklar gönülden helal etmelidirler. Yoksa iğnenin gözü ile karıncanın izini hesap edenler, kimseyle ortak iş yapamaz, tek başına yaşamak zorunda kalabilirler toplumda. İslam ise müminin toplumla kaynaşıp anlaşmasını emretmektedir. Nitekim Efendimizin (sas) bu konudaki ikazı özellikle bayramlarda kulaklarımızda yankılanmaktadır:

Mümin, çevresiyle anlaşan, çevresini de anlaştıran kimsedir. Kendisi anlaşmayan, başkalarının anlaştırmasına da razı olmayan müminde hayır yoktur!

a.sahin@zaman.com.tr
 
Son düzenleme:

pendüender

Well-known member
Deve hörgücü görüntüsündeki başın yorumu

Benimsediği başörtüsü sebebiyle farklı yorumlara muhatap olan hanım okuyucum diyor ki:
-Ben yeni tesettüre girmiş bir okuyucunuzum. Çevremdeki bazı tesettürlü hanımlar beni de kendileri gibi tesettürlü görünce ilgi gösterip tebrik ederek moral verdiler. Ben de bu ilgiden memnun oldum. Ancak bazı hanımlar tam aksine başörtümün görüntüsüne takılıp beni acı şekilde uyardılar: “Senin dediler saçın başörtünün altında deve hörgücü gibi görünüyor; böyle deve hörgücü görüntüsündeki başörtünle cennete girmeyi bırak, cennetin kokusunu dahi duymazsın!..” uyarısında bulundular. Ben de bu farklı bakışlardan sonra konuyu size sorma gereği duydum. Başın deve hörgücü görüntüsünde olması ne demektir? Böyle bir yasak mı var kitaplarımızda? Çünkü bazı tesettürlü kızlarımızın başları da deve hörgücünü hatırlatan görüntülerle dikkatleri çekmektedir. Bana bu konularda bilgi verebilirseniz doğrunun hangisi olduğunu öğrenecek, tercihimi ona göre yapacağım!. Derin saygılarımla.

***

Cevap: Okuyucum güzel bir başlangıç yapmış, tebrik edenlerin verdiği moral yanında, sert üslupta uyarıda bulunanların dikkatini çektikleri konuda da bilgi sahibi olduktan sonra başını deve hörgücü görüntüsü vermeyecek şekilde düzeltecektir anlaşılan... Çünkü saçlarını tepesinde deve hörgücü gibi toplayarak dikkatleri çekmeye çalışanların cennetin kokusunu dahi duyamayacakları yolunda uyarılar var Buhari ve Müslim hadislerinde..

Bu bakımdan, hadislerin “ahir zaman kadınlarının giyimi” olarak tarif ettiği deve hörgücü görüntüsünü tercih etmeye ihtiyaç duyulmamalı, düz başörtüsü tercih edilmelidir, diye düşünmekteyim. Çünkü tesettürünü dikkatleri üzerine çekmeyecek şekilde düzenleyerek “Cennetin hangi kapısından istersen o kapıdan gir!” müjdesine layık olmak varken, “Cennetin kokusunu dahi duyamayanların içine düşecek hale gelmek” göze alınabilecek bir akıbet değildir.

Bu konuda ahir zaman kadınlarının giyimlerini tarif eden hadislerde: “kasiyatün!- ariyatün!..” kelimeleri kullanılmıştır. Yani, onlar giyinmişler ama çok dar giyerek hiç giyinmemişler gibi görüntü verecekler... saçlarını başlarına toplayıp deve hörgücü görüntüsü vererek de dikkatleri hep kendi üzerlerine çekmeye çalışacaklar.. İşte bu türlü tahrikçi giyimleri tercih edenler cennetin kokusunu dahi duyamayacaklar... uyarısında bulunulmuştur.

