ONYEDİNCİ LEM’A

zuhur

Member
Zühre'den gelmiş On Beş Notadan ibârettir..
MUKADDİME
Bundan oniki sene evvel Hicrî 1340 (M.1924) yılında Rabbânî bir yardım ile Mârifet-i İlâhîyyede fikrî bir hareket, kalbî bir seyahat ve rûhî bazı inkişaflarda ortaya çıkan tevhîd pırıltılarının bazılarını Arapça olarak Notalar şeklinde Zühre, Şu'le, Habbe, Şemme, Zerre, Katre isimli risâlelerimde kaydetmiştim. Uzun bir hakikatin yalnız bir ucunu ve parlak bir nûr'un yalnız bir şuâsını göstermek için yazıldığından ve kendi kendime bir hatırlatma olduğundan başkalarının istifâdesi sınırlı kalmıştı. Husûsiyle en mümtaz ve hâs kardeşlerimden Arapça bilmeyenlerin şiddetli ısrarları üzerine o notaların, o Lem'aların kısmen izahlı kısa bir meâlini Türkçe yazmaya mecbur oldum.
Şu Notalar ve Arapça Risaleler Yeni Saîd'in hakikat ilminden en evvel aldığı şuhûdî dersler sûretinde olduğundan meâlleri değiştirilmeden yazıldı. Onun için bazı cümleler diğer risalelerde de zikredilmekle beraber burada da zikrediliyor. Ve bir kısmı, aslî güzelliğini kaybetmesin diye gayet kısa ve öz olarak bırakılıp izah edilmemiştir.

BİRİNCİ NOTA:

Hakikatli bir rü'yâda gördüm ki, insanlara şöyle diyordum. "Ey insan! Kur'ân'ın düstûrlarındandır ki, Allah (C.C.)'dan başka hiçbirşeyi kulluk edecek derecede büyük zannetme. Hem sen kendini kibirlenecek derecede hiçbirşeyden büyük tutma. Çünkü mahlûkât, Ma'bûdiyetten uzaklık noktasında eşit oldukları gibi yaratılmış olma nisbetinde de birdirler."

İKİNCİ NOTA:
Hakikatli bir rü'yâda gördüm ki, insanlara şöyle diyordum. "Ey insan! Kur'ân'ın düstûrlarındandır ki, Allah (C.C.)'dan başka hiçbirşeyi kulluk edecek derecede büyük zannetme. Hem sen kendini kibirlenecek derecede hiçbirşeyden büyük tutma. Çünkü mahlûkât, Ma'bûdiyetten uzaklık noktasında eşit oldukları gibi yaratılmış olma nisbetinde de birdirler."


ÜÇÜNCÜ NOTA:
Ey gâfil Saîd! Bil ki: Bir his yanılması nevinden şu geçici dünyayı ölümsüz ve daimî zannediyorsun. Etrafına baktığın zaman dünyayı bir derece sâbit ve sürekli gibi gördüğünden ve fânî nefsini de ona kıyasla sâbit kabul ettiğinden, yalnız Kıyametin kopmasından dehşet alıyorsun. Güya Kıyamete kadar yaşayacak gibi yalnız ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve husûsî dünyan daîmî zeval ve fenâ darbesine mâruzsunuz...
Senin hissindeki bu yanılma ve ma'nâsızlık şu misâle benzer ki: Bir adam elindeki aynasını bir ev, bir şehir veya bir bahçeye karşı tutsa, bunların aksi o aynada görünür. Aynaya tesir eden küçük bir hareket ve değişme, içindeki aksin karışıp, dağılmasına sebeb olur. Dıştaki hakîkî hâne, şehir ve bahçenin devam ile bekası ona fayda vermez. Çünkü onun aynasındaki hâne, şehir ve bahçenin evsâfı aynanın aksettirebildiği ölçüdedir.
Senin hayatın ve ömrün bir aynadır. Senin dünyanın direği ömrün ve hayatındır. Her dakika aynadaki hâne, şehir ve bahçenin ölmesi ile harap olması muhtemel olduğu gibi, her dakika ömür direğin yıkılacak, hayat âyinen kırılacak ve kıyametin kopacak bir vaziyettedir.
Mâdem öyledir, sen de bu hayatına ve dünyaya, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme.

DÖRDÜNCÜ NOTA:
Bil ki: Ekseriyetle, ehemmiyetli ve kıymetdâr şeyleri ayniyle iâde etmek Fâtır-ı Hakîm'in âdetidir. Yani mevsimlerin ve devirlerin değişmesinde, çoğu eşyayı benzer şekilde tazelerken o kıymetli ve ehemmiyetli şeyleri ayniyle iade ediyor. Günlük, senelik ve asırlık değişmelerin ve haşirlerin umumunda şu ilâhî kâide ekseriyetle görülmektedir. İşte bu sâbit kâideye binâen deriz: Mâdem fenlerin ittifâkı ve ilimlerin şehâdetiyle, yaratılış ağacının en mükemmel meyvesi insandır. Ve mahlûkâtın en ehemmiyetlisi insandır. Ve mevcûdatın en kıymetlisi yine insandır. Ve insanın bir ferdi diğer hayvanâtın bir nev'i hükmündedir. Elbette, katiyyen hükmedilir ki, Haşir ve Neşr-i Ekber'de beşerin herbir ferdi cismiyle, ismiyle, resmiyle aynen iâde edilecektir.














