Risale-i Nur'u Sadeleştirmemek İçin Çok Sebep Var..

Huseyni

Müdavim
Esselamün aleyküm.

Zaman zaman gündeme gelen ve bilhassa şu dönemlerde Nur camiasının gündemi olan, Risale-i Nur'u sadeleştirme yanılgısına düşenlere ve bu konuda şüpheye düşen kardeşlerimize cevap olması için, böyle bir konu açma gereksinimi duydum. Risale-i Nur'u sadeleştirmek için tutarsız birkaç bahane ileri sürenlere, sadeleştirmenin bir yanılgı ve talihsizlik olduğunu koyan makale yazılarını, bu başlık altında toplamaya çalışacağım. Allah cc. Risale-i Nur'un bugünlere kadar orjinal şekilde gelmesine vesile olan tüm kullarından ebeden razı olsun ve bizlere de Risale-i Nur'a hakkıyla talebe olmak nasib eylesin, amin.

İlk alıntıyı da yine Risale-i Nur'un kendisinden yapalım.


[NOT]Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazîfeleri, ulûm-u îmâniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve îzâhlarıdır veya tanzimleridir.

Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmâniyedeki fetvâ vazîfesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve îzâh haricinde birşey yazsa, soğuk bir muâraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nûr eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü’l-a’mâl kâidesiyle, herbirimiz bir vazîfe deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.

Yirmi Dokuzuncu Mektup[/NOT]
 

Huseyni

Müdavim
[DIKKAT] Risalelerin Sadeleştirilmesi

Risaleler neden günümüz Türkçesine çevrilerek gençliğin istifadesine sunulmuyor?
Çeviri hiç bir zaman aslının yerini tutamayacağını da biliyorum, aslı kalmalı.
Fakat anlaşılması için de böyle bir çalışma gerekmiyor mu?[/DIKKAT]

Discussion.png
Cevap


Sizin de 'aslı kalmalı' derken temas ettiğiniz gibi, günümüzün kasden fakirleştirilmiş Türkçesi ile yapılacak bir sadeleştirme Risale-i Nur gibi bir şahesere büyük zararlar verir. Manalar uçar, edebi zenginliği söner, müeellif hazretlerinin üsluba yansıyan ihlası ve orjinalindeki tesir kuvveti zedelenir.

Bununla beraber Üstad Hazretleri şerh ve izahlar yapılmasına da müsaade etmiştir. 29. Mektubun 6. Kısmında şöyle söyler:


[NOT]"vazifeleri ulûm-u imaniye (iman ilimleri) cihetinde yalnız yazılan şu Sözler'in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir."[/NOT]


Risalelerin, yapılan şerh ve açıklamalarla anlaşılmasına çalışan bazı kitaplar piyasada vardır. Bu çalışmalar henüz yeteri kadar olmasa da ileride yapılacak daha güzel ve çeşitli çalışmalar için bir başlangıç sayılabilir.

Şerh ve izah yolu mümkün olduğuna göre, bundan fazlasını istemenin zarardan başka faydası olamaz.

Ayrıca, memleketin her tarafında yapılan Nur dersleri ile yine Risale-i Nur'ların izahları yapılmakta ve katılanlar en büyük istifadeyi bu derslerle elde etmektedirler. Hem zamanla risalelerin diline aşinalık kazanarak, kendi başlarına istifade edebilecek bir seviye kazanmaktadırlar.

Son olarak şuna da temas etmeliyiz: Risale-i Nur bu milletin yıkılmaya çalışılan bütün değerlerini korumaktadır. Dinini, imanını koruduğu gibi, yazısını da dilini de korumaktadır. Risale-i Nur'un sahip olduğu çok zengin Türkçe'den istifade etmek ve dilimizi zenginleştirmek imkânı varken tersini yapmak, yani Risale-i Nur'un dilini fakirleştirmek çok büyük bir hata olur. Bu gün bu imkân sayesinde, cemiyetimizde milyonlarca insan Risale-i Nur'un zengin dilini anlar ve kullanır bir durumda olması da aslının korunmasının ne kadar mühim olduğunu göstermektedir.


Risale Online - Soru Cevap - Risalelerin Sadeleştirilmesi
 

Huseyni

Müdavim

Sadeleştirme Adı Altında Eserlerdeki Zengin Muhtevayı Daraltmaya Kimin Ne Hakkı Var ?



Risâle-i Nur Külliyatı, Türkçe olarak yazılmış muhteşem bir ilim hazinesidir. Kur’ân’ın bu asra bakan meselelerine bu asrın insanlarının anlayacağı tarzda bir yorumdur.

Yirminci asrın başlarında dinsizlik fikirlerinin öne çıkmaya başladığı bir dünyada, bu düşünce sahiplerinin ileri sürdükleri iddialara karşı Kur’ân eczanesinden alınan etkili ilâçlar olarak ortaya çıkmışlardır. Bir asra yaklaşan bir zaman diliminde yüzlerce defa orijinal hâli ile basılmış, yüzbinler nüshası Anadolu’nun en ücra köşesine kadar ulaşmış ve okunmuştur.

Bir bahçeye giren, o bahçenin meyvelerinden boyunun yettiği kadar faydalanacaktır. Herkesin her şeyi anlaması gerekmediği gibi, lâzım da değildir. İhtiyacını karşılıyorsa yeterlidir. Bu Külliyat, her insanın inanç noktasındaki ihtiyacını karşılayacak kadar herkes tarafından anlaşılmıştır. Milyonların bu kitapları okumaya devam etmesi bu gerçeği ortaya koymaktadır. Hâl böyle iken bunları sadeleştirme adı altında değişikliğe uğratmak büyük bir hatadır. Yapılan sadeleştirme adı altındaki değişiklik, yapan kişinin oradan ne anladığını ifade etmektedir. Başkası onu daha farklı anlayıp yorumlayabilecektir. Sadeleştirme adı altında yapılan şey, zihinlere kendi anlayışı doğrultusunda bir gem vurma anlamına gelecektir. Bu, bir fikrî inhisardır.

Bugün kelimelerin anlamları ile sınırlı bir sadeleştirme gibi gözükse de, ilerleyen zamanlarda iş yoruma dönecek, aslından uzaklaşmalar meydana gelecek, geri dönüp baktığında aslı ile bağlantı kuramayacak hâle gelecektir. Bu hareket kıyıdan kıyıdan karşıya geçme hareketi olacaktır.

Bir sözün etkisi sadece anlaşılması ile sınırlı değildir. Bir sözün güzelliği, etkili olması dört kaynağa dayanmaktadır:

1- Kim söylemiş?

2- Kime söylemiş?

3- Hangi maksat için söylenmiş?

4- Hangi makamda söylenmiş?

“Meselâ, bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle, bir neferin arş sözü arasında ne kadar fark vardır. Birincisi, koca bir orduyu harekete getirir; aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez.” (Sözler, s. 710)

Risâle-i Nur’un gönüller üzerindeki etkisi dikkate alındığında bu özelliklerin göz ardı edilmemesi gerekir. Sadeleştirmelerin bu ihlâsı ve gönüller üzerindeki etkiyi sağlaması ne kadar mümkün olacaktır? Milyonları arkasından sürükleyen bir eser, bir defa okunup anlaşıldı zannedilerek bir kenara atılacak hâle gelmesin. Eğer sonuç böyle çıkacak olursa, bu durum kişiyi büyük bir sorumluluk altına atacaktır. Bunun vebaline katlanmak kolay olmasa gerektir.

Deniyor ki; Kur’ân çeşitli dillere çevriliyor, anlaşılması için çaba harcanıyor. Niçin Risâle-i Nur’un anlaşılması için bu sadeleştirme yapılamasın?

Kur’ân’a yapılan tefsirler, onu yapan kişinin Kur’ân’dan anladıklarıdır. Meâller ve yorumlardır. Kur’ân’ın aslı yerinde durmaktadır. Çabalar, Kur’ân’ı yorumlamak üzerine yapılmaktadır. Bunlar güzel gayretlerdir. Hiçbir müfessir, “Kur’ân’ın anlamı sadece bu benim yazdıklarımdan ibarettir” diye bir iddiada bulunmamıştır. Bulunamaz da. “Benim anladığım budur” demiştir. Risâlelerin sadeleştirilmesi ile bu çabalar arasında hiçbir ilgi ve benzerlik yoktur.

“Risâle-i Nur’un başka dillere çevrilmesi esnasında cümle yapısı bozulmaktadır, buna kimse bir şey demiyor. Neden Türkçe aslında bu yapılınca yanlış oluyor?” iddiası ise sadeleştirmeye mazeret ve dayanak olamaz. Çünkü başka bir dile çeviri, aslı değildir. Aslına en yakın ifadelerle diğer dile aktarmadır. Tercümeler aslının aynısı olamaz. Olsa olsa yakın bir mânâ aktarmasıdır. Karşıdakinin en iyi şekilde anlamasını sağlayacak bir meâl aktarımıdır. Buna en güzel örnek, İstiklâl Marşı’nın Arapça tercümesidir. Bizzat yazarı tarafından yapıldığı halde, Türkçe yazılan ondan çok daha güzel ve etkilidir. Bir başkasının yapacağı çeviri bunun kadar bile olamaz.

Bir eser üzerinde yazarının izni olmadan bir başkasının tasarrufta bulunması, en azından yazara saygısızlıktır. Yazdığı esere saygısızlıktır. Yazarına rağmen eseri üzerinde yapılacak bir tasarruf, eksik veya fazlalık, büyük bir haksızlıktır. Hakka saygısı olan bunu yapamaz.

