Mevlevi...

pendüender

Well-known member
“
Yalnız dünyayı, şekli, maddeyi, görmek isteyenler için ahireti, manayı, ruhu görmek mümkün olmuyor. Halbuki insanın gözünde öyle bir gözlük olmalıdır ki dünyayı yani zahiri şekli görmesi manayı
görmesine ve manayı görmesi de şekli görmesine mani olmasın”.​

''Her gül kokan yerde muhakkak gül vardır.

Her gül kokan yerde gül olduğu gibi her dedikodusuz

ve fesatsız olan mecliste de Hazret-i Muhammed (SAV) vardır.

Nerede muhabbet,orada Muhammed...''(SAV)

• Şunu biliniz ki asıl korkulacak suç, görünen hatâlarınızdan ziyâde, kalbî günahlarınızdır.

Korkacaksanız bunlardan korkun ve çekinin. Zîra derinlerde gizli kalmış bu kötülükleri,

tezine tasfiye edip temizlemezseniz, onlar bulundukları yeri kokutup, sonunda çürütürler.

• Varlığın evveli de aşktır, sonrası da aşktır.

• Herkes âşıktır, fakat herkes kendi istîdâdına göre düzdüğü bir puta, bir sevgiliye âşıktır.

Her su denize yol arar, fakat bulabilir mi? Kimini güneş yükseklere çeker; bulut deriz. Kimisi

buluttan düşer, yağmur deriz. Kimisi ortasında kalır, göl deriz, İşte bunun gibi, bilerek,

bilmeyerek her insanın gayesi de aşktır. Fakat bir damla suyun başına gelen mâceralar gibi

o da çok defâlar bu gayeye pek karışık yollardan gider. Her insan kendi istîdâdı yaşına

uygun bir sevgiliye gönül verir. Hakîkî aşka varamayan insan yeryüzünde dâimî sûrette

vücûdun zindanında kalmaya mahkûmdur.

• Her zerrede bir nur, her katrede bir zuhur vardır.

• Eğer sana bir ârifin nazarı fayda vermezse, sözünden de fayda ve tesir bekleme.

Kenan Rıfai ...

 
Son düzenleme:

pendüender

Well-known member
Fârığ olmam eylesen yüzbin cefâ sevdim seni
Böyle yazmış alnıma kilk-î kazâ sevdim seni
Ben bu sözden dönmezem devreyledikçe nüh felek
Şâhid olsun aşkıma arz u semâ sevdim seni.​



(Yüzbin cefâ etsen vazgeçmem, bir kere sevdim seni. Kazâ ve kader kalemi alnıma böyle yazmış; seni sevdim bir kere. Dokuz gök döndükçe bu sözden dönmem: Sevdim seni; yer ve gök aşkıma şâhid olsun.)

Şeyh GALİP
 

pendüender

Well-known member
Şeyh Mevlânâ Halid Diyâuddîn el-Müceddidî, Mektubât’ında muhteşem bir uslûpla Allah inancımızı anlatıyor:​
Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle…
Allah-u Teâlâ’yı,
Meleklerini,
Peygamberlerini,
Velilerini,
beden ve ruh olarak, hâzır ve gaib olanlarıyla insanları ve cinleri,
bilinen ve Allah’tan başkası tarafından bilinmeyen O’nun bütün yaratıklarını şahit tutarak;
bütün kalbim ve dilim ile kesinlikle şehadet ederim ki; âlemi yoktan var eden Allah Bir’dir.
Lizâtihi vâcibu’l-vücûd’tur. (Varlığı kendisinden kaynaklanır ve varlığının aksi düşünülemez.)
Bütün kemâl (sıfâtlar)ın sahibi olup, eksiklik ifade eden tüm (sıfatlar)dan uzak ve yücedir.
Yoktan var ettiği için âlemin gerçek sahibidir ve âlemde ibadete lâyık yalnız O’dur.
Uluhiyyet,
Kıdem,
Bekâ,
Yaratma ve
Kudret (sıfatları) sadece O’na aittir.
Ne zatı ne de sıfatları cisim, cevher ve araz değildir.
O’nun varlığında hiç bir şeyin (etkisi ve yeri) yoktur.
Hiç bir şeye hulûl etmez.
Cisim olmaktan ve cisme tabi olan şeylere dönüşmekten münezzehtür.
Her türlü cihet ve mekândan münezzehtir.
Her iki dünyada kalpler ile; sadece âhirette gözler ile görülür.
Başka bir varlığın bulunmadığı zaman da dahil olmak üzere O her zaman vardı.
Varlığının başlangıcı yoktur.
Sonra kendi iradesi ile âlemi yoktan var etti.
Bundan dolayı kendisine bir kemâl (herhangi bir fazlalık ve değişiklik) meydana gelmediği gibi yeni bir isim ve sıfat da almadı.
O, isimleri ve zâtî sıfatları ile ezelîdir.
Zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde hiç bir benzeri yoktur.
Hayy (diri)dır;
Kayyûm (her şeyi koruyan, ayakta tutan)dır.
Cisim, cevher ve araz olarak -kulların ihtiyârî fiillerine varıncaya kadar- yerde-gökte, denizde-karada (bulunan) her şeyi yaratan O’dur.
Allah her şeyi bilir.
Varlık âlemine çıkanları da bilir; çıkmayanları da…
Küllî olanları da bilir; cüz’î olanları da…
Şehâdet âleminde (görünürde) olanı da bilir, gâibte (görünmez) olanı da…
O’na göre gâib yoktur, her şey görünür durumdadır.
Gözlerin haince bakışını, kalplerde (saklananları) bilir. Nasıl bilmesin ki? Onları yaratan O’dur. “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Kalem/14)
Yer-gök (bütün) âlemde hiç bir şey Allah’ın iradesi dışında değildir. İrade ettiği şey ilmi dahilinde olduğu gibi; bir şeyi irâde etmeden de kudreti ona taalluk etmez. Dolayısıyle kâniâttaki bütün varlıklar, O’nun irâdesi ve kudreti ile meydana gelmektedir.
Her şeyi irâde eden Allah’tır.
Her şeye kâdir olan Allah’tır.
Her şeyi işiten Allah’tır.
Her şeyi gören Allah’tır.
Bilinenlerden -zerre ağırlığında da olsa- hiçbir şey O’nun ilmi dışında kalmaz; işitilenlerden -zerre kadarı da olsa- hiç birisi O’nun işitmesinden uzak olmaz. Kişinin içinden geçirdiği düşünceleri, hatta bir elin yavaşça dokunması esnasında hasıl olan sesi bile işitir.
Görünen şeylerden hiç biri, O’nun görmesinin dışında kalmaz. O Sübhanehu ve Teâlâ, karanlık bir gecede, siyah bir zemin üstünde bulunan siyah karıncanın yürüyüşünü görür. Zifirî gece karanlığında, bin perde arkasında bulunan, en küçük varlığı dahi görür. Allah için uzaklık ile yakınlık arasında fark yoktur.
Allah, kendisinden kaynaklanan bir ses veya düşünülebilecek bir sükût ile değil, diğer sıfatları gibi ezelî ve mukaddes olan kelâmı ile konuşur.
Mûsâ’ya (A.S.) o kelâmı ile konuşmuş,
Peygamberlerine o kelâmını indirmiş ve ona Kur’ân, Zebûr, İncil, Tevrât ve Sahifeler diye isim vermiştir.
Allah-u Teâlâ’nın hayatı ruh, cesed ve organlarla değildir.
O’nun ilmi, düşünmekten, daha önce bilememekten ve unutmaktan münezzehtir.
O’nun iradesi, tereddütten uzaktır. O, bir şeyi irade ederken bir kalbe veya ruha muhtaç değildir.
O’nun kudreti, âlete ve başkalarının desteğine ihtiyaç duymaz.
O’nun işitmesi, işitme vasıtası ve kulak varlığı düşüncesinden berîdir.
O’nun görmesi için göz bebeği ve kirpikler düşünülemez.
O’nun konuşması da ağız, dil ve damak ile değildir.
Allah Sübhanehu ve Teâlâ, kerim bir Rabb’dır. Saltanatı büyük, ihsânı geniş, nimetleri çoktur. Sıfatlarından hiç biri, O’nda bir artışa sebep olmaz. O’nun pek çok şeyle ilgilenmesi de sıfatlarında bir fazlalığı gerektirmez. (O, nasılsa öyledir.)
O’nun iradesi dışında hiç bir şey meydana gelmez; mülkünde ister hayır ister şer, sadece ve sadece dilediği olur.
Küfür ve isyân, O’nun iradesiyle meydana gelir. Fakat onlarda, O’nun emri, rızası ve sevgisi yoktur.
Allah-u Teâlâ, kulların fiilleriyle ilgili olan ve olmayan, kulların mükâfat alacakları veya cezaya çarptırılacakları gelecekle ilgili bütün olayları ezelde bilmektedir. Ayrıca bütün bunları yazmış ve zaptetmiştir.
O halde her şey Allah’ın ilmine uygun olarak meydana gelir.
MÜTERCİMİN NOTU: Ezel ve ebed kelimeleri, zamansızlığı ifade eder. Yani Allah, zamana bağlı değildir, insanı ve diğer bütün varlıkları yarattığı gibi zamanı da O yaratmıştır. İnsan ise zamana bağlı olan bir varlıktır, zaman kavramı olmaksızın düşünemez. Bunun için insan, zaman üstü olan Allah’ın zâtını ve sıfatlarını düşünemez. Nitekim Resûlullah (A.S.) Efendimiz, “Allah’ın zatını düşünmeyiniz. Siz O’nun nimetlerini ve yaratıklarını düşününüz. Çünkü siz, Allah’ın zâtını düşünmeye güç yetiremezsiniz.” (Bazı rivayetlerde “Allah’ın zâtını düşünmeye çalışırsanız helâk olursunuz” ifadesi de geçmektedir.) (Ebu Nu’aym, Hilye; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Vasît) buyurmuştur.
İnsanoğlu zamansız düşünememekle birlikte, imanı ile ilgili olduğu için Allah-u Teâlâ’nın zâtı ve sıfatları ile ilgili konularda bilgilendirilmesi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebeple Allah-u Teâlâ, bu gibi idrak üstü hususları, insanın anlayışına yaklaştırmıştır. İnsan, Allah’a iman eder ama O’nun nasıl olduğunu bilemez. Aynı şekilde O’nun ezelî ve ebedî olduğuna, ezelde bildiğine iman eder ama bunların nasıl olduğunu anlayamaz./semerkand​
 

