Dârül Kurrâ Müesseseleri ve İlk Dârül Kurrâlar

kasif1

Well-known member
İslam âlemindeki cami, medrese, imaret, hastane, köprü, çeşme ve saire gibi dini, ilmi ve içtimai (sosyal) müesseselerin kaide, kanun ve vakıf şartları hemen hemen birbirinin aynıdır. Bu tesislerin devamı, bunları yaptıranlar tarafından tertip ettirilen vakıflarla tespit olunmuştur. Şayet vakıf yapılan memleketler herhangi bir İslam Devleti tarafından işgal edilse bile yapılan vakıflar bunların hükümleri orayı elde etmiş olan hükümdarın tasdikiyle muteber olurdu. Bunun gibi Osmanlı Devleti Anadolu’da yayılarak oradaki beylikleri elde ettikten sonra eskiden beri devam edip gelen bu tesisleri, gayrı Müslimlerinkiler de dâhil olmak üzere vakıf şartları mucibince tamamen tanımış ve Osmanlı azameti Avrupa kıtasında da ilerlediği zaman Osmanlı hükümdarları bu kıtadaki gayrı Müslim vakıflarını da eski halleri üzere kabul ve tasdik etmişlerdir.
Kur’an öğretilen ve hafız yetiştirilen mekteplerin, kıraat tâlimi yapılan medrese veya bölümlerin genel adına Darül Kurra denir. Darül Huffaz ise hafız yetiştirilen yerlere verilen addır. Bunların yüksek kısımlarına “Darül Kurra” denilirdi. Kur’an-ı ezberleyenlere Hafız, kıraat ilmini tamamlayanlara “Kurra” adı verilirdi.
“Yer, mekân, ev” gibi anlamlara ge¬len dâr ile “okuyan” anlamındaki kârî ke¬limesinin çoğulu olan kurrâ kelimelerin¬den meydana gelen dârü’l-kurrâ. Kur’ân-ı Kerîm’in öğretildiği, bir bölümünün ve¬ya tamamının ezberletildiği ve kıraat vecihlerinin tâlim ettirildiği mektepler için kullanılmıştır. Bu müesseselere dârül-kur’ân ve dârül huffâz adı da verilir.
İlk Hafızlar ve İlk Kur’an Eğitimi
Çok güzel Kur’an okuyan âmâ Abdul¬lah b. Ümmü Mektûm’un Medine’ye hic¬retinde Mahreme b. Nevfel’İn Dârül Kurrâ denilen evinde misafir olduğu şeklin¬de İbn Sa’d'da yer alan bir rivayetten, bu ismin mescidler dışında Kur’an okunan ve öğretilen yerler için daha Hz. Peygamber devrinde kul¬lanılmaya başlandığı anlaşılmaktadır. Bu ev muhtemelen İbn Şebbe’nin sözünü ettiği. Mescid-i Nebevî’nin güneydoğu köşesinde yer alan ve sonradan Abbasî Halifesi Mehdî-Billâh tarafından satın alınıp mescide dâhil edilen binadır. Aynı rivayeti İbn Abdülber’den nakleden Huzâî, bu olayın medreselerin kuruluşuna örnek teşkil edebileceğini söyler.

Hicretten önce Mekke’de Kur’an öğ¬retimi daha çok Dârülerkam’da olmuş¬tur. Akabe biatlarından sonra Hz. Peygamber Medineliler’e Kur’an muallimi olarak Mus’ab b. Umeyr’i göndermişti. Fetihten sonra vilâyetlere tayin ettiği bir kısım valiler aynı zamanda Kuran muallimleriydi. Mescid-i Nebevî’de bu görevi Hz. Peygamber bizzat yapmakla birlikte Ubâde b. Sâmifi de Suffe asha¬bına Kur’an öğretmekle görevlendirmiş, mescidlerde Kur’an derslerini teşvik et¬miştir: “Allah’ın evlerinden birinde, Al¬lah’ın kitabını okumak ve kendi araların¬da mütalaa etmek (tedârüs) üzere topla¬nan her topluluğa Allah iç huzuru verir; onları rahmet bürür, çevrelerinde me¬lekler toplanır ve Allah onları melekle¬rin yanında anar.” Hadiste ge¬çen “tedârüs” kelimesi bütün Kur’an ilimlerine şâmil olmalıdır.
Camiler uzun süre bilhassa Kur’an ve hadis tahsilinin merkezi olma özelliğini korudular. Buralarda ileri seviyede Kur’an öğrenimi için oluşturulan ders halkaları “seb” ve “tasdîr” diye anıldı; kıraat ho¬casına “şeyhü’l-kırâa”, görevine de “meşîhatü’l-kırâa” denildi. Şehir camilerin¬de yürütülen Kur’an okutma faaliyeti “meşîhatü’l-mescid”, ordugâhlarda yü¬rütülen faaliyetler “meşîhatü’l-cünd” is¬mini aldı. Bu sonuncunun hocalarına “kâriü’l-cünd” de denilirdi. Evliya Çelebi’nin selâtin, vüzerâ ve diğer ileri gelen¬lerin camilerinin her birinde bir Dârül Kurrâ olduğunu söylemesinden de anla¬şılacağı gibi mescidlerde kıraat ilminin okutulduğu özel bölümlere Osmanlılar Dârül Kurrâ adını vermişlerdir.
İslam Dünyasının İlk Medreseleri
İslâm dünyasında ilk medreseler hicrî IV. yüzyılın ortalarında Nîşâbur’da ku¬rulmuştur. Bunlardan bir kısmı “dârüs-sûnne” denilen hadis okullarıydı. Diğer¬lerinde, sonraki bazı medreselerde örne¬ği görülen dârülkurrâ ve dârülhadis gi¬bi bölümlerin olup olmadığı kesin ola¬rak bilinmemekle birlikte hocalarından bir kısmının mukrî olmasından da anla¬şılacağı üzere okutulan dersler arasın¬da kıraat ilminin önemli bir yer tuttuğu muhakkaktır.

