Şâhid olmak rol üstlenmektir

yozgati

Well-known member
Şâhid olmak rol üstlenmektir

“Risalelerin dâvâ metaforu içinde ele alınması” başlıklı yazımızda, Bediüzzaman Hazretlerinin Risal-i Nur için, “yazılan sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattır. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.” değerlendirmesini ele almıştık.

Bediüzzaman’ın bu değerlendirmesinde, Risale-i Nur’un fonksiyonelliği ile ilgili düşüncesini dâvâ meteforu içerisinde ortaya koyduğunu, Risalelerin ortaya koyduğu gerçekliklerin bir dâvâ olmadığını, esasen söz konusu cümlede ortaya konan fonksiyonların dâvâ olmamakla birlikte, bu işlevlerin her birinin dâvânın halli için yargılama sürecinde gözetilmesi ve irdelenmesi gereken yönelişleri ifade ettiğini belirtmiş ve bu meyanda “tasavvur değil, tasdiktir” ifadesini incelemiştik.
Bu yazımızda ise “marifet değil, şehadettir, şuhuddur” ifadesini ele alacağız.
Marifet ile şehadet arasındaki fark pek zahirdir. Marifet bilmektir. Şehadet orda bulunup, müşahede etmektir. Bilmekle yetinmemek, olaya katılmak, özne olmak, rol üstlenmektir şahitlik.

VARLIK ŞEHADETLE BAŞLAR
Şahitlik; vücud bulmayı seçmektir.
Mümkin ül vücud; İlâhî nefhayı alıp vücuda gelmeye kabiliyetli olmaktır. Bir diğer anlatımla şahitlik yapabilmeye imkânı olanların adıdır mümkin ül vücud.
Varlığın içine doğduğu zaman ve mekanın adı şehadet âlemidir. Şehadet âleminde ne yapılır? Elbette şahit olunur. Varlık, şehadet âleminde, maddî varlığı ile her daim şahit ve şuhudda bulunmaktadır.

İNSANLIK ŞEHADETLE GELİŞİR
İnsanlık bir makamdır. Beşer bu makamı, ruhsal tekâmülü ile kazanmıştır. Kendi gerçekliğinin ve diğer varlıkların bilgisine ulaşan insanlık, hem maddî, hem de manevî varlığı ile şahitlik yapmayı gerektirir. İnsanın şahitliği, nesnelliği terk edip, özne olmayı seçiştir. İnsan, teorik aklı ile tabiatın cebrine karşı koyup, insanlığa lâyık uygar bir yaşamı, pratik aklı ile insanî ilişkilerinde izzetli olmayı, yani kendine yapılacak haksızlığa müsaade etmemeyi; şefkatli olmayı, yani başkasına haksızlık yapmamayı; hakka hürmet göstermeyi, yani bir başkasının, bir başkasına haksızlık yapması halinde, haklının yanında durmayı gerçekleştirecektir.

İNSANLIK ŞAHİDLİKLE MÜSLÜMANLIĞA TERFİ EDER
Müslümanlık şahitlikle başlar. İslâm’a girmek için kelime-i şehadet getirmek gerek. Demek İslâm, müntesibine, her alanda şahitlik yapmayı gerektiren değerler bütünüdür. Kelime-i şehadet “ben” kelimesi ile başlar. Müslümanın ilk şahitliği kendi farkındalığına ilişkindir. Müslüman, kelime-i şehadetin ilk cümlesi ile kişiye ve topluluklara, onların yaradılıştan sahip oldukları hak ve özgürlükler ile farklılıklarının farkında olduğunu hatırlatarak, onlara yaradılıştan gelen hakların “temel hak ve özgürlükler ile kolektif haklara” dokunulmayacağı garantisini verir. Onlardan da kendisi ve toplumu için aynı garantiyi ister. Yine Müslüman kelime-i şehadetin ikinci cümlesi ile, kişiye ve topluluklara insanlığı oluşturan yüksek değerleri hatırlatarak, onlara bu değerlere göre muamele edileceği taahüdünde bulunur. Onlardan da kendisi ve toplumu için aynı taahüdü ister. Böylece insanlık barış ve esenliğe ulaşır.

ŞAHİDLİK İMANLA KEMAL BULUR
İnsanın kendine ve diğer varlıklara şahit olması, varlık ve insanlarla ilişkisinde adalet ve hakkaniyet üzere davranması mevcudat mertebesinde hazırane bir şahitlik iken, varlığın yaratıcısına bakışta sadece gaibane bir tefekkürdür. Oysa şahit olmak; hazır olmaktır. Yaratıcıya şahid olmak ise; gaibane temaşa ve tefekkürle yetinmemek, Yaratıcı ile hazırâne görüşmeyi ve buluşmayı gerçekleştirmektir. Yani, âlem-i şehadet ve gaybtan geçip, âlem-i vücuba ve daire-i esma-i İlahiyeye şahit olmak, Allah ile dost ve muhatap haline gelmektir.

SONUÇ
İnsanlık tarihinde 20. Yüzyıl bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. 17. Yüzyılda ilimler felsefeden “olmak” için değil, “sahip olmak” için koparılmıştı. “Olmak” yerine, “egemen olmak” anlayışı, insanı insanın kurdu haline getirdi. Bu gelişmeler sonucu 20. yüzyıl, Albert Camus’un dilinden “korku asrı” ismiyle, Rollo May’ın ifadesiyle “endişe çağı” ismiyle insanlık tarihinde yerini aldı. İlimleri doğru hedeflerden saptırmanın acısını, geçen asırda tüm insanlık tarihine eşdeğer katliamlarla sonuçlanan savaşlarla yaşadık. Çevre sorunları dağ gibi önümüze dikildi. İnsanlık hiçbir alanda şahitliğin gereğini yerine getiremeyen bir vaziyette tam bir kriz yaşarken, Risale-i Nur, varlığı, gelinen nokta itibariyle yeni bir okumayla ele aldı. İnsanlığın değerlerini bulunulan asrın şartlarına göre yeniden anlamlandırdı. Risale-i Nur’un dilinde varlık sahip olunacak bir nesne değil, insanın tekâmül yolculuğunda rol üstlenen bir öznedir. Yine Risalelerin dilinde, insan, insanın kurdu değil, aksine birlikte uygar bir yaşamı gerçekleştirdiği, yüksek ahlaki değerleri ortaya koyduğu, yaşamına estetik değerleri taşıdığı bir ailedir. Bu insanlık ailesi ile “şecere-i tuba” ismiyle kolektif bir benlik inşaa etmektedir. İnsanın/insanlığın hikâyesini yazmaktadır.
 
Üst