pendüender

Well-known member
İnsanın varlığı bir ormana benzer. O deme agâhsan çekin bu varlıktan, çekin!
Vücudumuzda binlerce kurt, binlerce domuz… temiz, pis, güzel, çirkin, binlerce sıfat var.
Hangi huy galipse hüküm onundur. Madende altın bakırdan fazlaysa o maden altın sayılır.
Vücudunda hangi huy galipse o huyun suretine göre haşredilmen gerekir.
İnsanda bir an olur, kurtluk zuhur eder. Bir an olur, ay gibi Yusuf yüzlü bir güzel haline gelir.
İyiliklerle kinler gizli bir yolda gönüllerden gönüllere gidip durmaktadır.
Hattâ insandan, öküzle eşek bile bilgi sahibi olur, akıllanır, hüner elde eder.
Serkeş at rahvan bir hale gelir, alışır. Ayı oynar, keçi de selâm verir.
Köpeğe insanın huyu geçer, nihayet çoban olur, av avlar, yahut sürüyü korur.
Ashab-ı Kehf’in köpeğine onlardan öyle bir huy sirayet etti ki sonunda Allah’ı aramaya koyuldu.
Kalbde her an bir çeşit şey baş gösterir… İnsan bazen şeytanlaşır, bazen melekleşir. Bazen tuzak kesilir, bazen yırtıcı hayvan!
Aslanların bildiği o acayip ormandan, gönüller tuzağına gizli bir yol bulunan o meşelikten,
İçten içe hırsızlık et, can mercanını çal! Ey köpekten aşağı! Âriflerin gönüllerinden o mercanı elde et!
Madem ki hırsızlık ediyorsun, bari lâtif inciyi çal!.. Madem ki hamallık ediyorsun, bari yüce bir yük yüklen!..
Hz. Mevlânâ (k.s.)’dan​
 

pendüender

Well-known member
HZ. MUSA İLE ÇOBAN


Hz. Musa bir yerden geçerken, Allah'a münâcaat eden bir çobana rastladı. Çoban şöyle diyordu:

-Ey kerem sahibi, yüceler yücesi ulu Rabbim! Sen neredesin ki, ben sana kurban olayım! Bir gün olsun, gel bana uğra, misafirim ol da, Sana hizmet edeyim! Elbiselerini yıkayayım, çarığını dikeyim, saçını tarayayım, bitlerini kırayım. Elceğizini öpeyim, ayacığını ovayım, uyuma vaktin gelince yerceğizini silip süpüreyim. Sana süt ikram edeyim. Bütün keçilerim Sana kurban olsun! Her nâmemde, her sesimde, her soluğumda, her heyheyimde, aklımda, fikrimde yalnız Sen varsın, ey büyük Allah'ım!

