Müfessirin Bilmesi Gereken İlimler'e gelen itirazlar üzerine

Ali KOCA

New member
Müfessirin Bilmesi Gereken İlimler Başlığıyla Yayınlanmış Yazıya Gelen itirazlar üzerine kaleme alınmış "Vehbî İlim Nedir?" başlıklı yazı.
Vehbî İlim Nedir? - Hakâik-i İmaniyyeye Dair Bazı Mesâil

Vehbî İlim Nedir?

Vehbî ilim insanın kesibî ilimler dediğimiz ilim öğrenmek için çalışma ve gayretin sonunda öğrenilmesi gereken ilimlere tam manası ile vakıf olduktan sonra bununla amel ederek ihlasla ilmin gereğini yerine getirenlere Allah’ın verdiği anlayış ve kalbine ilham ettiği manevi ilimdir. Nitekim peygamberimiz (sav) “Bildiği ile amel edene Allah bilmediklerini öğretir” (Münavi, Feyzu’l-Kadir, 4:388; Gazali, El-Munkızu mine’d-Dalal, 60; ) buyurarak bu ilme işaret etmiştir.

İslam’da ilim öğrenmek amel etmek içindir. Amel edilmeyen ilim kişiye vebaldir. Hem amel edildikçe detaylar ortaya çıkar ve bu detayları iyice öğrenmek yeni ilimleri gerektirir ve gerçekler detaylarda gizlidir, en ince bir detayı kaçıran kimse de yanlış hüküm verir ve doğruyu bulamaz. Bu nedenle ilim uygulama ile ortaya çıkar ve gelişir. Maddi ve fenni ilimler böyle olduğu gibi akla, ruha ve kalbe dayanan tefekkürü netice veren ilimler de böyledir. Bu ilimlerle amel edildikçe, Allah’ın isim ve sıfatlarında ve ruhani ve âlemlerde tefekkür ettikçe terakki edilir ve terakki ettikçe akla, kalbe ve ruha yeni pencereler ve kapılar açılır. Bu nedenle yüce Allah Kur’ân-ı kerimde tefekkürü emretmekte, peygamberimiz (sav) de “Tefekkür gibi ibadet yoktur.” (Aliyyu’l-Muttaki, Kenzu’l-Ummal, 16:121) “Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır” (Keşfu’l-Hafa, 1:400) buyurmaktadır.

“Her şeyi Allah’tan isteyin. Allah bir şeyi nasip etmezse asla ona ulaşamazsınız” (Ramuz, 361) buyuran peygamberimizin (sav) bu hadisinin şümulüne Kur’anın tefsiri ve tevilini doğru bir şekilde yapmayı istemek de girer. Bu nedenle Kur’anı tefsir edecek veya ayet ve hadislerden fıkhî bir hüküm çıkaracak olan âlimlerin ihlaslı olmaları yanında hakka isabet etmesi için ayrıca dua etmesi ve kalben Allah’a yönelmesi gerekir. Tevfik refik olmazsa hakka isabet etmek de mümkün olmaz. Âlimin mütevazı olması ve bu tevazusunu halktan çok Allah’a yöneltmesi gerekir ki bu da Allah’a dua etmek ve acizliğini itiraf ederek “Allah’ım bana hakkı hak göster, ona ittiba etmemi nasip et, batılı batıl göster, ondan sakınmamı sağla!” diye yalvarmalıdır. Yoksa iddia sahibi olmak ve “Benim dediğim doğrudur, haktır, başka doğru yoktur” gibi iddialar “İlmî enaniyettir” böyle bir benliğe ve iddiaya sahip olanları Allah şaşırtır. Hem Allah böyle enaniyetle kalbini katılaştıran ve tevazudan uzaklaştıranın kalbine hak ve hakikati ilham etmez. Bu nedenle tevazu herkesten çok âlime yakışır. Allah katında en üstün en takva sahibi olandır ve en müttakisi de en çok tevazu sahibi olandır.

Bazı ulema-i ehl-i zahir, yani sadece akla ve kitap, sünnet, icma ve kıyas’a itibar eden bilginler “Dinde senet yalnız edille-i şer’iyedir” demişlerdir. Bu doğrudur. Buna elbette hiç kimsenin itirazı yoktur. Zira şeriatın kaynakları bunlardır. Bunlardan kaynaklanmayan hiçbir ilim dinde delil değildir. Bizim “Vehbî ilim” dediğimiz “edille-i şerîye” yerine ikame edilen veya edilecek olan ilim değildir. Aksine Kitap ve sünnetin ahkâmının hakkaniyetini ispat ve izah sadedinde aklî ve mantıkî bürhanları içinde alan, aklı ikna ve kalbi tatmine vesile olan ilimdir. Zaten “icma ve kıyas” gibi aslî deliller ile “maslahat, zerayi, örf” gibi ferî deliller de Kitap ve Sünnetin ahkâmının tatbikini sağlamak ve “Bu zamanda bu hükümleri, değişen zaman ve şartlara göre nasıl yapacağız?” sorusunun cevabını vermek ve Allah’ın hükmünü uygulama ve sünnet-i peygamberiyi ihya etmeye yöneliktir. Vehbî ilmin de amacı çetrefilli meselelerde ve dünyanın değişen şart ve durumlarında Kur’ân ve Sünnetin hakkaniyetini ve uygulanabilir olduğunu göstermek ve ispat etmek içindir. Kur’an ve Sünnetin ahkâmını kaldırıp onun yerine geçecek ilme vehbî ilim denmediği gibi herhangi bir aklî ilmin ve bilginin doğru olmayacağı açıktır. Zira hak ve hakikatin ölçüsü Kitap ve Sünnetin mizanlarıdır. Evliyanın keşf ve ilhamlarının hakkaniyetinin ölçüsü de yine Kitap ve Sünnettir. Kitap ve Sünnete muhalif ilham ve keşif batıldır.