Bu sebeple, ahir zaman kadınlarının giyimini tercih eden görüntü vermemek için el-yüz dışında bedeni tümüyle örten bolulukta, beden hatlarını belli etmeyen genişlikte giyimleri tercih etmekte isabet olduğu kesindir. Yani giyinmişler ama giyinmemişler gibi kendine baktıran darlıkta giymemeli, saçlarını başına deve hörgücü görüntüsü verecek şekilde toplayarak dikkatleri üzerine çekmeye çalışıyor yorumuna sebep olmamalıdır..

Zaten tesettürün hedefi de, bakışları üzerine çekmek değil tam aksine, üzerine yönelecek rahatsız edici bakışlardan kendini korumaya almaktır..

Kaldı ki, günümüzde tercih edilecek tesettürlü giyim çeşitleri çoğaldığından ahirzaman kadını giyimlerine yönelmeye ihtiyaç da yoktur artık. Çünkü tesettürün beğenilecek model çeşitleri oldukça çoğalmıştır. Nitekim başını dikkatleri çekmeyecek şekilde örtecek her zevke uygun eşarp çeşitleri, şal modelleri geliştirilmiştir. Her türlü zevke cevap verecek zenginlikte tesettür modelleri oluşmuştur. Yani, beğenilmeyecek hantallıkta tesettür giyimleri söz konusu değildir günümüzde..

Buna rağmen, kendini henüz bu tesettür giyimlerine de hazır bulmayanlar olabilir. Onlar da, şu anda olmasa da, ileride ben de zevkime uygun düşen bir tesettür modelini tercih edebilirim niyetinde olmalılar. Bugün değilse de yarın inşallah ben de.. diyerek duygularını hazırlamaya yönelmeli, mahrum kalma niyetine girmemeliler..

Bilmem soru sahibi okuyucum, “ahirzaman kadınlarının giyimi” tarifinde aradığı tesettür bilgilerini bulabildi mi?
a.sahin@zaman.com.tr

a.sahin@zaman.com.tr
 

pendüender

Well-known member
Halep biraz da Osmanlı paşası demektir

Eskiden Halep deyince aklıma kumaşlar, çarşılar, bezirganlar, kervanlar, yollar ve zenginlik gelirdi.
2012’de artık kurşunlar, havanlar, toplar ve gülleler geliyor. Ve bir zamanları düşünüyorum da aklıma Osmanlı paşaları geliyor. Yüzyıllar boyunca onların yaptırdıkları 130 kadar cami, -Mimar Sinan ilk camisini Halep’te yaptığını söyler ki Hüsrev Paşa için yapılan Hüsreviye olmalıdır-, 85 han, kapalı çarşıya yapılan eklemelerle altı bin dükkan, medreseler -ki Abdülhamit Han İstanbul’da hangi medreseyi yaptırmışsa aynısını Halep’te de yaptırmıştı-, askerî mektepler, hastaneler, hamamlar, türbeler, sebiller, çeşmeler vs. vs. Tarihî kaynaklarda sık kullanılan bir ifadedir: “Halep Paşası” Halep’te beylerbeyi veya vali olanların ağırlığını ifade sadedinde söylenir. Kimler, kimler yoktur ki bu paşalar listesinde. Yıldan yıla, devirden devire devletin en kıymetli adamları… Evliya Çelebi’yi okuyun, göreceksiniz. Biz burada yalnızca birinden söz edeceğiz. Öküz Mehmet Paşa’dan.

Hikâyeyi bilirsiniz; hani ünlü hiciv şairi Mantıki, kadılık yaptığı Şam’da, vali ile takışınca adamı mısralarıyla hırpalayıp şerefini beş paralık etmiş. Bu sefer vali bizimkini zehirletmek istemiş ve bunu dillendirmiş. Mantıki ne yapsın, çareyi Halep’e kaçmakta bulmuş ve bu hadiseyi de İstanbul’a “Şam’da bilmediler kıymetimi / İrtihal ettim Halebü’ş-Şehbâ’ya / Harların çifte-i iz’âcından / İlticâ ettim Öküz Paşa’ya” kıtasıyla bildirmiş. O sırada Halep’te Öküz lakabıyla da bilinen Kara Mehmet Paşa vali imiş. Yani ki şairin kıtası manalı; ama hâli harap ve perişan imiş. Çünkü söylediği kıtanın anlamı “Şam’da kıymetimi bilmediler, ben de Halep’e naklettim. Böylece eşeklerin çiftelerinden Öküz Paşa’ya sığındım” biçimindedir.

