Yedinci Şuâ

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Muvahhid1

Well-known member
(Âyetü’l-Kübrâ)
Mühim bir ihtar ve bir ifade-i meram


Bu ehemmiyetli risalenin, herkes herbir meselesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat, eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil; belki, elleri uzun olanların hisseleri de var.
Bu risalenin fehmini işkâl eden beş sebep var:

Birincisi: Ben kendi müşahedatımı kendi fehmime göre ve kendim için yazdım. Sair kitaplar gibi başkalarının fehmine ve telâkkisine göre yazmadım.

İkincisi: İsm-i Âzam cilvesiyle tevhid-i hakiki âzamî bir surette yazıldığından, meseleleri hemgayet geniş, hem gayet derin ve bazen çok uzun olduğundan, herkes birden ihata edemez.

Üçüncüsü: Herbir mesele büyük ve uzun bir hakikat olması sebebiyle, hakikatı parçalamamak için bazen bir sahife veya bir yaprak, birtek cümle olur. Birtek delil hükmünde çok mukaddemat bulunur.

Dördüncüsü: Ekser meselelerinin herbirisinin pek çok delilleri ve hüccetleri bulunduğundan, bazen on, bazen yirmi delili birtek burhan yapmak cihetiyle mesele uzunlaşır; kısa fehimler kavramaz.

Beşincisi: Ben Ramazan’ın feyziyle bu risalenin nurlarına mazhar olmaklığımla beraber, birkaç cihette halim perişan ve birkaç hastalıkla vücudum sarsıldığı bir zamanda acele yazılıp, birinci müsveddeyle iktifa edildi. Hem yazdığım vakit, irade ve ihtiyarımla olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmediğim için bir parçafehmi işkâl edecek bir vazi-yet




burhan: güçlü delil, sarsılmaz kanıtcihet: şekil, yön
cilve: görüntü, yansımaekser: çoğunluk
fehm: anlayış, kavrayışfeyz: ihsan, bolluk, bereket
gayet: son derecehakikat: doğru, gerçek
hüccet: güçlü delil, sarsılmaz kanıtifade-i meram: maksadı ifade etme
ihata etmek: kuşatmak, kapsamakihtar: hatırlatma, ikaz
ihtiyar: dileme, seçme, iradeiktifa etmek: yetinmek
irade: dileme, tercihişkâl: güçleştirme, zorlaştırma
mazhar: erişme, nail olmamukaddemât: önsözler, başlangıçlar
muvafık görme: uygun görmemüsvedde: karalama, temize çekilmek üzere yazılan ilk nüsha
müşahedat: gözlem, görülen şeylerrisale: mektup, küçük çaplı kitap
sair: diğer, başkasuret: biçim, şekil
tanzim: düzenleme, düzene koymatelâkki: anlama, kabul etme
tevhid-i hakikî: araştırarak, delilleriyle Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmeâyet-i kübrâ: en büyük delil
âzamî: en fazla, en kapsamlıİsm-i Âzam: Cenâb-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı
ıslah: düzeltme, iyileştirmeşuâ: bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 140

aldı. Hem Arabî fıkralar içine çok girdi. Hattâ Birinci Makam baştan başa Arabî olduğundan içinden çıkarıldı, müstakil yazıldı.
Medar-ı kusur ve işkâl olan bu beş sebeple beraber, bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki,İmam-ı Ali (r.a.) kerâmât-ı gaybiyesinde bu risaleye, “Âyet-i Kübrâ” ve “Asâ-yı Mûsâ”namlarını vermiş, Risale-i Nur’un risaleleri içinde buna hususî bakıp, nazar-ı dikkati celbetmiş.HAŞİYE-1 El-Âyetü’l-Kübrâ’nın bir hakikî tefsiri olan bu Âyetü’l-Kübrâ Risalesi, Hazret-i İmam’ın (r.a.) tâbirince, “Asâ-yı Mûsâ” nâmında Yedinci Şuâ kitabıdır.


Bu Yedinci Şuâ, bir mukaddime ve iki makamdır. Mukaddimesi dört mesele-i mühimmeyi, Birinci Makamı, Âyet-i Kübrâ’nın tefsirinden Arabî kısmını, İkinci Makamı onun burhanlarını ve tercümesini ve meâlini beyan ederler.
Bu gelen mukaddime lüzumundan fazla izah edilmekle beraber, bir derece uzun olmasıihtiyarsız olmuştur. Demek ihtiyaç var ki öyle yazdırıldı. Belki de bir kısım insanlar bu uzunu kısa görürler.


Said Nursî




endOfSection.gif
endOfSection.gif




[NOT]Haşiye-1 Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) Âyetü’l-Kübrâ hakkında verdiği haberi, tam tamına Denizli hâdisesi tasdik etti. Çünkü, bu risalenin gizli tab’ı, hapsimize bir vesile oldu. Ve onun kudsî ve çok kuvvetli hakikatının galebesi, beraat ve necatımıza ehemmiyetli bir sebep oldu. Veİmam-ı Ali (r.a.) keramet-i gaybiyesini gözlere gösterdi ve hakkımızdaki وَبِاْلاٰيَةُ الْكُبْرٰى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ duasının kabulünü ispat etti.

[/NOT]





Arabî: ArapçaAsâ-yı Mûsâ: Hz. Mûsa’nın mu’cizeli deyneği [bk. bilgiler – Mûsâ (a.s.)]
Denizli hâdisesi: (bk. bilgiler – Denizli)Hazret-i İmam: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)]
Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)beraat: temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması
beyan etmek: açıklamakburhan: güçlü delil, sarsılmaz kanıt
ehemmiyet: önemfıkra: bölüm, kısım
galebe: üstün gelmehakikat: doğru gerçek
hakikî: doğru, gerçekhaşiye: dipnot, açıklayıcı not
hususî: özelihtiyarsız: irade dışı
izah edilmek: açıklanmakkeramet-i gaybiye: gaybla ilgili kerametler, gelecekle ilgili kerametler
kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, kutsalmedar-ı kusur ve işkal: kusur ve zorlaştırma sebebi
mesele-i mühimme: önemli meselemeâl: mânâ, açıklama
mukaddime: başlangıç, girişmüstakil: bağımsız, başlı başına
nam: adnazar-ı dikkati celbetmek: dikkat çekmek
necat: kurtuluşrisale: mektup, küçük çaplı kitap
tab’: baskı basmatasdik etmek: doğruluğunu onaylamak
tefsir: açıklama, yorumtâbir: ifade etme, adlandırma
Âyet-i Kübrâ: en büyük delilİmam-ı Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)]
şua: ışık kaynağından çıkan ışık telleri
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - sayfa 141

Mukaddime

besmele.jpg


وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ
blank.gif
1

Bu âyet-i uzmânın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.


Evet, fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsizelemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üssü’l-esası ve anahtarı olaniman-ı billâh ve mârifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemâlâtlar o insananisbeten aşağıdır. Belki çoğunun kıymetleri yoktur.


Risale-i Nur’da bu hakikat kuvvetli burhanlarla ispat edildiğinden, bu hakikatı Risale-i Nur’a havale ederek, yalnız o yakîn-i imanîyi bu asırda sarsan ve tereddüt veren iki vartayı Dört Mesele içinde beyan ederiz.
Birinci vartadan çare-i necat: İki meseledir.


Birinci mesele: Otuz Birinci Mektubun On Üçüncü Lem’asında tafsilen ispat edildiği gibi,umumî meselelerde ispata karşı nefyin kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır. Meselâ, Ramazan-ı Şerîfin başında hilâli görmek hususunda, iki âmi şahit hilâli ispat etseler ve binlerleeşraf ve âlimler “Görmedik” deyip nefyetseler, onların nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Çünkü, ispatta birbirine kuvvet verir; birbirinde tesanüd ve icmâ var. Nefiyde ise, bir olsa bin olsa farkları yoktur; herkes kendi başına kalır, infirâdî olur. Çünkü ispat eden harice bakar ve




[NOT]Dipnot-1 “Cinleri ve insanları ancak Beni tanısınlar ve Bana îman ve ibâdet etsinler diye yarattım.” Zâriyat Sûresi, 51:56.