Bu eserler müellifin sağlığında basılmıştır. Eğer böyle bir ihtiyaç görseydi, kendisi bu düzeltmeleri yapardı. Onun yapmadığını yapmaya kalkmak, eserin müellifine saygısızlık olur. Kraldan fazla kralcı olmaya gerek yoktur. “Risâle-i Nur’da, müstesnâ bir edebiyat ve belâgat ve îcâz, nazîrsiz, câzib ve orijinal bir üslûp vardır. Evet, Bediüzzaman zâtına mahsus bir üslûba mâliktir. Onun üslûbu, başka üslûplarla muvâzene ve mukayese edilemez. Eserlerin bâzı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üslûplara nazaran pek münâsip düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte, bir îmâ veya ince bir mânâ veya hikmet vardır. Ve o beyân tarzı, oraya tam muvâfıktır.” (Sözler, s. 717)

İstifadeyi kolaylaştırmak üzere sayfaların kenarlarına sözlükler ilâve edilmiştir. Maksat, eğer istifade etmek ise, bu istifade etmeye yeterlidir. Sadece bu bile sadeleştirmeye ihtiyaç olmadığını göstermeye yetecektir. Sadeleştirme adı altında eserlerdeki zengin muhtevayı daraltmaya kimin ne hakkı var?


Ali SARIKAYA

Yeni Asya İnternational » Risâle-i Nur
 

Huseyni

Müdavim

VE “SADELEŞTİRME” VÂHİM HATASI…



Ve bu vartalı vetirede, başka vâhim hatanın yapılmış. Bediüzzaman’ın, Hz Ali’nin Celcelûteye Kasidesi, Mevlânâ’nın Mesnevî-i Şerîf’i ve Abdülkadir-i Geylânî’nin Fütûh’ül Gaybı eserleri gibi, “doğrudan doğruya menbâ-ı vahy (vahyin kaynağı) olan Zât-ı Pâk-ı Risâletin mânevî ilham ve telkinatı” ve Kur’ân hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyân ve ispat ve izâh eden, Kur’ân’ın kuvvetli bir tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı”, (Tarihçe-i Hayat, 522, 59; Şuâlar, 590) sanki “anlaşılmıyormuş” gibi sözde “anlaşılır kılma” gerekçesiyle “sadeleştirme”ye yeltenilmiş.

Bediüzzaman’ın Risâleler için açıkça dile getirdiği, “büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tedkikin sa’y (çalışma) ve gayretiyle yapılmayan bir tarzda te’lifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risâlelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor” gerçeğine karşı, “sadeleştirme” perdesinde asliyetinden koparılması teşebbüsüne cür’et edilmiş.

Halbuki Bediüzzaman’ın, “Kur’ân’ın emsâlsiz bir tefsîri” olan Risâle-i Nur’u sadeleştirmeye asla râzı olmamasının çok hikmetleri var. (Konferans, 56) Risâle-i Nur’un sadeleştirilemeyeceği, sebep ve hikmetleriyle bizzat Bediüzzaman çeşitli eserlerinde yazmış ve yakın talebelerine ifâde etmiş.

“Risâle-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-ı îmaniyye ve Kur’âniyyeyi hatta en muannide karşı dahi parlak bir sûrette isbatı, çok kuvvetli bir işâret-i gaybiyye ve bir inâyet-i İlâhiyyedir. Çünkü hakaik-i îmaniyye ve Kur’âniyye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dahî telâkki edilen İbn-i Sina, fehminde (anlamakta) aczini itiraf etmiş, ‘Akıl buna yol bulamaz’ demiş. Onuncu Söz Risâlesi, o zâtın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.” (Mektûbat, 372)

“İşte (…) bu hârika teshilât (kolaylık) ve suhulet-i beyân (ifâdedeki ve açıklamadaki kolaylık) elbette bilâşüphe bir eser-i inâyettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerîm’in i’caz-ı manevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’âniyyenin bir temessülüdür ve in’ikâsıdır (yansımadısır.)” (Mektûbât, 373)

“Kur’ân’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki (Risâlelerdeki) hüner ve zarâfet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-ı Kur’âniyenin mübârek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki, öyle ister; ve bir dest-i gaybîdir ki (gaybî eldir ki), o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.” (Mektûbat, 383)

Neticede bunca açık ve kat’î hakikate karşı, “sadeleştirme” perdesinde “Kur’ân’ın parlak bir tefsiri” Risâle-i Nur’u tağyire teşebbüs, hangi saikle olursa olsun, fevkalâde vâhim bir hata olduğu ortaya çıkıyor.



Cevher İLHAN
Musîbetlerin mânevî mâverası ve
 

Huseyni

Müdavim

“MÜSTESNÂ EDEBİYAT VE BELÂGAT”



En evvel, “Risâle-i Nur, Kur’ân’ın feyzine dayanan sünûhât (kalbe doğan bilgiler) ve ilhamât ile (gelen ilhamla) telif edilmiş.

Bu açıdan Bediüzzaman’ın “Risâle-i Nur’un çok eski, çok sâdık ve çok fedakâr bir talebesi merhum Halil İbrahim”in lâhikaya aldığı ve “Haza min fadli Rabbî” diye tasdik ve takdir ettiği mektubundaki, “Şu devrede Türk lisânının sadmeler geçirmesine bakılırsa, Risâle-i Nur, Türkçede, lisan üzerinde de imam olacağına; yâni yarın hâlis Türkçe olan Risâle-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terk edeceklerine dair işâret-i Kur’âniyedendir demiş olsam hatâ etmemiş olurum zannederim” tesbiti fevkalâde ehemmiyetlidir. (Emirdağ Lâhikası, 86-87)

Bunun içindir ki, “...Âyet, Risâle-i Nur’un Türkçe olmasını tahsin eder.” “…Risâle-i Nur’u, efrâdı içinde hususî bir iltifatla dahil edip, lisân-ı Kur’ân olan Arâbî olmayarak, Türkçe olmasını takdir eder.” (Şuâlar, 625)

Bunun içindir ki, “mekteb-i fünunda ve ulûm-u İslâmiyede gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi”, ehemmiyetli mektubunda, “Ey Risâle-i Nur! Senin, Kur’ân-ı Kerîm’in nurlarından ve mu’cizelerinden geldiğine, Hakkın ilhamı, Hakkın dili olup, O’nun emri ve O’nun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına artık şek şüphe yok. (…) Yüzündeki fesâhat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görülmüyor” diye hitap eder. (Konferans, 83- 88)

Yine bunun içindir ki, Risâle-i Nur’daki hakikatlerin, doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden ilham olunan zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikatler olduğunu beyân eden Bediüzzaman, “Risâle-i Nûr’un letâfet-i aslîyesi muhâfaza edilmeli” esasını tembihler.

Çünkü “Nur Risâlelerinde, müstesnâ bir edebiyat ve belâgat ve îcâz, nazîrsiz, câzib ve orijinal bir üslûp vardır. Evet, Bediüzzaman zâtına mahsus bir üslûba mâliktir. Onun üslûbu, başka üslûplarla muvâzene ve mukayese edilemez.” (Sözler, 717)


Cevher İLHAN
Musîbetlerin mânevî mâverası ve
 

Huseyni

Müdavim

“KİMİN HADDİ VAR Kİ, BİR KELİMESİNE İTİRAZDA BULUNSUN!”



Nur Risâleleri, “sair telifat gibi ulûm ve fünundan (fenlerden) ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka merciî yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.” (Şuâlar, 612)

Bundandır ki “Risâle-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabiliyor.” Şüphesiz, Risâle-i Nur’un icra ettiği bu muazzam tesirin en mühim bir sebebi de, nur-u imân, feyz-i Kur’ân, lütf-u Rahman’ın medet ve inâyetiyle ihsân olunan lisânındaki intizamkârane ve îcazdârâne vaziyet-i fıtriyesidir.” (Emirdağ Lâhikası, 85)

“Risâle-i Nûr âhize (alıcı) ve nâkile (nakledici, verici) ile mücehhez bir radyo-yu Kur’âniyedir ki, onun satırları, kelimeleri ve harfleri, tel, lâmba, ayna ve bataryaları hükmüne geçmiştir.” (Emirdağ Lâhikası, 85) Kimin haddine düşmüş ki, bu “bast”ı, ibâreleri, tertip ve tanzimi bozsun!

