Seyyidim Gavs- Azam

müdavim

Üye Sorumlusu
Bediüzzaman Said Nursî

Risale-i Nur’dan Derleme

Bursa 2009






İÇİNDEKİLER
Giriş
Üstadımız kendisi söylüyor ki………………………………………………………………….3
Dua
Seyyidim ve senedim şeyh Abdülkadir-i Geylani'nin sesiyle……………………4
Seyyidim
1. Bu senin etrafındaki kabristanın, yüz İstanbul, içinde vardır……………………5
2. Bir gece Şeyh Abdülkâdir-i Geylanî Hazretlerini (k.s.) rüyasında görür……8
3. Risale-i Nur, hizmette tarîkat yolunu takip etmemiştir. ………………………..11
4.
Risale-i Nur Nedir? Bediüzzaman Kimdir?...............................................13
5. Ey hocalar ve ehl-i kalb…………………………………………………………………………16
6. Yerde iken Arş-ı Azamı ve İsrafilin azamet-i heykelini temaşa eden…....18
7. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm………………………………………………….20
8. Fâş etmek hatırıma gelmeyen bir sırrı, fâş etmeye mecbur oldum……….23
9. Cem-i kutbiyet ve ferdiyet ve gavsiyet………………………………………………….24
10. Bu vakıa ehl-i keşifçe vaki ve meşhud olmuştur…………………………………….27
Kaynakça…………………………………………………………………………………………………………27
Kişi Bilgileri……………………………………………………………………………………..………………28
 

müdavim

Üye Sorumlusu
3
Bismillahirrahmanirrahim
Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.
1
Muhabbetten Muhammed(a.s.m.) oldu hasıl,
Muhammed’siz (a.s.m.) muhabbet ne hasıl
2
Üstadımız kendisi söylüyor ki
3
Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarikatında
ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdat ederken, ben akrabama ve umum
ahaliye muhalif olarak
"Yâ Gavs-ı Geylânî" derdim.
Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa,
"Yâ Şeyh!
Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur."
Aciptir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle
Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş.
Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuşsam,
Zât-ı Risaletten (a.s.m.)
sonra Şeyh-i Geylânî'ye hediye ediliyordu.
Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız
hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu.
4
Acip:
şaşkınlık veren, tuhaf,
şaşırtıcı
Ahali:
halk
Ezkar:
zikirler, Allah’ı anmalar
Fatiha:
Kur’an-ı Kerim’in ilk
suresi
Gavs-ı Geylani:
(bk. Bilgiler-
Abdulkadir-i Geylani)
Gavs-ı Hizan:
(bk. Bilgiler)
Hasıl:
Meydana gelen
Hazreti Şeyh/Hazreti Gavs:
(bk.
Bilgiler-Abdulkadir-i Geylani)
İhtiyar:
dileme, istek, irade
İstimdat etme:
yardım dileme
İştigal:
meşgul olma
Kadiri Meşrebi:
(bk. Bilgiler-
Kadirilik)
Mani:
engel
Muhabbet:
Sevgi
Muhalif:
karşıt
Nahiye:
kazadan küçük, köyden
büyük olan yerleşim yeri;bucak
Nakşi tarikati:
(bk. Bilgiler-
Nakşibendilik)
Nakşi:
Nakşibendilik tarikatine
mensup olan (bk. Bilgiler-
Nakşibendilik)
Şeyh-i Geylani:
(bk. Bilgiler-
Abdulkadir-i Geylani)
Tarikat:
tasavvufa dayalı,
manevi derecelere ulaşılan yol
ve yöntemler
Umum:
bir şeyin tamamı,
bütünü
Zat-ı Risalet (a.s.m):
kendisine
kitap gönderilmiş zat;
1
Sözler , Birinci Söz, s.27.
2
Anonim.
3
Sikke-i Tasdik-ı Gaybi, Sekizinci ‘Lema, s.208-209
4
 

müdavim

Üye Sorumlusu
4
Himmet:
manevi yardım Peygamberimiz Hz. Muhammed
(a.s.m.)
Seyyidim ve senedim şeyh Abdülkadir-i Geylani'nin sesiyle
5
İlahi! Günahlar beni lal etti. İsyanımın çokluğu yüzünden mahcubum. Gafletin şiddeti ise
sesimi kıstı. İşte, ben de, seyyidim ve senedim şeyh Abdülkadir-i Geylani'nin sesiyle Senin
dergah-ı rahmetinin kapısını çalıyor ve onun, kapıcıya aşina nidasıyla Senin mağfiret kapında
nida ediyorum:
• Ey rahmeti her şeyi kuşatan ve ey her şeyin melekütu elinde bulunan Zat,
• Ey hiçbir şey kendisine zarar veya fayda veremeyen Zat,
• Ey hiçbir şey Ona galebe edemeyen ve hiçbir şey Ondan kaçıp gizlenemeyen,
• hiçbir şey Ona ağır gelmeyen ve hiçbir şeyin yardımına muhtaç olmayan,
• hiçbir şey Onu bir başka işten alıkoyamayan,
• hiçbir şey Ona benzemeyen,
• ve hiçbir şey Onu hiçbir şeyden aciz bırakamayan Zat, Beni hiçbir şeyden hesaba
çekmeyecek şekilde her şeyimi bağışla.
• Ey her şeyi alnından tutup kudretine boyun eğdiren ve her şeyin anahtarları elinde
bulunan Zat,
• Ey her şeyden önce var olan Evvel,
• her şeyden sonra baki kalan Âhir,
• her şeyin fevkinde olan Zahir,
• her şeyin dünuna nüfuz eden Batın,
• kudret ve galebesi her şeyin fevkinde bulunan Kahir, Benim her şeyimi bağışla. şüphesiz
Senin her şeye kudretin yeter.
• Ey her şeyi her haliyle bilen Alim ve her şeyi kuşatan Muhit ve her şeyi hakkıyla gören
Basir,
• Ey her şey her an Onun nazar-ı şuhudunda olan şehid ve her şeyi görüp gözeten Rakib
ve ilmi her şeyin bütün inceliklerine nüfuz eden Latif ve her şeyden hakkıyla haberdar olan
Habir, Beni hiçbir şeyden hesaba çekmeyecek şekilde, günah ve hata olarak her neyim varsa
hepsini bağışla. Hiç şüphesiz, Senin her şeye kudretin yeter.