[/NOT]




Hâlık-ı Kâinat: evreni ve bütün varlıkları yaratan Allahbeyan etmek: açıklamak
burhan: güçlü delil, sarsılmaz kanıtbîçare: çaresiz
daimî: devamlı, sürekliebedî: sonu olmayan, sonsuz
emel: istek, ümit, arzueşraf: ileri gelen büyükler
fariza-i zimmet: mutlaka yapılması gereken vazifeler, farzlarfıtraten: yaratılış gereği
hadsiz: sayısız, sınırsızhariç: dış
hayat-ı ebediye: sonsuz âhiret hayatıhikmet: sebep, sır, gaye
hilâl: ay; yay şeklinde görülen ayın ilk şekliicmâ: fikir birliği
iman etmek: inanmakiman-ı billâh: Allah’a iman
infirâdî: tek başınaiz’an: şüpheden uzak, kesin şekilde inanma
kemâlât: mükemellikler, kusursuzluklarlem’a: parıltı
marifetullah: Allah’ı bilme ve tanımamukaddime: başlangıç, giriş
nefiy: inkâr etmenihayetsiz: sınırsız, sonsuz
nisbeten: kıyasla, oranlatafsilen: ayrıntılı olarak
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamaktesanüd: dayanışma
umumî: genel, herkese aitvahdet: birlik
varta: tehlikevazife-i fıtrat: yaratılış görevi
yakin-i imanî: kesin ve şüphesiz imanyakîn: kesin ve doğru bilgi
âmi: cahil, sıradan kimseâyet-i uzmâ: (mânâca) çok büyük âyet
çare-i necat: kurtuluş çaresiüssü’l-esas: temel esas
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 142

nefsülemre göre hükmeder. Mesela, misâlimizde olduğu gibi, biri dese “Gökte ay vardır.” Diğer arkadaşı parmağını oraya basar, ikisi birleşip kuvvetleşirler. Nefiy ve inkârda ise, nefsülemre bakmaz ve bakamaz. Çünkü, “Hususi olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefiyispat edilmez” meşhur bir düsturdur. Meselâ, birşeyi dünyada var diye ben ispat etsem, sen de “Dünyada yok” desen, benim bir işaretimle kolayca ispat edilebilen o şeyin, sen nefyini, yani ademini ispat etmek için, bütün dünyayı aramak ve taramak ve göstermek belki geçmiş zamanların her tarafını dahi görmek lâzım geliyor. Sonra “Yoktur, vuku bulmamıştır” diyebilirsin.


Madem nefiy ve inkâr edenler nefsülemre bakmazlar; belki kendi nefislerine ve akıllarına ve gözlerine bakıp hükmediyorlar. Elbette birbirine kuvvet veremezler ve zahîr olmazlar. Çünkü, görmeye ve bilmeye mâni olan perdeler, sebepler ayrı ayrıdırlar. Herkes “Ben görmüyorum, benim yanımda ve itikadımda yoktur” diyebilir. Yoksa “Vâkide yoktur” diyemez. Eğer dese—hususan umum kâinata bakan iman meselelerinde—dünya kadar büyük bir yalan olur ki, doğru diyemez ve doğrultulmaz.


Elhasıl: İspatta netice birdir, vâhiddir; tesanüd olur. Nefiyde ise bir değildir, müteaddittir. Ya “yanımda ve nazarımda” veya “itikadımda” gibi kayıtların herkese göre taaddüdüyle neticeler dahi taaddüt eder; daha tesanüd olmaz.


İşte bu hakikat noktasında, imana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zâhirençokluğunun kıymeti yoktur. Ve mü’minin yakînine ve imanına hiç tereddüt vermemek lâzımken, bu asırda Avrupa feylesoflarının nefiy ve inkârları, bir kısım bedbaht meftunlarınatereddüt verip yakînlerini izale ve saadet-i ebediyelerini mahvetmiş. Ve insandan her günde otuz bin adama isabet eden ölümü, mevt ve eceli bir terhis mânâsından çıkarıp idam-ı ebedîsûretine çevirmiş. Kapısı kapanmayan kabir, daima idamını o münkire ihtar etmekle lezzetli hayatını elîm elemlerle zehirliyor. İşte, iman ne kadar büyük bir nimet ve hayatın hayatı olduğunu anla!
İkinci mesele: Bir fennin veya bir san’atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes’elesinde, ofennin ve o san’atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san’atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı




Avrupa: (bk. bilgiler)adem: yokluk
bedbaht: kötü bahtlı, talihsizdüstur: kural, prensip
ecel: ölüm vaktielem: acı, keder, sıkıntı
elhasıl: özetle, kısacaelîm: elemli, acılı
fen: bilimfeylesof: filozof, felsefeci
hakikat: doğru gerçekhususan: özellikle
hususi: özelhüccet: güçlü delil, sarsılmaz kanıt
idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yokoluşihtar etmek: hatırlatmak
itikad: inanmaizale: giderme
kesret: çoklukkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
medar-ı münakaşa: tartışma sebebimeftun: düşkün, tutkun
mevt: ölümmâni olmak: engel olmak
münkir: inanmayan, inkar edenmüteaddit: birçok, çeşitli
nazar: bakış, düşüncenefis: kişinin kendisi
nefiy: inkâr etmenefsülemir: işin kendisi, aslı
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluksan’atkâr: sanatçı, san’atta uzman
sûret: biçim, şekiltaaddüt: birden fazla olma, çoğalma
tereddüt: şüpheterhis: göreve son verme
tesanüd: dayanışmaumum: bütün, genel
vaki: olmuş, mevcutvuku bulma: meydana gelme
vâhid: biryakîn: kesin ve doğru bilgi
zahîr olma: destekçi, yardımcı olmazâhiren: görünürde
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 143

ulemasına dahil sayılmazlar. Meselâ büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa, maddiyatta çok tevağğul edenve gittikçe mâneviyattan tebâud eden ve nura karşı gabîleşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirâne sözü mâneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.


Acaba yerde iken Arş-ı Âzamı temaşa eden, harika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene mâneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-ı imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn, hattahakkalyakîn sûretinde keşfeden Şeyh Geylâni (k.s.) gibi yüz binler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve mânevî meselelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz’îteferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder? Ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?
Hakaik-ı İslâmiyeye zıddiyet gösterip mübareze eden küfrün mâhiyeti bir inkârdır, bir cehildir, bir nefiydir. Sureten ispat ve vücudî görülse de, mânâsı ademdir, nefiydir. İman ise ilimdir, vücudîdir, ispattır, hükümdür. Herbir menfî meselesi dahi, bir müspet hakikatın ünvanı ve perdesidir.


Eğer imana karşı mübareze eden ehl-i küfür, gayet müşkülâtla menfî itikadlarını kabul-ü adem ve tasdik-i adem suretinde ispat ve kabul etmeye çalışsalar; o küfür bir cihette yanlış bir ilim ve hatâ bir hüküm sayılabilir. Yoksa, irtikâbı çok kolay olan yalnız adem-i kabul ve inkâr ve adem-i tasdik ise cehl-i mutlaktır, hükümsüzlüktür.


Elhasıl, itikad-ı küfriye, iki kısımdır:


Birisi: Hakaik-i İslâmiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve bâtıl bir itikat ve hatâ bir kabuldür ve zâlim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir. O bize karışmaz, biz de ona karışmayız.




Arş-ı Azam: Cenab-ı Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecelli ettiği yeradem: yokluk, hiçlik
adem-i kabul: kabule yanaşmama, bir hükme varmamaadem-i tasdik: tasdik etmeye yanaşmama; tasdiksizlik
aynelyakîn: gözle görür derecesinde olan kesinlik ve şüphesizlikbilhassa: özellikle
bâtıl: doğru olmayan, yalan, yanlışcehl-i mutlak: tam bilgisizlik
cihet: şekil, yöncüz’î: ferdî, küçük, birey
deha-yı kudsî: kutsal deha, zekâehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olan kimseler
ehl-i küfür: inkârcılar, kâfirlerelhasıl: özetle, kısaca
feylosof: filozof, felsefecigabîleşen: yabancılaşan, âdeta körleşen
gayet: son derecehakaik-ı imaniye: iman hakikatleri, gerçekleri
hakaik-ı İslâmiye: İslâmın gerçekleri, esaslarıhakikat: doğru gerçek
hakkalyakin: bizzat yaşanarak elde edilen kesinlik ve şüphesizlikicma-ı ulema: âlimlerin bir konuda görüş birliğine varmaları
ilmelyakîn: ilmî delile dayanan kesinlik ve şüphesizlikirtikâb: yapma, işleme
ispat: varlık ortaya koymaitikad-ı küfriye: küfür itikadı, inkâra dayalı inanç biçimi
itikat: inanma, tasdik etmekabul-ü adem: yokluğunu iddia etme, inkâr etme
kesret: çoklukkeşif: açığa çıkarma
kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddesküfür: inkâr
maddiyat: maddi şeylermahiyet: esas nitelik, özellik
menfî: olumsuzmâneviyat: mânevî âleme ait olan şeyler
mübareze: karşı koyma, çarpışmamünkirâne: inkâr ederek
müşkülat: zorluklar, güçlüklernazar: dikkat, görüş
nefiy: inkâr etme, var olanı reddetmesûret: biçim, şekil
tasdik: doğrulama, onaylamatasdik-i adem: yokluğunu tasdik etme
tebâud eden: uzaklaşanteferruat: ayrıntılar
temâşâ etmek: seyretmek, hoşlanarak bakmakterakki etmek: yükselmek, ilerlemek
tevağğul eden: meşgul olan, uğraşantevhidî: Allah’ın birliği ile ilgili
vücudî: varlıkla ilgili, var olanzıddiyet: zıtlık
Şeyh Geylâni: (bk. bilgiler-Abdülkàdir Geylânî)
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - sayfa 144

İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır:
Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız, ispatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir; bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir.
İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir hükümdür, biritikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini ispat etmeye mecburdur.


