Şualar 3. Ders - Kesretten Vahdete Deliller

Huseyni

Müdavim
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Esselamün aleyküm kardeşlerim.

Bu haftaki dersimizin konusu, kesretli mevcudatın, vahdete olan delilleri hakkında olacaktır. Anladıklarımızı paylaşalım inşaallah. Selam ve dua ile.


[BILGI]Evet, bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık, bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp, o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemâl-i İlâhîyi gösterir. Ve fâni, muvakkat olan güzellikle, bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi irâe eder. Ve Mevlânâ Celâleddin’in dediği gibi,

اٰنْ خَيَالاٰتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْت عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْت [SUP]1[/SUP]
sırrıyla, bir âyine-i cemâl-i İlâhî olur. Yoksa, eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüz’î meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemâl, ne de o ulvî kemâli gösterir. Ve içindeki cüz’î bir lem’a dahi söner, kaybolur. Adeta baş aşağı olup elmastan şişeye döner. Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlâhiye, bir ehadiyet-i Rabbâniye ve sıfât-ı seb’aca mânevî bir sima-i Rahmânî ve bir temerküz-ü esmâî ve [SUP]2[/SUP] اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki hitaba muhatap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa, o şahsiyet, o ehadiyet, o sima, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir; ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünkü azamet ve kibriyâ perde olur; herkesin kalbi göremez.

Hem o cüz’î zîhayatlarda pek zahir bir surette anlaşılır ki, onun Sânii onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Adeta, o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir Zâtın mânevî bir teşahhusu, bir taayyünü, imana görünür.

Ve bilhassa zîhayattan insanın mahlûkiyeti arkasında gayet âşikâr bir tarzda o mânevî teşahhus, o kudsî taayyün, sırr-ı tevhidle, imanla müşahede olunur. Çünkü o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem’ ve basar gibi mânâların hem numuneleri insanda var; o numunelerle onlara işaret eder. Çünkü, meselâ, gözü veren Zât, hem gözü görür, hem ince bir mânâ olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet, senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren Zât, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.

Hem esmânın nakışları ve cilveleri insanda var; onlarla o kudsî mânâlara şehadet eder.

Hem insan zaafıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık edip, yine zaafına, fakrına merhamet eden ve medet veren Zâtın kudretine, ilmine, iradesine ve hâkezâ, sair evsafına şehadet eder.

İşte, daire-i kesretin müntehâsında ve en dağınık cüz’iyâtında, sırr-ı vahdetle bin bir esmâ-i İlâhiye, zîhayat denilen küçücük mektuplarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni-i Hakîm, zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.


1 : “Evliyaya tuzak olan hayaller, İlahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir.”
2 : “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.



Şualar
[/BILGI]
[TAVSIYE]Konu ile ilgili derslerimiz: Risale-i Nur Açıklamalı 12 : Hayat Hâtemine Bakınız..
Açıklamalı Risale Dersleri 15 - Tevhid Nazarıyla Bakmak

Açıklamalı Risale Dersleri 24 - En Faziletli Söz - Lâ İlâhe İllallah

Açıklamalı Risale Dersleri 31 - Allah - Rahman - Rahîm


Diğer derslerimiz için: Risale Açıklamalı[/TAVSIYE]
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 34 - Kesretten Vahdete Deliller

[NOT]Evet, bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık, bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp, o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemâl-i İlâhîyi gösterir. Ve fâni, muvakkat olan güzellikle, bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi irâe eder. Ve Mevlânâ Celâleddin’in dediği gibi,

اٰنْ خَيَالاٰتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْت عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْت [SUP]1[/SUP]
sırrıyla, bir âyine-i cemâl-i İlâhî olur. Yoksa, eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüz’î meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemâl, ne de o ulvî kemâli gösterir. Ve içindeki cüz’î bir lem’a dahi söner, kaybolur. Adeta baş aşağı olup elmastan şişeye döner.

“Evliyaya tuzak olan hayaller, İlahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir.”[/NOT]


Ortada bir eser varsa o eser bize onu yapan bir sanatkarı gösterir. Güzel bir eserin sahibi Cemil olan bir zattır. İhsan Muhsine, nimet Mün'ime, rızık Rezzak'a delildir.

Resim ressama delildir. Ressam olmazsa resimde olmaz. Resimde kullanılan boya, çizenin tercih sahibi biri olduğunu gösterir yani çizenin iradesi vardır. Yine çizimlerin ölçülü ve dengeli olması Ressamının gördüğüne, basar sahibi oluşuna delildir. Kaleminden kağıdına kadar kullandığı tüm malzemeler onun ilmine, Alim oluşuna delildir. Resimin ortaya çıkabilmesi için her halikarda bir güç kuvvet gereklidir. Buda ressamda bir kudret olduğuna delildir. Vesaire. Resim kendisi, kendine bir delil iken sahibine bir çok açıdan delildir.

İşte bunun gibi kainatta yaratılmış her varlığın bir sahibi vardır ve olması gerektir. Her bir varlık kendi kendine bir delil iken sahibine husussiyetleri adedince delildir. Bir meyve güzelliği ile sahibinin Cemil oluşuna, mevzuniyeti ile Hakim oluşuna, nimet olması hasebiyle Rahman, Rahim, Mün'im, Rezzak, Muhsin olana delildir. Yine sahibinin Basar, Kudret, İrade, Sem, gibi sıfatları olduğuna delildir. Onu muhafaza edecek bir ambalajla yarattığından aynı zamanda Hafiz ve Settar oluşuna da delildir. Sadece bir meyve sahibine bunca delil olabiliyorken, bütün o meyvelerin sahiblerine nasıl delil teşkil ettiklerini düşünelim. Denizde bir katre, güneşe tek bir delil iken, denizin komplesi o katrelerden oluşarak, deniz yüzü kadar kocaman bir delil olur. Katre küçücük bir ayine iken, deniz yüzü güneşe karşı durmuş ve güneşi ispatlayan büyük bir ayinedir. Bir meyvede sahibini, Onun isim ve sıfatlarını gösteren küçücük bir ayine hükmünde iken, diğer nevilerininde bir arada tefekkür edilmesiyle kocaman bir ayine olur.

Eğer o meyveyi sahibine vermezsek onun üzerinde tecelli eden bütün isim ve sıfatlar söner kaybolur. Nizamdan, mizandan, hikmetten, güzellikten mahrum kalmakla birlikte, tesadüfle ortaya çıkmış, rasgele, başıboş, ve bitişiyle elem veren bir hale döner. Çok kıymetli bir nimet iken nikmete döner, elmasken şişe gibi kıymetsiz olur. Halbuki tevhid nazarıyla bakıldığında meyveyi veren zatın sırf ihsanını düşünmek, meyveyi yemekten bile daha büyük bir lezzettir.
 

akna

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 34 - Kesretten Vahdete Deliller

Evet, bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık, bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp, o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemâl-i İlâhîyi gösterir. Ve fâni, muvakkat olan güzellikle, bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi irâe eder. Ve Mevlânâ Celâleddin’in dediği gibi,

اٰنْ خَيَالاٰتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْت عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْت [SUP]1[/SUP]
sırrıyla, bir âyine-i cemâl-i İlâhî olur. Yoksa, eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüz’î meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemâl, ne de o ulvî kemâli gösterir. Ve içindeki cüz’î bir lem’a dahi söner, kaybolur. Adeta baş aşağı olup elmastan şişeye döner. Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlâhiye, bir ehadiyet-i Rabbâniye ve sıfât-ı seb’aca mânevî bir sima-i Rahmânî ve bir temerküz-ü esmâî ve [SUP]2[/SUP] اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki hitaba muhatap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa, o şahsiyet, o ehadiyet, o sima, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir; ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünkü azamet ve kibriyâ perde olur; herkesin kalbi göremez.