Onun için Bediüzzaman’ın talebesi Hüsrev Altınbaşak, “Kimin haddi var ki Risâlelerin birisine el uzatsın veyahut bir sahifesine dil uzatsın. Veyahut bir cümlesini tenkit etsin. Veyahut bir kelimesine, hatta bir harfine ve belki bir noktasına itirazda bulunsun…” diye yazar. (Barla Lâhikası, Envar, 353) Bediüzzaman’ın “birinci talebesi” İbrahim Hulûsî, “Onun için bir harfe dokunmayı azîm bir günâh işliyorum telâkkî ediyorum” diye sakındırır. (Barla Lâhikası, 51)


Cevher İLHAN
Musîbetlerin mânevî mâverası ve

 

Huseyni

Müdavim

MÜELLİFE, ESERİN HAKKINA VE HUKUKUNA HÜRMETSİZLİK


Aslında, 1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi’nin gençler için “Risâlelerin biraz sadeleştirilmesi”ne dair mektubuna, Bediüzzaman’ın cevabı, “sadeleştirme”nin ciddî mahzurlarını âdeta özetler: “Nur’un metni, izâha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münâsibdir. Çünkü metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lâzım gelir. Hem sû-i istimale kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik müdakkik olmaz, yanlış bir mânâ verir, bir kelime ilâve eder, ehemmiyetli bir hakikati kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilâveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifâdem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teennî ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var...” (Emirdağ Lâhikası, elyazma, 661)

Risâlelerin lisân ve üslûbundaki sadelik, akıcılık, açıklık, çekicilik, izâh ve tatlılık kendine hastır. Cemil Meriç, “Her eser kendi lisânıyla doğar; Risâle-i Nur’un dili Kur’ânî ve İslâmî bir lisândır. Risâle-i Nur’u anlamaya çalışmak bize nasip olacak en büyük mükâfattır” der. Ve Bediüzzaman’ın beyânıyla, “şahsın uslûb-u beyânı, şahsın timsâl-i şahsiyetidir.” (Muhakemât, 84) Ki Bediüzzaman, “...Başkasının tashîhine katiyen râzı olamıyorum. Zirâ külâhıma püskül takmak gibi, başkasının sözü, sözlerimle hiç münâsebet ve ülfet peydâ etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder” diye bunu açıkça belirtir. (Münâzarât, 17)

Kaldı ki, eser sahibinin yapmadığını yapmak, kesinlikle sakındırdığı sadeleştirmeye kalkışmak, her şeyden önce hayatında eserine son şeklini veren “Bize mânen izin verilmedi” diyen ve “kendisinin bile kalem karıştırmaya hakkı olmadığını” bildiren, müellife saygısızlıktır. Sonra, esere, te’lif hakkına ve hukukuna hürmetsizliktir…

Dahası, Bediüzzaman’ın, “en tehlikelisi de odur ki” dediği, bir kısım “mühim ehl-i ilim”in, “enâniyet–i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin (Risâlelerin) kıymetlerinin tenzilini arzu eder–tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın” ikazı kapsamına girer. (Mektûbat, 413)

Hatta “Dost sûretine girerek, bazen talebe şekline girerek, derler ve dedirtirler” ki cümlesiyle başlayan tahrifatlara ve “kandırılışlar”a âlet olunmasını mevzubahis eder. (Tarihçe-i Hayat, 599) “Sizin berâetiniz ve mânen galebeniz zâlimleri şaşırttı; cepheyi, burada değiştirdiler. Düşmanâne taaaruzdan vazgeçip, dostâne hulûl edip (sızıp) has talebeleri Risâle-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için…” yaptırılan ifsadları sözkonusu eder. (Kastamonu Lâhikası, 109)


Cevher İLHAN
Musîbetlerin mânevî mâverası ve

 

Huseyni

Müdavim

“RİSÂLE-İ NUR’A İLİŞİLDİĞİNDEN…”



Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’a ilişilmesi Kur’ânî mânâya göre tahlilini yapan Bediüzzaman, bir lâhika mektubunda, “Bu vatanın belâlardan muhâfazası için kat’i bir vesile olan Risâle-i Nur’a ne vakit ilişilmişse, bir nev'î umumî korku başlıyor. (…) Medâr-ı ibrettir ki; burada Risâle-i Nur serbest okunup yazılırken -hilâf-ı adet- başta bu kış, yaz gibi gittiğini çok adamlardan işittim. Ne vakit bana ve Risâle-i Nur’a hücum edildi, yazdırılmadı, tâtil oldu; gâyet şiddetli bir kış başladığı gibi…” ifâdesi, “sadeleştirme” perdesinde bilerek veya bilmeyerek Risâle-i Nur’a ilişildiğinden, uzun “şiddetli kış” hüküm sürdü hakikatini hatırlatır. (Emirdağ Lâhikası, 24)

Bundandır ki, “ledûn ilmi”yle yazılan ve lisânen de Kur’ân’ın takdir ve tahsinine mazhar olan Kur’ân tefsirinin, ifâde, beyân, tanzim ve tertibindeki asliyetini, basit, günübirlik indî mülâhazalarla “sadeleştirme” paravanında tahrif etmeye, sıradanlaştırmaya, değiştirmeye, dönüştürmeye, bozmaya, başkalaştırmaya yeltenmek, felâkete, musîbete duçar eder.
Ve bu felâketler ve musîbetler, depremlerden sel baskınlarına, tsunamilereden tayfunlara, fırtınalardan kasırgalara, “kışın şiddetli hiddeti”yle şiddetli soğuklar olarak tecelli eder.

Yapılacak olan, ekser insanların hatasından gelen ve “ehl-i imânı uyandırmayı” hedef alan umumî musîbetlerden ders alıp, musîbete ve İlâhî gadâba sebebiyet veren hatalardan vazgeçmektir.

Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “Sadakanın belâyı def etmesi gibi”, hatalardan dönmekle, yanlışlardan caymakla ve caydırmakla küllî bir sadaka nev’inde semâvî ve arzî belâların def’ine çalışmaktır.

“Cezâ-yı amel bir azap” olan musîbetlere karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyâz ve hazinâne yalvarmakla ve pek ciddî nedâmet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve Sünnet-i Seniyye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek ve duâ ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.” (Emirdağ Lâhikası, 32-33)

“İnsanların ekseri tevbe ve nedâmet ve istiğfar etmekle def olması”na duâ etmektir. Belâları, felâketleri, musîbetleri rahmete çevirmektir…


Cevher İLHAN
Musîbetlerin mânevî mâverası ve

29.02.2012
 

Huseyni

Müdavim

Sadeleştirme tahribatına karşı tedbir
03/02/2012


Mâlûm olduğu üzere Risale-i Nur’dan Lem’alar adlı eserin sadeleştirilmesi çok ciddi bir tepkiye neden oldu. Risale-i Nur’un dili üzerinde yapılmak istenen bu tahribat teşebbüsüne karşı, Nurlara gönül vermiş bir çok ehl-i kalem fikir beyanında bulundu.

Risale-i Nur’un sadeleştirilmesinin mümkün olmadığına dair edebî ve ilmî deliller ortaya koydular. Üstadın yakın talebelerinin de, Nurların sadeleştirilmesine karşı çıkan beyannameleri çok güzel bir açıklama oldu. Bu noktada elbette ki tepkiler devam edecek. Nurların diline ve hakikatlerine karşı yapılan bu tahribat teşebbüsü akim kalacaktır.

Peki bu tahribata karşı sadece tepki vermekle mi iktifa edeceğiz? Temel hizmet prensipleri müspet iman hizmeti çerçevesinde teşekkül etmiş olan Risale-i Nur mesleğinin ruhuna uygun daha güzel tedbirlerimiz yok mu?

Elbette ki var. Hem de mühim bir tedbirimiz var. O da şu: Okumak, okumak ve okumaktır. Nurlardaki hakikatler dem ve damarlarımıza karışıncaya dek okumak. His ve ruh dünyamız tamamen Nurlarla dolup taşıncaya kadar okumak. Akıl ve fikir midemiz tam olarak hakikatlerle doluncaya kadar okumak. Nurun hakikati gayr-i ihtiyarî nevinden lisanlarımıza yerleşinceye kadar okumak.


Ardından okutmak. Önce çevremize, ailemize, akrabalarımıza, yakınlarımıza ve dostlarımıza okutmak. Bilhassa ailemiz çok önemli. Evladımız, çocuğumuz, eşimiz, anne ve babamız, kardeşlerimiz… Nurlarda geçtiğine göre ailenizden, komşunuzdan üç-beş kişi bir araya gelip Nurlardan ders yapmak suretinde okumak bu zamanda talebe-i ulum şerefini kazandırır.

Diğer bir yöntem de Nurların okunduğu, Nurlardan izahların yapıldığı, Nurların müzakerelerinin terennüm edildiği mekânlara gitmek. Nur Dershaneleri diye tanımlanan mekânlara devam etmek ve burada meseleleri daha iyi anlayan ve anlatan kardeşlerden bilgiler alarak zihnimizi ve fikrimizi Nurun hakikatleri ile doldurmak.

Ve en önemlisi ise Nurlardan elde ettiğimiz bu hakikatleri yaşamak ve Nurlardan öğrendiğimiz kelime ve tabirleri içtimaî ve sosyal konumumuza göre günlük hayatımızda istimal etmek ve bu yolla güzel Türkçe’mizin zenginleşmesine katkıda bulunmaktır.

İşte mezkur faaliyetler ile sadeleştirmek adı altında yapılan dili fakirleştirme tahribatına karşı mühim bir tedbir almış oluruz. Zaten Risale-i Nur’un dili ağır değildir. Anlaşılması kolay, cümleler net, insan zihni ile hakikatler arasındaki mânâ bağı güçlü, kelime ve tabirler Türkçe ses uyumu noktasında akıcı ve berraktır. Problem kişinin kelime haznesinin yetersizliğidir. Bu gün dilimiz üzerinde öyle tahribatlar yapılmış ki, daha yüz sene öncesinde yazılan Safahat gibi eserleri bile anlamakta güçlük çekiyoruz. Bu da haliyle bir cemiyetin hafızasının silinmesine yol açıyor. Dikkat edilirse dil üzerinde yapılan tahribatların da esas maksadı budur: Geçmişle bağları kesmek. Yeni nesillerin zihinlerini tahriş edip, düşünme meleklerini sınırlandırmak.

Bu tür tahribatlara karşı Risale-i Nur zaten mühim bir set oluşturmuş. İnançlarımız üzerinde oynanmak istenen oyunları bozmuş ve cemiyetin imanını takviye etmiştir. Bir ölçüde güzel Türkçe’nin temel yapısını da muhafaza etmiştir. Bu açıdan Risale-i Nur’un dilimizin korunması yönünde de mühim bir vazifesi vardır.