Nefiy dahi iki kısımdır:


Birisi: “Has bir mevkide ve hususî bir cihette yoktur” der. Bu kısım ise ispat edilebilir. Bu kısım da bahsimizden hariçtir.
İkinci kısım ise: Dünyaya ve kâinata ve âhirete ve asırlara bakan imanî ve kudsî ve âmm vemuhît olan meseleleri nefiy ve inkâr etmektir. Bu nefiy ise, Birinci Meselede beyan ettiğimiz gibi, hiçbir cihetle ispat edilmez. Belki kâinatı ihâta edecek ve âhireti görecek ve hadsizzamanın her tarafını temaşâ edecek bir nazar lâzımdır, tâ o gibi nefiyler ispat edilebilsin.
İkinci varta ve çare-i necat: Bu dahi iki meseledir:


Birincisi: Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya mâsiyete veyamaddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden, birgurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet, o mânen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve mâneviyatta ölmüş olan kalblerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imanî mes’eleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalâlete atarlar, boğulurlar.


Eğer dikkatle kendi küfürlerinin iç yüzüne ve dalâletlerinin mâhiyetine bakabilseler, görecekler ki, imanda bulunan mâkul ve lâyık ve lâzım olan azamete karşı, yüz derece muhâlve imkânsızlık ve imtinâ o küfrün altında ve içindedir. Risale-i Nur yüzer mizan vemuvazenelerle bu hakikatı iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmiş.
Meselâ, Cenâb-ı Hakkın vücub-u vücûdunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını





Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allahadem: yokluk, hiçlik
adem-i kabul: kabule yanaşmama, bir hükme varmamaazamet: büyüklük
beyan etmek: açıklamakcehil: cahillik
cihet: şekil, yöndalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık
ezeliyet: varlığının başlangıcı olmaması, sonsuzlukgaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli, umursamazlık
gurur-u ilmî: ilmin verdiği gurur ve enaniyethadsiz: sınırsız
hakaik-i imâniye: iman hakikatleri, gerçeklerihakikat: doğru gerçek
hususî: özelihâta: kuşatma, kapsama
iltizam: taraf tutma, taraftarlıkimtina: imkansızlık
itikad: inanma, tasdik etmekabul-ü adem: yokluğunu iddia etme, inkâr etme
kat’i: şüphesiz, kesinkibriyâ: büyüklük
kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddeskâinat: evren, bütün yaratılmışlar
küfür: inkâr, bile bile reddetmemaddiyat: maddi şeyler
mahiyet: esas, öz, asıl nitelikmakul: akla ve mantığa uygunluk
mizan: ölçü, dengemuaraza etmek: mücadele etmek, karşı gelmek
muhal: imkansız, olmayacak şeymuhit: kuşatıcı
muvazene: karşılaştırma, kıyaslamamânen: mânevî olarak
mâneviyat: mânevî âleme ait olan şeylermâsiyet: günah, isyan
nazar: bakış, düşüncenefiy/nefy: var olanı reddetme, inkâr etme
nihayetsiz: sonsuztemâşâ etmek: seyretmek, bakmak
varta: tehlikevücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmaması
âmm: genel, umumîçare-i necat: kurtuluş çaresi
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 145

azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere, ovücub-u vücudu ve ezeliyetini ve ulûhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad edebilir. Veyahut ahmak sofestâîler gibi, hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr ve nefyetmekle akıldan istifa etmelidir. İşte, bunun gibi bütün hakaik-ı imaniye ve İslâmiye, kendilerinin şe’nlerini,muktezaları olan azamete istinad ederek, karşılarındaki küfrün dehşetli muhâlâtından vevahşetli hurâfâtından ve zulmetli cehâlâtından kurtarıp kemâl-i iz’an ve teslimiyetle selîmkalblerde ve müstakim akıllarda yerleştirirler.


Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeâir-i İslâmiyede kesretle


blank.gif
1 اَللهُ اَكْبَرُ اَللهُ اَكْبَرُ اَللهُ اَكْبَرُ اَللهُ اَكْبَرُ
azamet-i kibriyasını her vakit ilânı, hem

blank.gif
2 اَلْعَظَمَةُ اِزَارِى وَالْكِبْرِيَاۤءُ رِدَاۤئِى
hadîs-i kudsîninfermanı, hem Cevşenü’l-Kebîr Münâcâtının seksen altıncı ukdesinde

يَا مَنْ لاَمُلْكَ اِلاَّ مُلْكَهُ
يَامَنْ لاَيُحْصِى الْعِبَادُ ثَنَاءَهُ
يَا مَنْ لاَتَصِفُ الْخَلاَئِقُ جَلاَلَهُ
يَا مَنْ لاَتَنَالُ اْلاَوْهَامُ كُنْهَهُ
يَا مَنْ لاَيُدْرِكُ اْلاَبْصَارُ كَمَالَهُ
يَا مَنْ لاَيَبْلُغُ اْلاَفْهَامُ صِفَاتَهُ
يَا مَنْ لاَيَنَالُ اْلاَفْكَارُ كِبْرِيَاءَهُ
يَا مَنْ لاَيُحْسِنُ اْلاِنْسَانُ نُعُوتَهُ
blank.gif
3





[NOT]Dipnot-1
“Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür.”

Dipnot-2 “Azamet gömleğim, Kibriyâ ise kaftanımdır.” Müslim, Birr: 136; Ebû Dâvud, Libâs: 25; İbn-i Mâce, Zühd: 16; Müsned: 2:248, 376, 414, 427, 442, 4:416; İbn-i Hibban, Sahih, 1:272, 7:473; Alâuddin el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl: 3:534.

Dipnot-3 Ey mülkünden başka memleket bulunmayan Zât,  Ey kullarının senâlarıyla Onu övmekte âciz kaldıkları Zât,  Ey mahlûkatı Onun yüceliğini vasfedemeyen Zât,  Ey künhüne vehimler bile yetişemeyen Zât, (yalnız bu cümle Cevşen’in 54. ukdesinde yer almaktadır.)  Ey kemâli gözle idrak edilemeyen Zât,  Ey sıfât-ı kudsiyesine fehimler ulaşamayan Zât,  Ey kibriyâsına fikirler erişemeyen Zât,  Ey evsâf-ı cemâliyesini insanların güzel gösteremediği Zât.

[/NOT]




Cevşenü’l-Kebir Münâcâtı: Peygamberimize Cebrâil’in (a.s.) getirdiği ve “Zırhı çıkar, bu duâyı oku” dediği meşhur duâazamet: büyüklük, haşmet
azamet-i kibriyâ: büyüklüğün varlıkları kuşatmasıcehalet: cahillik
ekser: çoğunlukezeliyet: varlığının başlangıcı olmaması, sonsuzluk
ferman: buyruk, emirhadsiz: sayısız, sınırsız
hadîs-i kudsî: Peygamber Efendimizin doğrudan Cenâb-ı Haktan naklettiği Kur’ân dışındaki sözlerhakaik-i imaniye: iman hakikatleri, esasları
hurâfât: hurâfeler, bâtıl inanışlaristinad etmek: dayanmak
itikad etmek: inanmakkemâl-i iz’an: kesin bir şüphesizlik, tam bir inanç
kesret: çoklukkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
mevcudat: varlıklarmuhâlât: imkansız, olmayacak şeyler
mukteza: bir şeyin gereğimüstakim: doğru yolda olan
nefyetmek: inkar etmek, reddetmeknihayetsiz: sınırsız, sonsuz
selim: sağlam, temizsofestâî: Yaratıcıyı kabul etmemek için herşeyi, hatta kendini dahi inkâr eden
ukde: düğüm, bağulûhiyet: Cenab-ı Allah’ın ilahlığı
vahşetli: ürkütücüvücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmaması
vücud: varlık, var oluşzerre: atom
zulmetli: karanlıkşeâir-i İslâmiye: İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler
şe’n: hal, nitelik, özellik
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - sayfa 146

يَا مَنْ لاَيَرُدُّ الْعِبَادُ قَضَاءَهُ
يَا مَنْ ظَهَرَ فِى كُلِّ شَىْءٍ اٰيَاتُهُ
سُبْحَانَكَ يَالاَۤ إِلٰهَ اِلاَّ أَنْتَ اْلأَمَانُ اْلأَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ
blank.gif
1

diye olan gayet ârifâne münâcât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) beyanı gösteriyor ki, azamet vekibriya lüzumlu bir perdedir.




endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1
Ey hüküm ve kazâsı kullar tarafından geri çevrilemeyen Zât,  Ey herbir şeyde âyetleri zâhir olan Zât,  Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdad etsin. El-aman, el-aman! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden kurtar.