Tarihimizin ünlü Kara Mehmet Paşa’sını bazı kaynaklar Öküz Mehmet Paşa olarak anarlar. I. Ahmet ve Genç Osman’ın saltanatı döneminde sadrazamlık yapmış dirayetli bir Osmanlı devlet adamıdır. Aslı Oğuz Mehmet Paşa iken -çünkü Oğuz boyundan halis Türk imiş- kendisini çekemeyenler tarafından tahrif edilip Öküz Mehmet Paşa diye anıldığı söylenir. Ama işin aslı, babasının Karagümrük’te öküz nalbantlığı yapmış olmasıyla alakalıdır.

Öküz Mehmet Paşa, 1607’de Mısır Valisi olduğunda Mısır’ın idare, askerî, toprak ve vergi düzenini değiştiren reformlarıyla bilinir. Halep’e serdar-ı ekrem olarak 1615 yılında gelmiş ve İran’a karşı kahramanca mücadele vermiş, zaferler kazanmıştır. Sonra İstanbul’a dönmüş, başka görevlerde bulunmuş, gözden düşünce de malları müsadere edilip tekrar Halep’e, ama bu sefer ödeneği olmayan dımdızlak bir vali olarak gönderilmiş. Buna rağmen Öküz Mehmet Paşa, Halep’te evvelden de sevildiği için şehri yapılandırmış ve yönetimi asayişe çıkarmıştır. 1619 yılında ölünce Halep halkı onun na’şını sahiplenmiş ve doğruluğu, hakşinaslığı, cesareti ve cömertliği ile tanınan bu vakur ve ciddi Osmanlı paşasını Şeyh Bekir Zaviyesi’nde bir türbeye koymuştur. Allah rahmet eylesin.

Hani anekdottur, anlatırlar; paşayı çekemeyenler ona Öküz lakabını taktıktan sonra bir gün Halep’te ordusunun kumandanları, çorbacıları ve ağalarıyla harp divanı yapmaktaymış. Otağda ateşli münakaşaların yapıldığı ve taarruz planlarının tartışıldığı sırada, nöbetçilerin gaflet anında huzura bir öküz çıkıp gelmiş. Birliklerin iaşesi ve nakliyesi için getirilen öküzlerden biri... Öküz herkesin gözü önünde huzura ilerlerken bakalım ne olacak diye hiç kimse ses çıkarmıyormuş. Öküz varmış, varmış, divanın başında oturan Mehmet Paşa’nın yanına sokulmuş, kulağına doğru eğilmiş ve dilini çıkarıp bir iki yalar gibi yaparak tısıldamış. Manzarayı görenler o sırada gülmemek için kendilerini zor tutuyorlarmış. Sonra öküz tekrar geldiği gibi geri dönmüş, çadırın kapısından çıkarken dönüp melul ve mahzun, Öküz Paşa’ya bir kez daha bakmış. Sanki gözlerinden yaş akar gibi. Buraya kadar sabreden azalar burada kendilerini tutamamış ve gülmeye başlamışlar. Paşa hiç istifini bozmadan sormuş:

“Efendiler, bu öküz kulağıma ne dedi merak ediyor musunuz?”

“Beli paşa hazretleri, ne dedi?!”

“Dedi ki, bre Mehmet, sen bizlerdensin ama bu eşeklerin arasında ne işin var, acayip ve garayip!..”