Çoban böyle saçma sapan söylenip dururken, Hz. Musa ona yaklaşıp:

-Kiminle konuşuyorsun? diye sordu. Çoban:

-Kiminle olacak, bizi yaratanla, yerin göğün sahibiyle! deyince Hz. Musa:

-Bu ne küstahlık! Bu ne biçim dua! Sen amcana dayına mı sesleniyorsun?Cenab-ı Hakk böyle şeylerden münezzehtir. Allah'ın sıfatları içinde cisim ve ihtiyaç sahibi olmak var mı? Çarık, dolak sana yaraşır. Ayağa muhtaç olan çarık giyer, büyüyüp gelişmekte olan süt içer. Bunlar ne saçma sapan sözler. Sen daha Müslüman olmadan kâfir oldun. Küfrünün pis kokusu cihanı tuttu. Sus, ağzına pamuk tıka! Allah kimseden doğmamıştır, hiç kimseyi de doğurmamıştır. Eşi benzeri, oğlu kızı yoktur. Babayı da yaratan Odur, oğlu da. Sen bir erkeğe 'Fatma!' desen, erkek de kadın da insan cinsinden oldukları halde, imkân bulsa senin canına kasteder. İsterse mülayim ve yumuşak başlı olsun. 'Fatma' sözü kadınlar için övüştür, fakat erkeğe söylersen kılıç yarasından daha ağır gelir. Cenab-ı Hakk'a karşı nasıl böyle saçma şeyler söyleyebiliyorsun? diye çobanı suçlayıp, azarladı. Bu sözler üzerine, çoban, elbiselerini yırtıp, feryat ve figana başladı:

-Ey Musa, meğer ben ne kötü bir iş yapmışım! Şimdi sen benim ağzımı, dilimi bağladın. Pişmanlık ateşi ile canımı, ciğerimi dağladın! dedi. Pişmanlığından üstünü başını yırtmaya başladı, sürüsünü de terk ederek, başını alıp çöle doğru yola düştü.

Cenab-ı Hakk'dan Hz. Musa'ya vahiy geldi:

-Ey Musa yaptığını beğendin mi? Bak, kulumuzu bizden ayırdın! Ben seni insanları Bana ulaştırasın diye mi, yoksa Benden uzaklaştırasın, Benden ayırasın diye mi peygamber olarak gönderdim. Ben, herkese bir huy, bir ıstılah verdim. Onun ağzından medih (övgü) olarak çıkan söz, senin ağzından çıkarsa zem (kötüleme)dir. Biz dile söze bakmayız, gönle, hale, kalbe bakarız. Ben kullarıma, 'Bana ibadet edin! (Kur'an, 21. Sure (Enbiya), Ayet:25)' diye emrettimse, bundan bir kâr, bir fayda elde edeyim diye değil; onlara ihsanda bulunayım diye emrettim. Benim yüce şanım, onların tesbih ve takdisleri ile daha fazla yücelecek değil. Ben zaten en yüceyim. Benim yüceliğim ölçüye, kıyasa sığmaz. Beni tesbih etmekle kullarım, kendilerini temizlerler.

Cenab-ı Hakk, Hz. Musa'ya daha pek çok dile gelmeyecek sırlar söyledi. Hazreti Musa bu sırlar karşısında kaç defa kendinden geçti, kaç defa kendine geldi. Sözü burada kesmek gerek. Zira daha fazlasını anlatmaya çalışmak ahmaklık olur. Akıl ve anlayış buradan ötesine gitmez.

Hazreti Musa Rabbülâlemînden bu ikazı duyunca, çöle düşüp çobanı aramaya koyuldu. O hayran aşığın izini izledi. Hakk aşıklarının izleri, başkalarının izlerinden ayrılır, hemen seçilir. Hazreti Musa nihayet çobanı buldu. Ona:

-Müjde, müjde, Cenab-ı Hakk seni mazur gördü! Senin niyazın O'na hoş gelmiş! dedi.

Çoban:

-Ey Musa! Ben artık o hali aştım. Sen bir kamçı vurdun, atım şahlanıp kâinatı aştı. Benim halim şimdi söze sığmaz. Ben artık o sözleri söyleyen çoban değilim. O sözlerden artık geçtim, dedi.

İnsanoğlu, acizdir, aklı zayıftır. Kudreti sınırsız, bütün noksan sıfatlardan münezzeh, yüceler yücesi Allah'a zayıf aklımızla, layık olabildiği şekilde hamd edebilmemize imkân var mı?

Yüce Allah: 'Siz Beni anın, zikredin, hatırlayın, Ben de Sizi anayım! (Kur'an, 2. Sure (Bakara), Ayet: 152)' buyurarak kendisini anabilmemiz için bize ruhsat ve izin verdi. Bizi ateşler, karanlıklar içinde gördü de, bize nur ihsan etti. Gerçekte o bizim O'nu anmanızdan müstağnidir. Bizim O'nu layık olduğu şekilde, anmamız, övmemiz, anlamamız, tanımamız, tasvir etmemiz, ibadet etmemiz, tesbih etmemiz mümkün değildir. O'nun hiçbir tavsife, tasvire, tarife sığmayan benzersiz, misalsiz varlığını biz nasıl anlayabiliriz ki? Bizim gibi cisme mensup, eksikli kusurlu kulların O'nu anışı da, elbette bizim gibi eksik ve nakıs olacaktır. O bizim anışlarımızdan, zikirlerimizden, ibadetlerimizde çok çok yücedir. Bizim O'nu övüşümüzün Allah'ın yüceliğine nispetle hiç bir değeri yoktur. O'nun anlatılmaya da ihtiyacı yoktur, tarife de. Rabbimiz, rahmetinden bizim O'nu anışımızı, hamd ve şükrümüzü, ibadetlerimizi makbul karşılıyor.

Güneşi öven, aslında kendini övmüş olur. Böylece benim iki gözüm de iyi görüyor, aydındır, hastalıklı, ağrılı, sızılı, çapaklı değildir demek ister. Alemdeki güneşi yermek ise, iki gözüm de kördür, görmüyor, karanlıklar içinde kalmış, çipillerle, irinlerle dolmuş demektir.

Kendine gel, kendine! Allah'ı (CC) övsen de bu övüşünü, o çobanın layık olmayan övüşü gibi bil. Senin övüşün, duan, niyazın çobanınkine nispetle belki daha iyi olabilir ama, Cenab-ı Hakk'ın yüce şanına nispetle ne değeri var ki! Sakın Cenab-ı Mevlâ'ya layık olduğu şekilde hamd ve senada bulunduğunu zannetme! İbadet ediyorum, hamd ediyorum diye gönlüne kibir, gurur gelmesin. Perde kalkınca oldu sanılan pek çok şeyin, aslında olması gerektiği gibi olmadığı meydana çıkar. Keşke sadece 'Sübhâne rabbiyel Â'lâ' sırrına erebilmiş olsaydın. Gönülden:'Ey Rabbim, secdem de, ibadetlerim de, varlığım gibi Senin yüce şanına layık değil. Ey gece sırlarını da, gündüzün gizlenen işleri de bilen Allah! Senin yüceliğin karşısında, benim başımın da bir değeri yok, secdemin de! Sen bana merhametinle, ihsanınla, lütfunla mukabele et! Noksanlarıma bakma!' diyebileydin.