 

zuhur

Member
Onyedinci Lem’a Ders 2



Onyedinci Lem’a
BEŞİNCİ NOTA
Eski Saîd'in fikrine bir derece yerleşen Avrupa fenleri ve medeniyeti, Yeni Saîd'in fikrî hareketlerle meşgûl olduğu kalbî seyahatinde, kalbî hastalıklara dönüşerek çok zorluklara ve sıkıntılara sebep olmuştu. Zihnini silkeleyip yalancı, hasta felsefeyi ve sefîh medeniyeti atmak isteyen Yeni Saîd, Avrupa'nın lehinde şehâdet eden nefsânî hislerini susturmak için kendi rûhunda onun ma'nevî şahsiyeti ile bir cihette gâyet kısa, bir cihette uzun konuşmaya mecbûr olmuştur. Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir: Hakikî Hıristiyanlıktan aldığı feyz ile içtimaî hayata faydalı san'atları ve adalet ile hakkaniyete hizmet eden fenleri takîb eden birinci Avrupa'ya hitâb etmiyorum. Tabîatçı felsefenin getirdiği karanlıkla, medeniyetin kötü taraflarını güzellik zannederek insanlığı azgınlığa ve hakikatten ayrılmaya sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa'ya hitâb ediyorum.
Şöyle ki:
O zaman, o rûhî seyahatte, medeniyetin güzellikleri ve faydalı ilimlerinden farklı olan faydasız ve muzır felsefe ile zararlı ve sefîh medeniyeti elinde tutan Avrupa'nın ma'nevî şahsiyetine karşı demiştim:
"Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle hasta ve dalâletli bir felsefeyi; sol elinde aşağılık, sefîh ve muzır bir medeniyeti tutup, insanlığın saadetinin bu ikisi ile olduğunu iddia etmektesin. Senin bu iki elin kırılsın, şu iki pis hediyen başını yesin ve yiyecek.
Ey küfür ve nankörlüğü neşreden bedbaht ruh!
Acaba rûhu, vicdanı, aklı ve kalbi, musibetlerle musibetzede olmuş, azâb içindeki bir insanın aslı olmayan, aldatıcı zînetler ve servetler içinde bulunmasıyla saadete ermesi mümkün müdür? Ona mes'ûd denilebilir mi? Görmüyor musun ki, bir insanın küçücük bir hâdiseden üzüntüye düşmesi, hayatî emellerinden ümîdinin kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işinde hayâl kırıklığına uğraması gibi şeylerle tatlı hayâlleri acılaşıyor... Şirin vaziyetler ona azâb veriyor... Dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki, senin uğursuzluğunla, kalbinin ve ruhunun en derin köşelerinde dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet sebebiyle bütün ümîdlerini tüketip elemlere ve ızdırâba düşen çaresiz insana hangi saadeti te'mîn ediyorsun? Acaba cismi, geçici ve yalancı bir Cennette bulunan ve kalbi, ruhu Cehennemde azâb çeken insana mes'ud denilebilir mi? İşte sen, bir kısım biçâreleri böyle baştan çıkardın. Yalancı bir Cennet içinde Cehennem azabı çektiriyorsun.
Ey insanlığın nefs-i emmâresi! Bu misâle bak, İnsanları nereye sevkettiğini bil. Meselâ, önümüzde iki yol var: Birisinden gidiyoruz. Adım başı zâlimlerin hücumuna uğrayıp malları, eşyâları gasbedilen; kulübecikleri başlarına yıkılıp, hırpalanıp yaralanan; bîçâre, âciz insanlar görüyoruz. Öyle bir hâl ki, nereye bakılsa hep aynı acınacak şeyler görülüyor. O zavallıların hallerine semâ ağlıyor. Sesleri, zâlimlerin gürültüleri arasında boğulan mazlûmların ağlayışları ile umûmî bir mâtem o yolu kaplıyor. İnsan, İnsanlığı cihetiyle başkalarının ızdırâbına da ızdırâp duyduğu için hadsiz bir eleme giriftâr oluyor. Halbuki vicdan, bu derece ızdıraba tahammül edemeyeceğinden; o yolun yolcusu ya insanlığından sıyrılıp son derece merhametsizliğe düşüp kendi selâmeti yanında umumun felâketinden müteessir olmayan bir kâlb taşıyacak veya kâlbi ile aklını ibtâl edecek.
Ey sefâhet ve dalâletle bozulmuş ve hakîkî Hıristiyanlıktan uzaklaşmış Avrupa! Deccâl gibi bir tek gözü taşıyan dehan ile insanlığın rûhuna Cehennemî bir sûret hediye ettin! Sonra anladın ki; bu öyle ilaçsız bir derttir ki, insanı A'lâ-yı İlliyyînden esfel-i sâfilîne atar. Hayvanâtın en aşağılık derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilaç, muvakkat uyuşturucular gibi câzibedâr oyuncakların ve uyutucu hevesât ve fanteziyeleridir. Senin bu ilacın, senin başını yesin ve yiyecek! İşte insanlığa açtığın yol ve verdiğin saâdet bu misâle benzer.