[/NOT]





azamet: büyüklük, haşmetbeyan: açıklama, anlatım
gayet: son derecekibriyâ: büyüklük, yücelik
münâcât-ı Ahmediye: Peygamberimizin (a.s.m.) Cenab-ı Allah’a karşı duasıârifâne: bilen birine yakışır bir şekilde

 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 147

Âyetü’l-Kübrâ
Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır.

besmele.jpg
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَىْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلٰكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
blank.gif
1


Bu İkinci Makam, bu âyet-i muazzamayı tefsir etmekle beraber, tayyedilen Arabî Birinci Makamın burhanlarını ve hüccetlerini ve tercümesini ve kısa bir meâlini beyan eder. Şöyle ki:


Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur’âniye, bu kâinat Hâlıkını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevkle mütalâa ettiği en parlak bir sahife-i tevhidolan semâvâtı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır.
Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen herbir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârâne bir ziyafetgâh ve gayet san’atkârane bir teşhirgâh ve gayethaşmetkârâne bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârâne ve şevk-engizâne bir seyrangâhve temâşâgâh ve gayet mânidarâne ve hikmetperverâne bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab‑ı kebîrin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken, en başta göklerin nur yaldızıyla yazılan güzel yüzü görünür. “Bana bak, aradığını sana bildireceğim” der. O da bakar, görür ki:




[NOT]Dipnot-1
“Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.” “Yedi gökle yer ve onların içindekileri Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz ki O Halîmdir, cezâ vermekte acele etmez; Gafûrdur, günahları çokça bağışlar.” İsrâ Sûresi, 17:44.
[/NOT]




Arabî: ArapçaHâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan Allah
ayetü’l-kübra: en büyük delilbeyan etmek: açıklamak
burhan: güçlü delil, sarsılmaz kanıtcihet: tarz, şekil
gayet: son derecehayretkârâne: hayret ederek
haşmetkârâne: haşmetli ve görkemli bir şekildehikmetperverâne: hikmetli bir şekilde
hüccet: kesin delil, kanıtkeremkârâne: cömertlik ve ikramda bulunarak
kitab-ı kebîr: büyük kitap, kâinat kitabıkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
muvafık: lâyık, uygunmânidarâne: anlamlı bir şekilde
müellif: telif eden, yazanmütalâa etmek: dikkatle okumak, incelemek
mütalâagâh: dikkatlice okuma ve inceleme yerimüşahedat: gözlemler
ordugâh: ordunun konakladığı yersahife-i tevhid: herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu gösteren birlik sayfası
san’atkârane: sanatlı bir şekildesemavat: gökler
seyrangâh: gezi ve seyir yeriseyyah: gezgin, yolcu
talimgâh: eğitim yeritayyetmek: atlamak, çıkarmak
tefsir etmek: açıklamak, yorumlamaktemâşâgâh: ibret ve hayretle gözlemleme ve seyretme yeri
teşhirgâh: sergi yeriziyafetgâh: ziyafet yeri
âyet-i muazzama: azametli, çok büyük âyetâyât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın âyetleri
şevk-engizâne: şevke getirerek
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 148

Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece sür’atli yüz binler ecram-ı semâviyeyi direksiz, düşürmeden durduran ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk ve beraber gezdiren; yağsız, söndürmeden mütemadiyen o hadsizlâmbaları yandıran ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden ve güneş ve kamerin vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlûkları vazifelerle çalıştıran ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsizuzaklık içinde, aynı zamanda, aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat ve aynı surette, beraber, noksansız tasarruf eden ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi, göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden, pek parlak ve pek güzel temizlettiren ve birmuntazam ordu manevrası gibi manevrayla gezdiren ve arzı döndürmesiyle, o haşmetlimanevranın başka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlûkatına gösteren bir tezahür-ü rububiyet ve o rububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkep bir hakikat, bu azameti veihatatı ile o semâvât Hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve mevcudiyeti, semâvâtınmevcudiyetinden daha zâhir bulunduğuna bilmüşahede şehadet eder mânâsıyla Birinci Makamın Birinci Basamağında


لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اَلسَّمَاوَاتُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ، وَالتَدْبِيرِ، وَالتَّدْوِيرِ، وَالتَّنْظِيمِ، وَالتَّنْظِيفِ، وَالتَّوْظِيفِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
blank.gif
1

denilmiştir.




[NOT]Dipnot-1
Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, vüs’at ve mükemmeliyeti bilmüşahede görünen teshir ve tedbir ve tedvir(döndürme) ve tanzim ve tanzif ve tavzif hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, semâvât bütün içindekilerle beraber Onunvahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]






Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahVâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe muhtaç olmayan, Allah
arz: yer, dünyaazamet: büyüklük, haşmet
bilmüşahede: gözle görüldüğü gibiecrâm-ı semâviye: gök cisimleri
fevkalhad: olağanüstühadsiz: sınırsız
hakikat: doğru gerçekhakikî: gerçek, doğru
haşmetli: görkemli, heybetliihata: kapsama, kuşatma
ihtilâl: karışıklıkkamer: ay
mahlukât: yaratılmışlarmahlûk: yaratılmış
mevcudiyet: var olma halimuntazam: düzenli, intizamlı
mürekkep: –den oluşmuş, birleşikmütecaviz: saldırgan, haddi aşan
mütemadiyen: sürekli olarak, aralıksıznihayetsiz: sınırsız, sonsuz
rububiyet: Rablık; herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasısemâvât: gökler
sikke-i fıtrat: yaratılış sikkesi, damgasısuret: biçim, şekil
tanzif: temizleme, temizletmetanzim: düzenleme, düzene koyma
tasarruf etmek: dilediği gibi kullanmaktavzif: görevlendirme, vazifelendirme
tedbir: idare etme, ihtiyacını karşılamatedvir: çekip çevirme, idare etme
teshir: boyun eğdirme, emrine vermetezahür-ü Rububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idare ve terbiyesinin kendisini göstermesi
vahdet: birlikvücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmaması
zâhir: açık, âşikarşehadet etmek: şahit olmak, tanık olmak
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 149

Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i sema denilen ve mahşer-i acâipolan feza, gürültüyle konuşarak bağırıyor: “Bana bak, merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin” der. O misafir, onun ekşi, fakat merhametli yüzüne bakar; müthiş, fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki:


Zemin ile âsumân ortasında muallâkta durdurulan bulut, gayet hakîmâne ve rahîmâne bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine âb-ı hayat getirir ve harareti, yani yaşamak ateşinin şiddetini tâdil eder ve ihtiyaca göre her yerin imdadına yetişir. Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber, muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi, birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczaları istirahate çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra, “Yağmur başına arş!” emrini aldığı anda, bir saat, belki birkaç dakika zarfında toplanıp cevvi doldurur, bir kumandanın emrini bekler gibi durur.
Sonra o yolcu, cevvdeki rüzgâra bakar, görür ki:


Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakîmâne ve kerîmâne istihdam olunur ki, güya o câmidhavanın şuursuz zerrelerinden herbir zerresi, bu Kâinat Sultanından gelen emirleri dinler, bilir ve hiçbirini geri bırakmayarak, o kumandanın kuvvetiyle yapar ve intizamla yerine getirir bir vaziyetle, zeminin bütün nüfuslarına nefes vermek ve zîhayata lüzumu bulunan hararet ve ziyave elektrik gibi maddeleri ve sesleri nakletmek ve nebatatın telkîhine vasıta olmak gibi çokküllî vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i gaybî tarafından gayet şuurkârâne ve alîmâne vehayatperverâne istihdam olunuyor.


Sonra yağmura bakıyor, görür ki: O lâtif ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar Rahmânî hediyeler ve vazifeler var ki, güya rahmettecessüm ederek katreler sûretinde hazine-i Rabbâniyeden akıyor mânâsında olduğundan, yağmura “rahmet” namı verilmiştir.