Bizlere düşen en mühim vazife Risale-i Nur’u okuyup okutarak, öğrendiğimiz hakikatlerini cemiyet içinde yaşayıp yaşatarak, cümlelerde geçen kelime ve deyimleri günlük konuşmalarımızda kullanarak dilin tahribatına karşı ciddi bir set oluşturmaktır. Zaten şimdiye dek bu konuda mühim faaliyetler yapılıyor idi, en azından bizler bu faaliyetlere daha bir şevkle katılarak bu yönde hizmet etmiş oluruz.

Evet, o zaman haydi Risale okumaya!


Halil AKGÜNLER
Yeni Asya İnternational » Sadeleştirme tahribatına karşı tedbir
 

Huseyni

Müdavim

Risâle-i Nur’un Türkçeye tercümesi


Risâle-i Nur’un Türkçeye tercümesi Okuyucularımız bu meseleyi sadeleştirme olarak ifade ediyorlar. Fakat Risâle-i Nur Külliyatının “Lem’alar” isimli eserinin dilini, üslûbunu, icaz ve belâgatını sadeleştirenlerin savunmalarını okuduğumuzda görüyoruz ki, iyiniyetle bu yola girdiklerini söyleyenler, çalışmalarına emsal olarak tercümeyi göstermektedirler. Bilhassa külliyatın Avrupa dillerine çevirilerini delil göstererek olayın mantığını bir başka mecraya taşıyorlar. Bu hususa binaen meseleye sadeleştirme adesesinden ziyade tercüme zaviyesinden bakacağız.

Biliyoruz, bazılarımız “Tebeddül-ü esma ile hakikat değişmez” diyecek, tercüme ile sadeleştirmeyi aynı göreceklerdir. Fakat tercüme vadisinde konuşacaklarsa, müellifin ifadesiyle i’cazını doğrudan Kur’ân’dan alan ve kendi ihtiyarının dışında yazdırılan Risâle-i Nur’un Doğu ve Batı dillerine tercümelerinden başlamak gerekiyor.

Bediüzzaman’ın “altmışbeş senedir gaye-i hayalim” dediği “Medresetüzzehra” projesinin Risâle-i Nur Külliyatı ve bu eserlerin içinde tedris edildiği Nur medreseleri tarzında ortaya çıktığını müellifin Kastamonu ve Emirdağ Lâhikalarında neşrettiği mektuplarından öğreniyoruz. Gençliğinden itibaren hayatını adadığı bu projenin üç dilinin Arapça, Türkçe ve Kürtçe olduğunu da 1910-1911’de kaleme aldığı Münâzarât isimli eserinden okuyoruz. Bu üç dilin Türkçe esas olmak üzere Risâle-i Nur’un telifinde kullanıldıklarını da biliyoruz.

Ancak doğu dilleri denildiğinde Farsçayı da unutmamak gerekiyor.

Üstadın bu dillerle bizzat yazması ve eserlerinden yapılan tercümelerin onun tashihinden geçmiş olması da üzerinde durulacak bir husustur. Telifi Arapça olan İşaratül-İ’caz ile Mesnevî-i Nuriye (ki ilk dönem eserleridir) gibi külliyatın önemli iki kitabının yine müellifin talebesi olan ve üslûbuna aşina Abdülmecid Nursî tarafından yapılan Türkçe tercümelerini diğer tercümelerle karşılaştırdığımız zaman, onun tercümesindeki aslî unsurları ilmî olarak takip edemesek de, zevkî, hissî ve bediî olarak anlayabiliriz.

Çocukluğunda Kürtçe konuşan ve medresede Arapçayı bütün boyutlarıyla öğrenen Bediüzzaman Hazretlerinin Türkçeyi yirmi yaşlarına doğru öğrendiğini biliyoruz. Mollalarla Başet yaylasında yazı geçirirken Van Valisi Tahir Paşaya gönderdiği iki-üç cümlelik mektupla Türkçe telifata giren Bediüzzaman’ın Sözler, Mektubat ve Lem’alar’da Türk dilinin hangi zirvelerinde dolaştığını dil biliminde otorite olmuş âlimlerimiz makalelerinde yazıyorlar.

Acizane kanaatim o ki, ihtar suretiyle Üstada yazdırılan bu Türkçe risâlelere, Said Nursî de kalem karıştırıp değiştirmezdi. Zira birçok eserinde “Geldiği gibi kaydettim” ifadesine rastlıyoruz. Bir talebesi aracılığıyla Camiülezher ulemasına gönderdiği eserlerini, bir yerindeki bir kelimeden dolayı külliyatı geri isteyen Bediüzzaman’ın dile, mânâya, dizilişe ve üslûba verdiği ehemmiyet ortada iken, Risâle-i Nur’u yeni Türkçe ile yazmaya kalkışmanın yersizliği kendiliğinden ortaya çıkar.

Risâle-i Nur’un Türkçe’ye tercümesinde, mevcut dilin kifayetsizliği, Risâle-i Nur’un bütün şark dillerini bünyesine toplaması, külliyattaki dilin sarf, nahiv, inşa, i’caz, fonetik ve dil estetiğinin her dalını ihtivası gibi mevzulara girmiyoruz. Kur’ân’dan aldığı kuvvetle, okuyucusuna her okuduğunda değişik bir mânâyı keşfettiren Risâle-i Nur’un Türkçe’ye tercümesinin kabil olmadığını ifade etmeye çalışıyoruz.

Bediüzzaman’ın talebelerinden Şefik’in çocuklarla Risâle-i Nur’dan yaptığı dersin analizi 28. Lem’a’da okuduğumuzda; hiç kimseyi hissesiz bırakmayan bu Kur’ânî tefsirin, hiçbir başka üslûbun himayesini kesinlikle kabullenmeyeceğini anlıyoruz.


Şükrü BULUT
27.02.2012
Risâle-i Nur

 

Huseyni

Müdavim

Tercüme ile sadeleştirme mukayese edilemezler



Bu konu ile alâkalı bir önceki yazımızda, “sadeleştirmeyi” Risâle-i Nur’u anlamanın yegâne çaresi görenlerin iddialarını aktarmıştık. Yaptıkları neşriyatı “tercüme” ile karşılaştırıyorlardı. İddianın mahiyeti için Nurların Batı dillerine tercümeleri üzerinde durmak istiyoruz.

İsterseniz meselenin vuzuhuna yardımcı olacağından Kur’ân’ın Avrupa dillerine tercümesiyle olaya bakalım. Arapça bilen ilim adamlarının yapacakları onca iş olmasına rağmen kendilerinden önce tercümeye çalışılan Kur’ân'ı tekrar tercümeye kalkışmaları bize bir fikir vermelidir. Kur’ân’ı derinlemesine incelediklerinde mevcut tercümelerin yetersiz kaldığını gören Batılı âlimler, kendilerine göre eksikliği gidermek üzere yeniden işe koyulmuşlar ve koyulmaya devam ediyorlar.

Çünkü Avrupa medeniyetinin dilleri Kur’ân’ın mânâsını taşımakta yetersiz kalıyor. Evvelâ bir milyon kelimeyi aşan lügatiyle Arapça’yı Fransızca, İngizce ve İspanyolca gibi diller karşılamaktan çok âciz. Sonra Kur’ân’ı kitap olarak kabul etmemiş ve hayat olarak benimsememiş Avrupalıların, Kur’ân medeniyetinin kelimelerini anlaması fevkalâde zordur. En önemli bir husus da Arapçanın dil yapısıdır. Dilin hem inşası, hem de genişleme bilgisinden meşhur Avrupalı dil âlimleri mahrumdur. Her harfinin ve hatta hareke dediğimiz vokalin yüzlerce mânâsı varsa bu dilde, zavallı Avrupalılar n'eylesin?
Elbette ki Arapça, bu zenginliğini Kur’ân’a ve Kur’ân’ın meydana getirdiği medeniyetlere borçluydu. Çin sınırından Atlas Okyanusuna uzanan büyük coğrafyada ortak kültür dili olmuş Arapçanın bu muhteşem tarihçesini bilemeyenler, elbette sıradan İngilizce, Fransızca veya Almanca mealleriyle yetineceklerdi. Fakat Kur’ân’a ilgi duyan her Avrupalı, yüzlerce tercüme ile karşılacağını az çok bilir.

Kur’ân’ın üslûbunu Türkçe karakterleriyle giyinmiş ve neticede baştan sona kadar âyet ve hadisin mânâsı olan Risâle-i Nur eserlerinin sadeleştirilmesinin tercüme ile karşılaştırılamayacağını ortaöğrenim seviyesindeki herkes anlayabilir. Hakikî Türkçede yazılmış risâlelerin dilini—ki bunu M. Âkif, Ali Ulvi Kurucu, Prof. Orhan Okay, Prof. Abdülkadir Karahan ve daha yüzlerce Türkçe âlimi ve edibi söylüyorlar—günümüzdeki Kemalizm ihanetine uğramış ve Batı dillerinin de işgali altındaki aktüel Türkçeye aktarılmaya çalışmak, Avrupa dillerine tercüme etmeye hiç benzemiyor.

Mesalâ Almanya’da Risâle-i Nurlar’ın en az beş yayınevi tarafından neşredilmekte olduğunu biliyoruz. İngilizcede bu sayı ona çıkabilir. Buna rağmen bu tercümeleri ellerine alanların çoğu mânânın ifade edilemediğinden şikâyet ediyorlar. Mutlaka bir kısım müteşebbisler de yeni yeni tercümeler üzerinde çalışıyorlar. Bir sonraki tercümenin kendisinden önceki tercümelerden biraz daha orijinal mânâya yakın olması da tekâmülün seyrini gösteriyor.