Hem o cüz’î zîhayatlarda pek zahir bir surette anlaşılır ki, onun Sânii onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Adeta, o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir Zâtın mânevî bir teşahhusu, bir taayyünü, imana görünür.


Evet bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık küçük bir ayna iken, Cenab-ı Hakk’ın birlik sırrıyla birden bütün benzerleriyle, türleriyle omuz omuza verip birleşir ve büyük bir aynaya dönüşür. Her büyük ayna ise Cenab-ı Hakk’ın güzelliklerini kendi türüne has surette gösterir. Böylece o mevcut fani ve muvakkatta olsa ayinedarlık ettiği Zat’ın sermediyeti itibariyle ehemmiyet kesb eder. O geçici tüm güzellikler baki ve daimi bir güzelliği ortaya çıkarır.

İnsan da mahlukattaki o fani güzelliğe takılmamalı, arkasındaki hakiki güzellik sahibini bulmalıdır.Evliyaya tuzak olan hayaller, İlahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir cümleside bunu ifade etmektedir. Evliyaların takip ettikleri yoldan maksat marifetullah ve muhabbetullah olduğu için, karşılarına çıkan fani mevcudatın muvakkat güzelliklerine takılmamaları icap eder.

Zaten her mevcuda değer katan, üzerinde taşıdığı esmanın tecelliyatıdır. Herşey istidatı nisbetinde Cenab-ı Hakk’ın muhtelif isim ve sıfatlarına ayinedarlık eder. Ama istisnasız zerreden şemse her mevcudda tevhid mührü vardır. Yani bir elmayı kim yaratmışsa bütün elmaları yaratanda ancak O cc olabilir. Yoksa tevhid sırrı olmazsa o cüz’i meyve tek başına kalır. Lezzeti de güzelliği de hiçe iner. İçinde barındırdığı o küçücük parıltı dahi kaybolur, adeta elmastan şişeye kalbolur.

Evet kainattaki her mevcudu, her işi, her fiili tek bir Zat’ın yarattığı ve idare ettiği, yani Cenab-ı Hakk’ın Rububiyetinin birliği, tevhid sırrı ile daima aşikardır. Bu ne demektir? Bir insan sürekli biri tarafından takip edildiğini, izlendiğini, yaptığı her işin, attığı her adımın kaydedildiğini bilse hata yapmaktan korkar. Hal ve hareketlerine çeki düzen verir. Fakat gizlice takip edilse hiç çekinmeden suç işleyebilir.

İşte Cenab-ı Hakk cc her türlü zorlukta, meşakkatte, musibette, hastalıkta..vs kendisinden yardım istememiz, kendisine iltica edebilmemiz için, ya da tam tersi her lezzettte, güzellikte, ihsanatta..vs yine kendisine yönelip tüm şükür ve hamdleri kendisine sunabilmemiz için en güzel isimlerini tek bir merkezde toplamıştır. Bu merkez ise tevhid sırrıdır. Tevhid sırrı ile en adi insan dahi çiçekten, böcekten, tohumdan..vs O’nu cc bulabilir. Aksi olsa idi hepsi bütün tecelliyat kainat nisbetinde dağılacak ve ancak manevi terakkiyata mazhar şahıslar görebilecekdi.

Mesela sivrisineğin gözünü kim yaratmışsa, bütün sivrisineklerin gözünü O yaratmış demektir
bir sivrisineğin gözünü mükemmel bir mizan ve nizam ile yerine kim yerleştirmişse sivrisineği de o yaratmış demektir
sivrisineği zerreden şemse kainattaki herşeyle alakadar kim yaratmışsa herşeyi tüm mevcudatı O yaratmış demektir
demek ki SULTAN-I KAİNAT birdir

Hem basit bir insandan bile açıkça anlaşılır ki; onu sanatla yaratan, her zaman, her yerde onu görür, bilir, dinler, kalbinden geçirdiğinden dahi haberdardır. Adeta o insanın sanatlı yaratılışının ardında Kudreti ile işleyen, istediğini yapmakta serbest olan, her yerde hazır ve nazır olan bir Zat’ın manevi şahsiyeti imana görünür. Yani iman sahipleri bilirlerki bir Zat var, sürekli kendini izliyor, kaydediyor ve o kaydedilenler ileride önüne açılacak, bilir, dikkat eder.



 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 34 - Kesretten Vahdete Deliller

Ve Aleyküm Selam;


[NOT]
Evet, bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızk, bir küçük ayna iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük aynaya dönüp, o neve mahsus cilvelenen bir çeşit cemâl-i İlâhîyi gösterir.

Ve fâni, muvakkat olan güzellikle, bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi irâe eder. Ve Mevlânâ Celâleddin'in dediği gibi,

b431.gif
-1-



sırrıyla, bir ayine-i cemâl-i İlâhî olur. Yoksa, eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüzî meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemal, ne de o ulvî kemâli gösterir. Ve içindeki cüzî bir lem'a dahi söner, kaybolur. Adeta baş aşağı olup elmastan şişeye döner.


1- Evliyaya tuzak olan hayaller, ilahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir.
[/NOT]

Tevhid kelimesi mana olarak;

Bir kılma, bir etme, birleştirme, birleştirilme. Bir sayma, bir olarak bakma, birliğine inanma.

Birleme. Bir Allâh’dan başka İlâh olmadığına inanma.

"Lâ ilâhe illallâh"
sözünü tekrarlama.

Her yerde ve her şeyde Allâh’dan başkasının tesir hâkimiyeti olmadığını anlamak, bilmek ve bilerek yaşamaktır.

Bir çiçeğe,bir böceğe veya zerreden şemse kadar bakılan her menzilde Allah'ın eserlerini görmek mümkün.Arzdan arşa kadar her ne varsa Tevhid esasıyla hareket etmektedir.

İnsan Birliğe nasıl inanırsa ; cüziden külliye giden terakkiyyet basamaklarından da ancak Tevhid sırrıyla çıkabilir.

Çünkü Bir Olana ulaşmak birliği meydana getiren manayı harfleri görmekle ancak seçkin olur ve görülür.Görülen de kalbe aks ederse şayet o halde açılan pencereler bambaşka Alemin habercisi olur Biiznillah...




[TAVSIYE]
Arkadaş!

Tevhid iki çeşit olur:



Birisi âmiyane tevhiddir ki: "Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür." der.

Bu kısım tevhid sahiblerinin fikirce gaflet ve dalalete düşmeleri korkusu vardır.



İkincisi hakikî tevhiddir ki: "Allah birdir, mülk Onundur, vücud Onundur, her şey Onundur." der; lâ-yetezelzel bir itikada sahibdirler. Bu kısım tevhid sahibleri, her şeyin üstünde Cenab-ı Hakk'ın
sikkesini görür ve her şeyin cebhesinde bulunan mührünü, damgasını okur.

Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalalet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar.















[/TAVSIYE]
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 34 - Kesretten Vahdete Deliller

[NOT]
Yoksa, eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüzî meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemal, ne de o ulvî kemâli gösterir. Ve içindeki cüzî bir lem'a dahi söner, kaybolur. Adeta baş aşağı olup elmastan şişeye döner.[/NOT]

Tevhidin birliğine birer numune olarak verilen bütün bu hayat içinde Tevhid nazarıyla bakılmadığında insan gaflete düşer.