İkinci yol ki; bunu Kur'ân-ı Hakîm, hidâyetiyle insanlığa hediye etmiştir.
Şöyle ki;
O yolun her menzilinde, her mekânında, her şehrinde Âdil bir Sultan'ın istikâmet sâhibi askeri bulunuyor ve her tarafta geziyorlar. Ara sıra, Sultanlarının emriyle, o askerlerin bir kısmı: Silahları, atları ve devlet malzemeleri ellerinden alınıp terhîs ediliyorlar. Terhis tezkerelerini alan askerler görünüşte, at ve silahlarının ellerinden alınmasına üzülüyorlar. Ama, hakikat noktasında, terhîsle ferahlayıp Sultanlarının ziyâretine ve padişahlarının pâyitahtına döndükleri için memnuniyet duyuyorlar. Bazan terhîs me'murları acemi bir askere rastgelip "Silahını teslîm et!" dediklerinde, o acemi nefer "Ben, Pâdişâhın askeriyim, O'nun hizmetindeyim; hizmetimi görüp O'nun yanına döneceğim. Siz neci oluyorsunuz? Eğer O'nun izni ve rızasıyla gelmiş iseniz; göz ve baş üstüne hoş geldiniz, emrini gösteriniz; yoksa çekiliniz, benden uzak durunuz. Ben tek başıma kalsam, sizler binlerce olsanız, yine de sizinle döğüşürüm. Çünkü, nefsim ve silahım Mâlik'imin emânetidir. Kendi nefsim için değil, Mâlik'imin ve Sultan'ımın haysiyetini himâye edip izzetini korumak için size baş eğmiyeceğim..!" der.
İşte bu hâl, o ikinci yoldaki sevinç ve saâdete sebeb olan binlerce halden bir numûnedir. Diğerlerini sen kıyâs et. O ikinci yol boyunca, doğumlarla meydana gelen sevinç ve şenlikle asker ocağına toplanma; yine sevinç ve şenlikli ölümler ile terhisler görülüyor. İşte Kur'ân-ı Hakîm insanlığa bu yolu hediye etmiştir. Bu iki hediyeyi hakkıyla kabûl edenler, iki cihân saâdetine götüren bu ikinci yoldan gider, geçmiş şeylerden hüzün, gelecek şeylerden korku duymazlar.
Ey ikinci bozuk Avrupa! Senin çürük ve köksüz esaslarının bir kısmı şunlardır ki; "En büyük melekten en küçük balığa kadar her canlı kendi kendinin mâlikidir, kendisi için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Asıl gâyesi ve hedefi arzuladığı hayatı yaşayıp bekâsını te'mîn etmektir."diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîm'in kerem düsturları ile kâinatın idâresinde tam bir itâatle uyulan yardımlaşma kâidesiyle; bitkilerin hayvanların yardımına, hayvanların insanların yardımına koşmasıyla ortaya çıkan o umûmî kânunun Rahîmâne, Kerîmâne güzelliklerini mücâdele zannedip "Hayat bir mücâdeledir." diye ahmakça hüküm vermişsin. Acaba o yardımlaşma kânununun güzelliklerinden olan; yiyeceklerdeki faydalı zerrelerin büyük bir arzu ile beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl mücâdeledir? Nasıl çarpışmaktır? O imdâd ve koşmak Kerîm bir Rabb'in emriyle birbirinin yardımına koşmaktır.
Hem çürük bir kâiden; "Herşey kendi nefsine mâliktir." diyorsun. Hiçbir şeyin kendi kendine mâlik olamayacağına kat'î bir delîl şudur ki: Sebeblerin içinde en şereflisi ve istediğini yapabilme noktasında en geniş irâdelisi insandır. Halbuki, bu insanın; düşünmek, söylemek ve yemek-içmek gibi en rahat yapabildiği fiillerinin yüz kısmından irâdesine bırakılan ve kendi iktidârıyla yapabildiği sadece şeklî bir kısmıdır. Böyle en rahat bir fiilinin yüzde birine mâlik olamayan birisine nasıl "kendi kendine mâliktir" denilebilir? Canlıların en üstünü ve ihtiyarı en geniş olan insan; hakîkî tasarruftan ve fiillerinin sâhibi olmaktan bu derece uzak iken; hayvanlara, bitkilere ve cansızlara "kendi kendine mâliktir" diyen; hayvandan daha aşağı hayvan, cansızlardan daha cansız bir şuursuz olduğunu isbat eder.