Peygamberimiz (sav) “Ümmetimin içinde muhaddesûn vardır” (Buhari, Fezail, 6; Enbiya, 54; Müslim, Fezail, 23;Tirmizi, Menâkıb, 17) yani, “kendilerine ilham olunacaklar vardır” buyurmuşlardır. Yüce Allah’ın “Kelam” sıfatının tecellisi peygamberlere ferman-ı ilâhiyi vayh etmekten tutun, bal arısına vahy etmeye, yani ilham etmeye (Nahl, 16:68) kadar geniştir. Nitekim “Allah’ın kelamını ağaçlar ve otlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa bitiremezler” (Kehf, 18:109) ayeti yüce Allah’ın Kelam Sıfatının Kudret, İlim ve İrade gibi sonsuz olduğunu bize haber vermektedir. Bu nedenle Allah’ın konuşma sıfatı sadece ferman-ı ilâhiden ibaret değildir. Peygambere gelen “Kutsi Hadisler”den tutun, peygamber ilhamı olan ve bir nevi vahiy sayılan (Necm, 53:3-4) ve kendisine “Hikmet” denilen hadisten, evliya ilhamı, melek ilhamı ve beşer ilhamından hayvanat ilhamına kadar geniş ve sonsuzdur. (Bediüzzaman, Sözler, 1999, s.124)

“İlham, yani vehbî ilim” Kitap ve sünnetin hakkaniyetini ve uygulamasını sağlayan ve unutulmaya, terk edilmeye yüz tuttuğu zaman yeninde ihya eden ilimdir. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimi inzal buyurduğu gibi onun her asra hitap eden manasını da inzal edeceğini vaat etmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerimde peygamberimize vahyin tebliğini anlatırken “Vahyi ezberleyeceğim diye dilini tahrik etme. Biz onu senin kalbine yerleştirecek ve sana okutturacağız. Cebrail Kur’ânı okuyunca dinle ve takip et. Sonrasında onu açıklamak ve beyan etmek de bize aittir” (Kıyame, 16:19) buyurur. Bu ayetlerde peygamberin kalbine Cebrail’in (as) okuduğu Kur’anı yerleştireceğini ifade ettiği gibi, kıyamete kadar insanların ihtiyacı olan ve hastalıklarına çare olacak şekilde Kur’ânın manasını ve açıklamasını vehbî olarak o asrın müceddidinin kalbine ilham edeceğini ifade etmektedir. Bundan dolayıdır ki İmam-ı Şafinin “Kitab-ı Üm” adlı “Usul-i Dine” ait eseri, Mevlanâ’nın ahlak ve edeb dersi veren “Mesnevisi” ve Gazali’nin “İhya”sı ve “İmam-ı Rabbani”nin “Mektubatı” Bediüzzaman’ın “Risale-i Nurları” hep “İlham ve Sünûhat” eseridir. Yani “Vehbî”dir. Ama bu vehbî ilmin temeli kesbî ilimlerin tamamlanmasından sonradır. Yani peygamberimizin (sav) “İlmi ile amel edene Allah bilmediğini öğretir” buyurduğu şekliyledir.

Hal böyle olunca herkes haddini ve hududunu bilmelidir. Bir gün okula gidip kendini üstad yerine koymakla veya birkaç şey öğrenmekle kendini âlim ve allame ilan etmekle insan ancak kendisini aldatır. İlim ve hikmet iddia ile değil çalışma, tevazu ile her ilimden ve ilim adamından istifade etme ve doğruya irşad için Allah’a acz ve fakr ile yalvarma ve haddini bilme sonunda kazanılır. Bir hadis-i kutside “Ne mutlu o adama ki haddini bilir de tecavüz etmez” denilmiştir.

Bir İslam âlimine “Bunca senedir ilim peşindesin ne öğrendin?” demişler. “Haddimi bilmeyi öğrendim” diye cevap vermiştir. Bir köy muhtarı köyde tek adamdır bu nedenle kibir ve gururundan geçilmez; ama kasabaya gelince kimse adını anmaz. Aynı şekilde vali de vezir de kendi makamında büyüktür, ama ondan daha üstün olanın yanında haddini bilmesi gerekir. Bir insan ne kadar kesbî ilimlerde ihtisas sahibi olursa olsun, Allah’ın yardımı ve tevfiki olmazsa hakikati bulup gerçeği ortaya çıkaramaz. Bunun içindir ki “Firak-ı Dalle” denilen haktan ayrılan mezheplerin ve felsefi ekollerin kurucuları ve o mesleği devam ettiren büyük alimleri çok harika ilimleri, akıl ve zekaları ile beraber hak ve hakikati bulup hidayete erememişler batıl iddiaları ve yanlış bilgileri ile binlerce insanın haktan uzaklaşmasına da sebep olmuşlardır. Hak ve hakikat daima “Vehbî ilimle” kendilerine “Tevfik refik olunan” İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, Ebu’l-Hasen el-Eş’âri, Maturudi, Mevlana, Gazali, Razi, Rabbani, Geylani, Arabî ve Bediüzzaman gibi allamelerin elinde kalmış ve insanlar onların elinden hakikati almış ve hidayete ermişler, doğru yolu bulmuşlardır.

Daima hakkı bulmak için çalışma ve tevazu ile ilme eğilme yanında duamız ve niyazımız “Allahım bize hakkı hak olarak bildir ve ona uymayı nasib et, batılı da batıl olarak bildir, ondan da kaçınmamızı sağla” şeklinde olmalıdır.

M. Ali KAYA
 
Üst