Hayat Vereni düşünüp,hamd edip,şükür edilmesi gerekirken aksi yönde düşüşler yaşar.Hem Hayat Sahibi unutulmuş hem de bütün bu dairede hareket edenlerin bir vücud olarak tesanudünü göremez.Göremeyen göz,el,kulak ve kalp giderek sağırlaşır.Sağırlaştıkça da çıkmazlara götürür.Tek kalır zira...



[DIKKAT] İ'lem Eyyühel-Aziz!

Dünyada cereyan eden ve husule gelen her bir şeyin iki vechi vardır. Biri âhirete bakar ki, nefs-ül emirde en sabit, en ağır bu vecihdir. İkincisi dünyaya, nefsine ve hevaya bakar.

Bu vecih, hakaret, hıffet ve zevalden öyle bir mevkidedir ki, kalbin teessürüne, teellümüne, ızdırabına, düşüncelerine bâis olacak bir kıymette değildir.

[/DIKKAT]






 

pendüender

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 34 - Kesretten Vahdete Deliller

KESRET ve VAHDETE DAİR... Bir Hikaye...(FERİDÜDDİN ATTAR-MANTIK-UT TAYR dan-ALINTIDIR.)

Bir de olaya Sufi bir açıdan yaklaşırsak Kesretin, Vahdete nasıl dönüştüğünü SEMBOLİK olarak göreceğiz..

Sİ-MURG


1-) Kuşlar diyarında yaşam tüm canlılığı ve hareketliliğiyle devam etmektedir. İnançları gereği kabilenin tüm üyeleri, hayatın dinamik değişimlerinin doğurduğu farklı durumlara göre, başları sıkıştığında tüm kuşların Efendi'si olan ve zor duruma düşen kuşlara her zaman yardım ettiği söylenen Simurg'a dua etmektedirler. Ancak gel zaman git zaman aralarından bazıları Simurg'un neden yardım çağrılarına cevap vermediğini ve kendilerine görünmediğini sorgulamaya başlarlar. Zamanla bu tartışma halk arasında yayılır ve bir süre sonra Simurg'un varlığının sorgulanmasına dönüşür. Aralarından kimileri bu şüphelerini açıkça itiraf ederken, kimileri yardımın gelmemesini kendi eksikliklerine bağlarlar. Tam da bu hararetli tartışmalar sürerken, uzak bir ülkeden gelen cinsini kestiremedikleri bir kuştan aldıkları haberle büyük bir heyecana kapılırlar. Habere göre uzaklarda bir sürü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuştur!..