Örneğin, Namaz kılıyorsun ama nasıl? Namazın sana anlattıklarından haberin var mı? Ey ulu! Namaza başlarken tekbir getirmek, 'Yarabbi huzurunda kurbanız!' demektir. Hani koyun keserken, 'Bismillahi Allahu ekber' der, tekbir getirir, öyle kesersin ya, işte o geberesi nefsini keserken de bu söz söylenir. 'Allahu ekber' de de, o şom nefsin başını kes! Kes de can mahvolmaktan kurtulsun! Ten İsmail'e benzer, can Halil'e. Can, bu semiz bedeni yere yatırıp tekbir getirdi mi, ten kesilir, şehvetlerden hırslardan kurtulur. Ondan sonra ten, besmeleyle kesilmiş temiz bir kurban haline gelir.

Namazda kıyamda durmak, yani Allah'ın huzurunda, gözyaşları dökerek ayakta durmak ise, kıyamet gününde kabirden kalkıp mahşer yerinde dikilmeye benzer. Kıyamette olduğu gibi, Hak huzurunda saf kurulur, hesaba, Allah ile konuşup görüşmeye girişilir. Hak: 'Sana bunca zaman mühlet ve imkanlar verdim, bana ne getirdin? Ömrünü neyle bitirdin, verdiğim gıdayı, ihsan ettiğim kuvveti ne uğrunda harcadın? Gözünün nurunu nerelerde tükettin, beş duyunu nerelerde yıprattın? Gözünü, kulağını, aklını, benim sana verdiğim bütün cevherlerini harcadın. Peki ferş aleminden bunlara karşılık ne satın aldın? Sana kazma ve bel gibi, el, ve ayak verdim. Onları sana bizzat ben bağışlamıştım, onları ne yaptın, nerede kullandın? der. Hak'tan buna benzer seni dertlere uğratacak yüz binlerce haber gelir.

Kıyamdayken kula gelen bu haberlerden kul utanır. Utancından ayakta durmaya kudreti kalmaz. İki büklüm olur, rükûa varır. Rükuda Allah'ı tesbih eder. Allah'tan: 'Başını kaldır, rükudan kıyama dön de, sana sorduklarıma bir bir cevap ver!' fermanı gelir.

O utanan kul, rükudan başını kaldırır. Fakat olgun bir iş yapmamış olduğundan bu sefer, yüzüstü secdeye kapanır. Yine emir gelir: 'Başını kaldır, secdeden kalk da yaptıklarından haber ver!' Kul, tekrar utana utana başını kaldırır ama, çaresizlikten yine yılan gibi yüzüstü secdeye düşüverir. Allah, tekrar: 'Başını kaldır da söyle! Bugün kıldan kıla, bütün yaptıklarının araştırılacağı gündür!' der.
Kulun artık ayakta durmaya kuvveti kalmadığından, Allah'ın heybetli hitabı, canına iyice tesir etmiş olduğundan ayağa kalkamaz, o ağır yükün altında, yere oturur. Allah: 'Söyle bana, sana nimet verdim, nasıl şükrettin? Sana sermaye verdim, haydi ne kazandığını göster!' der.

Kul, sağ yanına dönüp peygamberlere, o ululara selam verir. 'Padişahlar, bu kötü kişiye şefaat edin, ayağım da balçıkta kaldı, kilimim de!' der.

Peygamberler ise: 'Çareye başvuracak gün geçti. Çare orada aranacak bir şeydi. El de oradaydı, alet de. Şimdi artık hepsi orada kaldı. A bahtsız kişi, git oradan! Sen vakitsiz öten bir horozsun! Bırak bizi, bizim de kanımıza bulaşma!' derler.

Bunun üzerine kul, sol tarafa baş çevirir, hısımından, akrabasından yardım ister. Onlar da 'Sus! Allah'a kendin cevap ver. Biz kim oluyoruz ki? Bizden el çek!' derler.

Sonunda ne bu yandan bir çare olur, ne o yandan. O biçarenin canı da yüz parça olur! Herkesten ümidini keser de ellerini Allah'a açar, duaya başlar.
Yarabbi, herkesten ümidim kesildi. Evvel de Sensin, ahir de Sen! Senden başka önü sonu olmayan yok!' diye niyaza koyulur.

Namazdaki bu hoş işaretleri gör de, bunun eninde sonunda böyle olacağını bil! Sadece namazın hareketlerini yapmakla yetinme! Öyle yerden tane toplayan yolsuz yordamsız kuşlar gibi yere baş vurup durma! Namaz yumurtasından çıkarılması gereken civcivi çıkarmaya bak!



Hikâyedeki çoban gibi Allah’ın muhabbetiyle dolup taşanlar, cezbeleri dolayısıyla âdetâ mecnun gibidirler. Harap bir köyden vergi alınmadığı gibi, Hak meczûbundan da öyle inceden inceye dînî gereklere uyması beklenmez. Onlar hatalı konuşsalar bile hoş görülmelidir. Şehîdin cesedi kanlı da olsa yıkanmaz. Çobanın bu yanlışı yüzlerce doğrudan yeğdir. Kâbe’nin içinde kıbleye dönüş söz konusu olmaz.

Din insan içindir. İnsanın hem aklı hem de rûhu ve duyguları vardır. Dînin de hem dış çerçevesi, zâhiri yâni bir takım hüküm ve kuralları; hem de iç yüzü, bâtını, vecd ve zevk yönü bulunmaktadır. Bunlardan zâhirî kısmına kısaca "şerîat" denir. Bu mânâsıyla şerîat bir bakıma akla hitab etmektedir; belli sınırları, kaideleri vardır. Aklî ölçüler içinde kalındığı müddetçe bir problem çıkmaz. Fakat rûhî yön ve duygular söz konusu olduğu zaman durum değişir. “Hakîkat” denen bu sonuncular daha ziyâde dînin bâtınî cephesi ve zevk tarafıyla ilgilenir.

İnsanda aklî yön ne kadar ölçülü ve kuralcı ise, rûhî ve mânevî yön o kadar coşkuludur, sınırsız ufuklara doğru kanat açmak ister. Ne var ki, bu iki yön arasında imkân nisbetinde bir denge kurmaya çalışmak gerekir.
 
Son düzenleme:

pendüender

Well-known member
Çıktım erik dalına
Anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp
Der ne yersin kozumu

Yunus Emre...

Mısraların Şerhi...

Bu beyitten murat oldur ki; her amel ağacının bir türlü meyvesi ve yemişi olur. Ve zahirde her meyvenin bir mahsus ağacı olduğu gibi, her ilmin bir mahsus aleti vardır. Anın ile hâsıl olur. Mesela ilm-i zahirin hulusüne alet; lügat ve sarf ve nahiv ve âdab ve mantık ve meani ve hikmet ve hey’et ve kelam ve hadis ve usül ve fıkıh ve tefsirdir. Ve ilm-i batının hulusüne alet; evvela hulus-ü daim ve olgun Mürşid nefesi ile fasılasız zikir ve az yemek ve az konuşmak ve az uyumak ve yalnız kalmaktır. Ve ilm-i hakikatin hulusüne alet; terk-i dünya ve terk-i ukba ve terki terk etmektir.

İmdi aziz merhum erik ve üzüm ve ceviz ile şeriat ve tarikat ve hakikate işaret ederler.

Zira eriğin taşrası yenir içi yenmez. Erik gibi olan meyvelerin cümlesi amelin zahirine işarettir.

Ve üzüm gibilerin cümlesi amelin batınına işarettir. Zira üzüm hem yenir ve hem nice türlü nimetler andan zuhura gelir. Sucuk ve köfte ve pekmez ve turşu ve sirke ve bunların emsali nice nimetler hâsıl olur. Ve lakin içinde bir miktar riya ve tezkiye çekirdeği olmakla amel-i batına denir hakikate denilmez.

Ve ceviz sırf hakikate misaldir ki; içinde asla yabana atacak bir şey yoktur. Hem yenir ve hem nice marazlara ve illetlere şifa hâsıl olur.

İmdi bir kimse erik talep ederse erik ağacından ister ve üzüm talep ederse bağından talep eder ve ceviz talep ederse ceviz ağacından talep eder.

İmdi her kimse üzümü erik ağacından talep ederse o kimse ahmak ve cahildir. Kuru yere zahmet çeker, külli emeği hebadır, hâsılı mahsulü ancak zahmettir.

Pes imdi bu malum olduysa bir kimse zahir amelinin doğru olup olmadığını bilmek isterse anı şeraitten ve erbabından talep eder. Ve fıkıh kitaplarına müracaat eder. Andan bilip, öğrenip amel eder. Ve eğer batın amelinin salahını ve fesadını ve tenezzülünü ve terakkisini bilmek isterse mürşidin telkini ile usül-ü esma ile gönül kitabına ve ilm-i tabire müracaat eder. Her gün rüyada ne görürse mürşidine arz eyler. Anlar da ona ahvali beyan eder. Andan ol müşkül hallolur. Sulûk edip perver olur.

Ve kimse ilm-i hakikatin ki kendini bilmek ve ayni Marifet-i Rabb’dır zevkine ve hâline ermek isterse, Mürşid-i Kâmil terbiyesi ve büyük perhiz ateşi ile nefsin cemi-i evsafını ve beşeriyetini ve benliğini yakıp masivayı reddederek tamamıyla mahv-ı vücud-i zılli kıldıktan sonra ayni vücud hakiki olup fenası aynı beka olmağile olur.

İmdi bu üç ilmin başka başka yolu vardır. Yolu ile talep edilirse ümittir ki az müddetle maksut hasıl olur. Nitekim erik ve üzümün ve cevizin başka semereleri olup her biri kendi ağacından talep olunduğu gibi.

İmdi bir kimse zahir amelini işlerken ben batın ilmini ve ilm-i hakikati zahir ameli ile ele geçirip tahsil ederim dese ve birçok zahmetler çekse, mesela kendiliğinden esmaullaha müdavemet eylese ve oruçlar tutup halvetler çekse ol kişinin hâli bu erik ağacından üzüm talep etmeye benzer.

Bostan ıssından murat Mürşid-i Kâmildir. “Niçin kozumu yersin?”diye çekişip, kakıdığı tembihtir ki; “Niçin olmaz yere riyazet ve olanları mücahade eder yorulursun? Üç ilmi bir amel ile ele geçireyim mi sanırsın? Her birinin başka ameli ve muallimi ve mürşidi vardır.”der.

Ehl-i kemal bunların gibi sülûk edenleri gördükte nazar edip “Niçin böyle edersin? Sana evvela lazım olan budur ki, var her bir meyvenin ağacından bittiğini bil ve andan amel eyle. Senin misalin buna benzer ki bir kimsenin bahçesinde uğrulayın erik ve üzüm yemeye ağaca çıka, ceviz taşlaya. Bostan ıssı anı gördükçe niçin yersin kozumu dediği gibidir.” Zira hakikat Mürşid-i kâmilin ilmi ve mülküdür. Ve anın ameli, aleti onu bilmeye meleke ve istidat hâsıl etmek ve Mürşid-i Kâmil izni ile terbiyesiyle ağır perhizler ve ona tam teslim ve kendi renginden çıkıp mürşidin rengi ile hemrenk olmaktır.

İmdi mürşit görse ki bir kimse kendiliğinden esmaya ve perhize devam eder; ona der ki, "sahibinden izinsiz bahçeye hırsızlığa niçin girersin?”

Pes imdi tarikat ve hakikat ilmi Mürşid-i Kâmilin bahçesi ve mülküdür. Ve Allah’ı zikretmek ve perhiz ol bahçenin kapısıdır. Her kim ki kendiliğinden sülûk eyler; bir gayrı kimsenin bağına hırsızlığa girmiş gibi olur.

Bunun hariçte bir misali de ona benzer ki; bir alay dülger âletlerini pazardan alsa ve kendiliğinden dülgerlik etmek istese; ol kimse ol sanatı işlemeye başladıktan sonra her murat ettiği işte hangi âlete, hangi pusata yapışacağını bilemez. Bir usta anı gördükte “Bire sanat uğrusu, küstah, hâm dest! Bizim sanatımızı uğrulamak mı istersin? Bizim âletimizi sen niçin aldın?” der. Eğerçi ki ol kimse ol âletleri pazardan akçesiyle almıştır.

İmdi azizin bu beyitten muradı, Mürşitsiz “ben tarikata ve hakikate kendi bildiğim ile amel etmekle vasıl olurum.”diye çalışanların ahvalini temsil tariki ile beyandır. Yani mesele böyle olan ve mürşitsiz yola giden kimsenin hâli; her meyve hangi ağaçta bittiğini bilmeyen ve gönlü üzüm istedikte erikte biter ve erik ağacı diye ceviz ağacına çıkan ve cümle renkleri siyah sanan kör gibi olur.

Yunus Emre (Allah sırrını takdis etsin) bu hâli kendisine nispet etti. Caizdir ki kendi böyle bir zaman Mürşitsiz çalışıp bir şey hâsıl edemeyip sonra mürşide varmış ola. Ve dahi caizdir ki; kendisinden muradı gayrilere tariz ve tembih ola.

Niyazi Mısri​
 

pendüender

Well-known member
"Gülsuyu isen, mekânın nûrlu çehrelerdir. Necâset isen, her yerde sıkıntısın!"

"Koku satanların vitrinlerine bak!

Her cinsi kendi cinsiyle güzelleştirirler..."

"Cins, kendi cinsiyle karışırsa, bu tecânüste güzellik, ayrı bir tebessümdedir..."

"Dürüst ve pâkların necislerden ayrılması için

Cenâb-ı Hakk, kitâplar ve peygamberler göndermiştir."

"Düşüncen gülse, sen de bir gül bahçesindesin!.."​

Hz. Mevlânâ
 

pendüender

Well-known member
Cihan-ara cihan içindedir bilmezler​

Şu mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler...​
HAYALİ
Bu konuda anlatılan bir masal vardır ki pek meşhurdur :
“Balıklar deryada sakin ,usulet ve suhuletle yüzerken içlerinden birinin sorması ile şaşırıp
kalmışlar.Su nedir? Soru oldukça basittir.Ama yıllar yılı içinde sürekli yüzüp yüzgeç attıkları suyun hakikatini hiç biri bilemez.Bunun üzere araya araya balıkların pirini bulur ve ona sorarlar;
Ey pirim,üstadımız,bu su nedir,nicedir?diye sorunca balıkların piri hiç düşünmeden

“Ben sudan başka bir şey görmüyorum ki onu size anlatayım”diye muammalı,esrarengiz bir
cevap vermiştir.​
 

pendüender

Well-known member
BENLİĞİN ŞIMARTILMASI

Ten kafese benzer. Girenlerin, çıkanların, insanla dostluk edenlerin aldatmasıyla can bedende dikendir. Bu, “Ben senin sırdaşın olayım” der. Öbürü “Hayır, senin akranın, emsalin benim”der.


Bu der ki:

“Varlık aleminde güzellik fazilet, iyilik ve cömertlik bakımından senin gibi hiçbir kimse yok.

” Öbürü der ki:

“İki cihan da senindir. Bütün canlarımız senin canına tabidir.” O da, halkı, kendisinin sarhoşu görünce kibirlenir, elden, avuçtan çıkmağa başlar. Şeytan onun gibi binlerce kişiyi ırmağa atmıştır!

Dünyanın lutfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadır, ama az ye. Çünkü ateşten bir lokmadır! Ateş gizlidir, zevki meydanda. Dumanı sonunda meydana çıkar.

Sen “Ben o medihleri yutar mıyım? O, tamahından methediyor. Ben, onu anlarım” deme! Seni metheden, halk içinde aleyhinde bulunursa onun tesiriyle gönlün, günlerce yanar.


Onun;

mahrumiyetten senden umduğunu elde edemeyip ziyan ettiğinden dolayı aleyhinde bulunduğu halde, O sözler, gönlüne dokunur, onun tesiri altında kalırsın. Medihten de bir ululuk gelir, dene de bak!
Medihin de günlerce tesiri altında kalırsın. O medih canın ululanmasına, aldanmasına sebebolur.
Fakat bu tesir, zahiren görünmez, çünkü methedilmek tatlıdır. Kınanmak acı olduğundan derhal kötü görünür. Kınanmak, kaynatılmış ilaç ve hap gibidir; içer, yahut yutarsa uzun bir müddet ızdırap ve elem içinde kalırsın.

Tatlı yersen onun zevki bir andır, tesiri öbürü kadar sürmez.Zahiren uzun sürdüğü için de tesiri, gizlidir. Herşeyi, zıddıyla anla! Medhin tesiri, şekerin tesirine benzer; gizli tesir eder ve bir müddet sonra vücütta deşilmesi icabeden bir çiban çıkar.


Nefis çok öğülmesi yüzünden Firavunlaştı. Alçak gönüllü, hor, hakir ol; ululuk taslama! Elinden geldikçe kul ol, sultan olma! Top gibi zahmet çekici ol, çevgan olma! Yoksa; senin bu letafetin, bu güzelliğin kalmayınca o, seninle düşüp kalkanlar, senden usanırlar.


Evvelce seni aldatıp duranlar, o vakit seni görünce “Şeytan” adını takarlar. Seni kapı dibinde görünce hepsi birden “Mezarından çıkmış hortlak” derler; Genç oğlan gibi. Ona önce Allah adını takarlar, bu yaltaklıkla tuzağa düşürmek isterler. Fakat kötülükle adı çıkıp da zaman geçince bu kötülükte sakalı çıkınca; artık ona yaklaşmaktan Şeytan bile utanır.



Şeytan, adamın yanına bir kötülük için gelir; senin yanına gelmez. Çünkü sen Şeytan’dan da betersin. Şeytan, sen insan oldukça izini izler, ardından koşar, sana şarabını tattırırdı.


Ey bir işe yaramaz adam!
Şeytan huyunda ayak direyip şeytanlaşınca senden Şeytan da kaçmaktadır. Eteğine sarılan kimse de, sen bu hale gelince senden kaçar!

Mesnevi..​
 

pendüender

Well-known member
“Ruh İsâ’sı kuzgun gibi aç.
Eşeğiyse, susamın yağını sormaya savaşır, durur.
Sen eşeği besledikçe ilmi de, irfanı da, kemali de eşekte araman gerek.
Bak da gör, eşekte ne gibi bir bilgi, kemâl olur.”

Seyyid Burhâneddîn Muhakkik-ı Tirmizî, Maârif
 

pendüender

Well-known member
“ Hz. Peygamber Efendimiz: ‘Verilen bir şeyin karşılığının geleceğini bilen; bu dünyada bağışta bulunur, cömertlik gösterir.’ diye buyurmuştur.

Verilen bir şeye gelecek yüzlerce karşılığı gören, hemen cömertliğe, ihsana başlar. Herkes malını vererek kâr elde etmek için, çarşı pazarlardaki dükkânlarına bağlanmıştır.
Altını kesesine koymuş; kâr elde etsin de, bağışta bulunsun diye ısrarla bekler durur.
Kumaş satan kişi elindeki kumaşın daha fazla para getireceğini görünce, o kumaşa olan sevgisi soğur; onu hemen elinden çıkarıp satmak ister.

Fakat kumaşına fazla para vermeseler; ona hemen bağlanır ve onu elden çıkarmak istemez.
Bir bilgin de başka bir ilmi, hüneri ve sanatı, şeref ve meziyet hususunda kendi bilgisinden üstün görmedikçe; onları tahsil edip öğrenmeye heves etmez.
Candan daha aziz bir şey olmadıkça, can azizdir. Fakat candan daha aziz bir şey elde edilince “can”ın adı bile anılmaz.

Bu sırları anlayacak mahrem yok ki, konuyu üstü örtülü olarak değil de; duyduğum gibi apaçık söyleyeyim. Onun için sustum. Allah hakikatine uygun olanı daha iyi bilir.
Mal ile beden, kar gibi erir gider. Fakat onlar Allah yolunda harcanırsa, Allah onlara alıcı olur. Kur’ân-ı Kerim’de: ‘Allah cennet karşılığında satın aldı.’ buyrulmuştur.”
(Tevbe sûresi, 111)​
 

pendüender

Well-known member
Mevlana der ki;

"Birisi geldi, bir dostun kapısını çaldı. Dostu içerden:

"-Ey güvenilir kişi, kimsin?" diye seslendi.

Kapıyı çalan:

"-Benim." deyince, dostu:

"-Öyleyse git! Senin için henüz içeri girme zamanı değildir. Böyle bir mânevî nîmetler sofrasında ham

kişinin yeri yoktur." dedi.

Ham kişiyi, ayrılık ve firak ateşinden başka ne pişirebilir? Nifaktan, iki yüzlülükten onu ne kurtarabilir?

O zavallı adam kapıdan döndü, tam bir sene yollara düştü, dostunun ayrılığı ile yandı, yakıldı. O yanık

âşık, ayrılık ateşi ile pişerek döndü geldi, dostunun evi etrafında yine dolaşmaya başladı. Ağzından

sevgili dostunu incitecek bir söz çıkmasın diye, binbir endişe içinde ve yüzlerce defa edep gözeterek

kapının halkasını yavaşça vurdu. Dostu içerden:

"-Kapıyı çalan kimdir?" diye seslendi.

Adam:

"-Ey gönlümü almış olan! Kapıdaki de sensin." cevabını verdi.

Dostu:

"-Mâdemki şimdi "sen" "ben"sin. Ey "ben" olan, "ben"den ibâret olan, haydi gir içeri! Bu ev dardır, bu

evde iki "ben"i alacak yer yoktur. İğneden geçirilecek bir iplik, ayrılır da iki iplik olursa, yâni ucu

çatallaşırsa iğneden geçmez. Mâdem ki sen tek katsın, birsin; gel bu iğneden geç!" dedi." (Mesnevî, )

Hazret-i Mevlânâ şöyle devam eder:

"Ey nefsindeki benliği alt eden kişi! Gel, içeri gir. Sen artık bahçedeki dikenler gibi gülün zıddı değilsin!

Sen şimdi güllere şâh olansın!

Nefsini alçak gören kişiye ne mutlu. Kendini üstün gören kimsenin de vay hâline! Şunu iyi bil ki, bu kibir

ve ucub, yâni kendini üstün görme hâli kahredici bir zehirdir. Ahmaklar bu zehirli şarabın sarhoşu

oldukları için kendilerinde varlık hissederler.

Bahtsızın biri bu zehirli iksirden içerse neşe ile bir an başını sallar. Sallar amma biraz sonra da

insanlığa vedâ eder, rezil olur.

Ey aklı başında kişi! Şunu iyi bil ki; kılıç, boynu olan kişinin boynunu keser. Gölge ise yerlere serilmiştir.

Boynu ve bedeni olmadığı için onun yaralanması ve kesilmesi de mümkün değildir.

Ey doğruluktan sapmış kişi! Büyüklük taslamak, kibre, gurura ve ucba kapılmak, odunun üzerine ateş

koymak gibidir. Böyle bir ateş üzerine sen nasıl gidiyor da kendini ateşe atıyorsun?

Dikkatle bak da gör, yerle bir olan gölgeler hiç oklara hedef olabilir mi?

Yerden başını kaldırıp varlık gösteren, böbürlenen kişi ise oklara hedef olur. Çâresiz, oklar onu delik

deşik ve perişan eder durur."

 

pendüender

Well-known member
İmam-ı Malik hazretleri buyurdu ki:

Fıkhı öğrenmeden tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkhı öğrenip tasavvuftan

haberi olmayan bid'at ehli, sapık olur. Her ikisini edinen hakikate kavuşur.

(Merec-ül bahreyn)
 

pendüender

Well-known member
Hazret-i Mevlânâ, Dîvan-ı Kebîr'inde Şems'le başlamış olan macerasını şu şekilde anlatır.

"Şems Mevlânâ'ya:

«-Âlimsin, başsın, rehbersin; saltanat sahibisin!.. » dedi."

"Mevlânâ da O'na:

«-Bundan sonra zahir âlemin alimi değilim; başı değilim; rehberi değilim... Senin yaktığın meş'alenin aydınlattığı akıl üstü bir alemde fakir ve garîb bir seyyahım!.. » dedi"

"Şems tekrar:

«-Sende hala akıl var! Bu sebeple divane olamadığın için bu evin mahremi değilsin!..» dedi"

"Mevlânâ da:

«-Bundan sonra aklıma gönlümle örtü örttüm.. Divâne oldum. Himmetinle artık bu alemin mahremiyim!..» dedi."

"Şems yine:

«-Sende hesâb var! Sekr halinde değilsin! Bu alemin dışındasın!.. Bu alemi aydınlatan akıl değil, aşktır. Önünü göremiyorsun!» dedi."

"Mevlânâ Şems'e:

«-Bundan sonra himmetinle baştanbaşa ateş kesildim. Her yanımı aşk ve sekr kapladı!..» dedi."

"Şems bu sefer:

«-Sen bir cemaatin meş'alesisin! Yerin yükseklerde!.. » dedi"

"Mevlânâ ise:

«-Bundan sonra artık o meş'alem söndü. Gözümde onların, Mayıs böceklerinin yanıp sönen parıltısından bir farkı yok!.. Artık başka meş'alelerin aydınlığında yürüyorum!» cevabını verdi"

"Şems:

«-Sen ölü değilsin, Sen zahirî diriliğini muhafaza ediyorsun. Bu kapıdan öteye böyle geçilmez! Fani varlığını, bütün ihtişam ve debdebesiyle terketmen gerekir.. » dedi."

"Mevlânâ:

«-O eskidendi. Seni tanıdıktan sonra insanların bildiği manada diri değilim.. Başka bir dirilikle buluşarak öldüm!" dedi.

"Şems O'na:

«-Hala nefsani istinadların var! Makâmın mansıbın bâkî! Bunlardan kurtul!» dedi."

"Mevlânâ da:

«-Bundan böyle Sen'in beni çekip götürdüğün ledün aleminde mevki ve mansıb aramaktayım.. Evvelki varlığıma aid herşeyi terkettim; onları aştım!... » dedi."

"Şems:

«-Kolun kanadın var! Ben sana kol-kanat veremem!.. » dedi "

"Mevlânâ:

«-Bundan sonra Sen'in kolun kanadın olmak için, kolumu ve kanadımı kırdım... » dedi"

Şems de, bu ikrar karşısında vazifesinin bittiğine kanaat getirip O'na ilahî tecelliler ile dolu ebediyyet ufuklarında yanması için bir kanat taktı... Çünkü O'nu vuslatın hovardalığından büyük bir firkate düşürerek hasretin bereketli ikliminde yalnız başına bırakmıştı.
 

pendüender

Well-known member
Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Nice servet sâhipleri vardır ki, onların lâyık olmayanlara vermemeleri, vermelerinden

daha iyidir. Bu yüzden, Allâh’ın verdiği malı, ancak Allâh’ın emrine göre harca!

Yersiz

ihsân, âsi bir kölenin, güyâ ihsânda bulunuyorum diye, pâdişahın malını eşkiyâya

dağıtmasına benzer.”
 

pendüender

Well-known member
Mevlânâ Hazretleri, benlik iddâsında bulunmanın, kulun mânevî hayatı için büyük bir felâket olduğunu; buna mukābil tevâzûya bürünmeninse, ebedî bir selâmet vesîlesi olduğunu, şu teşbîhiyle ifâde eder:

“Kılıç, boynu olan kişinin boynunu keser. Gölge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı için onun yaralanması ve kesilmesi yoktur.”
 

pendüender

Well-known member
“Ey kötü huylarının zindanında hapsolan kişi! Âdem’in tevâzû kulluğu ile şeytanın ululanmasını, kendini üstün görmesini müşâhede et, ayırt et de Âdem’in kul oluşunu seç.

Varlık ve benlik, insanı adamakıllı sarhoş eder; aklını başından, utanmak duygusunu gönlünden alır.

Şeytan, bu sarhoşluğa kapıldı da; «Âdem neden benden üstün olsun; bana reis olsun?» dedi ve lânete uğradı, «iblis» oldu.”
 

pendüender

Well-known member
Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:
"Cenâb-ı Hak, görüşü her an seni îkaz etsin diye, kendisine «Basîr / her şeyi çok iyi gören» buyurdu.
Çirkin ve kötü sözlerden dudaklarını kapatasın diye, kendisine «Semî / her şeyi çok iyi işiten» buyurdu.
Korkasın da fesat çıkarmayasın, bozgunculuğa âit şeyler düşünmeyesin diye, Allah kendisine «Alîm / her şeyi çok iyi bilen» buyurdu."
 

pendüender

Well-known member
Asıl sermayesi hiçlik olan ve yoktan var edilen insanoğlunun Cenâb-ı Hakk'a karşı nasıl bir kulluk edebi içerisinde bulunması gerektiğini, gönül dilinden birhikâye ile Ferîdüddin Attâr Hazretleri şöyle anlatmaktadır:
"Bir gece pek şiddetli kar yağmıştı. Sultan Melikşah da sefer hâlindeydi. Bir nehrin yanında çadırlar kuruldu. Nehrin üstü, şiddetli soğuk dolayısıyla âdeta mermer gibi buzlarla kaplanmıştı. Kuşlar, bu ayaz sebebiyle suyun kenarındaki bir ağacın dalında yan yana birbirlerine sığınmışlardı. Balıklar da nehrin derinlerinde bir araya toplanmışlardı. Yani bütün mahlûkât bir köşeye sığınmıştı. Padişah ise gece boyu ayakta kalıp, seherin mânevî bereketinden istifâdeyle tebaasının refah ve saâdeti için plânlar yapmaktaydı. Gecenin ilerleyen saatlerinde gönlüne şöyle bir düşünce geldi:

«Yâ Rabbi! Bütün mahlûkâtın bir köşeye çekildiği, ilikleri donduran bu kuvvetli soğukta, acaba kapımda bekleyen biri var mı? Gizlice gidip bir bakayım... Bu şiddetli soğukta kapımda yatan var mı acaba?»

Sonra hemen çadırın kapısına doğru yöneldi. Çadırdan birkaç adım uzaklaşmıştı ki, üstüne yağan karlar sebebiyle üşüyüp titremeye başladı. Fakat hiçbir yanda muhafızlardan eser görünmüyordu. Yalnız oracıkta gönlü uyanık bir bekçi yatmaktaydı. O da, üstüne bir yün elbise atmış, çadırın kazığını yastık edinmiş, toprağın üzerinde büzülüp kalmıştı. Bütün gece ayakkabısı ayağındaydı.

Bekçi, padişahın ayak sesini duyunca yerinden fırladı ve alacakaranlıkta tanıyamadığı padişahına, biraz da yüksek sesle şöyle hitâb etti:

«-Hey, kimsin?»

Padişah:

«-Ey müşfik adam! Ben padişahım. Söyle bakalım, asıl sen kimsin? Kimsin ki böyle bir gecede padişahı beklemektesin?» dedi.

Adam hemen toparlanıp, pür edep, gönlündeki derin sadâkatini şöyle ifâde etti:

«-Padişahım! Ben yurtsuz bir garibim. Vatanım, ancak padişahın kapısı. Ona hizmet etmekten başka hiçbir vazifem yok. Bu can ve ten bana yoldaş oldukça başım, padişahımın ayağının bastığı yerde olacaktır.»

Padişah, bir muhabbet çağlayanı hâlinde sarf edilen bu sözlerden ve sergilediği yüksek sadâkati dolayısıyla o bekçiden çok memnun oldu. Bir ferman buyurup, ona Horasan'ın âmirliğini verdi. Yani bir gecede onu bekçilikten âzâd edip, o yüce mevkiye eriştirdi.

Ey gönül! Sen de bir gececik Hakk'ın kapısında sabahlarsan, devlet ve servete erişirsin. Bir geceyi uyanık geçirirsen, vefakârlık sınırına ulaşırsın. Sana yokluktan elde ettiğin, saltanatı ebedî olan bir elbise bağışlarlar, böylece bütün zerreleri Güneş görürsün. O gözü elde ettin mi, kör bile olsan çok talihli bir kimse olursun."

Yokluk kapısından varlık semâsının yıldızı olarak çıkarılan insanın derinden derine tefekkür etmesi lâzımdır ki;

Saltanatı, sonunda elinden alınacak hayat nîmetiyle sınırlı olan ve sahip olduğu dünyevî metâlarla padişahlık yapan bir kimseye gösterilen sadâkat, teslîmiyet ve hizmetin mukâbili, bekçilikten Horasan'ın âmirliğine yükselmek oluyorsa; bir kul, bütün kâinâtın yegâne Hâlık'ı, Melikʼi ve Padişahı olan Cenâb-ı Hakk'a sadâkat ve teslîmiyetle hizmette bulunursa, ne gibi mükâfatlara nâil olur?!.

Bunun için de kula düşen, her an Padişahlar Padişahı Cenâb-ı Hakk'ın huzûrunda bulunduğunun idrâkiyle yaşayıp O'nun her emrine derin bir muhabbetle ve kemâl-i edeple boyun eğmesidir.
 
Üst