Allahım, Gafletten ve kötü arzularımdan Senin izzet-i celaline ve celal-i izzetine, Senin
kudret-i saltanatına ve saltanat-ı kudretine sığınırım.
Ey kurtuluş isteyenlerin tahassungahı olan Allahım,
Beni şeytani şehvetlerden kurtar; beşeriyetin kazuratından temizle; Nebin olan
Muhammed'i (s.a.v.)
sıddıkiyet muhabbetiyle bana sevdirmek suretiyle beni gaflet
paslarından ve cehalet vehimlerinden ter temiz kıl-öyle ki, enaniyet fena bulsun ve Allah'ın
minnet bahrinde Allah'ın nimetlerine gark olmuş, Allah'tan alıkoyan her meşgaleye karşı
Allah'ın kılıcıyla mansur, Allah'ın inayetiyle mahzuz ve Allah'ın himayesiyle mahfuz olarak her
şey Allah için, Allah ile, Allah'a ve Allah'tan olsun.
5
Mesnevi-i Nuriye, Şemme, s.265; Büyük Cevşen, Tazarru ve Niyaz, s.511-517.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
5
Ey Nurların Nuru, ey bütün sırların Âlimi, ey gecenin ve gündüzün Müdebbiri, ey Melik, ey
Aziz, ey Kahhar, ey Rahim, ey Vedüd, ey Gaffar, ey gayb alemlerini her haliyle bilen, kalbleri
ve gözleri dilediği gibi halden hale çeviren, ey ayıpları örten ve ey günahları bağışlayan,
Günahlarımı bağışla; esbabın tazyikatına maruz ve bütün kapılar yüzüne kapanmış ve doğru
yolda gidenlerin tarikine sülük etmek ona zorlaşmış ve bir kazanç elde edemeden ömrünü ve
nefsini gaflet ve masiyet meydanlarında bad-ı hava harcamış olan kuluna merhamet et.
Ey dua edildiğinde cevap veren, ey hesapları sür'atle gören, ey Kerim, ey Vehhab,
Hastalığı büyük ve şifası zor, çaresi zayıf ve belası kuvvetli olan ve Senden başka melce ve
ümidi bulunmayan kuluna merhamet et.
İlahi, Derdimi, üzüntümü ve şikâyetimi Sana arz ediyorum.
İlahi, Senin dergâhında hüccetim, hacetimdir; azığım ise fakrım ve çaresizliğimdir.
İlahi, Senin cüd bahirlerinden bir katre bana yeter; Senin af nehirlerinden bir zerre bana
kafi gelir, ey Vedüd, ey Vedüd, ey Vedüd, ey şan ve şerefi her şeyden yüce olan Arş-ı Mecid
Sahibi, ey Mübdi', ey Muid, ey her şeyi dilediği gibi yapan Fa'alün lima Yürid!
Arşının rükünlerini kaplayan nur-u veçhin hürmetine, bütün mahlükatını hükmüne ram
ettiğin kudretin hürmetine ve her şeyi kuşatan rahmetin hürmetine Senden istiyorum.
Senden başka ilah yoktur, ey Muğis, bize imdad et. Ve bütün ömrüm boyunca işlediğim
bütün günahları ve lisanımın hatalarını rahmetinle bağışla, ey Erhamü'r-Rahimin. Âmin.
Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur
.
1.
Bu senin etrafındaki kabristanın, yüz İstanbul, içinde vardır6
Bir zaman, esaretten geldikten sonra, İstanbul'da, bir iki sene yine gaflet galebe etti.
Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp afaka dağıtmış iken, bir gün İstanbul'un Eyüb
Sultan kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. İstanbul etrafındaki
afaka baktım. Birden, bakıyorum, benim husûsi dünyam vefat ediyor. Bazı cihette ruh
çekiliyor gibi bir halet-i hayaliye bana geldi. Dedim:
"Acaba bu kabristanın mezar
taşlarındaki yazıları mıdır ki, bana böyle hayal veriyor?"
diye nazarımı çektim. Uzağa değil, o
kabristana baktım. Kalbime ihtar edildi ki:
"Bu senin etrafındaki kabristanın, yüz İstanbul,
içinde vardır. Çünkü yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbul'un halkını buraya
boşaltan bir Hakim-i Kadîrin hükmünden kurtulup müstesna kalamazsın, sen de
gideceksin."
Ben kabristandan çıkıp, bu dehşetli hayal ile Sultan Eyüb Camii'nin mahfelindeki küçük bir
odaya, çok defa girdiğim gibi, bu defa da girdim. Düşündüm ki, ben üç cihette misafirim. Bu
menzilcikte misafir olduğum gibi, İstanbul'da da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir,
yolunu düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, bir gün de İstanbul'dan da çıkacağım, diğer
bir gün de dünyadan çıkacağım.
6
5 Tarihçe-i Hayat, Yirmi Altıncı Lem’adan Onuncu Rica, s.153-155.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
6
İşte bu halette, gayet rikkatli ve firkatli elemli bir hüzün ve gam, kalbime, başıma çöktü.
Çünkü ben yalnız bir iki dostu kaybetmiyorum; İstanbul'da binler sevdiğim dostlarımdan
müfarakat gibi, çok sevdiğim İstanbul'dan da ayrılacağım. Dünyada yüz binler dostlarımdan
iftirak gibi, çok sevdiğim ve müptela olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım diye
düşünürken, yine kabristanın o yüksek yerine gittim. Ara sıra sinemaya ibret için gittiğimden,
bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada, sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır
zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanlan ayakta gezer sûretinde gösterdikleri gibi, aynen
ben de, o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalim
dedi ki: Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı, sinemada, gezer gibi görülüyor; ileride
katiyen bu kabristana girecekleri, girmiş gibi gör. Onlar da cenazelerdir, geziyorlar.
Birden, Kur'an-ı Hakimin nûruyla ve Gavs-ı Azam Şeyh Geylanî (k.s.) Hazretlerinin
irşadıyla, o hazîn halet, sürurlu ve neşeli bir vaziyete inkılap etti. Şöyle ki:
O hazîn hale karşı Kur'an'dan gelen nur böyle ihtar etti ki: Senin, şimal-i şarkîde,
Kosturma'daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardı. Bu dostların herhalde İstanbul'a
gideceklerini biliyordun. Sana birisi dese idi:
"Sen İstanbul'a mı gideceksin, yoksa burada mı
kalacaksın?"