Bunun üzerine sayıları oldukça yüksek olan kuş kabilesi toplanmaya ve konuyu aralarında görüşmeye karar verirler. Simurg'un var olduğunu işaret eden ancak kendilerine neden yardım etmediğini açıklamaya yetmeyen bu bilgi onları, bu durumdan kurtulmanın tek yolunun, uzun ve zorlu bir yolculukla varılabileceği rivayet edilen Kaf Dağı'nda yaşayan Simurg'u bulmak olduğu konusunda ikna eder. O güne kadar böyle bir yolculuğa çıkanlar olmuş ancak geri dönen olmamıştır. Bu nedenle kuş toplumu, sessizliği ve konulara bilgece yaklaşımlarıyla onlara her an yardımcı olan haberci kuşa yolculuğun nasıl olması gerektiği konusunda danışma ve hazırlıklara başlama kararı alır. Bilge kuş daha evvel bahsedilen bölgeleri tanıdığını ve topluluğa kılavuzluk edebileceğini söyler. Yoldaki riskler nedeniyle, oluşturulacak olan büyük bir grubun bilge kuşun önderliğinde, diğer adı Zümrüd-ü Anka Kuşu olan Simurg'u bulmak için Kaf Dağı'na gönderilmesine karar verilir...
Tüm kabile arasından bu uzun ve zorlu yolculuk için yeterince istekli ve gerekli vasıflara sahip kuşlardan oluşan büyük bir grup oluşturulur. Kuşlar sevdiklerine veda eder ve yola koyulurlar...
***
Uzun yolculukları esnasında kuşlar aralarında konuşmakta ve bilgilerini paylaşmaktadırlar. Paylaştıkları her bilgiyle birlikte merakları ve şaşkınlıkları daha fazla artmakta, bu benzersiz ve gizemli kuşu bulma arzuları dizginlenemez bir hal almaktadır...
Simurg'un her canlıdan bir iz taşıdığı söylenmektedir... Ve tüylerinde her rengin barındığı... Kanatları altın ve kırmızı karışımı, vücudunun ve başının ise mor renkte olduğu... En garip söylentilerden biri yüzünün insana benzediğidir! Kuş gibi olmayan bir kuştur Simurg! Benzersizliği nedeniyle tektir. Ve hakkındaki tüm efsanelerin en can alıcı noktası, anlamı üzerinde tarih boyunca belki de en fazla kafa yorulmuş olan benzersiz eylemidir : Ömrünün bir aşamasına geldiğinde, yaşadığı yer (evi) olan "Bilgi Ağacı"yla birlikte kendini ateşe vererek, kül olana kadar yanmakta ve ardından o küllerin içinden tekrar doğmaktadır! Bu nedenle Simurg; ölümsüzdür...
Tüm bu efsanevi özelliklerinin yanında canlılara en zor anlarda yardım ettiği ve kendine en fazla ihtiyaç duyulduğu zamanlarda ortaya çıkarak varlığını gösterdiği söylenmektedir... Her zaman yanlız olan bu kuşun kendinden yardım isteyenlere asla "hayır" cevabı vermediği rivayet edilmektedir... Varlığı, yanında bulunana tarifi mümkün olmayan bir mutluluk, sükunet ve huzur vermektedir... Simurg ortaya çıktığında, onu görebilme şansına erişenlerin bir daha asla eskisi gibi olmadıkları da rivayetler arasındadır... Simurg, dünyaların yıkılışları ve tekrar tekrar yapılışlarına şahit olmuştur. Bu nedenle bilgeliği akılların ötesindedir... Onun yer ile gök arasında birliği sağlayacağı söylenmektedir... Uçuşa kalktığında, bilgi ağacının yapraklarının titremesi nedeniyle dökülen tohumların dünyanın her yanına dağıldığı, gelmiş geçmiş her bitki çeşidinin kök salmasını sağladığı ve bu bitkilerin insanoğlunun hastalıklarını tedavi ettiği gibi bazı rivayetleri anlamlandırmaya çalışmak ise konuşanların akıllarını zorlamaktadır adeta...
Tüm halkların kendilerine has farklı şekillerde ondan söz etmesi de son derece gizemlidir... Bu derece bilinen ve bu derece gözlerden ırak bir kuştur Zümrüd-ü Anka... Her yerde var olduğu halde, hiçbir yerde bulunamayan bir kuş...
***
Yolculuk başlayalı uzun zaman olmuştur... Her gün farklı diyarların üzerinden uçan, daha evvel tatmadıkları deneyimler yaşayan ve yeni şeyler öğrenen sürü, günlerin nasıl aktığını belirli bir süre anlamamıştır adeta... Kuşlar Simurg hakkında bildikleri efsaneleri tartışarak yollarına devam ederken, bahsedilen zorlu vadilere de yaklaştıklarını bilmeleri, onların gittikçe daha fazla sessizleşmesine yol açmıştır. Efsanelerde duyulan yerlere gitmenin onlarda meydana getirdiği düşünceli sessizlik, aynı zamanda günlük hayatlarında düşünmedikleri şeyleri de düşünmelerine zemin hazırlamıştır. Konakladıkları ve mola verdikleri yerlerde Simurg'un kahramanlara nasıl yardım ettiğini, onunla birlikte aşılamaz denen dağları geçerek çok uzak diyarlara gittiklerini anlatmakta ve kahramanların orada kendileri için paha biçilmez hazinelere ulaştıklarından bahsetmektedirler. Her kuş toplumunun bu hazinelerle ilgili farklı varsayımları vardır...
En ürpertici rivayetlerden biri de, Kaf Dağı'nın normal bir kuş için bulunamaz olmasıdır! Nice zorluklar aşsa dahi arayanlar, Simurg'un sadece kendini bulmaya hazır olanlara görüneceği söylenmektedir! Ona çabayla dahi ulaşılamamakta ancak ulaşanlar da ancak çabalayanlar arasından çıkabilmektedir... Bir rivayete göre Simurg, kendisini bulana ya ölümsüzlüğü, ya da aradığı en değerli hazineyi vermektedir...
O, kuşların göklerdeki hükümdarıdır ve her şeyi bilmektedir... Yolun sonuna gelmeyi başarabilenler O'nu Kaf Dağı'nda, Bilgi Ağacı adı verilen ağacın dallarında bulacaklardır... Ancak Kaf Dağı'nın eteklerinin dahi bulutların üstünde olması, yolculuğun zorluğu hakkında daha net bir fikir vermektedir...
***
Tüm bu rivayetlerle geçen uzun yolculuk içerisinde, zamanla birçok kuş yolculuktan çeşitli gerekçelerle vaz geçmeye başlar... Yolculukları boyunca her an yanındakilere yol gösteren ve onları devam etmeye teşvik eden bilge kuş olmasa, belki de yolculuk henüz dağın eteklerine dahi ulaşamadan son bulacaktır... Oldukça fazla kuşun yolculuğu bırakmasından sonra geriye kalanlar en sonunda Kaf Dağı'nın eteklerine ve aynı zamanda efsanelerde geçen meşhur vadilerin başlangıcına ulaşırlar... Ve tıpkı bahsedildiği üzere en büyük zorluklar yolculuğun bu aşamasından itibaren başlar...
Bu tip vadilerden uçmak gibi bir deneyimi daha evvel hiç yaşamamış olan kuşlardan bazıları hızla rahatsızlanır, tedirgin olur ve geri dönme kararı alırlar... Kimileri bir süre dinlenmek üzere o anda üzerinde uçtuğu vadiye doğru alçalarak sürüden ayrılırlar, belki de bir daha onları hiç yakalayamayacaklarını bilmeden... Kimileri o vadilerde gördükleri benzersiz güzelliklere dalarak yollarını kaybederler... Mazeretler gittikçe artar... İlerledikçe, çoğu içlerinde tarifi mümkün olmayan bir özlem hissederler geride bıraktıklarına... Yurtlarını, halklarını, o tanıdık ve bildik dünyalarını özlemişlerdir! Zaten bu zorlu yolun sonu da meçhuldür... Kitleler halinde gruptan ayrılmalar başlar... Bu sonu gelmeyecek gibi görünen yolu kimileri öfke ve kavgacılıkları nedeniyle terk eder, kimi kuşlar ise yol arkadaşlarının onlardan ayrıldığını görerek kararlılıklarını yitirirler... Kartalların çoğu kibirlerinden dolayı ayrılır sürüden. Krallıklarını özlemiş ve haşmetlerinin gittikçe silindiği bu yolculuktan sıkılmışlardır... Artık şarkı söyleyerek ilgi toplayamayan birçok bülbül ve renkli güzelliği ile dikkat çekemeyen birçok papağan da bıraktıkları yaşamlarına dönmek üzere sürüden ayrılır...
İşin garip yanı, onları dağın eteklerine kadar getiren bilge kuşun yolculuğu bırakmak isteyenleri bu aşamadan sonra geri çevirme gibi bir çaba göstermediğine şahit olmalarıdır! Bu durumu kendisine sorduklarında net bir cevap alamazlar... Simurg'un tüyünün bulunduğunu ve onun gerçekten var olduğunu hep ondan öğrenmişlerdir! Yolculuğa inanılmaz bir şekilde önderlik etmiş ancak kendini adeta belli etmemiştir... Tüm bunları düşündüklerinde açıklayamadıkları boşluklar nedeniyle bu işin nereye varacağı hakkında detaylı konuşmak istediklerini iletirler... O ise bu aşamadan sonra sarfedilecek sözlerin, yolun sonunda kendi yaşayacakları deneyim yanında anlamsız olacağını söyleyerek onları cevapsız bırakır...
Sırasıyla istek, aşk, marifet ve istiğna vadilerini geçerler; az kalmalarına rağmen sayıları daha da azalarak... Vahdet Vadisi inanılmaz bir vadidir... Birçoğu burada kalmak, başka hiçbir yere gitmemek ister... Ardından Hayret Vadisi'nde gördükleri karşısında donup kalırlar... Sonsuza kadar o vadiyi seyretmekten daha güzel ne olabilir ki? Ne yerleri, ne yurtları akıllarına gelmemektedir artık! Hayret halinde kalan nice kuşu geride bırakan küçük grup, tamamen idrakleri ve hayal güçleri dışında olan Yokluk Vadisi'ne ulaşırlar... Bu vadiden bahsetmek dahi çelişki doğuracak, varlık alanına ait olacaktır... Tarihte bu vadi hakkında "bahsedilen her ne varsa, o değildir" denmektedir... Doğası gereği hakkında hiç konuşulamayan ve sonsuza kadar da konuşulamayacak olan Yokluk Vadisi... Ona ulaşanlar dışında tüm varlıklar için sonsuza kadar bir sır olarak kalacak bu vadi Kaf Dağı'nın son vadisi ve Simurg'un yuvasına açılan kapıdır...
***
Sonunda, geriye kalan azınlık tüm efsanelerin bağlandığı o "En Kutsal Yer"e varırlar. Önlerinde tüm heybetiyle Bilgi Ağacı durmaktadır... Hepsi huşu içindedirler... Tüm zerrelerine kadar kutsalla dolu bu mekana gelmek için hatırlayamadıkları kadar uzun bir yolculuk yapmışlar ve topluluklarının neredeyse tamamını yolda bırakmışlardır... Sadece bir avuç kuş olarak oraya varmak hayal gibidir! Mutlak bir sessizliğin içinde ağır ağır Bilgi Ağacı'na doğru ilerlerler... Bilgi ağacının üzerinde otuz tane tablet vardır... Hiç bir ses çıkmaz gruptan... Neredeyse fiziksel olarak dokunulabilecek bir sessizlik içerisinde herbiri, kendine yakın tabletin bulunduğu dala usulca yerleşir ve okumaya başlar...
"Yuvanıza hoş geldiniz" yazmaktadır tabletin başında. İçlerindeki duygu fiziksel bedenlerini zorlamaya başlamıştır. Öyle beklenmedik, öyle akıl almaz birşeyi idrak etmeye başlamışlardır ki, bedenleri bu idrakin yoğunluğuyla titremeye başlar... Yazı şöyle devam etmektedir :
"Burası Si (otuz) – murg (kuş)'un evidir..."
***
Bu esrimenin şiddetiyle o ana kadar inandıkları, oldukları, zannettikleri herşey ve tüm kimlikleri, idrak ettikleri Hakikat karşısında yanmaya ve yok olmaya başlar! Aynı anda dallarında oturdukları Bilgi Ağacı'da alev alır! Varoluşlarının açığa çıkan sırrı tüm varlıklarını Bilgi Ağacı'yla birlikte yakmaya başlamıştır! Mit; tıpkı sonsuzluktan beri gerçekleştiği ve sonsuza kadar gerçekleşmeye devam edeceği gibi gerçekleşmektedir! Herbiri birbiriyle tıpatıp aynı renkte küllere dönüşene kadar yanarlar... Ve sonunda, geriye yanacak hiçbirşey kalmadığında, o küllerin içinden doğar Zümrüd-ü Anka...
***
.....Ve Simurg; kendini idrak eder...
...
...
Efsane gerçekleşmiş, yolculuk yapan otuz kuş Yokluk Vadisi'nde gözden kaybolmuşlardır... Simurg'u bulmayı başaran tüm kuşlar gibi, onlar da bir daha asla Yokluk Vadisi'nden geri dönemeyeceklerdir...
Otuz arayıcı kuş artık yoktur... Arayan Aranan'da yok olmuş; aşık ve maşuk yoklukta birleşmiştir... Yokluk Vadisi'nden uzaklaşırken her birinin bedeni kendilerine has renklere bürünerek, gökküşağının ahengi içinde farklılaşan renkler gibi, farklılaşmaya başlarlar Birlik içinde ... Ancak yansıttıkları artık Simurg'un renkleridir... Ve gözlerin sahibi değişmiştir...
***
Çokluğun ahenginde; Birlik...
Varlığın içinde; Yokluk...
Yokluğun rahminde; Varlık...
***
Kuşlar yurduna doğru uçmaya başlarlar... Uzun uçuşları sırasında daha evvel yolculuktan vazgeçen arkadaşlarını görürler... Karar kıldıkları vadileri anlatarak çevrelerine büyük kalabalıklar toplayan kuşları... Zamanla kendileri de iyice inanmaya başlamışlardır anlattıklarına... Yaşadıklarının mutlak Hakikat olduğuna... Çevrelerine topladıkları büyük kalabalıklara Simurg Efsanesi'ni ve varoluşun sırlarını coşkuyla anlatırlarken, üzerlerinden sessiz sedasız geçen otuz kuşu fark edemeyeceklerdir... Şans eseri gözleri onları yakalayanlar ise, geldikleri köye dönen otuz sıradan kuştan başkasını göremeyeceklerdir gökyüzünde... Hiçbir fiziksel ayırdedici farklılığa, ize, nişana ve belirtiye sahip olmayan otuz görünmez kuş...
Kuşlar yurduna vardıklarında halkları onları coşkuyla karşılarken, bir zamanlar yolcu ettikleri otuz kuşu karşıladıklarını sanırlar... Bir zamanlar yolcu ettiklerini sandıkları otuz kuşa sarılırlar... Aileleri, arkadaşları ve halkları belki de asla bilemeyeceklerdir içlerinde ikame edeni... Sadece onlara belirli bir nazarla bakabilenler fark edebilecektir kalıbın ardındaki farklılığı; diğerleri onlara heyecanla sorarlarken Simurg'un var olup olmadığını... Ve tüm o efsanelerin...
Soranlara Simurg'un herşeyden daha gerçek olduğunu söyleyeceklerdir...
Neden yardıma gelmediğini ve kendilerine görünmediğini sorduklarında meraklı kalabalık bu garip halli dostlarına; O'nu görmek için yeterince uğraşan herkese görüneceği cevabını alacaklardır...
"Nasıl yeterince?" sorusuna aldıkları cevabı ise uzun zaman düşünmek zorunda kalacaklardır : "Kendinden vaz geçecek kadar..."
Bir yandan O'nun yakınlığını, öte yandan ise O'nun uzaklığını nasıl anlatabileceklerdir kalabalığa? Sonunda, yapabilecekleri yegane şeyi yapmaya ve halklarına yolculuklarını sembolik bir hikaye ile anlatmaya karar vereceklerdir... Ve halkları bu hikayeye aşık olacaktır...
Hikayeler yerine Simurg'a aşık olanlara ise, yanan ateşin karşısında şu sözleri aktaracaklardır :
2-) "Simurg'u bir ölümlü asla göremez... O'nu sadece Kendisi görebilir..."
Çarpacak yer bulamadığından sonsuz boşlukta yankılandı kaynağı mekansız kelimeler...
Başta bildikleri dinleyene ulaşamadıkları gibi...
Arkalarında da söyleyeni bulamadılar...
3-) Ateş yanmazken duyulmayanlar, ateş yanarken duyuldu...
Ateş yanarken duyulanlar, ateş söndüğünde dirildi...
Dirilince anladı, orada oturmuyor...
Ve Doğuran aslında; bir çocuk doğurmuyor...
4-) Yananlar küle döndükten sonra; sessizlik...
Öteki kalmadığında...
Sessizlik...
...
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 34 - Kesretten Vahdete Deliller

[NOT]Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlâhiye, bir ehadiyet-i Rabbâniye ve sıfât-ı seb’aca mânevî bir sima-i Rahmânî ve bir temerküz-ü esmâî ve [SUP]2[/SUP] اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki hitaba muhatap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa, o şahsiyet, o ehadiyet, o sima, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir; ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünkü azamet ve kibriyâ perde olur; herkesin kalbi göremez.

Hem o cüz’î zîhayatlarda pek zahir bir surette anlaşılır ki, onun Sânii onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Adeta, o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir Zâtın mânevî bir teşahhusu, bir taayyünü, imana görünür.


2 : “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
[/NOT]

Yaratılmışların içinde en kıymetli olanı hayattır. Hayat sahiblerinin içinde de insan. Bunu insanın mazhariyetinden de anlamak mümkün. Çünkü hiçbir varlığın Allah'ın bütün isim ve sıfatlarına mazhariyeti yoktur insan haricinde. İnsan ise en başta ilim, irade, kudret, hayat, sem, basar, kelam gibi Allah'ın sıfatlarına mazhar olduğu gibi, esmasınada tam bir mazhariyeti vardır. Allah cc. şahsiyetini bir nevi insanda cem etmiş. Rabbimiz sanatın sanatkara delil olması hasebiyle, kendi Zatını anlayabilmemiz adına, bütün isim ve sıfatlarını çok sınırlı bir şekilde gösteren, küçük bir model hükmünde yaratmış insanı. Bazı insanların her şeyi kendinden bilerek, enaniyette çok ileri gitmekle bir nevi rububiyet dava etmelerini düşündüğümüzde, Rububiyetin hususiyetlerinin ne derece insanda merkezleşmiş, cem olmuş, adeta şahıslaşmış olduğunu açık bir şekilde anlayabiliriz.

Kainatın küçük modeli insan, kendinden yola çıkarak Rabbini tanımaya çalışmaz ise, kainatı ihata edecek kadar gözü olmalı ki, bütün isim ve sıfatlarıyla Rabbini tanıyabilsin, bilebilsin. “Çünkü azamet ve Kibriyâ perde olur; herkesin kalbi göremez” ifadesi, bunun genel olarak mümkün olmadığını açıkça anlatıyor. Kainattan Rabbimizi anlamak, insanın kendinden O'na giden yolu bulmasından çok daha zor. Nitekim risalelerde birçok yerde geçen İbni Sina gibi bir dahinin, kainata felsefik yaklaşımı ile en avamdan bir mü’minin iman derecesine ancak mazhar olabildiğini görüyoruz. Bu bakımdan da insanın kendinden Rabbine giden yolu bulabilmesi daha kolaydır. Mesela cüz’i irade ile külli iradeye giden yolu bulmak, ilmi ile sonsuz ilmi, kudreti ile sonsuz kudreti algılayabilmek daha kolaydır. Mesnevi-i Nuriye’de geçen şu kısım bu hakikati çok güzel ifade ediyor.

[NOT]Arkadaş! Mâlik-i Hakikîden gaflet, nefsin firavunluğuna sebep olur. Evet, taht-ı tasarrufunda bulunan bütün eşyanın Mâlik-i Hakikîsini unutan, kendisini kendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümünde bulunur. Ve başkaları da, bilhassa esbabı, kendisine kıyas ile hâkim ve mâlik defterine kaydeder. Ve bu vesileyle, Allah’ın mülkünü, malını kendilerine taksim ederek ahkâm-ı İlâhiyeye karşı muaraza ve mübarezeye başlar.

Halbuki, Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, ulûhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vahid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef, sû-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklâliyete âlet ederek tam bir firavun olur.

Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki:

Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Hâlıkın sıfatlarını fehmetmek için bir vahid-i kıyastır. Çünkü, insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsillerle bilirler. Meselâ, bir adam Cenâb-ı Hakkın kudretini anlamak için bir taksimat yapar. “Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir” diye vehmî bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünkü, nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi, cismine de mâlik değildir. Cismi, ancak acip bir makine-i İlâhiyedir. Kaza ve kader kalemiyle kudret-i ezeliye, bir cilveciği o makinede çalışıyor. Binaenaleyh, insan o firavunluk dâvâsından vazgeçmekle, mülkü mâlikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin! Eğer hıyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse, Allah’ın mülkünü esbab-ı câmideye taksim etmiş olacaktır.[/NOT]

Kainattan Rabbini bulmanın zorluğu, sebeplerin tüm kainatta cereyan ediyor olmasındandır şüphesiz. Bu yüzden gözü tüm kainatı görmeyen ve çoğunlukta olan avam tabakası, olan biten her şeyi sebeplere taksim edebilir. Bir ağacı, topraktan, güneşten, sudan vs. sebeplerden bilebilir. Sütü inekten, yumurtayı tavuktan, ölümü, ölümde çok küçük bir rolü olan sebebinden bilebilir. Zaten Üstad “herkesin kalbi göremez” ifadesiyle gözle görmenin mümkün olmadığına, ancak manen terakki ile bunun olabileceğine işaret ediyor diyebiliriz. Bu da yine en başta kendini bilmekten geçen bir yoldur.
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 34 - Kesretten Vahdete Deliller

[NOT]Hem o cüz’î zîhayatlarda pek zahir bir surette anlaşılır ki, onun Sânii onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Adeta, o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir Zâtın mânevî bir teşahhusu, bir taayyünü, imana görünür.[/NOT]

Evet, her bir hayat sahibi lisan-ı haliyle Sâniini bizlere tanıtıyor. Akıl ve şuurdan mahrum zihayatın kendilerinden südur eden kabiliyetler, bilir ve görür gibi yaptıkları icraatler bu hükmü teyid ediyor. Ve kendi güçlerinin çok üzerinde işlere mazhariyetlerinin olması buna en açık bir delil kabul edilebilir. Mesela hayvanlar ve bitkilerin bilmeden birbirinin ihtiyacına cevap veriyor olması ve nazik ve nazenin yaprakların kendi kuvvetiyle yapması imkansız olan bir taşı yararak içinden çıkması gibi haller, onları gören ve bilen ve tüm alakalı oldukları, ihtiyaç duydukları şeylere hakim olan ve onları idare edebilen bir Zatın varlığına apaçık bir delildir. İmanın inkişafı derecesinde bu hakikatler anlaşılabilir.


[NOT]Ve bilhassa zîhayattan insanın mahlûkiyeti arkasında gayet âşikâr bir tarzda o mânevî teşahhus, o kudsî taayyün, sırr-ı tevhidle, imanla müşahede olunur. Çünkü o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem’ ve basar gibi mânâların hem numuneleri insanda var; o numunelerle onlara işaret eder. Çünkü, meselâ, gözü veren Zât, hem gözü görür, hem ince bir mânâ olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet, senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren Zât, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.[/NOT]

Bilhassa biz insanlardaki ilim, kudret, sem, basar, irade, gibi sıfatlar, vahid-i kıyasi olması noktasından Rabbimiz hakkında bize kesin malumatlar veriyor. İmanda ne derece terakki ederse, o derece Rabbinin sıfatlarının ve isimlerinin, kendi zatında tecelli ettiğini bilir insan. Kendi görmesiyle Rabbinin hem kendini gördüğünü ve dahi gözünün gördüğü varlıkları da gördüğünü anlar, bilir ve gözü Halıkının rızası dairesinde kullanmaya gayret gösterir. İmanda ilmel yakin (ilmle bilmek), aynel yakin (görür gibi bilmek) ve hakkal yakin (her şeyiyle varlığından haberdar olmak, şüphesiz bilmek) mertebeleri var. Hakkal yakin mertebesindeki bir insan, Allah’ın bu sıfat ve tecellilerini her an, bilir ve görür gibi ve şüphe getirmeyecek bir derecede anlıyabilr.

Nasıl biliriz ki; göz varsa, gözü ve gözün gördüğünü gören vardır ? Şöyle ki göz bir penceredir. İnsan bu pencereyle yaşadığı alemi temaşa eder, seyreder. İnsan bu pencereyi ya diyecekki benim malımdır; o halde onun bütün tasarrufunu da elinde bulundurmak icap edecek. Gözün ihtiyacı olan her şeyi kendi karşılayabilecek güç kuvvet ve iradesi olacak. Ve bunları tasarlayabilecek ilmi olması icap eder. Yıllarını göz üzerinde ihtisas yaparak geçiren, bir profesör dahi olsa sıfırdan göz icad edip yapabiliyor mu ? Ki profesörün yapamadığını sıradan bir insan yapabilsin ve gözü sahiplensin. Hem gözü yapmakla da iş bitmiş olmuyor. Bu gözü tercih eden Zat, o kadar her şeyi tabiri caizse ince bir elekle elemiş ki, gözü verdiği gibi o gözün ihtiyaç duyacağı görme özelliğini de vermiş ve görebileceği güzellikleri de yaratmış. Göz olsa göreceği bir alem olmasa, elbette hikmet olmaz, abes olurdu.

Kulağı Yaratan, sesi Yaratanla aynı Zat olmalıdır. Çünkü kulağın hikmeti işitmektir. O halde bir kulağı kim Yaratmış ise, dünyadaki bütün kulakları O yaratmış olması icap eder ve bununla da kalmaz, bütün kulağın işittiği sesleri de Onun yaratması icap eder. Çünkü kulaktan maksat işitmektir.

Diğer bütün sıfatlarımız da bunun gibi kıyas edilebilir. Hepsinin sonunda insan anlıyacak ki, bunlar kendisine sadece bir mihenk olarak Rabbini bilsin diye verilmiş, Rabbimizin isim ve sıfatlarının zayıf birer gölgeleri veyahut tecellileridir.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 34 - Kesretten Vahdete Deliller

[NOT]
Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlâhiye, bir ehadiyet-i Rabbâniye ve sıfât-ı seb'aca mânevî bir sima-i Rahmânî ve temerküz-ü esmâî ve "İyyake Na'budu ve İyyake Nestaiyn" -2- deki hitaba muhatap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder.



2- Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz. Fatiha Sûresi: 1:5.
[/NOT]



Tevhid nazarıyla bakılınca; bir ağacı oluşturan unsurlar nasıl yaprak,dal,kök,gövde vs.kısımları ise; birliğe giden mesafeler de aynen bu unsurlar gibi Tekliğe ayna olurlar.Bir tohumun toprağın dibindeki isteneni onun ağaç olup filizlenp meyve vermesidir.Bu sebeple "Bismillah" ile çatlatılır tohum...

Rabbin birliğinin tecellilerini ; tedbir ve terbiyesi ile görmeye gelmiştir görevleriyle...