Kâinat Sultanı: evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve Sultanı AllahRahmânî: rahmeti sonsuz olan Allah tarafından gönderilen
alîmâne: herşeyi çok iyi bilerekarş: “haydi, ileri!”
cevv: hava, gök boşluğucevv-i sema: gökyüzü, uzay
câmid: cansız, katıdest-i gaybî: görünmeyen el
ecza: kısımlar, parçalarfeza: uzay
gaybî: bilinmeyen, gayb âlemine aitgayet: son derece
hakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik bir şekildehararet: ısı, sıcaklık
hayatperverâne: hayatı besler tarzdahazine-i Rabbâniye: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve hâkimiyeti altında bulunduran Allah’ın hazinesi
hazine-i rahmet: Allah’ın rahmet hazinesiimdat: yardım
intizam: disiplin, düzenistihdam etmek: çalıştırmak
katre: damlakerîmâne: lütufkâr ve cömert bir şekilde
küllî: büyük, kapsamlılâtif: güzel, hoş
mahşer-i acaip: hayret uyandırıcı olayların toplandığı yermuallâk: asılı, boşta
muntazam: düzenli, intizamlınebatat: bitkiler
rahmet: İlâhî şefkat, merhametrahîmâne: merhametli bir şekilde
sûret: biçim, şekiltecessüm etmek: cisimleşmek, maddi yapıya bürünmek
telkîh: aşılama, döllendirmetâdil etmek: düzenlemek, dengeye getirmek
zemin: yer, dünyazerre: atom
ziya: ışıkzîhayat: canlı, hayat sahibi
âb-ı hayat: hayat suyuâsuman: gökyüzü, gökkubbe
şuurkârâne: şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarakşuursuz: bilinçsiz, idraksiz
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - sayfa 150

Sonra şimşeğe bakar ve ra’dı (gök gürültüsü) dinler, görür ki, pek acip ve garip hizmetlerde çalıştırılıyorlar.
Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki:


“Atılmış pamuk gibi bu câmid, şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez. Belki gayet kadîr ve rahîmbir Kumandanın emriyle hareket eder ki, bir iz bırakmadan gizlenir ve def’aten meydana çıkar, iş başına geçer. Ve gayet faal ve müteâl ve gayet cilveli ve haşmetli bir Sultanınfermanıyla ve kuvvetiyle vakit be vakit cevv âlemini doldurup boşaltır ve mütemadiyenhikmetle yazar ve paydosla bozar tahtasına ve mahv ve ispat levhasına ve haşir ve kıyametsuretine çevirir. Ve gayet lütufkâr ve ihsanperver ve gayet keremkâr ve rubûbiyetperver birHâkim-i Müdebbirin tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir. Güya onlara acıyıp ağlayarak, gözyaşlarıyla onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlendirir ve sünger gibi bahçelerine su serper ve zeminyüzünü yıkar, temizler.”


Hem o meraklı yolcu kendi aklına der: Bu câmid, hayatsız, şuursuz, mütemadiyen çalkanan, kararsız, fırtınalı, dağdağalı, sebatsız, hedefsiz şu havanın perdesiyle ve zâhirî sûretiyle vücuda gelen yüz binler hakîmâne ve rahîmâne ve san’atkârâne işler ve ihsanlar ve imdatlarbilbedahe ispat eder ki, bu çalışkan rüzgârın ve bu cevval hizmetkârın kendi başına hiçbir hareketi yok; belki gayet kadîr ve alîm ve gayet hakîm ve kerîm bir Âmirin emriyle hareket eder. Güya herbir zerresi, herbir işi bilir ve o Âmirin herbir emrini anlar ve dinler bir nefergibi, hava içinde cereyan eden herbir emr-i Rabbânîyi dinler, itaat eder ki, bütün hayvanatın teneffüsüne ve yaşamasına ve nebatatın telkihine ve büyümesine ve hayatına lüzumlu maddelerin yetiştirilmesine ve bulutların sevk ve idaresine ve





Hakîm-i Müdebbir: ilmiyle herşeyin sonunu görüp idare eden, ona göre hikmetle iş yapan Allahacip: hayret verici, şaşırtıcı
alîm: her şeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan, sonsuz ilim sahibibilbedâhe: ap açık bir şekilde
cereyan etmek: akmak, gezinmekcevv: hava, gök boşluğu
cevvâl: dâimâ hareket halinde olan, çalışkancilveli: güzel ve hoş bir şekilde görünme
câmid: cansız, katıdağdağalı: karışık, gürültülü
def’aten: birden bire, âniemr-i Rabbânî: herşeyi terbiye edip idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın emri
faal: çalışkan, hareketliferman: buyruk
gayet: son derecehakîm: hikmet sahibi; herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapan
hakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik bir şekildehayvanat: hayvanlar
haşir: âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanmahaşmetli: görkemli, heybetli
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olmasıhizmetkâr: hizmetçi
ihsan: bağış, ikramihsanperver: bağışta bulunmayı pek seven
imdat: yardımkadîr: herşeye gücü yeten, herşeyi yapabilen, sonsuz güç ve kudret sahibi
keremkâr: cömert olan; ikramda bulunankerîm: ikram sahibi
lütufkâr: iyilik, ihsan ve ikramda bulunanmahv: yok olma
mütemadiyen: sürekli olarakmüteâl: yüce, yüksek
nebatat: bitkilernefer: asker, er
rahîm: merhametli, şefkatlirahîmâne: merhametli bir şekilde
ra’d: gök gürültüsürubûbiyetperver: ihtiyaca cevap vermeyi ve terbiye etmeyi seven
san’atkârâne: san’atlı bir biçimdesebatsız: sabit olmayan, kararlılık göstermeyen, istikrarsız
suret: biçim, şekiltelkih: aşılama
vakit be vakit: her an, her zamanvücuda gelmek: meydana gelmek, var olmak
zemin: yer, dünyazâhirî: görünürde
Âmir: emreden, idare eden Allahşiddet-i ateş: ateşin şiddetliliği
şuursuz: bilinçsiz
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - sayfa 151

ateşsiz sefinelerin seyr ü seyahatine ve bilhassa seslerin ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuşmaların îsaline ve bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden başka, azot ve müvellidülhumuza (oksijen) gibi iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri birbirininmisli iken zemin yüzünde yüz binler tarzda bulunan Rabbânî san’atlarda kemâl-i intizam ile birdest-i hikmet tarafından çalıştırılıyor görüyorum.


Demek, وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاۤءِ وَاْلاَرْضِ
blank.gif
1 âyetinin tasrihiyle, rüzgârın tasrifiyle hadsiz Rabbânîhizmetlerde istimal ve bulutların teshiriyle, hadsiz Rahmânî işlerde istihdam ve havayı osurette icad eden, ancak Vâcibü’l-Vücud ve Kàdir-i Külli Şey ve Âlim-i Külli Şey bir Rabb-i Zülcelâl-i ve’l-İkramdır der, hükmeder.

Sonra yağmura bakar, görür ki: Yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince Rahmânî cilveler ve reşhaları miktarınca hikmetler içinde bulunuyor. Hem o şirin velâtif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halk ediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan ve intizamla gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalarla çalkanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların muvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çokhakîmâne işlerde ve bilhassa zîhayatta çalıştırılan basit ve câmid ve şuursuz müvellidülmâ vemüvellidülhumuza (hidrojen-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüz binlerlehikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san’atlarda istihdam ediliyor. Demek bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur, ancak bir Rahmân-ı Rahîmin hazine-i gaybiye-i rahmetinde yapılıyor ve nüzulüyle


[NOT]
Dipnot-1
“... Ve rüzgârları sevk etmesinde ve gökle yer arasında Allah’ın emrine boyun eğmiş bulutlarda...” Bakara Sûresi, 2:164.
[/NOT]