Elbette, zerre miktar aklın varsa, İstanbul'a ferah ve sürurla gitmeyi kabul
edecektin. Çünkü bin birden, dokuz yüz doksan dokuz ahbabın İstanbul'dadırlar. Burada bir
iki tane kalmış; onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbul'a gitmek hazîn bir firak, elîm bir
iftirak değil. Hem de geldin; memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık,
uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtına kışlarından kurtuldun. Bu güzel, dünya cenneti gibi
İstanbul'a geldin.
Aynen öyle de, senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksan
dokuzu, sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var; onlar
da oraya gidecekler. Dünyada vefatın firak değil, visaldir, o ahbaplara kavuşmaktır. Onlar,
yani o ervah-ı bakiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp, bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı
alem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.
Evet, bu hakikati Kur'an ve îman o derece katî bir sûrette ispat etmiştir ki, bütün bütün
kalbsiz, ruhsuz olmazsa veyahut dalalet kalbini boğmamış ise, görüyor gibi inanmak gerektir.
Çünkü bu dünyayı hadsiz enva-ı lütuf ve ihsanatıyla böyle tezyin edip mükrimane ve şefikane
Rubûbiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz'î şeyleri dahi muhafaza eden bir
Sani-i Kerîm ve Rahîm, masnûatı içinde en mükemmel ve en camî, en ehemmiyetli ve en çok
sevdiği masnûu olan insanı, elbette ve bilbedahe, sûreten göründüğü gibi böyle
merhametsiz, akıbetsiz îdam etmez, mahvetmez, zayi etmez. Belki bir çiftçinin toprağa
serptiği tohumlar gibi, başka bir hayatta sünbül vermek için, Halık-ı Rahîm o sevgili
masnûunu, bir rahmet kapısı olan toprak altına muvakkaten atar.
İşte bu ihtar-ı Kur'anîyi aldıktan sonra, o kabristan, İstanbul'dan ziyade bana ünsiyetli
oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz
tarafındakî Sarıyer'de, bir halvethane kendime buldum. Gavs-ı Azam (k.s.) Fütûhü'i-Gayb'ıyla
bana bir üstad ve tabip ve mürşid olduğu gibi, İmam-ı Rabbanî de (r.a.) Mektubat'ıyla bir
enîs, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit, ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin
ezvakından çekildiğimden ve hayat-ı içtimaiyeden sıyrıldığımdan pek çok memnun oldum,
Allah'a şükrettim.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
7
Haşiye:
Bu hakîkat, iki kere iki dört eder derecesinde, sair risalelerde, husûsan Onuncu ve
Yirmi Dokuzuncu Sözlerde ispat edilmiştir.
2.
Bir gece Şeyh Abdülkâdir-i Geylanî Hazretlerini (k.s.) rüyasında görür.7
Tillo'da iken, bir gece Şeyh Abdülkâdir-i Geylanî Hazretlerini (k.s.) rüyasında görür.
Geylanî Hazretleri (k.s.) kendisine hitaben:
"Molla Said! Mîran aşîreti reisi Mustafa Paşaya gidiniz ve kendisini tarîk-ı hidayete
davet ediniz; yaptığı zulümden vazgeçerek, namaza ve emr-i marufa müdavim olmasını
tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz."
Molla Said, bu rüyayı görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran aşîretine doğru
Tillo'dan hareket eder; doğruca Mustafa Paşanın çadırına girer. Paşa orada bulunmadığından,
biraz istirahat eder.
Sonra Mustafa Paşa içeri girer. Orada hazır olanların hepsi kıyam ettikleri halde, Molla
Said yerinden bile kımıldanmaz. Paşanın nazar-ı dikkatini celb edince, aşîret binbaşılarından
Fettah Beyden kim olduğunu sorar. Fettah Bey, meşhur Molla Said olduğunu bildirir. Halbuki,
Paşa ulemadan hiç hoşlanmazdı. Şüphesiz, bunun üzerine daha fazla kızmış ise de izhar
etmemişti. Molla Said'e ne için buraya geldiğini sorunca, Molla Said cevaben,
"Seni hidayete
getirmeye geldim. Ya zulmü terk edip namazını kılacaksın, veyahut seni öldüreceğim"
demesinden, Paşa hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve
Molla Said'e ne için geldiğini tekrar sorar.
Molla Said,
"Sana söyledim ya, onun için geldim" der.
Mustafa Paşa, çadırın direğinde asılı bulunan Said'in kılıncına işaret ederek,
"Bu pis kılınçla mı?"
Bediüzzaman,
"Kılınç kesmez, el keser" cevabında bulunur.
Mustafa Paşa tekrar dışarıya çıkarak, biraz gezindikten sonra içeriye girer.
Bediüzzaman'a:
"Benim Cezîre'de çok alimlerim var; eğer hepsini ilzam edebilirsen senin dediğini
yaparım, eğer ilzam edemezsen seni Fırat Nehrine atarım."
Molla Said,
"Bütün ulemayı ilzam etmek benim haddim olmadığı gibi, beni de nehre
atmak senin haddin değildir. Fakat, ulemaya cevap verince sizden birşey isterim ki; o da
mavzer tüfeğidir. Şayet sözünde durmazsan, seni onunla öldüreceğim"
der.
Bu muhavereden sonra Paşa ile birlikte atlarla Cezîre'ye giderler. Yolda, Paşa katiyen
Molla Said'le konuşmaz. Bani Hanı dedikleri mevkie gelince, yorgunluğundan, Molla Said
orada biraz yatar. Uykudan uyanır uyanmaz, etrafında bütün Cezîre alimlerinin kitapları
ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten sonra çay ikram edilir.
Cezîre alimleri, Molla Said'in şöhretini işittikleri için, mebhût ve hayran bir vaziyette,
çaylarını bile unutarak, Molla Said'in sualine intizar etmekte idiler. Molla Said ise kendi çayını
7
Tarihçe-i Hayat, Birinci Kısım, İlk Hayatı, s.36-37.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
8
içtikten sonra dalgın dalgın karşısında bulunan bir-iki alimin çayını da içer; onlar fark
edemezler.
Mustafa Paşa, hocalara hitaben:
"Ben okumuş değilim; fakat, Molla Said ile mücadelenizde mağlûp olacağınızı şimdi
anlıyorum. Zîra, bakıyorum ki siz düşünmekten çaylarınızı unuttuğunuz halde, Molla Said
kendi çayını içtikten başka, iki-üç bardak da sizin çayınızı içti."
Bunun üzerine, biraz latîfe ettikten sonra, Molla Said bu alimlere karşı,
"Efendiler,
bendeniz vadetmişim, hiç kimseye sual sormam. Binaenaleyh, suallerinize muntazırım"
der.
Bu hocalar kırk kadar sual sorarlar. Umûmuna cevap verdikten sonra, her nasılsa, Molla
Said bir sualin cevabını yanlış söylediği halde, karşısındakiler doğru telakki ederek tasdik
etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Said hatırlar, hemen arkalarından koşarak,
"Affedersiniz,
bir sualin cevabını yanlış söylediğim halde, farkına varmadınız"
diyerek, cevabını tashih
eder.
Hocalar dediler:
"İşte şimdi hakkıyla bizi tam ilzam ettiniz."
Sonra, o hocalardan bir kısmı Molla Said'den ders almaya gelirler. Bundan sonra Mustafa
Paşa, ahdettiği mavzer tüfeğini hediye eder ve namaz kılmaya başlar.
3.
Risale-i Nur, hizmette tarîkat yolunu takip etmemiştir.8
İmam-ı Rabbanî ve Müceddid-i Elf-i Sanî Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş:
"Hakaik-i
îmaniyeden birtek meselenin inkişafı ve vuzûhu, benim indimde binler ezvak ve keramata
müreccahtır. Hem bütün tarîkatlerin gayesi ve neticesi, hakaik-ı îmâniyenin inkişafı ve
vuzûhudur."
Madem şöyle bir tarîkat kahramanı böyle hükmediyor; elbette Hakaik-ı îmâniyeyi kemal-i
vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur'âniyeden tereşşuh eden Sözler velayetten matlûb olan
neticeleri verebilirler.
Bundan otuz sene evvel, eski Said'in gafil kafasına müthiş tokatlar indi, kaziyesini
düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Medet istedi, bir yol aradı, bir halâskar taharrî
etti; gördü ki, yollar muhtelif. Tereddütte kaldı. Gavs-ı Azam olan Şeyh-i Geylanî Radıyallahü
Anhın Fütûhü'l-Gayb namındaki kitabıyla tefe'ül etti. Tefe'ülde şu çıktı:
Acîbdir ki, o vakit ben Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye azası idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını
tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine
bakmalı, sonra hastalara bakabilir.
İşte Hazret-i Şeyh bana der ki:
"Sen kendin hastasın; kendine bir tabib ara." Ben dedim:
"Sen tabibim ol."
Tuttum, kendimi ona muhatap addederek, o kitabı bana hitap ediyor gibi
8
Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, s. 339-340.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
9
okudum. Fakat, kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli
ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek
okudum, bitirmeye tahamülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-ı
şifâkârâneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve
çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münâcâtını dinledim, çok istifaza ettim.
Sonra İmam-ı Rabbanî'nin Mektûbat kitabını gördüm, elime aldım. Halis bir tefe'ül ederek
açtım. Acaiptendir ki, bütün Mektubat'ında yalnız iki yerde
"Bediüzzaman" lafzı var: o iki
mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında
"Mirza
Bediüzzaman'a mektup"
diye yazılı olarak gördüm. "Fesübhanallah!" dedim. "Bu bana hitap
ediyor."
O zaman eski Said'in bir lakabı. "Bediüzzaman"dı. Halbuki hicretin üç yüz senesinde,
Bediüzzaman-ı Hemedanî'den başka o lâkapla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Halbuki,
İmamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zatın hâli, benim
halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime deva buldum.
Yalnız İmam, o mektuplarında tavsiye ettiği gibi çok mektuplarında musırrâne şunu
tavsiye ediyor:
"Tevhîd-i kıble et." Yani, birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul
olma. Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahvâl-i rûhiyeme muvafık gelmedi. Ne
kadar düşündüm,
"Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi
arkasından gideyim?"
Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var.
Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki,
"Bu muhtelif turûkların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur'ân-ı
Hakîmdir. Hakîki tevhîd-i kıble bunda olur. Öyle ise, en ala mürşid de ve en mukaddes
üstad da odur."
Ona yapıştım, nâkıs ve perişan istidadım elbette layıkıyla o mürşid-i hakîkinin
âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor; fakat, ehl-i kalb ve sahib-i hâlin derecatına
göre, o feyzi, o âb-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur'ân'dan gelen o Sözler
ve o Nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, rûhî, halî mesâil-i îmâniyedir ve pek
yüksek ve kıymettar maarif-i İlahiye hükmündedirler.
4.
Risale-i Nur Nedir? Bediüzzaman Kimdir? 9
Her asır başında hadîsçe geleceği tebşîr edilen dînin yüksek hâdimleri, emr-i dinde
müptedî değil, müttebîdirler. Yani, kendilerinden ve yeniden birşey ihdas etmezler, yeni
ahkâm getirmezler. Esâsât ve ahkâm-ı dîniyeye ve
Sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.)
harfiyen ittibâ yoluyla dîni takvîm ve tahkîm ve dînin hakîkat ve asliyetini izhâr ve ona
karıştırılmak istenilen ebâtılı ref' ve iptal ve dîne vâkî tecavüzleri red ve imhâ ve evâmir-i
Rabbâniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlahîyenin şerâfet ve ulviyetini izhâr ve îlân ederler. Ancak,
tavr-ı esâsîyi bozmadan ve rûh-u aslîyi rencide etmeden yeni izah tarzlarıyla, zamanın
fehmine uygun yeni iknâ usûlleriyle ve yeni tevcihât ve tafsilât ile îfâ-i vazife ederler.
Bu memurîn-i Rabbâniye, fiiliyâtlarıyla ve amelleriyle de memuriyetlerinin musaddıkı
olurlar. Salâbet-i îmâniyelerinin ve ihlâslarının âyinedarlığını bizzat îfâ ederler. Mertebe-i
îmanlarını fiilen izhâr ederler ve
Ahlâk-ı Muhammediyenin (a.s.m.) tam âmili ve Mişvâr-ı
Ahmediyenin (a.s.m.)
ve hilye-i Nebeviyenin hakîki lâbisi olduklarını gösterirler.
Hulâsa, amel ve ahlâk bakımından ve sünnet-i Nebeviyeye ittibâ ve temessük cihetinden,
ümmet-i Muhammed'e tam bir hüsn-ü misâl olurlar ve nümûne-i iktidâ teşkil ederler.
Bunların, Kitâbullahın tefsiri ve ahkâm-ı dîniyenin izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i
9
Tarihçe-i Hayat, Yedinci Kısım, Afyon Hayatı, s.757-760.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
10
ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler, kendi tilka-i nefislerinin ve karîha-i
ulviyelerinin mahsûlü değildir, kendi zekâ ve irfanlarının neticesi değildir. Bunlar, doğrudan
doğruya menbâ-i vahiy olan Zât-ı Pâk-i Risâletin mânevî ilham ve telkinâtıdır. Celcelûtiye ve
Mesnevî-i Şerif ve Fütûhü'l-Gayb ve emsâli âsâr hep bu nevîdendir. Bu âsâr-ı kudsiyeye o
zevât-ı âlişan, ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevât-ı mukaddesenin o âsâr-ı
bergüzîdenin tanziminde ve tarz-ı beyânında bir hisseleri vardır. Yani, bu zevât-ı kudsiye, o
mânânın mazharı, mir' atı ve mâkesi hükmündedirler.
Risâle-i Nur ve tercümanına gelince:
Bu eser-i âlişanda şimdiye kadar emsâline rastlanmamış bir feyz-i ulvî ve bir kemâl-i
nâmütenâhî mevcud olduğundan ve hiçbir eserin nâil olmadığı bir şekilde meş'ale-i İlahîye ve
şems-i hidâyet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur'ân'ın füyüzâtına vâris olduğu meşhûd
olduğundan, onun esâsı nûr-u mahz-ı Kur'ân olduğu ve evliyâullâhın âsârından ziyâde
Feyz-i
Envâr-ı Muhammedîyi
hâmil bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risâletin ondaki hisse ve alâkası ve
tasarruf-u kudsîsi evliyâullâhın âsârından ziyâde olduğu; ve onun mazharı ve tercümanı olan
mânevî zâtın mazhariyeti ve kemâlâtı ise, o nisbette âlî ve emsâlsiz olduğu güneş gibi âşikâr
bir hakîkattir.
Evet, o zât, daha hâl-i sabâvette iken ve hiç tahsil yapmadan, zevâhiri kurtarmak üzere üç
aylık bir tahsil müddeti içinde, ulûm-u evvelîn ve âhirîne ve ledünniyât ve hakaik-ı eşyaya ve
esrâr-ı kâinata ve hikmet-i İlahîyeye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i
ulyâya kimse nâil olmamıştır. Bu hârika-i ilmiyenin eşi aslâ mesbuk değildir. Hiç şüphe
edilemez ki, tercüman-ı Nur, bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme ve şecaat-i hârika ve
istiğnâ-i mutlak teşkil eden hârikulâde metânet-i ahlâkiyesi ile bizzat bir mu'cize-i fıtrattır;
tecessüm etmiş bir inâyettir ve bir mevhîbe-i mutlakadır.
O zât-ı zîhavârık, daha hadd-i bülûğa ermeden, bir allâme-i bîadîl halinde bütün cihân-ı
ilme meydan okumuş; münâzara ettiği erbâb-ı ulûmu ilzam ve iskât etmiş; her nerede olursa
olsun, vâkî olan bütün suâllere, mutlak bir isâbetle ve aslâ tereddüt etmeden cevap vermiş;
on dört yaşından îtibâren
"üstadlık" pâyesini taşımış ve mütemâdiyen etrafına feyz-i ilim ve
nûr-u hikmet saçmış. Izahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metânet ve
tevcihlerindeki derin ferâset ve basîret ve nûr-u hikmet, erbâb-ı irfânı şaşırtmış ve hakkıyla
"Bediüzzaman"
ünvân-ı celîlini bahşettirmiştir. Mezâyâ-i âliye ve fezâil-i ilmiyesiyle de, dîn-i
Muhammedînin neşrinde ve ispatında bir kemâl-i tam halinde rûnümâ olmuş olan böyle bir
zât, elbette Seyyidü'i-Enbiyâ Hazretlerinin en yüksek iltifâtına mazhar ve en âlî himâye ve
himmetine nâildir. Ve şüphesiz, o Nebî-i Akdesin emir ve fermânıyla yürüyen ve tasarrufuyla
hareket eden ve onun envâr ve hakaikına vâris ve mâkes olan bir zât-ı kerîmü's-sıfattır.
Envâr-ı Muhammediyeyi ve maarif-i Ahmediyeyi ve füyüzât-ı şem'-i İlahîyi en müşâşaa bir
şekilde parlatması ve Kur'ânî ve hadîsî olan işârât-ı riyâziyenin kendisinde müntehî olması ve
hitâbât-ı Nebeviyeyi ifade eden âyât-ı celîlenin riyâzî beyânlarının kendi üzerinde toplanması
delâletleriyle o zât, hizmet-i îmâniye noktasında risâletin bir mir'at-ı mücellâsı ve şecere-i
risâletin bir son meyve-i münevveri ve lisân-ı Risâletin irsiyet noktasında son dehân-ı hakîkati
ve şem'-i İlâhînin hizmet-i îmâniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaadeti olduğuna şüphe yoktur.
Üçüncü medrese-i Yûsufiyenin(hapishane) Elhüccetü z-Zehra ve Zühretü'n-Nur olan tek
dersini dinleyen Nur Şâkirdleri nâmına
 

müdavim

Üye Sorumlusu
11
Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, Zübeyir, Salâhaddin, Ceylan, Sungur
Benim hissemi haddimden yüz derece ziyâde vermekle beraber, bu imza sahiplerinin
hatırlarını kırmaya cesâret edemedim; sükût ederek, o medhi, Risâle-i Nur şâkirtlerinin şahs-ı
mânevîsi nâmına kabul ettim.
Said Nursî
5.
Ey hocalar ve ehl-i kalb10
Eğirdir Gölünün kenarında, yani çakıllığında bulunuyormuşum. Bu denizin kenarında
büyük bir beyaz çadır kurulmuş. Çadırın içinde, büyük bir direğin dibinde Üstadım Said
bulunuyor. Bu esnada eline büyük, bir kırmızı kaplı kitap alıp, çadırın direğine dayanarak o
kitabı okudu. Bilâhare, hariçten, kıble tarafından Mahmud isminde gençten, yeşil elbiseli
birisi gelip Üstadımın elinden ol kitabı-yani okuduğu hutbeyi-istedi ve aldı. Çadırdan Mahmud
ismindeki genç dışarıya çıktı, kıbleye karşı, ayak üzere halklara dedi ki:
"Bu âna gelinceye
kadar böyle bir hutbeyi hiçbir imam okumamıştır"
diyerek, o hitabeyi alıp kıbleye karşı
götürdü. O anda uyandım, Allah hayretsin.
Bu rüyayı bildiğim kadar tabir edeceğim:
O deniz ise,
Şeriat-ı Muhammediyedir (a.s.m.). O çadır ise Isparta vilâyetidir. O hutbe ise,
Risaletü'n-Nur ve Mektubatü'n-Nur'dur. Hutbeyi götüren yeşil elbiseli genç Mahmud ise, ya
Şeyh-i Geylânî, ya İmam-ı Rabbânîdir. Risaleler makam-ı Mahmud yolunu târif ediyorlar.
Üstadımın hutbesi olan Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdîsi ve müceddididir.
Ey küre-i arzda bulunan gençler, hocalar ve halifeler! Bin senedir insanların aradığı Mehdî
Hazretlerinin pişdârı ve müjdecisi, Üstadımın neşrettiği Risale-i Nur'dur.
Ey benim kardeşlerim, benim gibi âciz bir talebenin okumasından, anlamasından ne
çıkar? Üstadıma ne sual açabilirim? Kaç kitap okudum da sual açayım ve mesele halledeyim?
Ne gibi sual sorayım?
Dünyada çok kitaplar vardır ve o kitapları okumuşsunuzdur. Okuduğunuz kitapların
hepsini de anladınız mı? Alâ külli hal, anlayamadığınız meseleler çoktur. Üstadıma sual açınız,
meydana ilim çıksın ve İmân hakikati çıksın da dünyada bulunan üç yüz elli milyon
Müslümanlar da istifade etsinler. Ne kadar müşkilâtınız varsa halledilsin, bizim gibi âcizler de
istifade etsin.
Ey hocalar ve ehl-i kalb, soracağınız suallerin cevaplarını Risale-i Nur'da bulabilirsiniz. Ehl-i
keşf ve kalbden birisi, benim gibi âciz bir insandan Mehdîyi soruyor,
"Ne vakit gelecek?"
Daha Mehdîyi anlayamamış. Dâbbetü'l-arz kimler olduğunu bilmiyor. Bunlara dair, risalelerde
birer bahis vardır. Her müşkil sualin cevabını o risalelerden arayınız, bulursunuz.
Ey hocalar ve halifeler!
"Bizim ilmimiz bize yeter" deyip, yıldız böceği gibi şavkınıza,
ilminize aldanmayın. İnsanın kendi bildiği kendine kâfi gelmez. Her insan, her meseleyi yalnız
anlayamaz. Uyuyorsunuz! Uyuduğunuz miktar artık yeter; uyanmalı!
10
Barla Lâhikası, 132. Lahika, s.218-219.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
12
Peder ve validem ve cümle arkadaşlarım ve biraderim Ali çok selâm edip, iki ellerinden
öper ve dua etmektedirler.
Kuleönü'nde Sofuoğlu Talebeniz Mustafa Hulûsi (r.h.)
6. Yerde iken Arş-ı Azamı ve İsrafilin azamet-i heykelini
temaşa eden Gavs-ı Azam
11
İşte, gel bak, bu harika Zatın yüzer zahir ve bahir kati mucizelerinin kuvvetine ve
dinindeki binler ali ve esaslı hakikatlerine istinaden bütün davalarının esası ve bütün
hayatının gayesi, Vacibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfatına ve esmasına delalet ve
şehadet ve o Vacibü'l-Vücudu ispat ve ilan ve ilam etmektir. Demek bu kainatın manevi
güneşi ve Halıkımızın en parlak bir bürhanı bu
"Habibullah" denilen Zattır ki, onun şehadetini
teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma var.
· Birincisi:
"Eğer perde-i gayb açılsa yakinim ziyadeleşmeyecek" diyen İmam-ı Ali (r.a.) ve
yerde iken Arş-ı Azamı ve İsrafilin azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı Azam (k.s.) gibi
keskin nazar ve gaybin gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azimeyi cami ve
Al-i
Muhammed (Aleyhissalatü Vesselam)
namıyla şöhretşiar-ı alem olan cemaat-i nuraniyenin
icma ile tasdikleridir.
· İkincisi: Bedevi bir kavim ve ümmi bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkar-ı siyasiyeden
hali ve kitapsız ve Fetret Asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medeni ve
malumatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükümetlere üstad
ve rehber ve diplomat ve hakim-i adil olarak şarktan garba kadar cihanpesendane idare eden
ve
"Sahabe" namıyla dünyada namdar olan cemaat-i meşhurenin ittifakla can ve mallarını,
peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.
· Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dahiyane ileri giden ve muhtelif
mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaati
uzmasının tevafukla ve ilmelyakin derecesinde tasdikleridir.
Demek, bu Zatın vahdaniyete şehadeti şahsi ve cüz'i değil, belki umumi ve külli ve
sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiçbir cihetle çıkamaz bir şehadettir, diye
hükmetti.
İşte, Asr-ı Saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o
medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Altıncı
Mertebesinde böyle,
“Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. O öyle bir Vacibü'l-Vücud ve
Vahidü'I-Ehaddir ki, Onun vücub-u vücuduna ve vahdetine tenezzülat-ı İlahiyeyi,
mükaleme-i Sübhaniyeyi, taarrüfat-ı Rabbaniyeyi, kullarının dualarına mukabele-i
Rahmaniyeyi ve varlığını mahlukatına hissettirmesini tazammun eden bütün gerçek
vahiylerin icmaı, delalet eder. Ve keza teveddüdat-ı İlahiyeyi, mahlukatının dualarına
icabat-ı Rahmaniyeyi kullarının istigaselerine olan imdadat-ı Rabbaniyeyi ve masnuatının
vücuduna olan ihsanat-ı Sübhaniyeyi tazammun eden ilhamat-ı sadıkanın ittifakı da Onun
vücub-u vücuduna ve vahdetine delalet eder.”
denilmiştir.
11
Mektubat, On dokuzuncu mektup, s.315-316.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
13
Baki olan yalnız Allah'tır.
Said Nursî
7.
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm12
Hem
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın küçüklüğünde ona bakan ve hizmet eden
Ümmü Eymen demiş:
"Hiçbir vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm açlık ve
susuzluktan şikâyet etmedi-ne küçüklüğünde ve ne de büyüklüğünde."
13
Murdiası olan Halime-i Sa'diye'nin malında ve keçilerinin sütünde, kabilesinin hilâfına
olarak çok bereketi ve ziyade olmasıdır. Bu vakıa hem meşhurdur, hem katidir.
14
Hem sinek onu tâciz etmezdi, onun cesed-i mübarekine ve libasına konmazdı.
15 Nasıl ki,
evlâdından Seyyid Abdülkadir-i Geylânî (k.s.) dahi, ceddinden o hali irsiyet almıştı; sinek ona
da konmazdı.
16
8.
Fâş etmek hatırıma gelmeyen bir sırrı, fâş etmeye mecbur oldum.17
Şöyle ki:
Risale-i Nur'un şahs-ı manevisi ve o şahs-ı maneviyi temsil eden has şakirtlerinin şahs-ı
manevisi
"Ferid" makamına mazhar oldukları için, değil hususi bir memleketin kutbu, belki
ekseriyet-i mutlakayla Hicaz'da bulunan kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğunu ve
onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya
mecbur olmuyor. Ben, eskide, Risale-i Nur'un şahs-ı manevisini, o imamlardan birisini
zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzam'da, kutbiyet ve gavsiyetle beraber,
"Ferdiyet"
dahi bulunduğundan, ahirzamanda, şakirtlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o
Ferdiyet makamının mazharıdır. Bu gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azime binaen Mekke-i
Mükerremede dahi-farz-ı muhal olarak-Risale-i Nur'un aleyhinde bir itiraz kutb-u âzamdan
dahi gelse, Risale-i Nur şakirtleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın itirazını iltifat ve
selam suretinde telâkki edip, teveccühünü de kazanmak için, medâr-ı itiraz noktaları o büyük
üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.
Evet, kardeşlerim, bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayat ve cihanı sarsacak
hadiseler içinde hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak
gerektir.
12
Mektubat, Ondokuzuncu Mektup, s.176.
13
Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:368; el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:315; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:752;
Beyhakî, Delâi-lü'n-Nübüvve: 6:125.
14
Es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 20:192-193; el-Heyse-mî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:220-221; Ebû
Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:111-113; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2:273; Kadı Iyâz, eşŞifâ,
1:366; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şi-fâ, 1:750; Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:313.
15
Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:368; el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:319; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:753;
Şa'rânî, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, 1:109.
16
Nebhani, Camiu Keramati’l-Evliya, 2:203.
17
Kastamonu Lâhikası, 120.Lahika, s.242-243.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
14
"Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler."
18
ayetinin sırr-ı işarisiyle, ahireti
bildikleri ve İmân ettikleri halde dünyayı ahirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki
bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle,
hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın
dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla, hakikî müminler dahi bazan ehl-i
dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli hatada bulunuyorlar. Cenab-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i
Nur şakirtlerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin. Amin.
Said Nursî
9.
Cem-i Kutbiyet ve Ferdiyet ve Gavsiyet19
Hazret-i Şeyh, veraset-i mutlaka noktasında,
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın
kadem-i mübarekini omuzunda gördüğü için, kendi kademini evliyanın omuzuna o sırdan
bırakıyor. Kasidesinde zahir görünen, temeddüh ve iftihar değil, belki tahdis-i nimet ve âli bir
şükürdür. Yalnız bu kadar var ki, muhibbiyet makamı olan makam-ı niyazdan mahbubiyet
makamı olan nazdarlık makamına çıkmış. Yani tarik-i acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğraka
girmiş. Ve kendine olan niam-ı azime-i İlâhiyeyi yâd edip, bihakkın müftehirane şükretmiştir.
Keramet, mucize gibi Cenab-ı Hakkın fiilidir, hediyesidir, ihsanıdır ve ikramıdır; beşerin fiili
değildir. O keramete mazhar olan zat ise, bazan biliyor, bazan bilmiyor, vukuundan sonra
bilir. Keramete mazhariyetini kablelvuku bilen ve ikram-ı İlâhîye ihtiyariyle tevfik-i hareket
eden kısım, eğer enaniyetten bütün bütün tecerrüd etmişse ve Hazret-i Gavs gibi kudsiyet
kesb etmişse, Cenab-ı Hakkın izniyle, o kerametin her tarafını bilerek kendisi sahip çıkar, bilir
ve bildirir. Fakat bununla beraber, madem o keramet ikramdır; bütün tafsilatıyla keramet
sahibine de meşhud olmak lâzım değildir. Bu sırra binaen, Hazret-i Şeyh, ilâm-ı Rabbanî ve
izn-i İlâhî ile bu asrı görmüş ve hizmet-i Kur'âniyenin etrafında bizleri müşahede edip nazar-ı
şefkatiyle bakmış. O beş satır, sırf bir keramet ve intak-ı bilhak ve bir ikram-ı İlâhî ve veraset-i
Nebeviye itibarıyla zuhur ettiğinden, mucizevârî, kudret-i beşer fevkinde bir şekil almış. Sun'î,
irade-i şeyh ile olduğu değildir. Çünkü intaktır. Ruh-u kudsîsi hissetmiş, görmüş. İrade ve
ihtiyar yetişemiyor. Akıl ise ruhun harekâtını ihâta edemez. Lisan, ne kadar aklın dekaik-i
tasavvuratının tercümesinde âciz ise, ihtiyar dahi ruhun dekaik-ı harekâtının derkinde o
derece âcizdir.
Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece harika bir keramete
mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demiş:
"Biz İslâmiyeti kabul edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i
Geylânî'yi de inkâr edemiyoruz."
Hem evliyayı inkâr eden Vahhâbînin müfrit kısmı dahi
Hazret-i Şeyhi inkâr edemiyorlar. Evliya, onun derece-i celâletine yetişmediği bütün ehl-i
tarikatça teslim edilmiştir.
İşte böyle güneş gibi bir mucize-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, yüksek ve
sönmez bir bârika-i İslâmiyet olan bir zât-ı nuranînin, gayb-âşinâ nazarıyla asrımızı görüp,
böyle bir keramet izhariyle teselli verip teşci etmek şe'nindendir. Acaba hiç mümkün müdür
ki,
"Sultanü'l-Evliya" makamını ihraz etmiş ve hamiyet-i İslâmiye ile zamanındaki padişahları
titretmiş ve kuvve-i kudsiye ile mazi ve müstakbeli hazır gibi izn-i İlâhî ile görmüş ve
mematında dahi hayatındaki gibi dâimî tasarrufu bulunduğu tasdik edilmiş olan bir
18
İbrahim Sûresi: 14:3.
19
Sikke-i Tasdik-ı Gaybi, Sekizinci Lem’a, s.217-219.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
15
kahraman-ı velâyet, bu asrımıza ve bu asır içindeki kemal-i acz ve zaaf ile Kur'ân'ın
hizmetinde çalışan ve insafsız düşmanların hücumuna mâruz ve teselli ve temine muhtaç
biçare, Kur'ân'ın hâdimlerine ve talebelerine lâkayt kalabilir mi? Hiç mümkün müdür ki,
bizimle münasebettar olmasın? Sekiz, dokuz, belki on beş kuvvetli delilden kat-ı nazar, ednâ
bir işaret kelâmında bulunsa, bize baktığına delâlet eder; hafî bir işaret etse kâfidir. Çünkü,
makam iktiza ediyor, mutabık-ı mukteza-yı haldir ve münasebet kavîdir.
Ey benimle beraber Hazret-i Şeyhin teveccüh ve duasına mazhar kardeşlerim! Şu
Üstadımız, bizi istikbalde adem zulümatı içinde düşünüp bizimle meşgul olurken, biz o
mâzide mevcud ve nur perdeleri içinde üstadımızı ve üstadımızın üstadı ve ceddi olan
Fahrü'l-âlemin Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin
teveccühlerinden gaflet etmek, onlara
istinad etmemek lâyık mıdır? Madem onlar bizi düşünüyorlar; biz de bütün kuvvet ve
ruhumuzla onlara itimad edip ve emirlerine bilâ kayd ü şart itâat etmeliyiz.
Ehl-i dünyanın telsiz, telgraf ve telefonları şarktan garba gittiği gibi, işte ehl-i hakikatin
de mâziden, dokuz yüz sene mesafe-i azîmeden müstakbele böyle mânevi telefonları
işleyebilir ve mânevi teleskopları görebilir. Malûmdur ki, zayıf emareler, içtima ettikçe kuvvet
bulur, delil hükmüne geçer. İncecik ipler, içtima ettikçe kopmaz, halat olur. Küllî, umumî
kayıtlar, içtima ettikçe hususiyet peyda edip taayyün eder. Bu sırra binaen, Hazret-i Şeyhin
bu beş satırında sekiz-dokuz kuvvetli işaretin içtimaında hiç şek ve şüphe bırakmadı ki,
Hazret-i Şeyh, şimdiki Kur'ân-ı Hakîmin şakirtlerine biiznillâh üstadlık ediyor, bihavlillâh
şefkati altında himaye ediyor.
Cem-i kutbiyet ve ferdiyet ve gavsiyet İle üç sütun üzerine durur.
Râyet-i ulviyet-i Şeyh-i hakkanîdir hitab-ı Abdülkadir.
İlham-ı Hüdâ, kitab-ı Abdülkadir.
Bâzü'l-eşheb ferd-i ferîd-i deveran.
Gavs-ı âzam Cenab-ı Abdülkadir.
20
Said Nursî
10.
Bu vakıa ehl-i keşifçe vaki ve meşhud olmuştur. 21
Ben (Şamlı Hafız Tevfik) Üstadımdan işittim ki:
"Hazret-i Mevlana (k.s.) Hindistan'dan tarik-ı Nakşiyi getirdiği vakit, Bağdat dairesi, Şah-ı
Geylani'nin (k.s.) badel-memat, hayatta olduğu gibi, tasarrufunda idi.
Hazret-i Mevlana'nın (k.s.) manen tasarrufu cay-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend'le (k.s.)
İmam-ı Rabbani'nin (k.s.) ruhaniyetleri Bağdad'a gelip Şah-ı Geylani'nin ziyaretine giderek
rica etmişler ki:
20
Lemalar, Sekizinci Lem’a, s.133-134.
21
Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Risale-i Nurdan Parlak Fıkralar ve Bir Kısım Güzel Mektuplar, s.28-29.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
16
'Mevlana Halid (k.s.) senin evladındır, kabul et. Şah-ı Geylani (k.s.) onların iltimasını kabul
ederek, Mevlana Halidi' kabul etmiş.
Ondan sonra birden Mevlana Halid (k.s.) parlamış.
Bu vakıa ehl-i keşifçe vaki ve meşhud olmuştur.
O hadise-i ruhaniyeyi o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rüya ile
görmüşler."
(Üstadımın sözü burada tamam oldu.)
“Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır. “
İnşirah Suresi 5. ve 6. Ayetler
Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz.
Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyadan ayrılacaksınız.
Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganimet biliniz.
Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkân varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz.
Dua etmeye imkânınız varken, dua ediniz.
Salih kimselerle beraber olmayı fırsat biliniz.
Abdulkadir Geylani
Gavs-ül Azam
Kutb-i Rabbani
Sultan-ül Evliya




BELGEYİ RİSALEDEN DERLEME YAPARAK EKLEDİM. (6 AYDA ANCAK DERLEDİM.)

Said bin Erdoğan
Bursa 2009

 
Son düzenleme:
Üst