Yukarıdaki ağaç örneğini insan olarak da alabiliriz.Ağacın dalı,yaprağı hilkatin meyveleri hükmünde olup
şahsiyet-i İlâhiye'ye iletiyor birer birer ,ayrı gibi gözükse de( ehadiyeti Rabbaniye ) büyük bir bütüne yani birliğe ismi ve sıfatları ile bildiriyor (sıfat-ı seb'aca ).

Ki insan da bir ağaç gibi hayat sahibidir.İnsanın da ayrı ayrı vazifeli azaları hepsinin çalışmasıyla bir hayat sahibi unsurunu taşıtması gibi...

Tek tek bakıldığında ayrı vazifelerde tek bir amaca hizmet eden azaları gören,hisseden kainatın ortak duasına iştirak ederek ;

Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.

Niyazında bulunur.




[NOT]Yoksa, o şahsiyet, o ehadiyet, o sima, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nispetinde genişlenir, dağılır, gizlenir; ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür.

Çünkü azamet-i Kibriyâ perde olur; herkesin kalbi göremez.
[/NOT]

Aksi olursa ; maddi veya manevi eserlerde farklı bir bakış,düşünce yeşerirse filizlenmeden ölen,çürüyen bir tohum gibi toprağın dibinde kaybolur.

Esbab nazarında bakmak demek sebeblere anlam yüklemektir.Oysa Yüce Allah (c.c) sebebleri perde yapmış.

Perdenin ardında Yaptıran Eli düşündürten Tevhid sırrıdır.

Ancak ,kalblerini Allah'tan başka ilah yoktur zikriyle yaşayan ve yaşatan kalpler bu durumdan müstesnadır.

Bunu dileyen ve yaptıran Allah...



 
Son düzenleme:

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 34 - Kesretten Vahdete Deliller

[NOT]Hem o cüz’î zîhayatlarda pek zahir bir surette anlaşılır ki, onun Sânii onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar.

Adeta, o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir Zâtın mânevî bir teşahhusu, bir taayyünü, imana görünür.[/NOT]

Cüzi hayatlarda ise bariz olarak görülür ve anlaşılır ki; herşeyi sanatla yaratan Allah küçük dahi görünen bütün yaşamların ihtiyaçlarına cevap verir.


Ve o sanatlı yaratılışının ardında görünen Zat'ın Varlığına ismen ve sıfatlarıyla tercüman olur.

Ancak Herşeye Hakim olan birşeye de hakim olabilir.




[TAVSIYE]Evet, herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise, ma’neviyatı göremez.

Muhakemat
[/TAVSIYE]



 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 34 - Kesretten Vahdete Deliller

[NOT]Hem esmânın nakışları ve cilveleri insanda var; onlarla o kudsî mânâlara şehadet eder.

Hem insan zaafıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık edip, yine zaafına, fakrına merhamet eden ve medet veren Zâtın kudretine, ilmine, iradesine ve hâkezâ, sair evsafına şehadet eder.[/NOT]

Allah bütün isimlerini insanda tecelli ettirmiş, adeta her bir ismini insanda nakış nakış dokumuş. Bu cihetle insan bu vasıfları kendi haiz olmadığından sahibine şehadet ediyor. Bununla birlikte insan “her şey zıddıyla bilinir” sırrınca acziyetiyle, fakrıyla, cehaletiyle, ihtiyaçlarının sonsuz oluşu ile de Allah’ın sonsuz Kudretine, İlmine, Rahimiyetine, Keremine vs. isimlerine ayinedarlık ediyor.

[NOT]Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtat ve hayvânâtı, bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebâtî ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye musahhar eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış.


On Dördüncü lem'anın İkinci Makamı[/NOT]



[NOT]İşte, daire-i kesretin müntehâsında ve en dağınık cüz’iyâtında, sırr-ı vahdetle bin bir esmâ-i İlâhiye, zîhayat denilen küçücük mektuplarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni-i Hakîm, zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.[/NOT]

Allah isimlerini merkez yapmak için hayatı ve hayat sahiplerini seçmiş. Çünkü bir şeye hayat girdiği zaman kainatla alakadarlığı artıyor. Dolayısı ile üzerindeki tecelliyatta artıyor. Mesela bir dağ büyüklüğü ile birlikte, hayatı, aklı ve şuuru olmadığı için sadece bulunduğu alanla alakadardır. Dağdan katbekat küçük olan arı ise, hayattar olduğundan daha geniş bir alanla alakadardır. Ve bilhassa insan hayatı, iradesi, aklı ve sınır konulmayan hisleri ile bu dünya ile alakadar olduğu gibi, baki alemlerle de alakadardır. İşte hayatın ehemmiyetindendir ki, Allah hayat sahibi varlıkları çok fazla yaratıyor. Özellikle de küçücük hayat sahiplerini, sinekleri, böcekleri çok yaratıyor ki, onların muvaffakiyetleriyle, hal ve hareketleriyle, insan onların kendi kendine, tesadüfen hareket etmediklerini anlasın, o küçücük canlılarda da ehadiyetin tecellilerini görebilsin.


[NOT]Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukulü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor. Ve her parlak şey, güneşi bütün sıfâtıyla, kabiliyetine göre gösterdiği gibi, güneşin ziya ve hararet ve ziyadaki elvân-ı seb’a gibi keyfiyatlarının herbirisi dahi umum mukabilindeki şeyleri ihata ediyor.

Öyle de, [SUP]1[/SUP] وَ ِللهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى temsilde hata olmasın, ehadiyet ve samediyet-i İlâhiye, herbir şeyde, hususan zîhayatta, hususan insanın mahiyet âyinesinde bütün esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi, vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcudatla alâkadar herbir ismi, bütün mevcudatı ihata ediyor. İşte, vâhidiyet içinde ukulü boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdesi unutmamak için, daima vâhidiyetteki sikke-i ehadiyeti nazara veriyor ki, o sikkenin üç mühim ukdesini irâe eden, Bismillâhirrahmânirrahîm’dir.

[SUP]1[/SUP] : “En yüce sıfatlar Allah’a aittir.” Nahl Sûresi, 16:60.


On Dördüncü Lem'anın İkinci Makamı[/NOT]
 
Son düzenleme:

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 34 - Kesretten Vahdete Deliller

[NOT]
Ve bilhassa zîhayattan insanın mahlukıyeti arkasında gayet aşikâr bir tarzda o manevî teşahhus, o kudsî taayyün sırr-ı tevhid ile, imanla müşahede olunur.

Çünki o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem' ve basar gibi manaların hem nümuneleri insanda var; o nümuneler ile onlara işaret eder.

Çünki meselâ, gözü veren zât, hem gözü görür, hem ince bir mana olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar.

Hem kulağı veren zât, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.


[/NOT]


[BILGI]
Teşahhus ve taayün, kelime olarak somutlaşmak ve belirgin halde olmak anlamına gelir. İnsan, somut ve belirgin olan şeyleri anlamak ve ona itaat etmekte zorluk çekmez.Mesela; bir polis, bir adamı, sürekli bir şekilde takip etse ve her yerde o adamın ensesinde nefesini hissettirse, o adam suç ve kabahat işleyemez.

Zira o polis, somut ve belirgin bir şekilde o adamın yanında hazır ve nazır duruyor, bu da o adam üstünde müthiş bir baskı ve kontrol oluşturuyor. Ama polis mücerret ve müphem olarak, yani soyut ve belirsiz bir şekilde adamı takip etse ve adam da bunu fark etmese, her kabahat ve suçu işleyebilir.