Tercümelerin sayısı arttıkça, o dildeki yeni mânâlar ve bu mânâları taşıyan kelimeler de giderek artacaktır. Çalışmalarında ilmîliği esas alan mütercimlerin, İslâmî ve Kur’ânî birçok tabiri orijinal haliyle tercümeye dahil etmeleri, bu kelimeler ile ilgili ekler veya indeksler ilâve etmeleri daha hakperestâne oluyor, düşüncesindeyiz. Hatta Risâle-i Nurlar talebeliğine erişmiş bazı tercümanların, külliyatı her okuyuşunda tercümelerini tashihe çalışmaları, yukarıda ifadeye çalıştığımız fikre kuvvet veriyor: Risâle-i Nurları mânâ kaybına uğratmadan tercüme etmek mümkün değildir. Bizim gibi Türkçe konuşup okuyanlar, risâleyi her okuyuşlarında yepyeni ve orijinal mânâlar anlayabiliyorlarsa, tercümeye çalışanlar da yeni okumalarında yepyeni mânâlar ortaya çıkaracaklardır. Bütünüyle doğru, orijinal metnin mânâsıyla direkt alâkadar ve cümleyi açıklayıcı bütün mânâları ilk tercümeye yazmak mümkün olmayacağından, Risâle-i Nur tercümeleri hem onlarca-yüzlerce rakamlara ulaşacak ve hem de mütercimler hayatları boyunca Nurları okudukça ellerindeki tercümeyi asıl orijinal mânâsına yanaştırmaya çalışacaklardır.

Netice itibariyle anlıyoruz ki, bunların yekûnu Risâle-i Nurların tercümeleridir. Mütercimler, orijinal kitapları kaynak kabul ettiklerini ve aslına uygun çalışmaya gayret gösterdiklerini, genellikle yeterince başarılı olamadıklarını da, tercümelerin mukaddimesinde yazarlar. Ama bu tercümelerin çeşitliliği, eksiklikleri ve noksanlıkları eserin orijinal yapısına hiçbir zaman zarar veremez.

Sadeleştirme için bunların hiçbirini söyleyemiyoruz. Zira Türk dilinde yazılmıştır Risâle-i Nurlar… Sadeleştirilmiş metinlerin mânâlarda, ilmîlikten, edebîlikten ve belâgatten uzaklaştırıldıklarını hepimiz görüyoruz. Hele sadeleştirilen eserin herhangi bir tarafına orjinal metinleri koymadığınız zaman, okuyucu doğru bilgi, doğru eser, doğru ifade, doğru sanat ve doğru mânâdan haberdar olamamış oluyor.

Burada iki yanlışın birden işlendiğini düşünüyoruz. Evvelâ dinini öğrenmek isteyen bir insanın yolu “sadeleştirme” ile kesilmiş olunuyor. Sonra da eserin tamamen unutulmasına veya en azından orijinalinin kaybolmasına yardımcı olunarak eserin sahibine büyük bir haksızlık işlenmiş olunuyor. Siz ne dersiniz?



Şükrü BULUT
09.03.2012
Risâle-i Nur

 

Huseyni

Müdavim
Din dili, Risâle-i Nur ve sadeleştirme

12.02.2012

2012-02-11_215013.jpg




Yüce Allah, kendisini Rahman ve Rahîm isimleri ile tanıtır; Besmele içinde Rahman ve Rahîm isimlerini öne çıkarmıştır.

Rahman Sûresi’nde de “Rahman olan Allah Kur’ân’ı öğretti, insanı yarattı ve ona beyanı, ifade etmeyi ve dili öğretti” (Rahman, 55:1-4) buyurarak beyan ve ifadenin ne derece Allah’ın rahmetinin belirtisi olduğuna dikkatleri çekmektedir.
Dil müşterek bir iletişim vasıtasıdır. Bu da insanın dünyayı anlaması ve eşyayı algılaması ve ifade etmesi demektir. İnsan dil vasıtası ile anladığını anlatır ve dil yoluyla kimlik kazanır. Yine insan dil vasıtası ile duygu ve düşüncelerini ve böylece kendini ifade eder.

İlimlerin ortaya çıkmasının dil ile doğrudan ilişkisi vardır. Allah, kelâmını peygamberlerinin dilinden bize ulaştırmıştır. Kur’ân’ı okuyanlar da ondaki İlâhî mesajları ve anladıkları derin incelikleri dilleri ile ifade ederek neşretmektedirler. Sonra dilin ifade ettiği manaları yazarak daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlamaktadırlar. Bu ifadelere biz “ilim” diyoruz. İlimler böylece kendilerini kendi dilleri ile ifade etmektedirler.

Her ilmin kendi literatürü ve ifade dili vardır. Dinin de kendini ifade eden bir dili vardır. Günlük dil “bizi bize” anlatır ve ihtiyaçlarımızı dile getirir. Günlük konuşulan ve gündelik hayatın ihtiyaçlarını anlatan dil, elbette dinin ifade etmek istediği yüksek ve ruhânî manaları anlatmaktan uzaktır.

Dinin değerlerinin aslî hüviyeti ile devamlılığının sağlanması ve insanlar arasında etkili iletişimin kurulması dinî değerleri ifade etmeye bağlıdır. İlâhî mesajları algılama, yorumlama ve ifade etmemiz dil ile mümkündür. Bu durumda din dili, inananların dinî anlayışlarını yöneten, dini tutum ve kanaatleri ortaya koyan bir yapıyı oluşturur.

Din, maneviyat demektir. Maneviyatın sahası ruhun cevelân ettiği çok geniş ve binlerce âlemi içine alan geniş bir sahadır. O sahanın başı ezel, sonu ise ebeddir. Yani her iki ucunda da sonsuzluk vardır. Dil, o manevî âlemlerde akıl, kalp ve ruhun binlerce hissiyatını dile getiren bir ifade şeklidir. Bu engin ve zengin manevî manaları ifade edecek olan dilin de ona göre geniş, engin ve zengin olması gerekir. Dini anlamak ve dinî tasavvuru oluşturmak, ancak dinî sembolleri dil ile ifade etmeye bağlıdır.

Din İlahî kaynaklıdır. İlâhî hakikatleri ifade eden dilin de İlâhî kaynaklı olması gerekir. İlâhî manaları elbette İlâhî sözler ifade edebilir. Bizim de bu manaları anlamamız için aklımızı ve ruhumuzu onları anlayacak seviyeye çıkarmamız gerekir. İnsanın ruhen terakkîsi bu şekilde mümkün olur.

Din dili de dinin kendisi gibi, İlâhî olan vahiy ve ilhamdan kaynaklanır. Zira dinin amacı Allah’ı isim ve sıfatları ile tanıtmak, ahireti anlatmak ve ahirete lâyık manaları ders vermek, nefsi gemlemekle ruhu yüceltmek üzerinedir. Ulvî manaları elbette ulvî kelimeler ifade eder. Bundan dolayıdır ki ibadet dili de bu ulvî ve yüce manaları ifade eden İlâhî kelimeler olmak zorundadır. Allah’ı şanına lâyık şekilde övmek ve tesbih etmek, O’nun nimetlerine karşı hamd ve şükretmek, O’nun şanını yüceltmek için tekbir ve tehlil ile sena etmekten mürekkeb olan ibadet, elbette bu yüce manaları ifade edecek olan tesbih, hamd, tekbir ve tehlil kelimeleri ile olacaktır.

İman, ihlâs, takva, şükür, tövbe, af, birr, infak, adalet, sadakat, haya, doğruluk gibi ahlâkî, manevî kavramlar hep vahiy ve ilhama tabi olan kavramlardır. Bunun için din dili bir kavramlar bütünü olmakla beraber, sosyal hayattan da ayrı değillerdir; ancak ahirete ve ebediyete yönelik bir yönü vardır. İnsanı ahiretin ebedî hayatına ve saadetine hazırlama gibi de bir fonksiyonu mevcuttur. Çünkü dinin amacı asıl olarak uhrevî saadettir. Uhrevî saadet ise aklın ve ruhun kemâli, nefsin de süflî ve basit şeylerden uzaklaşması iledir.

İşte bütün bu gerekçelerden dolayı maneviyatı ders veren, insanın manen terakkîsini sağlayan dinin de bunu sağlayacak olan dinî ifade ve terimleri bulunacaktır. Biz buna “din dili” diyoruz.

İnsan dini anlamaya, bunun için de dinin dilini öğrenmeye çalışmalıdır. Bunun aksine dinin yüksek manalarını ifade eden dilini değiştirerek dini o manalardan yoksun bırakmak, dinî değerleri ve manaları basite indirmek olur.

İnsanların çoğu avam dediğimiz halk tabakasıdır. Halkın dini anlaması için halkın dilini kullanmamız gerekir, şeklinde bir bahane ile sadeleştirme gibi düşünceler dile getirilmektedir. Bunun iki yönü vardır. Birincisi dinin özünde ve ifadelerinde avamın anlayacağı ve kendisine yeterli olacak kadar halk dili vardır. İkincisi dinin akla hitap eden ilmî yönü, kalbe hitap eden ulvî ciheti, ruhu kemâle erdirecek olan ulvî yanı ve nefsin tezkiyesine bakan ahlâkî değerlerini ifade eden kelime ve kelâmlarıdır ki üzerinde çalışmayı ve derin manalara nüfuz etmeyi sonra da onları halkın dili ile ifade ederek avama anlatmayı gerekli kılar. İşte bu dilin, ihtisas gerektiren ve bu konuda ihtisas yapanları avama üstün kılan yönü budur. Âlimler, vaizler, müftüler bu yönü ile halk üzerinde imtiyaz sahibi olurlar. Avam da onlara bu cihetle saygı duyar, onlar da halkın anlayacağı şekilde bu manaları ders verirler. Böylece insanlar terakki ve tekâmül ederler.