Seni bu hatâya atıp bu tehlikeye düşüren, tek gözlü dehândır. Yani hârika zannettiğin, uğursuz zekândır. O kör dehân ile herşeyin yaratıcısı olan Rabb'ini unuttun. O yüce yaratıcının malını, sahte tağutlara taksîm ettin. O'nun eserlerini sebeblere verdin, O'nun icrâatını mevhûm tabiata isnâd edip, tabiat yapıyor dedin. Şu noktada, senin anlayışına ve kör dehâna göre; her canlı ve herbir insan tek başına hadsiz düşmanlarına karşı koymak ve sınırsız ihtiyâçlarının teminine çabalamak mecbûriyetindedir. Ve zerre gibi güçsüz bir iktidâr, ince tel gibi zayıf bir ihtiyâr, gelip geçici lem'a gibi bir şuûr, çabuk söner şu'le gibi bir hayat, hemen biter dakika gibi bir ömür ile o hadsiz düşmanların ve sınırsız ihtiyâçların zorlamalarına karşı dayanmak mecbûriyetindedir. Halbuki o biçâre canlıların sermâyesi binlerce arzusunun birine bile kâfi gelmez. Musibetlere düştüğü zaman, derdine; sağır, dilsiz, kör ve hissiz sebeblerden başka dermân beklemez.
(1) sırrına hedef olur. Senin karanlıklı dehân, bütün insanlığın gündüzünü geceye çevirdi. Onları o sıkıntılı, zulümlü ve karanlık gecene alıştırmak için yalancı, geçici lambalarla aydınlatmak istedin. Ama o ışıklar insanlığın yüzüne sevinç ile tebessüm etmiyorlar; insanların ağlanacak acı hallerine, ahmakça gülmelerine karşılık alay edercesine gülüp eğleniyorlar.
Senin talebelerinin nazarında herbir canlı, zâlimlerin hücumuna ma'rûz kalıp, musibete uğramış birer miskindirler. Dünyâ ise umûmî bir mâtemhânedir. Dünyâdaki sesler; ölümlerden, elemlerden gelen feryâd1ardır.
Senden tam ders alan taleben bir firavun olur. Fakat en hasîs şeye ibâdet eden ve menfaat gördüğü herşeyi kendine rab kabûl eden aşağılık bir mütemerriddir, firavundur. Hem senin taleben inatçı bir dik kafalıdır. Fakat aşağılık, basit bir lezzet için sonsuz bir alçaklığı ve düşkünlüğü kabul eden; hasîs bir menfaat için şeytanın ayağını öpecek kadar alçaklık gösteren miskîn bir mütemerriddir. Hem zâlimdir. Fakat kalbinde bir dayanak noktası bulunmadığı için kendisiyle övünen, zâtında gayet âciz, zavallı bir zorbadır. O talebenin bütün gayesi nefsânî arzularını tatmîn ve insanlık sevgisi ile fedâkârlık perdesi altında kendi şahsî menfaatini arayan, hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir hilebazdır. Nefsinden başka hiçbir şeyi ciddî olarak sevmez, herşeyi kendisi için fedâ eder.
Kur'ân'ın hakîkî ve hâlis bir talebesi ise sadece bir kuldur. Fakat, mahlûkâtın en büyüğüne bile boyun eğmeye tenezzül etmeyen. Cennet gibi en büyük ve yüksek menfaati bile kulluğunun gayesi yapmayan bir abd-i azizdir. Hem halîm-selîmdir. Fakat, Fâtır-ı Zülcelâlinden başkasına baş eğmeyen, sadece O'nun izniyle hareket eden emrine itâat edip boyun büken bir âli-himmettir. Hem fakirdir. Fakat, Mâlik-i Kerîm'inin ileride vereceği mükâfata râzı olan tok gözlü bir fakirdir. Hem zayıftır. Fakat, sonsuz kudrete sâhib Efendisinin kuvvetine dayanıp O'ndan başkasına eğilmeyen bir zayıftır.
İşte Kur'ân, hakîkî bir talebesine ebedî Cennet'i dahi maksad ve gâye yaptırmadığı halde; bu geçici ve fâni dünyâyı maksad ve gâye hiç yapar mı? İşte, senin taleben ile Kur'ân talebesinin birbirinden ne kadar farklı idealleri ve hedefleri olduğunu anla!
Hem hasta felsefenin talebeleriyle, Kur'ân-ı Hakîm'in talebelerinin insanlık sevgilerini ve fedâkârlıklarını bununla ölçebilirsin.
Şöyle ki;
Felsefenin çırağı kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhine da'vâ açar. Kur'ân'ın talebesi ise, göklerde ve yerdeki bütün sâlih kulları kendisine kardeş kabul ederek, gayet samimi bir şekilde onlara duâ eder, onların saâdetleriyle mes'ûd olur. Rûhunda onlara karşı kuvvetli bir alâka hisseder. Hem mahlûkâtın en büyüklerinden olan yeryüzünü ve Güneş'i, Rabb'inin emrinde hizmet eden birer me'mûr kabûl eder. İki talebenin düşüncelerinin ve ruhlarının genişliğini bu şekilde kıyâs et ki; Kur'ân kendi talebelerinin ruhlarına öyle bir genişlik ve yükseklik verir ki; doksan dokuz isminin cilvesini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrelerini, doksan dokuz taneli tesbihe bedel ellerine verir; "Evrâdlarınızı bununla okuyunuz." der. İşte, Kur'ân talebelerinden