Alîm-i Külli Şey: herşeyi bilen ve herşey ilmi dahilinde olan AllahKàdir-i Külli Şey: sınırsız güç ve kudret sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah
Rabb-i Zülcelâl-i ve’l-İkram: sonsuz heybet ve yücelik sahibi olmakla birlikte çok ikramda bulunan ve herşeyin Rabbi olan AllahRabbanî: herşeyi terbiye edip idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait
Rahmân-ı Rahîm: rahmet ve merhameti herşeyi kapladığı gibi herbir varlık üzerinde de tecellî edenRahmânî: rahmeti sonsuz olan Allah tarafından gönderilen
Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allahayn-ı rahmet: rahmetin tâ kendisi
bilhassa: özelliklecilve: görüntü, yansıma
câmid: cansız, katıdest-i hikmet: hikmet eli
hadsiz: sınırsızhakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde
halk etmek: yaratmakhazine-i gaybiye-i rahmet: Allah’ın görünmeyen rahmet hazinesi
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olmasıhususan: özellikle
icad etmek: yoktan yaratmak, var etmekintizam: disiplin, düzen
istihdam: çalıştırma, görevlendirmeistimal: kullanma
katre: damlakemâl-i intizam: mükemmel ve kusursuz bir düzen
küllî: geniş, kapsamlılâtif: güzel, hoş
misl: benzermizan: ölçü, denge
muhtelif: çeşitli, ayrı ayrımuntazam: düzenli, intizamlı
muvazene: karşılaştırma, kıyaslamamübarek: bereketli, hayırlı
müvellidülhumuza: oksijenmüvellidülmâ: hidrojen
nüzul: inmereşha: sızıntı, damla
sefine: gemiseyr ü seyahat: hareket etme, gezme
suret: biçim, şekiltasrif: bir işi çekip çevirme, yönlendirme, istediği şekilde kullanma ve idare etme
tasrih: açıkça ifade etmetecessüm etmek: cisimleşmek; cisim halinde belirmek
terekküp: birleşme, meydana gelmeteshir: boyun eğdirme
umumî: genel, herkese aitzemin: yer, dünya
zerre: atomzîhayat: canlı, hayat sahibi
Îsal: ulaştırma, eriştirmeşuurlu: bilinçli
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 152

وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَاقَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ
blank.gif
1

âyetini maddeten tefsir ediyor.
Sonra ra’dı dinler ve berke (şimşeğe) bakar, görür ki: Bu iki hâdise-i acîbe-i cevviye tam tamına
يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِاْلاَبْصَارِ
blank.gif
2 ve وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ
blank.gif
3

âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yağmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde ediyorlar.


Evet, hiçten, birden harika bir gürültüyle cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nar ilezulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvarî pamukmisâl ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle baş aşağı gafilinsanın başına tokmak gibi vuruyor, “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al vekudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hâdiseler de başıboş olamazlar. Herbirisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîmtarafından istihdam olunuyorlar” diye ihtar ediyorlar.


İşte bu meraklı yolcu, bu cevvde, bulutu teshirden, rüzgârı tasriften, yağmuru tenzilden vehâdisât-ı cevviyeyi tedbirden terekküp eden bir hakikatın yüksek ve âşikâr şehadetini işitir, “Âmentü billâh” der.
Birinci Makamın İkinci Mertebesinde


لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ: اَلْجَوُّ بِجَمِيعِ مَا فِيهِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ، وَالتَّصْرِيفِ، وَالتَّنْزِيلِ، وَالتَّدْبِيرِ، الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ.
blank.gif
4




[NOT]Dipnot-1 “İnsanlar ümitsizliğe düştüklerinde yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan da Odur. O, kullarını gözetip koruyan ve her türlü övgüye lâyık olandır.” Şûrâ Sûresi, 42:28.

Dipnot-2 “Şimşeğin parıltısı ise neredeyse gözleri alıverir.” Nur Sûresi, 24:43.

Dipnot-3 “Gök gürültüsü Onu hamd ederek, tesbih eder.” Ra’d Sûresi, 13:13.

Dipnot-4 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, vüs’at ve mükemmeliyeti bilmüşahede görünen teshir ve tasrif ve tenzil ve tedbirhakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, cevv-i semâ bütün içindekilerle beraber Onun vücub-u vücuduna delâlet eder.

[/NOT]





Müdebbir-i Hakîm: herşeyi hikmetle yaratan ve herşeyi idare eden Allahberk: şimşek, yıldırım
cevv: hava, gök boşluğudağvarî: dağ gibi
fa’al: dilediği şeyi dilediği gibi ve mükemmel bir şekilde devamlı yapanfevkalâde: olağanüstü
gafil: duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan kimsegarabet: gariplik, hayret vericilik
hakikat: doğru gerçekhikmetli: yerli yerinde, anlamlı ve bir gayeye yönelik olarak
hâdise-i acîbe-i cevviye: gök boşluğundaki şaşırtıcı olay, hâdisehâdisât-ı cevviye: gökyüzündeki olaylar
ihtar etmek: hatırlatmakistihdam: çalıştırma, kullanma
kudretli: güç ve iktidar sahibinar: ateş
pamukmisâl: pamuk gibira’d: gök gürültüsü
tasrif: bir şeyi bir yöne çevirmek, yönlendirmek, istediği şekilde kullanma ve idare etmetedbir: çekip çevirme, idare etme
tefsir etmek: açıklamak, yorumlamaktenzil: indirme
terekküp etmek: birleşmek, meydana gelmek, oluşmakteshir: boyun eğdirme
zulmet: karanlıkÂmentü billâh: “Allah’a iman ettim”
âşikâr: ap açıkşehadet: şahitlik, tanıklık
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 153

fıkrası, bu yolcunun cevve dair mezkûr müşahedatını ifade eder.HAŞİYE-1HTAR
Sonra, o seyahat-i fikriyeye alışan o mütefekkir misafire, küre-i arz lisan-ı hâliyle diyor ki: “Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku.” O da bakar, görür ki:
Arz, meczup bir Mevlevî gibi iki hareketiyle günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medarolan bir daireyi, haşr-i âzamın meydanı etrafında çiziyor. Ve zîhayatın yüz bin envâını bütünerzak ve levazımatlarıyla içine alıp feza denizinde kemâl-i muvazene ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbâniyedir.


Sonra sahifelerine bakar, görür ki: Bablarındaki herbir sahifesi, binler âyâtıyla arzın Rabbini tanıttırıyor. Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız birtek sahife olan zîhayatın bahar faslında icad ve idaresine bakar, müşahede eder ki:
Yüz bin envaın hadsiz efradlarının suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açılıyor vegayet rahîmâne terbiye ediliyor ve gayet mu’cizâne bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor ve gayet müdebbirâne idare olunuyor ve gayetmüşfikâne iaşe ve it’am ediliyor ve gayet rahîmâne ve rezzâkâne hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden,




[NOT]Haşiye-1
HTAR Birinci Makamda geçen otuz üç mertebe-i tevhidi bir parça izah etmek isterdim. Fakat şimdiki vaziyetim ve halimin müsaadesizliğicihetiyle, yalnız gayet muhtasar burhanlarına ve meâlinin tercümesine iktifaya mecbur oldum. Risale-i Nurun otuz belki yüzrisalelerinde bu otuz üç mertebe, delilleriyle, ayrı ayrı tarzlarda, herbir risalede bir kısım mertebeler beyan edildiğinden, tafsili onlara havale edilmiş.

[/NOT]




Mevlevî: (bk. bilgiler – Mevlevîlik)Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
arz: dünyabab: kitabın bölümü
beyan etmek: açıklamakburhan: güçlü delil, sarsılmaz kanıt
cevv: hava, gök boşluğucihet: şekil, yön
efrad: fertler, bireylerenvâ: neviler, türler
erzak: rızıklarfasl: mevsim
feza: uzayfıkra: parça, kısım
gayet: son derecehadsiz: sınırsız
havale edilmek: gönderilmek, bırakılmakhaşr-i âzam: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma
husul: meydana gelme, ortaya çıkmaiaşe: besleme, yedirip içirme
icad: var etme, yaratmaihtar: hatırlatma
iktifa: yetinmeit’am etmek: yedirmek
izah etmek: açıklamakkemâl-i muvazene: tam ve kusursuz ölçü, denge
küre-i arz: yerküre, dünyalevâzımât: gerekli olan şeyler
lisan-ı hâl: hâl ve durumun ifade edişimeczup: cezbeye kapılmış, kendinden geçmiş
medar: sebep, vesile, eksen, yörüngemertebe-i tevhid: Allah’ın bir olduğunu gösteren mertebe
mezkûr: adı geçenmisl: benzer
muhtasar: kısa, özetmuntazam: düzenli, intizamlı
musahhar: boyun eğdirilmiş, emre verilmişmu’cizane: mu’cizeli bir şekilde
müdebbirâne: tedbirli bir şekilde, herşeyi önceden düşünerekmütefekkir: düşünen, tefekkür eden
müşahedat: gözlemlermüşahede etmek: seyretmek, gözlemlemek
müşfikane: şefkatli bir şekildeneşrettirmek: yaymak, yaydırmak
nizam: düzenrahîmâne: merhametli bir şekilde
rezzâkane: muhtaç olanlara rızıklarını vererekrisale: mektup, küçük çaplı kitap; Risale-i Nur Külliyatından her bir bölüm
sefine-i Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın bir gemi gibi yaratarak uzayda gezdirdiği dünyaseyahat-i fikriye: düşünceye yapılan yolculuk
suret: biçim, şekiltafsil: ayrıntı, detaylı açıklama
umum: bütün, genelzîhayat: canlı, hayat sahibi
âyât: âyetler, deliller
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 154

çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor. Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüz bin nevi et’ime ve levazımat, kemâl-i intizamla yüklenip zîhayata gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatlisinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet vehikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe bir Rahmân-ı Rahîmin gayet müşfikane ve mürebbiyânebir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu ispat eder.
Elhasıl; bu sahife-i hayatiye-i bahariye haşr-i âzamın yüz bin nümunelerini ve misallerini göstermekle,


فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
blank.gif
1

âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiği gibi; bu âyet dahi, bu sahifenin mânâlarınımu’cizâne ifade eder. Ve arzın, bütün sahifeleriyle, büyüklüğü nisbetinde ve kuvvetinde Lâ ilâhe illâ hû dediğini anladı.
İşte, küre-i arzın yirmiden ziyade büyük sahifelerinden birtek sahifenin yirmi vechinden birtek vechinin muhtasar şehadetiyle, o yolcunun sâir vecihlerin sahifelerindeki müşahedatı mânâsında olarak ve o müşahedatları ifade için, Birinci Makamın Üçüncü Mertebesindeböyle denilmiş:


لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اْلاَرْضُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، وَمَا عَلَيْهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ، وَالتَّدْبِيرِ، وَالتَّرْبِيَةِ، وَالْفَتَّاحِيَّةِ وَتَوْزِيعِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدَارَةِ وَاْلاِعَاشَةِ، لِجَمِيعِ ذَوِى الْحَيَاةِ، وَالرَّحْمَانِيَّةِ وَالرَّحِيمِيَّةِ الْعَامَّةِ الشَّامِلَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
blank.gif
2





[NOT]Dipnot-1 “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kàdirdir.” Rûm Sûresi, 30:50.

Dipnot-2 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, umumiyet ve şümul ve mükemmeliyeti bilmüşahede görünen, bütün zevilhayatın iaşesi için tohumların teshir ve tedbir ve terbiye ve feth ve tevzi ve muhafaza ve idaresi ve Rahmâniyet ve Rahîmiyet hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, arz bütün içindekiler ve üzerindekilerle Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.



[/NOT]





Lâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yokturRahmân-ı Rahîm: rahmet ve merhameti herşeyi kuşatan ve herbir varlıkta tecellîsi görünen, Allah
arz: dünyabilbedâhe: ap açık bir şekilde
cilve-i rahmet: rahmetin cilvesi, görüntüsüelhasıl: özetle, kısaca
erzak: rızıklaret’ime: yiyecekler
hazine-i gayb: görünmeyen âlemdeki hazinehaşr-i âzam: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma
hikmet: faydalı, anlamlı, bir gayeye yönelik olarak ve tam yerli yerindeihsan: bağış, ikram
katre: damlakemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzen
küre-i arz: yerküre, dünyalevâzımât: gerekli olan şeyler
muhtasar: kısa, özetmu’cizâne: mu’cize şeklinde
mürebbiyâne: terbiye ederek ve yetiştirerekmüşahedat: gözlemler
müşfikane: şefkatli bir şekildenevi: çeşit, tür
sahife-i hayatiye-i bahariye: baharın hayat sayfasısine: göğüs, kalb
tefsir: açıklama, yorumvecih: şekil, yön
ziyade: çokzîhayat: canlı, hayat sahibi
şehadet: şahitlik, tanıklık
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 155

Sonra, o mütefekkir yolcu her sahifeyi okudukça saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenip ve mânevî terakkiyatın miftahı olan mârifeti ziyadeleşip ve bütün kemâlâtın esası ve madeni olaniman-ı billâh hakikatı bir derece daha inkişaf edip mânevî çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; semâ, cevv ve arzın mükemmel ve kat’î derslerini dinlediği halde, “Hel min mezîd” deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerincezbekârâne cûş u huruşla zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini işitir. Lisan-ı hâl ve lisan-ı kàlile “Bize de bak, bizi de oku” derler. O da bakar, görür ki:


Hayattârâne mütemâdiyen çalkanan ve dağılmak ve dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler, arzı kuşatıp, arz ile beraber gayet sür’atli bir surette bir senede yirmi beş bin senelik bir dairede koşturulduğu halde, ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir Zâtın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.
Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki: Gayet güzel ve ziynetli ve muntazamcevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevellüdat ve vefiyatları o kadar muntazamdır; basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tayinatları o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadîr-i Zülcelâlin, bir Rahîm-i Zülcemâlin idare ve iaşesiyle olduğunu ispat eder.


Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat ve sarfiyatları o kadar hakîmâne ve rahîmânedir; bilbedahe ispat eder ki, bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar, büyük nehirler, bir Rahmân-ı Zülcelâli ve’l-İkramın hazine-i rahmetinden çıkıyorlar ve akıyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar ve sarf ediliyorlar ki, “Dört nehir Cennetten geliyorlar” diye rivâyet edilmiş. Yani, zâhirî esbabın pek fevkinde olduklarından, mânevî bir cennetin hazinesinden ve yalnız gaybî ve tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir. Meselâ, Mısır’ın kumistanını bir cennete çeviren Nil-i mübarek, cenup tarafından, Cebel-i





Hel min mezîd: Daha fazla yok mu? Daha olmayacak mı?Kadîr-i Zülcelâl: kudreti herşeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah
Nil-i mübarek: bereketli Nil nehriRahmân-ı Zülcelâl ve’l-İkram: güzellik ve ikram sahibi ve herşeye merhamet edip rızkını veren; Allah
Rahîm-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve her varlığa özel merhameti olan Allaharz: dünya
azametli: büyük, haşmetlibilbedâhe: ap açık bir şekilde
cenup: güneycevv: hava, gök boşluğu
cezbekârâne: kendinden geçmiş bir şekildecûş u huruş: neşe ve âhenk
erzak: rızıklaresbab: sebepler
fevkalâde: olağanüstüfevkinde: üstünde
feyz: ihsan, bolluk, bereketfıtrat: yaratılış, mizaç
gaybî: bilinmeyen, gayb âlemine aitgayet: son derece
hakikat: doğru gerçekhakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik olarak, mânâlı ve tam yerli yerinde
hayattârâne: canlı olarakhayvânât: hayvanlar
hazin: hüzün veren, acıklıhazine-i rahmet: Allah’ın rahmet hazinesi
iaşe: besleme, yedirip içirmeiddihar: biriktirme, depolama
iman-ı billâh: Allah’a imaninkişaf: açığa çıkma, gelişme
istilâ etmek: kuşatmakkemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar
kudret: güç, iktidarkumistan: kumluk, çöl
lisan-ı hâl: hâl ve beden dililisan-ı kàl: söz ile anlatım
marifet: bilgimenba: kaynak
miftah: anahtarmuhafaza: koruma, saklama
muntazam: düzenli, intizamlımütefekkir: düşünen, tefekkür eden
mütemadiyen: sürekli olarakrahîmâne: merhametli bir şekilde
saadet: mutluluksarfiyat: harcamalar, kullanımlar, giderler
semâ: göksuret: biçim, şekil
tayinat: erzak, yiyeceklerterakkiyat: ilerlemeler, yükselmeler
tevellüdat: doğumlarvaridat: kaynaklar, gelirler
vefiyat: vefatlar, ölümlerzahirî: açık, görünürde
ziyadeleşmek: artmak, çoğalmakziynetli: süslü
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 156

Kamer denilen bir dağdan, mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer ve mahzen, altı kısımdan bir kısım olmaz. Varidatı ise, o mıntıka-i hârrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene az giden yağmur, elbette o muvazene-i vâsiayı muhafaza edemediğinden, o Nil-i mübarek âdet-i arziye fevkinde birgaybî cennetten çıkıyor diye rivayeti gayet manidar ve güzel bir hakikati ifade ediyor.
İşte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlerinin ve şehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu bil’icmâ denizlerin büyüklüğü nisbetinde bir kuvvetle Lâ ilâhe illâ Hû der ve buşehadete denizler mahlûkatı adedince şahitler gösterir diye anladı. Ve denizlerin ve nehirlerinumum şehadetlerini irade ederek ifade etmek mânâsında, Birinci Makamın Dördüncü Mertebesinde,


لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: جَمِيعُ الْبِحَارِ، وَاْلاَنْهَارِ، بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدِّخَارِ وَاْلاِدَارَةِ الْوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
blank.gif
1

denilmiş.
Sonra, dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar “Sahifelerimizi de oku” diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadarazametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş’et eden heyecanını vegazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlerini bozmuyor. Demek, nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikayeve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş;




[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, genişlik ve intizamı gözle görünen teshir ve muhafaza ve iddihar ve idare hakikatlerindeki ihatanın büyüklüğünün şehadetiyle, denizler ve nehirler bütün içindekilerle beraber Onun birlik içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]