İşte kuvvetli iman ve tevhit, Allah’ın insan üzerindeki kontrol ve terbiyesini ve onun huzurunda olduğunu somut ve belirgin hale getiriyor. Tabiri caiz ise; Allah’ın nefesinin ensemizde olduğunu bize gösteriyor. Teşahhus ve taayyün, sanki, Allah elimi uzatsam dokunacak bir mesafede gibi beni murakabe ediyor, demektir.
İşte insana bu hissi veren, tevhit ve imandaki ehadiyettir. Yani; Allah nasıl vahidiyet noktasından, her şeyin yanında hazır ve nazır ise, ehadiyet noktasından da her ferdin ve cüz'ün yanında, adete somut ve belirgin bir şahıs gibi, bir polis gibi, hazır ve nazırdır.

Ayet ve hadislerdeki teşbih de bu manaya işaret eder. İnsanın aleminde, Allah’ın Rububiyet ve Uluhiyeti teşbihi ifadeler ile somut ve belirgin hale getiriliyor.
Bir noktaya dikkat etmek gerekir ki, o da; Allah’ı mahlukata ve somut şeylere benzetmemektir. Burada teşahhus ve taayün eden, somut ve belirgin hale gelen Allah’ın Zatı değil, Rububiyet ve sıfatlarının tecelliyatıdır.


Sorularla Risale
[/BILGI]
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 34 - Kesretten Vahdete Deliller

Teşahhus ve taayün, kelime olarak somutlaşmak ve belirgin halde olmak anlamına gelir. İnsan, somut ve belirgin olan şeyleri anlamak ve ona itaat etmekte zorluk çekmez.Mesela; bir polis, bir adamı, sürekli bir şekilde takip etse ve her yerde o adamın ensesinde nefesini hissettirse, o adam suç ve kabahat işleyemez.

Zira o polis, somut ve belirgin bir şekilde o adamın yanında hazır ve nazır duruyor, bu da o adam üstünde müthiş bir baskı ve kontrol oluşturuyor. Ama polis mücerret ve müphem olarak, yani soyut ve belirsiz bir şekilde adamı takip etse ve adam da bunu fark etmese, her kabahat ve suçu işleyebilir.

İşte kuvvetli iman ve tevhit, Allah’ın insan üzerindeki kontrol ve terbiyesini ve onun huzurunda olduğunu somut ve belirgin hale getiriyor. Tabiri caiz ise; Allah’ın nefesinin ensemizde olduğunu bize gösteriyor. Teşahhus ve taayyün, sanki, Allah elimi uzatsam dokunacak bir mesafede gibi beni murakabe ediyor, demektir.
İşte insana bu hissi veren, tevhit ve imandaki ehadiyettir. Yani; Allah nasıl vahidiyet noktasından, her şeyin yanında hazır ve nazır ise, ehadiyet noktasından da her ferdin ve cüz'ün yanında, adete somut ve belirgin bir şahıs gibi, bir polis gibi, hazır ve nazırdır.


Sorularla Risale




Allah razı olsun ASHAB kardeşim. Tevhid hakikatini anlamanın insanın hayatına direkt bir alakası var. Verilen örnek çok yerinde olmuş. Bunu teyid eden bir kısmı paylaşmak isterim.

Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Yirmi Üçüncü Söz

Demek ki kamil mü'min olabilmenin, her halikarda teslimiyetin yolu, en başta iman ve tevhidden geçiyor. Rabbinin varlığını her an hisseden bir insan nasıl günahlarda ısrar edebilir ve hatta nasıl günaha yönelebilir ? Allah cc. daha çok anlamayı ve yaşamayı nasib etsin cümlemize. Amin.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 34 - Kesretten Vahdete Deliller

Ecmain Olsun Ağabeyim.


Demin okuduğum bir haberi bu dersin seyrine farklı bir bakış getirmesi adına paylaşmak istiyorum.


[NOT]

527777_443161932380311_179407708755736_1604821_363485073_n.jpg


Dünyanın en önemli genetik uzmanlarından biri olan ve sekiz yıl önce insan DNA'sının şifresini çözen bilim adamı Dr.Francis Collins, Allah'a iman ettiğini açıkladı. Collins yaptığı büyük buluşun ardından, Allah'ın varlığını anlattığı kitabını kaleme aldı.

Yakında piyasaya çıkacak kitabıyla ilgili İngiliz Time dergisine konuşan 56 yaşındaki Collins, 30 yıl öncesine kadar ateist olduğunu ancak artık Allah'a inandığını söyleyerek,

“Allah'ın var olduğuna dair rasyonel bir temel var ve bilimsel gelişmeler insanı Allah'a daha da yaklaştırıyor. Laboratuvarda çalışırken Allah'ı hissettim. Kesinlikle bizden daha büyük bir güç var ve ben O'na nanıyorum. DNA'nın şifresini çözmek beni Allah'a biraz dahayakınlaştırdı. Hastalıktan kurtulan insanlar gördüm. Bilim onlardan umudunu kesmişti. Ama mucizevi olarak hayata döndüklerini gördüm. Bu da Allah'ın işidir.” açıklamalarında bulundu.

İnsan genini çözmenin kendisine Allah'ın eserini görme fırsatı verdiğini söyleyen Collins, “Önemli bir buluş yaptığınızda o bilimsel coşku anını yaşarsınız, çünkü onu araştırmış ve keşfetmişsinizdir. Keşfettiğim şey öyle bir şeydi ki, bu bilgiye daha önce hiçbir insan sahip olamamıştı. Fakat Allah onu herzaman biliyordu.” dedi.

Akıl ve vicdan sahibi her insan, DNA'daki müthiş kodlama sisteminin şuursuz atomlar tarafından kendiliğinden oluşamayacağını takdir edecektir. İnsan vücudunda trilyonlarca hücrenin her birinde kesintisiz işleyen sistemler, insana Allah'ın sonsuz aklını, ilmini, gücünü, yaratışındaki sonsuz mükemmelliği göstermektedir.


[/NOT]
İnşaAllah müslüman da olur.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 34 - Kesretten Vahdete Deliller

[NOT]
Hem esmânın nakışları ve cilveleri insanda var; onlarla o kudsî mânâlara şehadet eder.




[/NOT]

İnsan kainatın en küçük numunesi..Kainatın her zerresinde nasıl Allahın mührü,imzaları gözüküyor ise insanda da Cenab-ı Hak tecelli etmiştir.Ve hepsi ehadiyet sırrı ile Allahın Tekliğine şehadet eder.Görevleriyle...İtaatleriyle..İnsan herşeye hakim değildir.Kısmi verilen kısmında irade ile akla kapı açması düşündürtülen insan da şehadet eden tüm azalarına ve hücrelerinin hakkını çiğnememelidir.


[NOT]
Hem insan zaafıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda aynadarlık edip, yine zaafına, fakrına merhamet eden ve medet veren Zâtın kudretine, ilmine, iradesine ve hâkezâ, sair evsafına şehadet eder.

[/NOT]

Acizliğinde Rabbine sığınan insan en küçükten en büyüğüne kadar Kudretiyle,Rahmetiyle,Adl olan Hakimiyete ilticasının bizzat da şehadet halidir.Herşeye gücü yeten Bir Allah...deme halidir kavli olarak ki şehadettir bu da ...


[NOT]
İşte, daire-i kesretin müntehâsında ve en dağınık cüz'iyâtında, sırr-ı vahdetle bin bir esmâ-i İlâhiye, zîhayat denilen küçücük mektuplarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni-i Hakîm, zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.

[/NOT]

Dairenin her çizgisinde,her halkasında Allah'ın birliğine giden kör göze dahi görünen,işitmeyen kulağa dahi işittiren Tevhid Eserleri pırıl pırıl yansımaktadır.

Rabbim Bizlere herdaim Allah yolunda verilen herşeyi yine O'nun yolunda O'nun dilediği gibi harcamamızı ve Teslim etmemizi nasip eylesin...


 
Üst