İslâm tarihi boyunca yazılan binlerce cilt tefsir, ilmî kitap ve din üzerinde ihtisas sahibi olan binlerce muhakkik, müçtehit ve müceddit din dilini anlayıp anlatarak bu makam ve mevkilere çıkmışlardır. Din dili ile binlerce cilt kitapları yazarak her biri dinin ifade etmek istediği yüksek manaları ders vermişlerdir. Din dilini yok saymak veya sadeleştirmek aslında dine yapılacak en büyük yıkım ve tahrifattır. Vazifemiz dini anlamaya çalışmaktır, anlamadığımızı cehaletimiz ile inkâr etmek değildir. İman ve ilim aklın, inkâr ise cehaletin gereğidir.

Bediüzzaman, Kur’ân’ın tercümanı olarak Kur’ân-ı Kerim’i asrın idrakine uygun tefsir etmiştir. Kur’ân-ı Kerim Arapça olarak nazil olmuştur; ama saf Arapça değildir. Yani Arap halkının kolaylıkla anlayacağı dilden değildir. Kur’ân-ı Kerim’de Arapların bilmediği, duymadığı ve anlamadığı pek çok kelime vardı ve Sahabeler Peygamberimize (asm) gelerek “Bu ne demektir?” diye soruyorlardı. Hatta Peygamberimize (asm) gelerek “Rahman nedir?” (Furkan, 25:60) diye sorduklarını Kur’ân bize haber vermektedir. Peygamberimiz (asm) bile Kur’ân nazil olmadan önce “Rahman ve Rahim”i bilmiyor, yemek yerken “Bismillahi’l-Ehad” diye yemeğe başlıyordu. Kur’ân nazil oldukça, okundukça, yeni yeni kelimeleri öğrenip ibadette kullandıkça hayata hâkim oldu. Herkesin anladığı, ama manasını tam bilemediği kelimeleri biliyor gibi kullanmaya başladılar. Meselâ “Selamün Aleyküm” Kur’ânî ve İslâmî bir tabirdir. Devamlı selâm veririz; ama anlamını yine bilemeyiz. Bu bir deyimdir, açılımı iki kelime ile ifade edilemez. İzahı sayfalara sığmaz. Aynı şekilde “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahü Ekber” ve “Lâ ilâhe İllallah” gibi vahiyle dilimize giren kavramlar da böyledir.

Kur’ân’ın dili “Din Dilidir.” Her ilmin bir dili vardır. O dil bilinmezse o ilmin ifade ettiği yüksek mânâlar anlaşılamaz. Matematiğin, hukukun, tıbbın, biyolojinin, astronominin, tabiat bilimlerinin, sosyolojinin, felsefenin velhâsıl her ilmin kendine has bir dili vardır. İlim adamlarının kitaplarının zor anlaşılması bundandır. İnsanların genellikle zorlanmadan anladığı dil, konuşma dili, hikâye ve masal dilidir. İlim ise hikâye ve masal değildir ki herkes zorlanmadan anlasın. Bir şeyi gerçekten öğrenmek isteyen onu öğrenmek için çaba göstermelidir. İngilizce için “Bu dil ağır, ben anlamıyorum” diye karşı çıkana hiç rastlamadım. Öğrenmek isteyen zaten zorluğunu kabul ederek öğrenmek için çaba harcayanlardır. Talebeler de her dersten zorlanırlar. Zorluğunu bilerek öğrenmek için gayret gösterenler başarılı olurlar. Yeni kelimeleri öğrenmekten kaçınanlar asla başarılı olamazlar.

Kur’ân’ı anlamak, imanı ve dini öğrenmek isteyenler de dinin yüksek, İlâhî, ruhanî ve uhrevî kelimelerini öğrenmek durumundadırlar. Bunların ne Arapçada, ne de bir başka dilde karşılığı yoktur. Kur’ân’da ne ise odur ve Peygamberimiz (asm) nasıl bildirmiş ise öyledir. Bunların izahı olur, ama bir başka dile tercümesi olmaz. Çünkü hiçbir dilde karşılığı yoktur. Değiştirmeye çalışmak dini tahrip ve bozmaktır. Bunun için dini bozmak isteyenler önce dilini tahrif ederek işe başlıyorlar.

Meseleyi misallerle anlatalım: “Bismillahirrahmanirrahim” ifadesinin hiçbir dilde karşılığı yoktur. Türkçe’ye “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile” diye tercüme ediliyor. Bu tercüme midir, yoksa tekrar mıdır? Bu tekrardır. Burada Rahman, Rahim, Allah lâfızları aynen duruyor. “Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adı ile” deniyor. Bu da Besmele’nin ifade ettiği anlamı karşılamaktan çok uzaktır. Hatta “Besmele ile hiç alâkası yok, tamamen tahriftir” de diyebiliriz. Esirgemek “Selâm”, “Mü’min” kelimesinin ifadesine yakındır. Bağışlamak ise “affetmek”, yani “Afüv” kelimesinin karşılığıdır. “Rahman ve Rahim” ile alâkası yok gibidir.

Allah’ın bin bir ismi vardır. Bunların hepsi yeni kelimelerdir. Allah’ın adıdır. İsimler değiştirilemez ve tercüme edilemezler. Ancak ilim adamları insanların anlayacağı şekilde kendi bilgilerine göre bunları izah eder. Ayrıca ibadete ait tâbir ve terimler İlâhîdir ve dolayısıyla onları inzal edildiği gibi öğrenmek ve okumak gerekir. Bundan dolayı ibadet dili olan “Vahiy dili” dışında ibadet yapılamaz. Bunun için Türkçe veya bir başka dilde ezan okunamaz ve namaz kılınamaz. Kur’ân-ı Kerim’in tercümesi veya meâli ibadet amacı ile okunamaz. Ancak mânâsının anlaşılması için okunabilir, bu da ibadetten ziyade ilim olur. İlmin ibadet yönü vardır; ama ibadetin ilim yönünün olması gerekmez.

İbadet dili olan “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Lâ ilâhe İllallah”, “Allahu Ekber” kelimeleri özel isimdir, değiştirilemez ve hiçbir dile tercüme edilemez. Tesbih, tekbir, tehlil, tahmid ulvî birer hakikattir, onların unvanı olan kelime ve kelâmlar dışında bu ulvî hakikatleri anlatmak imkânsızdır. “Allahu Ekber”, “Allah büyüktür” demekten ibaret değildir. Bu cismaniyata izafe edilen bir kelimedir. Allah cisim değildir ki büyüklüğü büyük diye ifade edilsin. Allah ekberdir. Allah rahmeti, inayeti, ilmi, iradesi, kudreti büyük olandır. Böylece Allah’ın büyüklüğü bin bir esma ve sıfatı içine alacak şekilde anlaşılması gerekir. Bunun ifadesi ise “Allahu Ekber”dir. Aynı şekilde “Allah birdir” demekle “Lâ ilâhe İllallah” hakikati ifade edilemez. Bu hakikatin, bütün mahlûkatın şahadetini tazammun eden ve her şeyin delâletini içine alan ve bütün kâinat ve kâinat ötesi âlemleri ihtiva eden bir anlamı vardır. Bediüzzaman bu hakikati 130 risâle ile izaha çalışmıştır. Nasıl tercüme ile kısır bir anlama hapsedilebilir? Sübhanallah, tesbihin adıdır; Elhamdülillah ise tahmidin. Her birisi satırlar ve sayfalar ile ifade edilemeyen hakikatlerin tercümanıdır. Dar bir manaya hasrını asla kabul etmez.

Bunların dışında ahiret âlemlerine, Cennet ve Cehenneme ait isimler, mekân isimleri ve meleklerin isimleri isim oldukları için hiçbir dile tercüme edilemez. Çünkü “özel isim”dirler. Özel isimler tercüme edilemez. Şahsa ait “Ali” ismi veya mekâna ait “İstanbul” ismi bir başka dile mana olarak tercüme edilemez. Ali’nin anlamı “yüksek”, İstanbul’un anlamı “Bizans İmparatoru Konstantin” şeklinde tercüme edilemez. Artık bu isimler “alem” olmuş ve kelime anlamı dışında başka manaları ifade eder hâle gelmişlerdir. Bu bakımdan dine ve imana ait kelime ve kelâmlar bir başka dile tercüme edilemezler.

Bir ilmi anlamak için o ilmin dili olan terimleri iyi bilmek gerekir. Bir felsefe öğrencisi, hocasına “Ben kitabınızı okudum; ama hiçbir şey anlamadım” demiş. Hocası: “Evlâdım bir daha oku” diyerek onu kitabı yeniden okumaya yönlendirmiş. “Yine anlamadım” deyince yine “bir daha oku” demiş. Talebe üçüncü okuyuşunda “Biraz anladım efendim” demiş. Bunun üzerine hocası “Seninle felsefe üzerine artık konuşabiliriz” diyerek ona felsefeyi öğretmeye başlamış. Felsefeyi anlamak için defalarca okumak gerekirse iman hakikatlerini anlamak için Risâle-i Nur eserleri neden defalarca okunmasın?