Selçuklular, kıraat ilminin okutulduğu medreseleri genellikle “Dârül Huffâz” şek¬linde adlandırmışlardır. Bu adlandırma kısmen Osmanlılar dönemine de uzan¬maktadır. Timur devri mimarisinde ba¬zı türbelerin çevresinde yer alan külli¬yelerde hafızların Kur’an okuması için yapılan odalara bu isim verilmiştir. Ni¬tekim Meşhed’de İmam Ali er-Rızâ Tür¬besi ve Gevher Şâd Camii planlarında Dâ¬rül Huffâz olarak adlandırılan odaların bulunduğu görülmektedir.
Osmanlılarda Dârül Kurrâ
Osmanlılar Kur’an ihtisas medresele¬rine genellikle Dârül kurrâ demişlerdir. Osmanlı topraklarının her tarafında çok sayıda dârül kurrâ vardı. Ancak bu bina¬ların büyük bir kısmı bugün mevcut de¬ğildir. Anadolu beylerbeyi iken 1582′de Rumeli beylerbeyliğine tayin edilen Ca¬fer Paşa’nın yaptırdığı, bugün evler ara¬sında sıkışıp kalmış Kütahya Dârül Kurrâ’sı gibi bazıları ise ayakta kalmak için direnmektedir. Mimar Sinan’ın yaptığı Dârül Kurrâlardan; İstanbul Süleymaniye, Hüsrev Kethüda, Sokullu Mehmed Pa¬şa, Atik Valide Dârül Kurrâları ile Dâvud Ağa’nın yaptığı Edirne Selimiye Dârul Kurrâsı zamanımıza kadar gelebilmiştir.

Dârül Kurrâlann birçoğu hakkında tarihî kaynaklar yanında seyahatnamelerle vak¬fiyelerden ve tabakat kitaplarında yer alan hocalarının biyografilerinden bilgi edinilebilmektedir.
Gezdiği yerlerdeki Dârül Kurrâlann bazı özellikleri hakkında çok değerli bilgiler veren Evliya Çelebi, kendi asrında olduk¬ça fazla sayıda Dârül Kurrâdan söz etmek¬tedir. Bundan bir asır sonrasının (XVIII. yüzyıl) vakıf eserleri üzerinde yapılan bir araştırma ise bu dönemde çok az sayı¬da Dârül Kurrâ bulunduğunu göstermek¬tedir. Evliya Çelebi’nin kendi dönemini biraz abartmış olabileceği düşünülürse de devletin gittikçe gerilemesinin bu müesseselerin azalmasına yol açmış ola¬bileceğini, ayrıca onun sözünü ettiği Dâ¬rül Kurrâlardan büyük bir kısmının selâ¬tin, vüzerâ, ayan ve eşraf camileri bün¬yesinde yer aldığını unutmamak gerekir.
17. yüzyılda İstanbul’da 9.000 Hafız Vardı
Evliya Çelebi Edirne hakkında bilgi ve¬rirken bu şehirde de birçok Dârül Kurrâ bulunduğunu ve buralarda hafızlık ya¬pıldığını, çeşitli seviyelerde kıraat ders¬leri görüldüğünü, İbnü’l-Cezerî ve Şâtı-bî’nin eserleriyle şiirler okutulduğunu yazar. Ayrıca İs¬tanbul’da bütün büyük camilerin bünye¬sinde birer Dârül Kurrâ yer aldığı gibi müstakil binalardan Dârül Kurrâlann da mevcut olduğunu ve döneminde İstan¬bul’da 3000′i kadın olmak üzere 9000 hafız bulunduğunu kaydeder.

Türkiye’de Dârül Kurrâlar
Türkiye’deki Dârül Kurrâlar, 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhîd-i Tedri¬sat Kanunu’nun 2. maddesi gereğince bütün okullar gibi Maarif Vekâleti’ne bağlanmak istenmişse de zamanın Diya¬net İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’nin bu kurumların birer ihtisas okulu olduğu için başkanlığa bağlı olarak öğretime de¬vam etmesi gerektiği yolundaki ısrarla¬rı sonucu Kur’an kurslarına dönüşerek varlıklarını kesintisiz devam ettirmişler¬dir.

Fakat bunlar za¬manla sadece Kur’an okumanın öğretil¬diği, din dersleriyle takviye edilen okul¬lar durumuna geldi. Kıraat ilminde ihti¬saslaşma ise sayıları pek fazla olmayan hocaların şahsî gayretleriyle sınırlı kaldı. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı İstanbul Haseki Eğitim Merkezinde 1976′dan beri devam eden üç yıllık aşere, takrib, tayyibe ihtisas kursları, tarihî Dârül Kurrâ müesseselerinde yapılan öğ¬retimle hayli benzerlik göstermektedir.
Hazırlayan: Tahsin Hazırbulan
 
Üst