Şâh-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî (r.a.) gibi talebeleri tesbîhlerini, evrâdlarını okudukları vakit dinle, bak! Zerrât silsilesini, yağmur tanelerini, mahlûkatın nefeslerini ellerinde tutmuşlar evrâdlarını onlarla okuyorlar, Cenâb-ı Hakk'ı zikir ve tesbîh ediyorlar. İşte Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın mu'cizevî terbiyesine bak ki; basit bir kederle, küçük bir gam ile başı dönüp sersemleşen ve bir mikroba mağlûb olan bu küçük insan, Kur'ân'ın terbiyesi ile ne kadar yükselir, duyguları ne kadar gelişir ki; koca Dünyâ mevcûdâtını tesbîhi ve Cennet'i virdinin gâyesi olarak basit gördüğü halde, kendi nefsini Cenâb-ı Hakk'ın basit bir mahlûkunun üstünde görmüyor. Sonsuz bir izzet ile sonsuz bir tevâzuyu birleştiriyor. Felsefenin çıraklarının buna nisbetle ne derece aşağı olduğunu kıyâs edebilirsin.
İşte, Avrupa'nın hasta felsefesinin, tek gözlü dehâsının yanlış gördüğü hakikatleri; iki cihâna bakan, ötelere aşina parlak iki gözü ile iki âlemi birden gören; iki eliyle insanlığın iki saâdetine işaret eden, doğru yola hidâyet eden Kur'ân der ki; "Ey insan!
Senin elinde bulunan nefsin ve malın senin mülkün değildir, onlar sana emânettir. O emânetlerin Mâliki, herşeye gücü yeten, herşeyi bilen bir Rahîm-i Kerîm'dir. O, sana emânet ettiği mülkünü senden satın alıp, zâyi olmaması için senin adına muhafaza etmek ve ileride mühim bir fiat vermek istiyor. Sen, Efendinin verdiği vazîfe ile me'mur bir askersin. O'nun nâmına ve hesâbına çalış, vazifeni yerine getir. Sana rızk olarak, muhtaç olduğun şeyleri gönderen ve seni gücünün yetmediği şeylerden muhafaza eden O'dur. Sana verilen hayatın gâyesi ve neticesi; O Mâlik'in isimlerine mazhar olup icrâatını göstermektir. Başına bir musibet geldiği vakit (2) (Bakara (2), 156)
de. Yani, ''ben Mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer O'nun izni ve rızâsı ile geldiysen; merhaba, safâ geldin! Çünkü; elbette bir vakit O'na döneceğiz ve O'nun huzûruna gideceğiz ve O'na kavuşmayı bekliyoruz. Mâdem ki; birgün bizi bu hayatın sıkıntılarından kurtaracaklar. Haydi, ey musibet! Benim terhisim ve hürriyete kavuşmam senin elin ile olsun, râzıyım. Eğer bana verilen emâneti muhafaza etmem ve vazifemi yerine getirmem noktasında beni tecrübe etmen sana emredilmiş, ama teslim olmama Efendim'in izin ve rızâsı yoksa, gücüm yettikçe Mâlik'imin bendeki emânetini emîn olmayanlara teslim etmem!" der.
İşte, binlerce numuneden biri. Felsefî dehânın dersi ile Kur'ân'ın hidâyete götüren dersini kıyâs et...
Evet, iki tarafın gerçek hâli, yukarıda beyân edildiği gibidir. Fakat hidâyet ve dalâlette insanların dereceleri farklı farklıdır, gafletin mertebeleri çeşitlidir. Herkes her mertebede bu hakikati tam hissedemez. Çünkü, gaflet hisleri öldürüyor. Bu zamanda hisler öylesine bozulmuş ki, bu büyük elemin acısını ehl-i medeniyet hissedemiyor. Fakat ilmî hassasiyetin artmasıyla ve hergün otuzbin ölümü gösteren vefatların îkâzlarıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tâğutları ve tabiatçı fenlerinin peşinde dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklîd edip arkasında koşanlara binler lanet ve teessüfler!
Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklîde çalışmayınız!... Dikkat edin, Avrupa'nın size yaptığı hadsiz zulüm ve düşmanlıklarından sonra, hangi akıl ile onların sefâhetlerine ve bâtıl fikirlerine emniyet edip, peşinden gidiyor, şuursuzca onların safına katılıp kendi kendinizi ve kardeşlerinizi i'dâm ediyorsunuz. Biliniz ki!.. Siz, ahlâksızca onların peşinden gittikçe vatanperverlik da'vâsında yalancılık ediyorsunuz..! Çünki, bu şekilde onların arkasından koşmanız, milliyetinizi hafife almak ve milletinizle alay etmektir!...
Allah (c.c.) bizi ve sizi Sırat-ı müstakim'e hidâyet eylesin.
_________________________________________________Onyedinci Lem’a Ders 3