Risâle-i Nur’un dili çok sadedir ve anlaşılır bir Türkçe ile yazılmıştır. İslâmî ve imânî hakikatleri bundan daha sade ve anlaşılır şekilde ifade ve izah eden bir başka kitap yoktur. İlmihal ve kelâm kitapları ile Kur’ân tefsirleri daha karmaşık, ağdalı ve anlaşılmaz bir dille yazıldıkları halde Kur’ân’ın ifade ettiği yüksek hakikatleri izah etmekten de maalesef çok uzaktırlar. Sadeleştirme çalışmaları da yapılmakta; ama o zaman da yüksek hakikatler feda edilerek kısır bir mana ile işin hakikatinden uzaklaşılmaktadır. Risâle-i Nur’u okuyanlar, anlaşılır bir Türkçe ile bu ulvî hakikatleri anlayacak ve kavrayacak yüksek seviyeye çıkıyorlar. Bediüzzaman’ın devamlı olarak nazarları Risâle-i Nur’a çevirmesi ve okumaya teşvik etmesinin sebebi Kur’ân’ın dine ve imana, ilâhiyata ve ahirete ait yüksek hakikatlerinin anlaşılmasını sağlamaktır.


SONUÇ


  • Konuyu özetleyecek olursak, din ve iman insanın ruhî ve manevî yönüne hitap eden yüksek hakikatler mecmuasıdır.

  • Manevî ve ruhî, melekûtî ve uhrevî âlemleri ve bunlardaki ulvî hakikatleri anlatan kelime ve ifadeler de elbette buna uygun ulvî manaları ifade eden kelimeler olacaktır.

  • Yüksek ve ulvî hakikatler günlük ihtiyaç dili ile ifade edilemezler. Bunun içindir ki her ilmin kendine has dili ve bu dilden meydana gelen literatürü vardır. Bu dil bilinmezse o ilme ait hakikatler akıl tarafından anlaşılamaz.

  • Bir ilimde bilgi sahibi olmak isteyen mutlaka onun dilini bilmek durumundadır. Din ve iman da böyledir. Dini anlamak ve imanı elde etmek isteyenler de bu ilmin dilini ve literatürünü öğrenmek durumundadırlar.

  • Hiçbir ilmin dili sadeleşme kabul etmediği gibi, din dili de sadeleşme kabul etmez.

  • İlim dili, hangi ilim olursa olsun kendi dili ile öğrenilebilir.

  • İlim dili beynelmileldir. Bütün milletlerin ortak dilidir.

  • İlim dilini sadeleştirmek o ilmi yok etmek anlamını taşır. Bundan dolayıdır ki, ilmî terim ve tabirlerin bir başka dilde karşılığı da bulunmaz ve bunlar tercüme kabul etmez.


M. ALİ KAYA
malikaya_111@hotmail.com
Din dili, Risâle-i Nur ve sadeleştirme - YENİ ASYA




 

teblið

Vefasýz
Bir dönem tarihte ezan mecliste alınan kararla türkçeleştirilip sonrada anlamsız bir kural olduğunun farkına varıldıysa;Gün gelecek Risalelerinde sadeleştirlmesi ısrarında olanlar bu düşüncenin saçma bir düşünce olacağına farkına varacaklardır..

Kainatta herşeyin orjinalinin anlamı daha bir manidardır ,daha bir etkilidir..Değiştirme çabasına girenler ,bu çabalarını hakikatleri anlama doğrultusunda harcasalar daha çok kazanırlar inşl.
 

Huseyni

Müdavim

Konuya dair Risale-i Nur'dan birkaç alıntı.


[NOT]Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun değiliz! (Mektubat)[/NOT]

[NOT]Bu söz, şimdiye kadar binler adamı hâb-ı gafletten kurtardığı gibi, çoklarını da imana getirmiş. Gayet kıymettar ve yüksek olmakla beraber, temsiller ile fehmi kolaylaşmış, herkes onun dilini anlıyor. (Sözler)[/NOT]

[NOT]Risale-i Nur, Türkçe’de, lisan üzerinde de imam olacağına; yani yarın hâlis Türkçe olan Risale-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terk edeceklerine dair işaret-i Kur’âniyedendir… Milâslı Halil İbrahim (E. Lahikası)[/NOT]

[NOT]… ifadelerim başkasına benzemiyor. Bir harfin ve bazan bir noktanın yanlışıyla bir mes’ele değişir, mana bozulur. (Şualar)[/NOT]
 

Huseyni

Müdavim

Sadeleştirme neyin eseri?


04/06/2012


Değil Risâle-i Nur’u, başka bir eseri de sadeleştirmek, Mimar Sinan’ın şaheseri Selimiye’nin bazı taşlarını ve boyutlarını değiştirip, tuğla, kerpiç, tahta, aleminyum veya plâstik yerleştirmek gibidir. Edebî açıdan düşünürsek, bir şiir sadeleştirilebilir mi? Fuzuli’yi, Baki’yi, Mehmed Âkif’i, Necip Fazıl’ı, Yahya Kemal’i sadeleştirebilir misiniz? Bu şairlerin eskimez ve heybetli kelimeleri yerine “hormonlu, çakma”larını koymak elbette “anlaşılması için hizmet” değil; “gaflet” veya “ihanet”le eşdeğerdir!

Meselâ, Yahya Kemal Beyatlı, XX. yüzyılda yaşamış olduğu hâlde, şekil açısından Divan şiir geleneğini ve aruz veznini en iyi kullanmayı başarabilmiş usta bir şairimizdir. Şiirlerinde müzikal âhenge son derece önem verir. ‘Derunî ahenk’ kelimeler arasındaki fonetik münasebetlerden doğduğu gibi, hisler, düşünceler ve hayaller de kelimelerden doğar. (Kaplan, 1977: 280)

Manzumelerin dili, işlemiş olduğu konu ve tarihî dönemler ile paralellik arz eder. Yani şiirde söz konusu olan dönemin tarihî havası, en iyi şekilde, ancak yine o dönemin klâsik şiir dili ve üslûp anlayışıyla verilebileceği için de bunu yapmıştır. Yavuz Sultan Selim destanı hâlinde terennüm edilen Selimnâme’de (Kemal, 1993: 7-19) Çaldıran ve Mısır zaferlerini kazanan; İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel şiirinde ise İstanbul’u alan bir ordunun gücünü ve büyüklüğünü ifade edebilmiştir. Bu şiirde bir yandan Divan edebiyatı nazım şekillerinden birini kullanıp çokça tamlamaya yer vermiş, bir yandan da âdeta ağzı dolduran ve uzun ünlülere sahip olan gülbang, âsmân, ebvâb, zâmin, şehsüvâr, cihangîr, hücûm gibi kelimelerin ses değerlerinden yararlanarak İstanbul’u alan ordunun gücünü hissettirmeye çalışmıştır. Böyle bir tercihte bulunması bilinçli bir tercih idi. Çünkü o günün parlak ve görkemli görünüşü, ancak yine o günün tarihî ve edebî havasına uygun bir üslûpla dile getirilebilirdi. Yahya Kemal de bunu yapmıştır.

İşte İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel şiiri:

“Vur pençe-i Alî’deki şemşîr aşkına / Gülbangi âsmânı tutan pîr aşkına
Ey leşker-i Müfettihü’l-ebvâb vur bugün / Feth-i mübîni zâmin o tebşîr aşkına
Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl içün / Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihangîr aşkına
Düşsün çelengi Rûm’un eğilsün ser-i Firenk / Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar / Fecr-i hücûm içindeki Tekbîr aşkına” (Kemal, 1993: 27) 1

Risâle-i Nur, İslâm ilimlerini, imanı şiirleştirmiş; yüksek bir üslûp kullanmış ve muhteşem bir müzikal âhenge sagiptir. İngiliz edebiyatının ustası Şekspir’in, 1830’ların Fransız büyük şairi Viktor Hugo’nun eserleri sadeleştirilmiş midir? Bunu düşünmeleri bile kendilerine çılgınlık gelir!

Risâle-i Nur’u sadeleştirip orijinal kelimelerini değiştirmek hangi anlayışın ürünüdür? “Hizmet zannıyla yapılan bir yanlışın”, bir “gafletin” mi; yoksa işin içinde bilemediğimiz başka sâikler mi var?


Dipnot:
1- Yahya Kemal Beyatlı’nın Şiirlerinde Dil ve Ahenk, Yrd. Doç. Dr. Bilal Aktan, Dumlupınar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi,Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.


Ali FERŞADOĞLU
Yeni Asya İnternational » Sadeleştirme neyin eseri?
 

Huseyni

Müdavim

İstişareden çıkan sadeleştirme bakışı

07 Mayıs 2012 / 13:07


Hizmet bölgelerinden gelen teklifler ışığında Risale-i Nur’un sadeleştirilme mevzuu görüşüldü

Risale-i Nur’un Sadeleştirilmesine Bakışımız
Muhterem Kardeşlerimiz;

Evvelâ selâm eder, maddi manevi hizmetlerinizde hayırlı muvaffakiyetler diler. 22Mayıs 2012 tarihinde başlayacak olan üç aylarınızı ve mübarek gecelerinizi tebrik eder, feyizyab olmanızı Cenab-ı Allah’dan niyaz ederiz.

1- Hizmet bölgelerinden gelen teklifler ışığında Risale-i Nur’un sadeleştirilme mevzuu görüşüldü. Görüşmeler sonucunda; aşağıdaki noktalar kardeşlerimizin dikkatlerine sunulmuştur:

a) Risale-i Nur, bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Kur’anın tereşşuhatıdır. Hakikat noktasında, Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi, bu kudsî kelimatın feyzini uçurur, sünühat-ı Kur’aniyenin hüsün ve cemaline ilişir. Risale-i Nur’un selasetini bozar, fesahatini zayi eder. Dimağın cevelan sahasını daraltır, tefekkürü kısırlaştırır. Mana tabakalarının hayatiyet ve canlılığını kurutur. Bu nedenlerden dolayı, Hz. Üstadımızdan bize intikal eden Risale-i Nur’un asliyetini muhafaza etmek bizim vazifemizdir. İlhamen yazdırıldığı herkesçe malum olduğundan, Risale-i Nur değiştirilemez. Sadeleştirme, Risale-i Nur’un yerine geçemez, yerini tutamaz.

b) Ancak şu var ki, Risale-i Nur’un mesleği, kavl-i leyyindir. Hiddet ve şiddete medar beyan ve ifadelerle, husumeti ihsas edebilecek tavır ve ahvallerle, mukabele manasını taşıyan hallere bürünmenin de Nur’un nezih mesleğine uygun olmayacağını da kardeşlerimize hatırlatıyor, hikmete medar bir biçimde, Risale-i Nur hizmetinin intişar ve inkişafına kuvvet vermelerini hasseten rica ediyoruz.

Trakya 4. Mezunlar Programında yapılan istişare’de Mehmet Şaylan hocamız sadeleştirme metnini değerlendirirken:


[video=vimeo;41690802]http://vimeo.com/41690802[/video]


http://www.risalehaber.com/news_detail.php?id=143708


 

denizbaker

Member

İstişareden çıkan sadeleştirme bakışı

07 Mayıs 2012 / 13:07


Hizmet bölgelerinden gelen teklifler ışığında Risale-i Nur’un sadeleştirilme mevzuu görüşüldü

Risale-i Nur’un Sadeleştirilmesine Bakışımız
Muhterem Kardeşlerimiz;

Evvelâ selâm eder, maddi manevi hizmetlerinizde hayırlı muvaffakiyetler diler. 22Mayıs 2012 tarihinde başlayacak olan üç aylarınızı ve mübarek gecelerinizi tebrik eder, feyizyab olmanızı Cenab-ı Allah’dan niyaz ederiz.

1- Hizmet bölgelerinden gelen teklifler ışığında Risale-i Nur’un sadeleştirilme mevzuu görüşüldü. Görüşmeler sonucunda; aşağıdaki noktalar kardeşlerimizin dikkatlerine sunulmuştur:

a) Risale-i Nur, bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Kur’anın tereşşuhatıdır. Hakikat noktasında, Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi, bu kudsî kelimatın feyzini uçurur, sünühat-ı Kur’aniyenin hüsün ve cemaline ilişir. Risale-i Nur’un selasetini bozar, fesahatini zayi eder. Dimağın cevelan sahasını daraltır, tefekkürü kısırlaştırır. Mana tabakalarının hayatiyet ve canlılığını kurutur. Bu nedenlerden dolayı, Hz. Üstadımızdan bize intikal eden Risale-i Nur’un asliyetini muhafaza etmek bizim vazifemizdir. İlhamen yazdırıldığı herkesçe malum olduğundan, Risale-i Nur değiştirilemez. Sadeleştirme, Risale-i Nur’un yerine geçemez, yerini tutamaz.

b) Ancak şu var ki, Risale-i Nur’un mesleği, kavl-i leyyindir. Hiddet ve şiddete medar beyan ve ifadelerle, husumeti ihsas edebilecek tavır ve ahvallerle, mukabele manasını taşıyan hallere bürünmenin de Nur’un nezih mesleğine uygun olmayacağını da kardeşlerimize hatırlatıyor, hikmete medar bir biçimde, Risale-i Nur hizmetinin intişar ve inkişafına kuvvet vermelerini hasseten rica ediyoruz.

Trakya 4. Mezunlar Programında yapılan istişare’de Mehmet Şaylan hocamız sadeleştirme metnini değerlendirirken:


[video=vimeo;41690802]http://vimeo.com/41690802[/video]


http://www.risalehaber.com/news_detail.php?id=143708



konu: HuSeYni rumuzlu forum yöneticisi mesajımı silmiş.

mesajımın içeriği "evvela, istişare heyeti diyorlar ama kimlerden oluştuğunu yazmamışlar. Bunu açıklamalıdırlar. Saniyen, risale-i nurlara kudsiyet izafe etmekte ne oluyor. kaş yapayım derken göz çıkarmışlar. ben az diyeyim siz çok anlayın. Salisen, buradaki sadeleştirme açıklamasında hedef mustafa sungur abi ve abdullah yeğin abilerdir. mehmet şaylan başçavuş ise, mustafa sungur abi genelkurmay başkanıdır. başçavuş un genelkurmay başkanını eleştirmeye hakkı yoktur. Rabian, bu açıklama tez elden, özür beyanı ile, tashih edilmelidir." şeklinde idi.

link:
http://www.risaleforum.net/risale-i...estirmemek-icin-cok-sebep-var.html#post336208




hani memlekette demokrasi vardı. fikir hürriyeti vardı.

siz kendi fikirlerinize güvenmediğiniz için istibdat uyguluyorsunuz.

yaptığınız her menfi icraatın ve büyük tanıdığınız insanın fikirlerini körü körüne taklid ettiğiniz için mahkemeyi kübrada çetin bir azaba uğratılacaksınız.

üstad diyor ki: "benim fikirlerimi ben söylediğim için kabul etmeyiniz, mihenge vurunuz. altın çıkarsa koynunuzda saklayınız, bakır çıkarsa çok gıybetleri de ilave ederek bana ilave ediniz."

üstad buyuruyor ki: "üstadınız layuhti değil, üstadını hatasız zannetmek hatadır." körü körüne ittiba ile tabi olduğunuz zata veya zatlara da çok ama çok büyük zarar vermiş oluyorsunuz."

Resulallah (sav) mahşer yerinde yakanıza yapışacaktır.
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
denizbaker,

bu videonun içinde kötü niyetle söylenmiş tek bir cümle var mı ? Sadeleştirme ile ilgili güzel bir açıklama yapmış abimiz. Burda Mustafa Sungur ağabeye hakaret mi var ? Israrla konuyu bulandırma gayretleriniz devam ederse demokrasi dediğiniz şeyi forum dışında bulabilirsiniz. Burda da demokrasi var ancak konuyu bulandırma, fitne sokma anlamlarına gelmiyor. O dediğinizi başka zeminde arayın.
 

denizbaker

Member
denizbaker,

bu videonun içinde kötü niyetle söylenmiş tek bir cümle var mı ? Sadeleştirme ile ilgili güzel bir açıklama yapmış abimiz. Burda Mustafa Sungur ağabeye hakaret mi var ? Israrla konuyu bulandırma gayretleriniz devam ederse demokrasi dediğiniz şeyi forum dışında bulabilirsiniz. Burda da demokrasi var ancak konuyu bulandırma, fitne sokma anlamlarına gelmiyor. O dediğinizi başka zeminde arayın.

"Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım, benim hatâmı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmârenin enâniyeti hesabına Hakkın hatırı olan bilmediğim bir hakikati müdafaa değil, ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ederim." (Barla Lâhikası | ( 131 )

mustafa sungur efendi gibi risalei nurun erkanı azimesi olan bir zata tenkidkarane söz söylemeye hiçbir nur talebesinin hususan böyle bir meselede itiraza hakkı yoktur. ve haddi değildir. biz üstadın mutlak varisi manasındaki bu zatın her hareketini güzel görmekle mükellefiz.


bir konuda genelkurmay başkanı açıklama yaptıktan sonra, başçavuşun tezyifkarane açıklama yapmaya hakkı yoktur. başçavuşun yapacağı, genelkurmay başkanının açıklamasının arkasına tam destek vermektir.


anlayana sivri sinek saz gelir...


buyrun mustafa sungur efendinin açıklamasının linki

http://www.risaleforum.net/bediuzza...-sungur-agabeyin-sadelestirme-aciklamasi.html
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
"Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım, benim hatâmı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmârenin enâniyeti hesabına Hakkın hatırı olan bilmediğim bir hakikati müdafaa değil, ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ederim." (Barla Lâhikası | ( 131 )

mustafa sungur efendi gibi risalei nurun erkanı azimesi olan bir zata tenkidkarane söz söylemeye hiçbir nur talebesinin hususan böyle bir meselede itiraza hakkı yoktur. ve haddi değildir. biz üstadın mutlak varisi manasındaki bu zatın her hareketini güzel görmekle mükellefiz.


bir konuda genelkurmay başkanı açıklama yaptıktan sonra, başçavuşun tezyifkarane açıklama yapmaya hakkı yoktur. başçavuşun yapacağı, genelkurmay başkanının açıklamasının arkasına tam destek vermektir.

Alıntı yaptığınız Risale-i Nurdaki cümle ile eleştiriniz birbirine tamamen zıt. Ki ortada düşmanlık diye birşey yok. İkincisi Risale-i Nur hizmetinde varisler elbet vardır, lakin Üstadın da Risalelerin birçok yerinde söylediği hizmette şeyhlik sistemi yok. Sungur abinin konumunu bütün cemaat biliyor zaten. Bu nedenle ayrıca bir sınıflandırma yapmanın ve meseleyi gelip gidip Sungur ağabeye dayatmanın da hiçbir mantığı yok. Ortalıkta bu vesile ile taşkınlık yapan birçok insan var Risale-i Nurlarla alakadar. Burdaki tavsiyeleri onlar dinlesin, siz de rahatsız olmayın bundan. Ve son olarakta her ikide bir "elini ayağını öptüğüm Sungur abi" ifadeleriniz mutaassıbane konuştuğunuzun delilidir. Bu da hizmette çok tavsiye edilen bir durum değil. Bu tür şeyleri kendimize saklayalım inşaallah. Konuyu kapattım ve ısrarlarınızı devam ettirmemenizi rica ediyorum.
 
Üst