Halep bugün harap olurken acaba Öküz Mehmet Paşa’nın türbesi ne durumda, ve onun türbesinin başına gelmek üzere olan felaketten kimsenin vicdanı sızlıyor mu? Ah Halep!.. Bereketi ve bolluğu harman eyleyen Halep!.. Sana kurşunlar değil telli duvaklı tenezzühler yakışırdı ya!

i.pala@zaman.com.tr
 

pendüender

Well-known member
Müslüman; barışın yanında, kavganın da karşısında..
Ülke halkı içinde çıkacak olan anlaşmazlık ve ihtilafta taraflara düşen ilk görev, Hucurat Sûresi’ndeki ayetlerde açık ve net bir şekilde bildirilmiştir:

-Müminlerden iki taraf arasında bir münakaşa çıkarsa hemen aralarına girerek anlaşmalarını sağlayın, barışı ve itaati toplumda hakim kılın, kardeşliği tesis edin!.

Evet, Rabb’imiz her şeyden önce Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklarda barışı ve itaati emrediyor, anlaşma ve kaynaşmayı sağlama görevimizi hatırlatıyor bizlere... İlk görevimiz budur bizim. Barış ve kardeşliğin tesisi...

Efendimiz (sas) Hazretleri de ayetin barışı emreden manasını açıklarken:

-Barış anlaşması, anlaşmaların efendisidir! buyuruyor, her şeyden önce barışı sağlamanın baş görevimiz olduğuna dikkatimizi çekiyor.

Demek ki böyle devrelerde ülkedeki sözü sohbeti dinlenen herkese düşen görev, sivil toplum kuruluşlarının ilk hizmetleri, barışı tesis ve temin etmeye yönelik çalışmalar yapmak, birlik beraberliği sağlayacak anlaşmalara zemin hazırlayıp toplumda sükuneti sağlamaya gayret etmektir.

Bu konuda saadet asrında Müslümanlar arasında yaşanmış anlaşmazlıklara baktığımızda böyle devrelerde tavrımızın ne olması gerektiğini açık ve net bir şekilde tespit edebiliyoruz. Bize örnek olan bu anlaşmazlıklardan birini misal olması için kısaltarak arz etmek istiyorum bugün sizlere.

Bilindiği üzere, Medine’de Müslümanlar arasında ayrılık ateşi yakmaya çalışan münafıklardan biri vardı. Bu adamın birlik beraberliği bozucu davranışlarını önlemek isteyen sahabeler,

-Ya Resulallah! dediler, şu Abdullah bin Übey bin Selül’ün yanına gitsek de birlik beraberliğimizi bozucu beyan ve davranışlardan vazgeçmesi konusunda nasihatlerde bulunsanız...

Efendimiz (sas) Hazretleri, ashabının bu barış teklifine hayır demedi, merkebine binip yanındakilerle birlikte kırdaki bahçesinde meşgul olan Abdullah bin Übey’in ayağına kadar gitme tevazuu gösterdi. Çünkü maksat karışıklığı kaldırıp barışı sağlamaktı. Ancak daha uzaktan Resulullah’ın (sas) geldiğini gören münafıkların başı, tepkisini saygısızca dile getirmekten çekinmeyerek seslendi:

-Yaklaşma ya Muhammed! Eşeğinin kokusu şimdiden burnumun direğini kıracak hale geldi!.

Bu saygısız söze karşılık vermekte geç kalmayan Ensar’dan bir zat da:

-Vallahi dedi, Resulullah’ın eşeğinin kokusu senin kokundan temizdir!.

İşte bu karşılıklı atışma, bir nasihat konuşmasına fırsat vermeden hemen çatışmaya dönüştü. Resulullah’ın yanındaki sahabelerle Abdullah bin Übey’in yanındaki (kendi kabilesinden olan) Müslümanlar arasında taşlı sopalı kavgaya varan bir dövüşmeye dönüştü.

Gariptir ki, münafıkların başı Übey bin Selul’ün yanında yer alıp da sahabeye karşı koyanların tümü de inançsız değillerdi. Kabilecilik gayretinden dolayı Abdullah bin Übey’in tarafını tutan Müslümanlar da vardı.