ALTINCI NOTA:
Ey kâfirlerin çoklukları ile onların bazı imân hakîkatlerini inkârda ittifaklarından telaşa düşen ve İtikadını bozan zavallı, şaşkın insan!
Bil ki; kıymet ile ehemmiyet âdet ve sayıca üstün olmakta değildir. Çünkü insan, hakîkî insan olmazsa şeytanî bir hayvana benzer. Bazı Avrupalılar ve onların peşinde koşanlar gibi, hayvanî yönleri ve arzuları ile terakki ettikçe hayvaniyet mertebeleri hızla artar.
Sen de görüyorsun ki; sayıları itibariyle nisbeten az olan insanlar fevkalâde çokluktaki hayvanların bütün nev'ilerine sultan, halîfe ve hâkim olmuşlardır. Muzır kâfirler ve onların yolunda giden sefîhler de Cenâb-ı Hakk'ın hayvanatından alçak tabiatlı bir nev'i dir ki Fâtır-ı Hakîm (1) onları dünyânın imâreti için yaratmıştır. Mü'min kullarına verdiği nimetlerin derecelerini kıyaslayabilecekleri bir ölçü yaptığı o kâfirlere, dünyânın angaryasını yükleyip sonunda kendi kazandıkları Cehennem'e teslim eder.
Dalâlet ehli olan kâfirlerin imân hakikatlerinden birini inkâr edip aksini iddia etmelerinin hiçbir ehemmiyeti ve kuvvveti yoktur. Çünki, nefiy sırrıyla, hakîkatleri reddedip, yokluklarını iddia etmekteki ittifakları kuvvetsizdir, faydasızdır. Binlerce nefyedici ve inkarcı bir tek hükmündedir.
Meselâ, bütün İstanbul halkı, ay'ı görmedikleri için Ramazan'ın başladığını inkâr etseler, iki şahidin isbat etmesiyle o büyük topluluğun red ve inkârda birleşmeleri değersiz ve ma'nâsız kalır.
Bu hakikatin sırrı şudur ki; inkarcıların iddiaları görünüşte bir iken aslında ayrı ayrıdır. Birbirleriyle münasebetleri yoktur ki, destek verip kuvvetlensinler. Ama isbat edicilerin da'vâları ittihat ederler, birbirlerini destekleyip kuvvetlenirler.
Gökteki Ramazan hilâlini göremeyenler "Benim baktığım tarafta ay yoktur... Benim istikametimde hilâl görünmüyor... Baktığım yönde birşey yok..." gibi ayrı ayrı sözlerle kendi görüşleri ve bakışlarındaki "Yok"luğu ifâde ederler. Herbirinin bakış istikameti ayrı olup, görüşlerine perde olan sebebler de ayrı ayrı olduğundan iddiaları da ayrı ayrı olur, birbirlerine destek ve kuvvet veremezler. Fakat isbat edenler "Benim bakışıma ve görüşüme göre hilâl vardır." demezler, "Hakikatte, gökyüzünde hilâl vardır. İşte, şurada görünüyor." derler. Demek bütününün da'vâları birdir. Reddeden inkarcıların bakışları ayrı ayrı olduğu için da'vâları ve iddiaları da ayrı ayrı olur. Hakîkatın kendisine hükmedemezler. Çünkü, birşeyin hakîkatını red, isbat edilemez. Birşeyi nefyedip yokluğunu iddia edebilmek için herşeyi tam ma'nâsıyla kavrayıp, anlayıp, ihata etmek lazımdır.
"Mutlak yokluk, ancak binbir zorlukla isbat edilebilir." bir kâide ve bir usuldür.
Evet, birşey için "Dünyâda vardır" dense, onu sadece göstermek kâfidir. Eğer "Yoktur" denilip inkâr edilse, dünyânın heryerinde o şeyin olmadığını göstererek yokluğunu isbat etmek gerekir.
İşte bu sırra binaen, küfür ehlinin bir hakîkatı reddetmesi, karmaşık bir mes'eleyi çözmek, dar bir delikten geçmek veya aşılmaz bir hendekten atlamak gibidir ki, bini de biri de birdir. Çünkü hiçbiri birbirine yardımcı olamaz. Fakat isbat edenler işin hakîkatına, hakîki hâle baktıkları için iddialarında ve davalarında birleşirler, kuvvetleri birbirine yardım eder. Onların hâli büyük bir taşı kaldırmaya koşan ellere benzer ki; birleşen eller ne kadar artarsa o kadar birbirinden kuvvet alır ve kaldırılması daha kolay olur.

YEDİNCİ NOTA:
Ey müslümanları şiddetle dünyâya teşvik edip, zorla ecnebi san'atlara ve yabancılaşmaya sevkederek milletin mukaddesatını ve haysiyetini koruduğunu iddia eden bedbaht!
Dikkat et! Bu milletin din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın. Eğer böyle ahmakça ve körü körüne yaptığın hamlelerinle bazılarının din ile olan münasebetlerini koparırsan, öldürücü zehir hükmünde olan o dinsizler ictimaî hayata zarar verirler. Çünkü; İslâm'ı terkedip, dinden uzaklaşanların vicdânları tamamen bozulduğu için, içtimâi hayata zehir olurlar. Ondan dolayı ilm-i usulde (2) "Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zımmî olsa veya musalaha etse, hakk-ı hayatı var." (3) hükmü, usul-i şeriatın (4) bir kaidesidir. Hem Hanefi mezhebinde ehl-i zimmiden (5) olan bir kâfirin şehâdeti kabul edilir. Fakat hak yolundan uzaklaşanın şehâdeti kabul edilmez. Çünkü o, emanete hıyanet edip, iyiliğe karşı kötülükle mukabele eden bir haindir.
Ey bedbaht, günâhkâr adam! Allah (cc)'ın emirlerini yapmayanların çokluğuna bakıp aldanma ve "çoklarının düşünceleri benimle beraberdir" deme. Çünkü, günâhkâr adam, günâh yoluna isteyerek ve bizzat dileyip girmemiştir. Aslında düştüğü çukurdan çıkamamaktadır. Dindar ve faziletli birisi olmayı temenni etmeyen, başındaki amirini mütedeyyin görmek istemeyen hiçbir günâhkâr yoktur. Aksi varsa, (Allah korusun) dinden çıkmış, vicdânı bozulmuş, yılan gibi zehirlemekten lezzet alanlardır.
Ey divane baş ve bozuk kâlb! Müslümanların dünyâyı sevmedikleri veya düşünmedikleri için fakirliğe düştüklerini ve dünyâdan alacakları hisselerini unutmamaları için ikaza muhtaç olduklarını mı zannediyorsun? Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Müslümanlar şiddetli hırsları sebebiyle başkalarına muhtaç hale geliyorlar. Çünkü, mü'minde hırs zarar ve ziyâna sebebtir ve sonu sefalettir.
"Hırslı adam, her zaman muhtaç olup, kaybeder, "misâl olarak söylenen meşhur bir sözdür.
Evet, insanı dünyâya çağıran ve sevkeden sebebler çoktur. Başta nefsi, hevâsı, dünyânın sûri tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok teşvikçileri vardır. Halbuki bâkî olan Ahirete ve ebedî hayata dâvet edenler azdır. Eğer sende bu millete karşı zerre kadar hamiyet varsa, bahsettiğin yüksek gayretlerin ve himmetlerin yalan değilse; insanlara bâkî hayatları için yardım edenlere destek olman lâzımdır. Yoksa, az olan o dâvetçileri susturup, çok olan kötülere yardım edersen şeytanın arkadaşı olursun.
Bu milletin dindarlıkları, dünyevî arzularını terketmeleri ve tembellikleri sebebiyle fakirleştiğini zannediyorsan hata ediyorsun. Çin ve Hindistan'daki Mecusi ve Berâhime ile Afrika'daki zenciler gibi Avrupa'nın tasallutuyla ezilen milletlerin bizden daha fakir olduklarını görmüyor musun? Hem, Avrupa kâfir ve zalimleri ile Asya'lı münafıkların hile ve entrikalarıyla müslümanların elindekilerini çalıp gasbettiklerini, zarurî ihtiyaçlarından fazlasını bırakmadıklarını da mı görmüyorsun.
Sizin ehl-i imânı, zorla mimsiz medeniyete (6) sevketmekteki maksadınız, memlekette asayiş ve emniyeti kolayca temin etmek ise; katiyyen biliniz ki, hata ediyorsunuz. Çünkü; itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fasıkın idâresi ve onların içinde asayişin temeni binlerce dindar insanın idaresinden daha zordur.
İşte bu esaslara binaen müslümanların dünyâya ve hırslarını tatmine sevkedilip, teşvik edilmeye, ihtiyaçları yoktur. Terakkileri ve asayişleri, mesailerinin tanzimi, aralarındaki emniyetin tesisi ve yardımlaşmalarına mani unsurların ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Bu ihtiyaç da, dinin kudsî emirlerine yapışıp, takvâ ile dinin emirlerini korumak ve tatbik etmekteki ciddiyet ile temin edilir.
selam ve dua ile
 

imported_akanda

New member
17.lem'a

Felsefenin şakirdi,kendi nefsi için kardeşinden kaçar,onun aleyhinde dava açar.Kur'anın şakirdi ise,semavat ve arzdaki umum sâlih ibadı kendine kardeş telakki ederek,gayet samimî bir surette onlara dua eder.Ve saadetleriyle mes'ut oluyor.Ve ruhunda şedid bir alâkayı onlara karşı hisseder.Hem en büyük şey olan Arş ve Şemsi,musahhar birer me'mur ve kendi gibi bir abd,bir mahlûk telâkki eder.Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ıruhlarını bundan kıyas et ki:(asıl yorumu almak istediğim yer)KUR'AN KENDİ ŞâKİRDLERİNİN RUHUNA ÖYLE BİR İNBİSAT VE ULVİYET VERİR Kİ;DOKSAN DOKUZ TANELİ TESBİHE BEDEL,DOKSAN DOKUZ ESMA-İ İLÂHİYENİN CİLVELERİNİ GÖSTEREN DOKSAN DOKUZ ALEMLERİN ZERRATINI,BİRER TESBİH TANELERİ OLARAK ŞÂKİRDLERİNİN ELLERİNE VERİR...


konu sayfasını yalnış açmış olabilirim konu hakkındaki yorumlarınızı bekliyorum.RABBİM razı olsun hepinizden kalplerinizin hakiki sahibine emanet olun.duaile
 

istiðna

Active member
17.lem'a

ama konu felsefeyle ilgili,baglantıyı koparınca ne demek istedıgını anlıyamadım.eger kur'anla ılglı soruyorsan aklıma gelenlerı yazayım;

Kur'an, kendi şakirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki;
"Nihayet izzet içinde, nihayet tevazuu cem'ediyor.”
Kur'an. Kitabım: Hayattır. Muhatâbım: Yine benim. Sen ise ey kàri! Müstemi'sin. Müstemi'in tenkide hakkı yoktur; beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez
"Kur'an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır; başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez." Evet zaman geçtikçe, Kur'an-ı Hakîm'in daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa hâşâ ve kellâ selef-i sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'aniyeye şüphe getirmek değil. Çünki onlara îman lâzımdır. Onlar nasstır, kat'îdir, esastırlar, temeldirler. Kur'an عَرَبِىّ ٌ مُبِينٌ fermanıyla mânası vazıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî, o mânalar üzerine döner, takviye eder, bedahet derecesine getirir.

Kur'an Âyine İster, Vekil İstemez
Ümmetteki cumhuru, hem avâmın umumu; bürhândan ziyade me'hazdaki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevkeder imtisâle.
Şeriat yüzde doksanı; müsellemât-ı şer'î, zaruriyâ t-ı dinî birer elmas sütundur.
İçtihadî, hilafî, fer'î olan mesâil; yüzde ancak on olur. Doksan elmas sütunu, on altının sahibi
Kesesine koyamaz, ona tâbi kılamaz. Elmasların mâdeni: Kur'an ve hem Hadîstir. Onun malı.. oradan, her zaman istemeli.
Kitablar, içtihadlar Kur'anın âyinesi, yahut dürbin olmalı. Gölge, vekil istemez o Şems-i Mu'cizbeyân.​
 

imported_akanda

New member
17.lem'a

allah razı olsun kardeş evet kuranla ilgili sormuştum
bişeydaha benim bağlantıdamı sorun var yoksa forum mu açılmıyo bilemiyorm akşam üzeri açamamıştım da allaha em olun
 

istiðna

Active member
17.lem'a

akanda ' Alıntı:
allah razı olsun kardeş evet kuranla ilgili sormuştum
bişeydaha benim bağlantıdamı sorun var yoksa forum mu açılmıyo bilemiyorm akşam üzeri açamamıştım da allaha em olun

bence ne sizde sorun var ,nede baskasında sorun bu sıtenın admınınde...
baglantıda sorun olmus olabılır.ama ugrasmayın galıba nettekı sorun turkıye geneli.yardımcı olabıldıysem ne mutlu bana.Allaha emanet olun.ve siziı daha cok aramızda da gormek ıstedıgımızı de bılın abi.
 
Üst