Cebel-i Kamer: Kamer DağıLâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yoktur
Nil-i mübarek: bereketli Nil nehriazametli: büyük, haşmetli
bil’icmâ: toplu halde, bütünüyleemr-i Rabbânî: herşeyi terbiye edip idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın emri
fevkinde: üstündegaybî: bilinmeyen, gayb âlemine ait
gazab: öfke, hiddethikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
iddiha: kapsayıcılık, kapsamaiddihar: depolama
inkılâbat-ı dahiliye: iç hareketler, değişimlerirade etmek: istemek, dilemek
istirahat: dinlenme, rahatlamaküllî: büyük, kapsamlı
mahlukât: yaratılmışlarmahzen: depo
menfez: delikmuhafaza: koruma
muvazene: dengemuvazene-i vâsia: geniş alandaki dengeleme
mânidar: mânâlı, anlamlımütemadiyen: sürekli olarak
mıntıka-i hârre: sıcak bölgeneş’et eden: doğan, meydana gelen
nisbet: kıyas, ölçüsahra: ova, geniş düzlük alan
sarfiyat: giderler, harcamalar, kullanımlarsefine: gemi
sekene: sakinler, ikamet edenlerseyahat-ı fikriyede: düşünceye yapılan yolculuk
teshir: emre boyun eğdirmeteskin etmek: yatıştırmak, sakinleştirmek
umum: bütün, genelumumî: genel, herkese ait
varidat: kaynaklar, gelirlervazife-i devriye: dönme
vikaye: korumazelzele-i muzırra: zarar veren sarsıntı, sallantı
zemin: yer, dünyaâdet-i arziye: yer kanunu
şehadet: şahitlik, tanıklık
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 157

öyle de, dağlar, zemin sefinesine bu mânâda hazineli direkler olduklarını, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan,
وَالْجِبَالَ اَوْتَادًا
blank.gif
1 وَاَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ
blank.gif
2 وَالْجِبَالَ أَرْسٰيهَا
blank.gif
3

gibi çok âyetlerle ferman ediyor.


Hem meselâ dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi menbalar, sular, madenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne ve müdebbirâne ve kerîmâne ve ihtiyatkârâne iddihar veihzar ve istif edilmiş ki, bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîrin ve hikmeti nihayetsiz birHakîmin hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar. Ve sahrave dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların vesahraların umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri Lâ ilâhe illâ Hû tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “Âmentü Billâh” der.
İşte bu mânâyı ifade için, Birinci Makamın Beşinci Mertebesinde,

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ: جَمِيعُ الْجِبَالِ وَالصَّحَارَى، بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، وَمَا عَلَيْهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اْلاِدِّخَارِ وَاْلاِدَارَةِ وَنَشْرِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَالتَّدْبِيرِ وَاْلاِحْتِيَاطِيَّةِ الرَّبَّانِيَّةِ الْوَاسِعَةِ الْعَامَّةِ الْمُنْتَظَمَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
blank.gif
4

denilmiş.




[NOT]Dipnot-1 “Dağları direk (yapmadık mı?)” Nebe’ Sûresi, 78:7.

Dipnot-2 “Yeryüzünde sâbit dağlar diktik.” Hicr Sûresi, 15:19.

Dipnot-3 “Dağları sapa sağlam dikti.” Nâziât Sûresi, 79:32.

Dipnot-4 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, Rabbânî ihtiyat maddelerinin bilmüşahede vâsi ve âmm ve muntazam ve mükemmeliddihar ve idare ve muhafaza ve tedbiri ve tohumların neşri hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, bütün dağlar ve sahrâlar bütün içindekiler ve üzerindekilerle beraber Onun vücub-u vücuduna delâlet eder.

[/NOT]





Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan AllahKadîr: herşeye gücü yeten, herşeyi yapabilen, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ânLâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yoktur
bilbedâhe: ap açık şekildecihet: şekil, yön
ferman etmek: buyurmak, emretmekhakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik olarak, mânâlı ve tam yerli yerinde
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olmasıhikmet-i İlâhiye: Allah’ın hikmeti, herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
hizmetkâr: hizmetçihususan: özellikle
iddihar: biriktirme, depolamaihtiyatkârâne: önlem alarak, tedbirli hareket ederek
ihtiyatî: tedbirli, yedekihzar: hazırlama
istif: yığma, biriktirmekerîmâne: lütufkâr ve cömert bir şekilde
kudret: güç ve iktidarmenba: kaynak
müdebbirâne: tedbirli bir şekilde, herşeyi önceden düşünereknevi: çeşit, tür
nihayetsiz: sınırsız, sonsuzsahra: ova, geniş düzlük alan
sair: diğer, başkasebat: kararlılık, sabit olma
sefine: gemitevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
umum: bütün, genelzemin: yer, dünya
zîhayat: canlı, hayat sahibiÂmentü Billâh: “Allah’a iman ettim”
şehadet: şahitlik, tanıklık
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 158

Sonra, o yolcu dağda ve sahrada fikriyle gezerken, eşcar ve nebatat âleminin kapısı fikrine açıldı. Onu içeriye çağırdılar, “Gel, dairemizde de gez, yazılarımızı da oku” dediler. O da girdi, gördü ki, gayet muhteşem ve müzeyyen bir meclis-i tehlil ve tevhid ve bir halka-i zikir ve şükür teşkil etmişler. Bütün eşcar ve nebatatın envâları, bil’icmâ, beraber; Lâ ilâhe illâllâ Hû diyorlar gibi lisan-ı hallerinden anladı. Çünkü bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; mîzanlı vefesahatli yapraklarının dilleriyle ve süslü cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belâğatli meyvelerinin kelimeleriyle beraber, müsebbihâne şehadet getirdiklerine ve Lâ ilâhe illâ Hûdediklerine delâlet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikati gördü.


Birincisi: Pek zâhir bir surette kastî bir in’âm ve ikram ve ihtiyarî bir ihsan ve imtinanmânâsı ve hakikati herbirisinde hissedildiği gibi, mecmuunda ise, güneşin zuhurundaki ziyası gibi görünüyor.


İkincisi: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan kastî ve hakîmâne bir temyiz vetefrik, ihtiyarî ve rahîmâne bir tezyin ve tasvir mânâsı ve hakikati, o hadsiz envâ ve efratta gündüz gibi âşikâre görünüyor ve bir Sâni-i Hakîmin eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.
Üçüncüsü: O hadsiz masnuatın yüz bin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri, gayetmuntazam, mizanlı, ziynetli olarak, mahdut ve mâdud ve birbirinin misli ve basit ve câmid ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o iki yüz binnevilerin farikalı ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli, hayattar, hikmetli, yanlışsız, hatâsız bir vaziyette umum efradının




Lâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yokturSâni-i Hakîm: herşeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah
aşikâre: açıkçabelâğat: düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söz söyleme
bil’icmâ: toplu halde, hep birliktecezâlet: akıcı ve güçlü ifade, güzel anlatım
cihet-i imkân: mümkün olma yönücâmid: cansız, katı
delâlet: delil olma, işaret etmeefrad: fertler, bireyler
envâ: neviler, türlereşcar: ağaçlar
farika: ayırıcı özellik; birbirine benzememe özelliğifesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması
gayet: son derecehadsiz: sınırsız
hakikat: doğru gerçekhakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik olarak, mânâlı ve tam yerli yerinde
halka-i zikr: zikir halkasıhayattar: canlı
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olmasıihsan: bağış, ikram
ihtiyarî: irade ile ilgili, tercih ve istekleikram: bağış, ihsan
imtinan: çok sevilen ve beğenilen bir şeye nail olmakintizam: düzenlilik
in’am: nimet verme, nimetlendirmekastî: bilerek ve isteyerek yapma
küllî: kapsamlı, genişlisan-ı hal: hal ve beden dili
masnuat: san’at eseri varlıklarmeclis-i tehlil: “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleyen meclis
mecmu: bütün, genelmeyvedar: meyveli
misl: benzermizan: ölçü, denge
muntazam: düzenli, intizamlımuvazene: denge
mâdud: sayılı, sınırlımüsebbihâne: tesbih ederek
müzeyyen: süslenmişnebat: bitki
nebatat: bitkilernevi: çeşit, tür
rahîmâne: merhametli bir şekildesuret: biçim, şekil
tasvir: şekil ve suret vermetefrik: ayırma
temyiz: ayırt etmetevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
tezyin: süslemeteşkil etmek: oluşturmak, meydana getirmek
umum: bütün, genelziya: ışık, parlaklık
ziynetli: süslüzuhur: belirme, görünme
zâhir: açık, âşikarşehadet: şahitlik, tanıklık
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst