Lahika Analizi 37: Kastamonu Lahikasi 19.Mektup

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi


Bismillahirrahmanirrahim.

Esselamün aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü ebeden daimen.


Bu haftaki Lahika Analizi dersimize Kastamonu Lahikasi 19.Mektup,dan devam ediyoruz insallah. Anladiklarinizi paylasarak katilimlarinizi bekliyoruz kardesler.



[BILGI] Mânevî bir ihtarla bir iki ince meseleyi size yazıyorum.

BİRİNCİSİ

Geçen Ramazan-ı Şerifte, Ehl-i Sünnetin selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebep ihtar edildi.

Birincisi: Bu asrın acip bir hassasıdır. (HAŞİYE) Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; “Biz buna müstehakız” derler.

Evet, elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa, küçük bir ihtiyaçla veya hevesle veya tamâh ve hafif bir korkuyla tercih edilse, eblehâne bir cehalet ve hasârettir, tokata müstehak eder.

Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur.

İkinci sebep: Yazmaya izin olmadığından yazılmadı.

İKİNCİ MESELE

Kardeşlerim, Eskişehir hapishanesinde, ahirzamanın hâdisatı hakkında gelen rivayetlerin te’villeri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim ve ehl-i iman onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım. Bir iki sahife yazdım; perde kapandı, geri kaldı.
Bu beş senede, beş-altı defa aynı meseleye müteveccih olup muvaffak olamıyordum. Yalnız o meselenin teferruatından bana ait bir hâdiseyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:

Hürriyetin bidayetinde, Risale-i Nur’dan çok evvel, kuvvetli bir ümit ve itikatla, ehl-i imanın meyusiyetlerini izale için, “İstikbalde bir ışık var; bir nur görüyorum” diye müjdeler veriyordum. Hattâ, Hürriyetten evvel de talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayat’ımda merhum Abdurrahman’ın yazdığı gibi, Sünuhat misillu risalelerde dahi “Ben bir ışık görüyorum” diye, dehşetli hâdisâta karşı o ümitle dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ederdim. Halbuki, hâdisât-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşarette bir derece tekzip edip ümidimi kırardı.

Birden bir ihtar-ı gaybîyle kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki:


“Ciddî bir alâkayla senin eskiden beri tekrar ettiğin ‘Bir ışık var, bir nur göreceğiz’ diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tâbiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle, âlem-i İslâm hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur. Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül ve tahmininle geniş dairede, belki siyaset âleminde gelecek mes’udâne ve dindarâne hâletlerin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.

“Evet, otuz sene evvel bir hiss-i kablelvukuyla hissettin. Fakat nasıl kırmızı bir perdeyle siyah bir yere bakılsa karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı.”

• • •[/BILGI]


Bu risaleyle ilgili sorular
[NOT]
"Mânevî bir ihtarla bir iki ince meseleyi size yazıyorum. Ehl-i Sünnetin selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebep ihtar edildi." Mektubun tarihi ve muhtevası hakkında bilgi verir misiniz?

"Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi;.. musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; Biz buna müstehakız derler." izahı?

"Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir... Yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur." Bu kaideye göre genel aflara nasıl bakılmalıdır? [/NOT]
 
Son düzenleme:

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
"Mânevî bir ihtarla bir iki ince meseleyi size yazıyorum. Ehl-i Sünnetin selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebep ihtar edildi." Mektubun tarihi ve muhtevası hakkında bilgi verir misiniz?

"Mânevî bir ihtarla bir iki ince meseleyi size yazıyorum."

"BİRİNCİSİ"

"Geçen Ramazan-ı Şerifte, Ehl-i Sünnetin selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebep ihtar edildi."

"Birincisi: Bu asrın acip bir hassasıdır. (HAŞİYE) Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; "Biz buna müstehakız" derler."

"Evet, elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat'iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer'iye var. Yoksa, küçük bir ihtiyaçla veya hevesle veya tamâh ve hafif bir korkuyla tercih edilse, eblehâne bir cehalet ve hasârettir, tokata müstehak eder."

"Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur."


"HAŞİYE : Yani, elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder."(1)

Bu mektup takriben 1932-1938 yılları arasında yazılıyor. Burada kast edilen iki duadan birisi, safderun insanların bazı zalim ve münkir idarecileri, bazı iyiliklerinden dolayı lehinde dua ederek onları manen desteklemesidir. Diğeri ise o zalim ve münkir idarecilerin mahvı için yapılan duadır. Çoğunluğun o zalimlerin lehinde dua etmesi ,karşı duanın geri çevrilmesine sebebiyet veriyor. Halbuki bu tarihlerde ehlisünnet inancına ve şiarlarına çok ağır darbeler indirilmekte idi, ezan ve kametin Türkçe okunması gibi. Üstad Hazretleri bu mektupta kendi dualarının neden geri çevrildiğinin manevi gerekçelerini izah ediyor.

(1) bk. Kastamonu Lahikası, (19. Mektup)

Yazar: Sorularla Risale
 

Bahtiyar

Active member
Mânevî bir ihtarla bir iki ince meseleyi size yazıyorum.
Dışı , gösterişi, maddi sebebleri ( fay hattıydı vb) değil.İşin hakikatının , özünün, gerçeğin yeri olan mana aleminden , ikaz ile yazılan iki ince mesele.

"Geçen Ramazan-ı Şerifte, Ehl-i Sünnetin selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebep ihtar edildi."

Ehl-i sünnetin selamet ve necatı için dua etmeliyiz .Ramazan ayında duamıza almalıyız.Ki inşallah mubarek aylardayız.
Ne için dua edilmiş ? Selamet ve necatı için.
Nelerden kurtulmak selamet'e kavuşmak için dua etmeli ?
En büyük musibet dine gelen musibettir.Dine gelen musibetlerden.Kurtulmak için dua edilmeli. nedir bu musibetler ?.
 
Son düzenleme:

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
[h=2]"Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi;.. musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; Biz buna müstehakız derler." izahı? [/h]
Bu zaman Müslümanları, çeşitli sebeplerden dolayı doğru ve yanlışı ayıramayacak kadar aldatılmaya müsait ve safderun bir hale gelmişler. Bir insanı yargılarken iyilik ve kötülükleri tartılır, şayet iyi yönü ağırsa ona iyi insan denilir, kötü yönü ağırsa ona da kötü insan denilir. Günümüzdeki bazı saf Müslümanlar her yönü ile zalim ve cani insanlarda, birkaç iyi yön gördüğü zaman hemen yelkenleri suya indiriyor ve ona taraftar oluyor, bu zalim ve cani adamı iyiler sınıfından sayıp lehinde dua ediyor.
Avam olan bu safdil Müslümanlar, taraftarlık ve duaları ile azınlıkta ve zayıf olan ehli dalalet ve bozguncuları hem kuvvetlendiriyor hem de onların yapmış oldukları hata ve zulümlerin devamına ve şiddetlenmesine sebep oluyorlar. Allah da bu saçma ve yanlış aldanmaya ceza olarak o zulüm ve hataların devamını irade ediyor. Demek dünyadaki zulüm ve yanlışların devamında ve şiddetlenerek artmasında safderun Müslümanların böyle bir katkısı oluyor. Bir zulmü işlemek ile ona taraftar olmak arasında pek bir fark olmadığı için, zulüm işlemediği halde zulme taraftar olanlar taraftarlıkları ile zulmün devamına fetva çıkartmış oluyorlar.
Bu yüzden Müslümanlar uyanık olup, her yönü ile zalim ve sapkın kişilerde güzel birkaç haslet görmek ile ona iyi deyip taraftar olmamak gerekir. Onun hidayeti için dua etmek ile ona manen taraftar olup onun başarısı için dua etmek çok farklı şeylerdir.
Mesela, Firavun'un imana ve hidayete gelmesi için dua edilebilir, ama birkaç iyi özelliğinden dolayı ona başarı için dua edilmez. Toplumun böyle zalimlere başarı için dua etmesine ceza olarak, Allah’ın o zulmün devamına müsaade etmesi “Biz buna müstehakız derler” ibaresini tefsir ediyor. Sorularla Risale
 

garp

Active member
Dini musibet nedir, neden olur, nasıl kurtulunur?



Dinî musibet, dinin yolundan çıkmak, Allah’ın emir ve yasaklarını çiğnemek demektir. Bu musibetler çok değişik sahalarda kendini gösterebilir. İman konularında tereddütler göstermek, dinî musibetin en büyüğüdür. Namaz kılmamak bir musibettir, oruç tutmamak bir musibettir. Faiz yemek bir musibettir. Gıybet etmek, yalan söylemek birer musibettir.

Başta Peygamber Efendimiz (a.s.m.) olmak üzere, müceddit ve müçtehitlerin çektiği sıkıntıların tümü, zâhiren şahıslarına gelmiş gibi görünse bile, hakikatta İslam'a, imana gelen musibetlerdir. İslâmi ve imani hakikatlerin doğru anlaşılmasına ve yayılmasına engel teşkil eden her türlü fikir, eylem ve saldırı birer musibettir.

Bir radyo, televizyon veya gazete gibi iletişim araçlarıyla, İslam'ın özünü zedeleyen her fikir, musibet olduğu gibi, insanları İslam'dan uzaklaştıran her film, görüntü ve fâaliyet de birer musibettir. Her bir günah içinde, küfre giden bir yol vardır. Günaha giden yolların çoğalması bir musibettir.

Müslümanların İslam'ı tam temsil edememesi bir musibettir. Efendimiz (a.s.m.)'in yeterince insanlık tarafından anlaşılmaması, bir musibettir. Kısacası, insanları Allah, ahiret inancından alıkoyan her şey musibettir.

Hak din ile aramızdaki her türlü uyuşmazlığı, anlaşmazlığı ve sürtüşmeyi birer dini musibet saymamız gerektiği gibi, hak dine karşı olan kabalığımızı, küstahlığımızı, inadımızı, anlayışsızlığımızı ve kulak tıkayışımızı da birer dini musibet görmemiz mümkündür.

Eğer bir insan, günahları düşünmüyorsa, yahut ahireti bilmiyorsa veya Allah`ı tanımıyorsa onda öyle dehşetli bir hastalık var ki, ondaki maddi ve bedensel hastalıklardan milyonlarca kat daha büyük ve daha dehşetlidir. Çünkü maddi hasatlıklar sadece dünyamızı tehdit ederken, manevi hastalıklarımız olan günahlar, tereddütler şüpheler, -Allah korusun- ebedi hayatımızı tehdit etmektedir.

Ayrıca dünyaya ve şahsa ait musibet ve hastalıklar, hakikat noktasında musibet değildir; bazen de ilahi bir ihsan ve ikram hükmünde olur. Çünkü, musibetler insana sevap kazandırmak için bir ibadet hükmündedir.

Fakat manevi musibet olan dini musibet, ahiretimizi tamir değil, tahrip eder. Çünkü, akıl ve kalplerdeki şüpheler insanın imanını tehdit etmektedir. Ama maddi hastalıklara sabır gösterenler için, o ibadet büyük bir manevi kazanç kaynağı olur.

Bu dini musibetlerin farklı sebepleri vardır. İmanın zayıflığı, nefs-i emarenin şımarıklığı, şeytanın tuzağı, dünyanın cazibesi, kötü çevrenin etkisi, bu sebeplerin başında gelir.

Her şeyden evvel, -dinî musibetlerden korunmak veya kurtulmak için- sağlam bir imana sahip olmak gerekir. Bu da aklı ve kalbi tatmin eden tahkîkî bir imanı elde etmeyi sağlayacak eserleri okumakla olur.

İmanın, hayatın her safhasında müspet bir tesir icra etmesi için, Allah’a kulluk etmeye, özellikle namazı güzelce kılmaya gayret etmek gerekir. Çünkü, imanla kabul edilen Allah’ın azameti, ancak amelle kalbe yerleşebilir. Kalpte tamamen yerleşmemiş bir hakikatin hayattaki yansımaları çok zayıf olur.

Bu konuda tefekkür, başlı başına bir tedavî metodudur. Ancak ister iman, ister İslam alanında olsun ve isterse kişinin kendi kusurlarını görmeye yönelik olsun, tefekkürün yapılabilmesi için fikrin yürütüldüğü sahada sağlam bir bilgiye ihtiyaç vardır.

Özetle, iman ilmi, iman şuuru, amelle birleşmesi -dinî musibetlere karşı- bir karantina görevini yapacaktır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
.



Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir... Yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur." Bu kaideye göre genel aflara nasıl bakılmalıdır?


İslam hukukunda bir hak sahibi, kendisi hakkından vazgeçmedikçe, kimse o hakkı onun adına affedip bağışlayamaz. Bu, devlet olsa bile böyledir. Öyle ise devletin ya da devlete ait bir kurumun, suçluları, hak sahiplerinden izin almadan affetmesi tam bir zulüm ve haksızlıktır ve mesuliyet yükleyen bir davranıştır. Biz de şahsi hayatımızda bu gibi haklara veya haksızlıklara dikkat etmek ile mükellefiz.

.


Zaten Üstad Hazretleri bahsi geçen yerde bu hükmü şu ifadeleri ile açık bir şekilde beyan ediyor:
.
"Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur."(1)
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Duaların kabul olmamasına sebep olarak gösterilen maddeler
1. Ehl-i İslamın fevkalade safderunluğu: "Safderun = Safi, temiz, kolay aldanabilen" manasındadır. Farsça olan bu kelime külliyatta 3 yerde geçmektedir. Müslüman temiz kalpli ve safi olduğu için karşısındakini de öyle telakki ederek kolay aldanabiliyor. Tabi ki bu avam tabakası için geçerlidir. İnsanların yüzde sekseni avam tabakasıdır.
2. Dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi: "âlicenâb = cömert, iyilik sahibi, yüksek ahlaklı" manasındadır. Bu nasıl bir fitne anlayabilmiş değiliz, herhalde olsa olsa bu asra mahsus bir fitne ve siyaset taraftarlığının bir neticesi olsa gerektir. Kastamonu Lahikası'nda bununla alakalı bir bölümde: "Lüzumsuz bir merakla mütedeyyin iken âmi bir adam, biri de ilme mensubiyeti varken, eskiden beri İslam düşmanı olan bir kâfirin mağlubiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve Âl-i Beytten seyyidler cemaatinin bir kâfire karşı mağlubiyetinden mesruriyetini gördüm. Böyle âmi bir adamın alâkasız, bir geniş daire-i siyaset hâtırı için böyle kâfir bir düşmanı, mücahit bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acip bir misali değil midir?" ifadesiyle siyaset taraftarlığının ne kadar zararlı olduğunu bilhassa cahil avam tabakasında canileri dahi affetmek derecesinde taraftarlık hissi oyundarlığını beyan etmiştir.
3. "Bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır." Bu ise kelimenin tam manasıyla bir zulümdür. En basitinden milyonlar insanın felaketine sebep olan, milyonlar müslümana dehşetli zulüm eden bir zalimin vefatından dolayı ağlayabilen safderun müslümanlar bulunabiliyor. Veya onun görünüşte yaptığı belki de yaptı zannedilen bir takım iyilikleriyle bütün günahlarını örterek onu metheden saf müslümanlar bulunabiliyor.
 

FaKiR

Meþveret Bþk.
Duaların kabul olmamasına sebep olarak gösterilen maddeler
1. Ehl-i İslamın fevkalade safderunluğu: "Safderun = Safi, temiz, kolay aldanabilen" manasındadır. Farsça olan bu kelime külliyatta 3 yerde geçmektedir. Müslüman temiz kalpli ve safi olduğu için karşısındakini de öyle telakki ederek kolay aldanabiliyor. Tabi ki bu avam tabakası için geçerlidir. İnsanların yüzde sekseni avam tabakasıdır.
2. Dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi: "âlicenâb = cömert, iyilik sahibi, yüksek ahlaklı" manasındadır. Bu nasıl bir fitne anlayabilmiş değiliz, herhalde olsa olsa bu asra mahsus bir fitne ve siyaset taraftarlığının bir neticesi olsa gerektir. Kastamonu Lahikası'nda bununla alakalı bir bölümde: "Lüzumsuz bir merakla mütedeyyin iken âmi bir adam, biri de ilme mensubiyeti varken, eskiden beri İslam düşmanı olan bir kâfirin mağlubiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve Âl-i Beytten seyyidler cemaatinin bir kâfire karşı mağlubiyetinden mesruriyetini gördüm. Böyle âmi bir adamın alâkasız, bir geniş daire-i siyaset hâtırı için böyle kâfir bir düşmanı, mücahit bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acip bir misali değil midir?" ifadesiyle siyaset taraftarlığının ne kadar zararlı olduğunu bilhassa cahil avam tabakasında canileri dahi affetmek derecesinde taraftarlık hissi oyundarlığını beyan etmiştir.
3. "Bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır." Bu ise kelimenin tam manasıyla bir zulümdür. En basitinden milyonlar insanın felaketine sebep olan, milyonlar müslümana dehşetli zulüm eden bir zalimin vefatından dolayı ağlayabilen safderun müslümanlar bulunabiliyor. Veya onun görünüşte yaptığı belki de yaptı zannedilen bir takım iyilikleriyle bütün günahlarını örterek onu metheden saf müslümanlar bulunabiliyor.

Abi Allah razi olsun, cok guzel aciklamissiniz. Peki affetmede denge ne olmalidir?
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Yirmiikinci Mektubta şu cümle var: "Evet, mümin kadeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır." yine aynı mektupta: "Eğer hasmını mağlup etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et." Yine İhlas Risalesi'nde: "nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder..." Mümin kardeşimize karşı affetmede ölçü budur.
Yalnız dine zarar verenler ve bunu bilerek yapanlara karşı affetmek ise cinayete taraftar olmak gibidir. Üstadımızın bu mektubda kullandığı "alicenabane affetmek" ifadesiyle cevap vermek gerekirse mektubun devamında: "Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur." Yani şahsımıza karşı yapılan bir haksızlığı affedebiliriz ve affetmeliyiz. Üstad da böyle yapmıştır. Bu uluvvücenablığın bir göstergesidir. Yoksa Kur'an'a, imana yapılan bir tecavüzü affetmeye asla müsaade yoktur.
 
Üst