İşte böyle iki tarafın da birbirleriyle rahatça konuşmaya fırsat bulamadan münakaşayı mukateleye doğru götürmelerinden sonra, Hucurat Sûresi’ndeki bize ölçü veren ayetlerin ikazı geldi:

-Mü’minlerden iki grup münakaşa ve mukateleye yönelirlerse seyirci kalmayıp aralarına girin ve anlaşmayı sağlayıncaya kadar çalışın. Birinci vazifeniz, tartışmayı durdurup barış içinde konuşma ve anlaşmayı sağlamak olsun. Şayet bir taraf haksızlıkta ısrar eder de, anlaşma gayretlerine olumsuz yaklaşır, aksi cevap verirse, artık size düşen, itaati esas alan haklının yanında, isyana yönelen haksızın da karşısında olmak, toplumdaki birlik beraberliği koruma görevinde yerini almaktır!..

Evet, toplumdaki anlaşmazlıklar karşısında Müslüman’ın takınacağı barış yanlısı birlik beraberliği koruma görevi böyle netleşmiş bulunmaktadır. Onun için İslam toplumunda birlik beraberliği sağlayacak istişare ve itaat vardır, ama isyan ve anarşiye yer yoktur. Hemen herkes barış ve kardeşliğin yanında, ayrılık ve gayrılığın da karşısında yerini alır.

09 Ocak 2013, Çarşamba ahmed şahin
 

pendüender

Well-known member
Ağır imtihan
İşimizin gerçekten zor olduğunun hepimiz farkındayız. Günümüzde İslâm’ı yaşamak önceki dönemlere göre belki çok daha zor. Önceden harama düşürecek yollar sınırlıydı ve sadece yüz yüze iletişimle mümkün olabiliyordu. Günümüzde ise durum çok değişti. İnternet, televizyon, gazete ve dergiler insanın gönül ve zihin dünyasına, ahlâkına olumsuz etkiler yapan pek çok unsur içermektedir. Bunların insana verdiği zarar önceki dönemlerle kıyaslanamaz. Günümüzde medyanın ve sanal iletişimin etkisi yirmi dört saat boyunca devam etmektedir. Dünyanın bir ucundaki birileri ahlâkınızı bozmak için teknolojiyi kullanmakta, evinizin içine kadar girmekte, televizyon ve internet ile değerlerinize bağlılığınızı zayıflatmaya çalışmaktadır.
Bu genel tehlikeyle birlikte, özellikle turistik sahil bölgelerinde yaşayanların kendilerini korumaları da ayrı bir zorluktur. Dağda evliyalık yapmak ne kadar kolaysa böyle yerlerde insanın dinini koruması o kadar zordur. Her tarafınızın türlü türlü haramlarla çevrili olduğu ve İslâm’ı teneffüs etmenizin neredeyse imkansızlaştığı bir yerde İslâm’ı yaşamak gerçekten de meşakkatlidir. Sahil boylarında hayat sürmek durumunda olanlar yazları büyük sıkıntı çektiklerinden, burada anlatılmak istenileni çok daha iyi anlayacaklardır. Bu zorluk insanın kendisi için olduğu kadar ailesi için de geçerlidir. Genç kızı ile oğluna böyle bir atmosferde dinî şuur kazandırma çabasında olanlara Allah yardım etsin!
Avrupa’da İslâm’ı yaşayan, çocuklarına sahip olmakta zorluk çeken ve yavrularım elimden kaçabilir korkusunu her an taşıyan gurbetçilerimizin de yükleri ağırdır. Ekmekleri peşinde koşan bu kardeşlerimiz hem hayat mücadelesi hem de çocuklarını hak çizgide tutma savaşı vermekteler. O yüzden büyük zorluklarla karşı karşıya bulunuyorlar.
SEMERKAND
 
Üst